Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.KUR'ÂN-I KERİM.::. > Kurân-ı Kerîm > Fizilalil Kur'ân

Konu Kimliği: Konu Sahibi MERVE DEMİR,Açılış Tarihi:  18 Eylül 2008 (10:03), Konuya Son Cevap : 18 Eylül 2008 (10:38). Konuya 24 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 18 Eylül 2008, 10:14   Mesaj No:11
Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:116
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Ali İmran Suresi Tefsiri

"Siz bir ateş kuyusunun tam kenarında iken"
Ateşten bir uçurumun içine düşme hareketi meydana gelirken kalpler Allah'ın elini görüp O'na tutunarak kurtuluyorlar, uzanıp Allah'ın ipine sarılıyorlar. Tehlike ve dehşetten sonra kurtuluş manzarası... Bu, beraberinde kalpleri ürpertip titreterek sürükleyen canlı ve hareketli bir sahnedir. Neredeyse gözler, bu sahneyi nesillerin gerisinden izleyebilecek gibi oluyor.
İbn-i İshak siyretinde ve başka rivayetlerde bu ayetin Evs ve Hazreç hakkında nazil olduğunu anlatır; yahudilerden birisi Evs ve Hazreç'ten bir topluluğa rastlar. Onların uzlaşmaları ve ittifakları yahudinin hoşuna gitmez. Yanında bulunanlardan birisine yanlarına gidip oturmasını ve "Bu, âs Günü"ndeki savaşlarını hatırlatmasını söyler. Adam söylenenleri yapar. Böylece toplulukta bulunanların nefislerinde hamiyyet duygusunu canlandırır. Birbirine kızar ve birbirlerine düşerler. Cahiliyyedeki armalarıyla birbirlerini çağırıp silahlarını isterler ve "Harre" denilen yerde buluşmak üzere sözleşirler. Bu durum Resulullah'a haber verilince yanlarına gelip onları sakinleştirdikten sonra "Ben aranızda olduğum halde cahiliyye davası mı?" buyurur ve arkasından yukardaki ayet-i kerimeyi okur. Bunun üzerine her iki taraf da pişman olur. Barışıp birbirlerine sarılarak silahlarını bırakırlar. Allah ta onlardan hoşnut olur.
İşte böyle! Allah onlara açıklıyor onlar da hidayete eriyordu ve böylece ayetin devamında onlar hakkında varid olan yüce Allah'ın şu sözü gerçekleşmiş oldu:
"Allah size ayetlerini işte böyle açık açık anlattı ki doğru yolu bulasınız."
Bu olay yeryüzünde beşeriyete önderlik yapmak ve Allah'ın metodu üzere hayatlarını sürdürüp birbirini sevenler arasındaki Allah'ın ipini koparmak için yahudilerin sarfettikleri çabanın bir göstergesidir. Rivayet edilen hadise, Allah'ın ipine sarılarak O'nun hayat için koyduğu metod etrafında biraraya gelecek her müslüman cemaat için yahudilerin sürekli kuracakları tuzaklardan bir örnektir. Aynı zamanda bu olay, ilk müslümanları nerdeyse küfre döndürüp birbirinin boyunlarını vuracak noktaya getirerek, etrafında toplanıp kardeş oldukları Allah'ın sağlam ipini koparacak olan ehl-i kitaba itaat etmenin sonuçlarından biridir. Ayrıca bu ayetle surenin akışı içindeki diğer ayetler aynı noktada birleşmektedir.
Ancak ayet-i kerimenin kapsamı bu olaydan çok daha geniş boyutludur. Ayet-i kerime surenin akışı içinde kendisinden önce ve sonra gelen ayetlerle beraber müslüman safları parçalamak ve her aracı kullanarak aralarına fitne ve ayrılığı yerleştirmek için yahudilerden kaynaklanan bir çabanın varlığını belirtiyor. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim, sürekli olarak müslümanları, ehl-i kitaba itaat etmekten, onların hile ve desiselerine kulak vermekten ve onlar gibi ayrılığa düşüp parçalanmaktan sakındırıyor. Bu sakındırmalar, Medine'deki müslüman cemaatin karşılaştığı yahudi tuzaklarının şiddetine ve sürekli ayrılık, şüphe ve kargaşa tohumları saçtıklarına işaret etmektedir. Yahudilerin her zamanki uğraşılarıdır. Bugün, yarın, her zaman ve mekânda müslüman saflar arasında aynı işlevini sürdürecektirler.
MÜSLÜMANLARIN GÖREVİ
Bu iki temel esasa (iman ve kardeşlik) dayanan ve onlarla ayakta kalan, Allah'ın metodunun yeryüzünde ikamesi, hakkın batıla, iyiliğin kötülüğe ve hayrın şerre galip gelmesi için Allah'ın metoduna uygun olarak O'nun gözetimi altında ve O'nun elleriyle meydana gelen müslüman cemaatin görevi ise aşağıdaki ayette belirtiliyor:
"Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir ümmet bulunsun."
Evet hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü nehyeden bir cemaatin bulunması kaçınılmazdır. Bizzat Kur'an ayetinin ifadesiyle yeryüzünde, hayra çağıran iyiliği emreden kötülüğü nehyeden bir otoritenin bulunması da kaçınılmazdır. Çünkü ayette hayra "Davet" olayı söz konusu edildiği gibi iyiliği "Emr" ve kötülüğü "Nehy" etmek de söz konusu edilmiştir. Bilindiği gibi "Davet" otorite olmadan da yerine getirilebildiği halde, "Emir" ve "Nehiy" ancak bir otorite ile mümkündür.
İslâm'ın bu sorunla ilgili düşüncesi budur. Evet "Emr" eden ve "Nehy" eden bir otoritenin bulunması kaçınılmazdır. Birliklerini bir araya getirip Allah'ın ipi ve yolundâ kardeşlik bağlarıyla birbirine bağlayan bir otorite... Hayra "Davet" ve şerrden "Nehy" üzerine kurulu bir otorite... İnsan hayatında Allah'ın metodunun gerçekleşmesi için birbirinden ayrılmayan bu iki esas üzerine kurulu bir otorite... Evet yeryüzünde Allah'ın hayat için indirdiği metodunun gerçekleşmesi ve insanlar tarafından bilinmesi hayra "Davet"i ve iyiliği "Emr" edip, kötülüğü "Nehy" eden ve kendisine itaat edilen bir otoriteyi gerektirir. Yüce Allah buyuruyor: "Biz Resulleri ancak Allah'ın izniyle itaat edilsin diye gönderdik." Allah'ın yeryüzündeki metodu vaaz, irşad ve açıklamalardan ibaret değildir. Bu meselenin bir yönü. Diğer yönü ise, insan hayatında iyiliği gerçekleştirip kötülüğü yok edecek, toplumun iyi adetlerini hevasına, şehvetine ve menfaatine uyan kişilerin oyuncağı olmaktan koruyacak, her önüne gelenin kendi görüş ve düşüncesini hayır, iyi ve doğru zannetmemesi için bu iyi adetleri koruyacak "Emr" ve "Nehy" yetkisine sahip bir otoritenin kurulmasıdır.
Bu açıdan baktığımızda, tabiatı gereği bazı insanların şehvetleri ve ihtirasları, bazılarının maslahat ve çıkarları, bazılarının gurur ve kibirleriyle çarpışacağından hayra davet etmenin iyiliği emredip kötülüğü nehyetmenin o kadar kolay ve rahat olmayacağını görürüz. Çünkü insanlar arasında zorba diktatörler baskıcı egemenler, yükselmekten hoşlanmayan alçaklar, sıkıntıya gelemeyen zenginler, ciddiyetten uzak laubaliler, adaleti sevmeyen zalimler, doğruluktan hoşlanmayan sapıklar ve iyiliği reddedip kötülükten hoşlanan insanlar her zaman bulunur. Bu yüzden, hayr galip gelip, iyilik, iyilik olarak ve kötülükte kötülük olarak bilinmedikçe millet kurtulamayacağı gibi insanlık da kurtulamaz. İşte bütün bunlar için iyiliği, emredip kötülükten nehyeden ve kendisine itaat edilen bir otoritenin varlığı gerekmektedir.
Bu sebebden Allah'a inanan ve Allah için kardeşlik desteğine dayanan bu sıkıntılı ve zor işe iman ve Allah'tan korkma kuvvetiyle, sonra sevgi ve dostluk güçleriyle göğüs geren bir cemaatin elbette bulunması zorunludur. Yüce Allah, bu görevi yerine getirenler için şöyle buyuruyor: "İşte onlar kurtuluşa erenlerdir."
KURTULUŞA ERENLER
Şüphesiz ki bu cemaatin varlığı bizzat ilahî metodun gereğidir. Çünkü bu cemaat, ilahî metodun teneffüs edildiği, pratik olarak uygulandığı ve hayra davet edenlerin yardımlaştığı ve sorumlulukları paylaşma içinde oldukları en iyi ortamdır. Orada iyilik; hayr, erdem, hakk ve adalet, kötülük ise; şer, aşağılık, batıl ve zulümdür. Orada hayr işlemek şerden daha kolaydır. Ve üstünlüğün zorlukları alçaklıktan daha azdır. Orada hakk batıldan daha güçlü ve adalet zulümden daha yararlıdır. Orada, iyilik yapan birçok yardımcı bulur. Kötülük yapan ise orada direniş ve horlanma ile karşılaşır. Bu cemaatin değeri, büyük çaba sarfetmeden hakkın ve hayrın gelişeceği ortam olmasındandır. Çünkü orada herkes hayır ve hakkta yardımlaşır. Çevresindeki herşey direnip itiraz ettiği için şer ve batılın büyük zorluk ve meşakkatle geliştiği bir ortam oluşmaktadır.
Varlık, hayat, değerler, olaylar, eşya ve şahıslar hakkındaki düşünce ör ve kök itibariyle İslâm düşüncesi bütün cahiliyyeden tamamen farklı olduğundan bu düşüncenin kendine özgü bütün değerleriyle yaşadığı bir ortamın varlığı kaçınılmazdır. Evet, cahiliyye ortamı dışında bir ortamın ve cahiliyye çevresinden farklı bir çevrenin oluşturulması kaçınılmazdır.
İslâm düşüncesi için varolup onunla varlığını sürdüren bu özel ortamda ancak bu düşünce hayat bulur. Özgürlük ve serbestlik içerisinde tabii nefeslerini teneffüs edip, kendisine genel olup gelişmesini geciktirecek iç engellerle karşılaşmaksızın gelişir. Bu engeller meydana geldiğinde hayra davet, iyiliği emredip kötülüğü nehyetme kurumu bunlara karşı direnir. Ancak, Allah'ın yolunu engelleyen zorba güç bulunduğunda, Allah'ın dışında onu savunacak kişiler de bulunacaktır.
Bu ortam varlık alemi, hayat, değerler, işler, olaylar,..eşya ve şahıslar hakkındaki düşüncesini belirlemesi, hayatta karşılaştığı şeyleri değerlendirebileceği bir tek ölçüye müracaat etmesi Allah katından gelen bir tek dinle yönetilmesi ile mümkündür. Böylece bu ortam ve yeryüzünde Allah'ın metodunu gerçekleştirmek esasına dayanan önderliğe tam bir bağlılıkla yönelebilmesi için; iman edip bünyesinde bencilliği bertaraf ettiği, kolaylıkla hareket edip coşkuyla yayılan mutmain, güvenli ve rahat cömertliğin kat kat arttığı, sevgi ve paylaşma esaslarına dayanan Allah yolunda kardeşlik esasları üzere kurulu müslüman cemaati temsil imkânı bulabilir.
Medine'deki ilk müslüman cemaat bu iki esas üzerine kuruldu. Bu cemaat Allah'ı bilmekte, O'nun sıfatlarını, vicdanlarda ortaya çıkmasından, O'ndan hoşlanmaktan, gözettiğini bilmekten ve çok az durumlar dışında sınırsız bir uyumluluk ve duyarlılıktan doğan Allah'a iman... Parlak ve saf sevgi, hoş ve güzel dostluk, geniş ve derin dayanışma konularında öyle bir duruma gelmişlerdi ki, gerçekten yaşanmış olmasaydı hayâlperestlerin bir ütopyası sayılabilirdi. Evet, Muhacir ve Ensar arasında gerçekleştirilen kardeşlik gerçek alemde meydana gelmiş bir olay olmakla beraber özü itibariyle rüya ve hayâl alemine daha yakındır. Yeryüzünde geçmiş bir vakıadır; fakat aslında o, sonsuzluk ve Cennet hayatından bir kesittir.
Bu yüzden surenin akışı müslüman cemaata dönerek onları ayrılıp ve ihtilâfa düşmekten sakındırıyor. Kendilerinden önce Allah'ın metodunu yüklendikleri halde ayrılıp ihtilafa düşmelerinden dolayı, yüce Allah'ın liderlik sancağını ellerinden alarak birbirine kardeş olmuş müslüman cemaate teslim ettiği ehl-i kitabın durumuna gelmemeleri konusunda uyarıyor. Böyle bir durumda, kendilerini bekleyen azabı bildirerek bazı yüzlerin ak, bazısının da kara olacağı günü hatırlatıyor.
YÜZÜ KARA OLANLAR
"Sakın kendilerine açık ayetler geldikten sonra parçalanıp çatışmaya düşenler gibi olmayınız. Böyleleri için büyük bir azap vardır."
"O gün kimi yüzler ağarır, kimi yüzler de kararır. Yüzleri kararanlara `Siz iman ettikten sonra tekrar kâfir mi oldunuz? O halde kâfir olmanızın karşılığı olarak da bu azabı tadınız' denir."
"Yüzleri ağaranlara gelince onlar Allah'ın rahmeti içindedirler ve orada sürekli kalacaklardır."
Ayeti kerime burada, hareket ve canlılık fışkıran Kur'an sahnelerinden birini çiziyor; Söz veya sıfatlarla ifade edilemeyip iki canlı insanda, yüzlerde ve simalarda ortaya konan korkunç bir sahnenin karşısındayız. İşte şu yüzler: Nurla parlamış, müjdeyle coşmuş, müjde ve sevinçle bembeyaz kesilmiş... Şunlar da: üzüntüden sararmış, gamdan solmuş, ve tasadan simsiyah kesilmiş yüzler... Bununla da kalmamış üstelik, sürekli azar ve ağlama ile kahrolmaktadırlar.
"Siz iman ettikten sonra tekrar kâfir mi oldunuz? O halde kâfir olmanızın karşılığı olarak bu azabı tadın."
"Yüzleri ağaranlara gelince, onlar Allah'ın rahmeti içindedirler. Ve orada sürekli kalacaklardır."
Böylece sahne Kur'an'ın kendine özgü üslubuyla ifade ettiği gibi, hayat, hareket ve karşılıklı konuşmalarla geçiyor. Böylece müslüman cemaatin vicdanının ayrılık ve ihtilaftan sakınmasının, iman ve uzlaşma ile gerçekleşen yüce Allah'ın nimeti olduğu anlamı yer ediyor. Müslüman cemaate hitabeden ayetler, bazı yüzlerin ak, bazısının da kara olacağı günde, o büyük sonun acıklı azabını tatmaları için ehl-i kitaba itaat etmekten sakındırıldıkları sonucuna bizi götürüyor.
İki gurubun varacağı sonucu niteliği açıkladıktan sonra vahyin ve Risaletin doğruluğu, kıyamet günündeki ceza ve hesabın ciddiyeti açıklanıyor. Ayrıca, dünya ve ahirette Allah'ın verdiği hükümlerdeki mutlak adaleti, göklerde ve yerde bulunanlar üzerindeki Allah'ın hükümranlığı ve her halukârda bütün işlerin O'na döneceği gerçeklerini içeren Kur'an'ın bilinen üslubuna uygun bir açıklama takip ediyor.

108- Bunlar Allah'ın ayetleridir. Onları sana hakk içerikli olarak okuyoruz. Allah kesinlikle alemlere zulmetmek istemez.
109- Göklerde ve yerde olanların tümü Allah'ındır. Her işin mercii Allah'tır.
Bu manzaralar, bu gerçekler, bu sonuçlar, Allah'ın ayetleri ve açıklamaları... Evet, bunları biz sana hakk olarak okuyoruz. Bu yerleştirdiği ilke ve değerleri ve umduğu sonuç ve cezaları bakımından hakktır. Çünkü bu değerleri ve sonuçları belirlemeye, cezaları koymaya ve kullarına hayat metodu indirmeye yetkili zat tarafından indirilmiştir. Ayrıca hükmü adil olan, göklere ve yere ve her ikisinde bulunanlara emretme yetkisine sahip bulunan ve bütün işler sonuçta kendisine dönecek olan yüce Allah bununla kullarına zulmetmeyi dilememiştir. Aksine, yüce Allah, yapılan işe karşılık vermekle hakkın gerçekleşmesini, adaletin oluşması ve işlerin Celâline lâyık bir ciddiyetle yürümesini dilemiştir. Yoksa, sayılı günlerin dışında kendine ateşin dokunmayacağını iddia eden ehl-i kitabın zannettiği gibi değildir mesele...
Bundan sonra ayet-i kerime müslümanlara konumlarını, değerlerini ve hakikatlerini öğretmek için kendilerini anlatıyor. Bunun ardından, değerlendirmede onları aldatmaksızın imanın sevabı ve hayrı konusunda umutlandırmak gayesiyle, hakikatlerini açıklayarak ehli kitabın vasıflarını anlatıyor. Artık müslümanlar, düşmanları yönünden tatmin olmuşlardır. Onların hile ve savaşları kendilerine hiçbir zarar veremeyeceği gibi kendilerine galip de gelemeyeceklerdir. Ayrıca onlardan küfredenler için ahirette Cehennem azabı da vardır. İman ve takva olmaksızın dünya hayatında infak ettikleri malları da kendilerine bir yarar sağlamayacaktır;

İSLÂM ÜMMETİ
110- Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah'a inanırsınız.
111- Onlar size eziyetten başka bir zarar veremezler. Eğer sizinle savaşa girişirlerse arkaya dönüp kaçarlar, sonra onlara yardım eden de bulunmaz.
112- Nerede olsalar, onlara aşağılık damgası vurulmuştur. Yalnız, Allah'ın ipine ve insanlar ile yaptıkları antlaşmalara bağlı kalanlar müstesna. Onlar Allah'ın gazabına uğradılar, alınlarına perişanlık damgası vuruldu. Bu, onların Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve sebepsiz yere peygamberleri öldürmeleri yüzündendir. Çünkü onlar Allah `a başkaldırmış ve ölçüleri çiğnemişlerdir.
113- Ama onların hepsi bir değildir. Kitap ehlinin içinde geceleri ayakta durup Allah'ın ayetlerini okuyan ve secdeye kapanan bir kesim vardır.
114- Bunlar Allah'a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederek kötülükten sakındırırlar, hayırlı işlere koşarlar. Onlar iyi kullardandırlar.
115- Onların yaptıkları hiçbir iyilik karşılıksız kalmayacaktır. Hiç kuşkusuz Allah takvalıların kimler olduğunu bilir.
116- Kafirlere gelince, ne malları ve ne de evlatları kendilerine Allah'a karşı hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlar Cehennemliktirler, orada sürekli olarak kalacaklardır.
117- Onların bu dünya hayatındaki maddi harcamaları, kendilerine zulmetmiş kimselerin tarlası üzerinden eserek bu tarlanın ekinini mahveden dondurucu rüzgara benzer. Allah onlara zulmetmiş değildir, tersine onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdir.
Bu bölümdeki ilk ayetler, müslüman cemaati şereflendirerek makamlarım yükseltip başka hiçbir topluluğun erişemeyeceği özel bir konuma getirmesi yanında onların omuzlarına yeryüzünde ayrı bir görevde yüklemektedir. "Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten sakındırırsınız. Ve Allah'a inanırsınız..."
Ayette geçen ve meçhul sigasından gelen "çıkarılmış" kelimesi ile ifade edilen deyim dikkat çekici bir tabirdir. Bu ifade nerede ise, bu ümmeti gayb karanlıklarından çekip çıkaran ve ötesini Allah'tan başka kimsenin bilmediği sonsuz perdenin ötesinden açığa doğru iten ve herşeyin planlayıcısı latif bir eli işaret ediyor. Bu kelime, kendine özgü bir rolü, bir makamı ve bir hesabı olan bu ümmeti varlık sahnesine çıkaran, gidişi gizli ve deprenişi latif bir hareketi tasvir ediyor.
"Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en bayırlı ümmetsiniz.
Bu müslüman cemaatin, kendi gerçeğini ve değerini bilmeleri için idrak etmeleri gereken şey budur... Aynı zaman bu cemaat öncü ve önder olarak çıkarılmıştır. Yüce Allah, yeryüzü önderliğinin, iyiliğin emrinde olmasını diler, kötülüğün değil. Bu yüzden müslüman ümmetin kendi dışındaki cahiliyyeye mensup milletlere herhangi bir konuda başvurması, konumuna uygun bir davranış değildir. Ancak diğer milletler müslümanın akidesine başvurabilirler. Bunlar aynı zamanda yanlarında var olan İslâm'daki sağlam inanç, düşünce sistemi, ahlâk, marifet ve ilim gibi şeylerden yararlanabilirler. Bu yararlandırma müslümana, bulunduğu konumun ve varlık gayesinin yüklediği bir görevdir. Onun görevi sürekli önde bulunmak ve daima önderlik makamında olmaktır. Bu makamda bulunabilmek için bazı gerekler vardır. Öncelikle iddia ile verilmez, aynı zamanda, ehil olunmadıkça da teslim edilmez. Müslüman cemaat ise gerek itikadi düşüncesi gerekse sosyal düzeniyle bu makama layıktır. Ancak bu görevini sürdürebilmesi ve hilâfet görevinin hakkını verebilmesi için ilmi ilerleme ve yeryüzünün imarı konusunda da ehil olmalıdır. Bu ümmetin, doğrultusunda hareket ettiği ilahi metod, ondan çok şey istemektedir. Eğer müslüman ona uyup icaplarını yerine getirerek gereklerini ve yükümlülüklerini idrak ederse bu inanç müslüman cemaati her alanda ileriye götürmektedir.
Bu konumun başta gelen gereklerinden biri; beşer hayatının şer ve fesattan korunması ile iyiliği emr ve kötülüğü nehy görevini yerine getirebilmesi için, kendisine özgü bir kuvvetinin bulunmasıdır. Evet, bu ümmet insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetdir. Bu özellik güzel davranmaktan ve sevmekten kaynaklanmadığı gibi tesadüf eseri verilmiş herhangi bir değeri olmayan birşey de değildir. Aynı zamanda "Biz Allah'ın çocukları ve sevenleriyiz" diyen ehl-i kitabın dediği gibi özellikleri ve yücelikleri dağıtmak ta değildir. Asla. Yüce Allah bütün bunlardan münezzehtir. Bu din, iyilik ve kötülüğün sınırlarını belirleyen, imanla beraber beşer hayatını, kötülükten koruyup iyilik üzere ikame etmek için uygun bir pratiktir.
"...İyiliği emreder kötülükten sakındırırsınız. Ve Allah'a inanırsınız."
Bu, hayırlı ümmetin, yükümlülükleri ve bu yükümlülüklerin ötesindeki zorluklar ve yolundaki dikenlerle beraber yükselmesidir. Bu, kötülüğe saldırıp, iyiliği teşvik etmek ve toplumu fesat etkenlerinden korumaktır. Bütün bunlar zor ve meşakkatli işler olmakla beraber salih bir toplum kurmak, korumak ve yüce Allah'ın dilediği hayat tarzını gerçekleştirmek için zaruridir.
Şüphesiz, değerler için sağlıklı bir ölçü koymak ve iyilikle kötülüğe sağlıklı bir tanım getirmek için Allah'a iman gereklidir. Ayrıca bu konuda toplumun uyum içinde olması da yeterli değildir. Çünkü fesat o derece yaygınlaşır ki, ölçüleri bozup toplumu yanıltabilir. O halde hayr, şerr, üstünlük, alçaklık, iyilik ve kötülük hakkında insanlardan herhangi bir neslin üzerinde ittifak ettiği kuralın dışında, bir temele dayanan değişmez bir ölçüye dönmek kaçınılmazdır. İman insanın kendisine varlık ve yaratanıyla olan ilişkileri konusu ile varlığının gayesi ve bu evrendeki gerçek konumu hakkında sağlıklı bir düşünce yerleştirmekle bu ölçüyü gerçekleştirir. İşte bu genel ölçüden ahlaki kurallar doğar... Çünkü, Allah'ın rızasını celbetmek ve O'nun gazabından sakınmak duygusu insanı bu kuralları gerçekleştirmeye sevkeder. Aynı şekilde Allah'ın vicdanlar üzerindeki egemenliği ve O'nun şeriatının toplum üzerindeki hakimiyeti bu kuralları koruma düşüncesini güçlendirir. Sonra, iyiliği emredip kötülükten nehyederek hayra çağıranların bu meşakkatli yolda yürümeleri ve zorluklara güç yetirebilmeleri için kuvvetli bir imana sahip olmaları kaçınılmazdır. Çünkü, bütün dehşet ve azametiyle kötülüğün tağutu, bütün edepsizliği ve şiddetiyle şehvetin tağutu ve habis ruhların alçaklığı, gayretlerin isteksizliği ve arzuların ağırlığıyla karşılaşacaklardır. Bunlara karşılık azıkları sadece imandır. Bütün cephaneleri imandır ve destekleri yalnızca Allah'tır. Çünkü iman azığından başka bütün azıklar tükenir, iman cephanesinden başka bütün cephaneler patlar ve Allah'ın desteğinden başka bütün destekler yıkılır.
Surenin akışı içinde gördük ki, müslüman cemaate, kendi içinde hayra çağıran iyiliği emredip kötülüğü nehyeden bir grup oluşturmaları görevi veriliyor. Burada ise yüce Allah müslümanların tümünü insanlık cemiyetinde tanınmalarını sağlayan bu yüce esasları yaygınlaştırmadıkları sürece gerçek anlamda varolamayacaklarını anlamasını sağlamak için bu sıfatlarla nitelendiriyor. Ortada iki durum var. Ya Allah'a imanla beraber hayra çağırıp, iyiliği emr ve kötülüğü nehyedecekler ki, ancak bu durumda gerçek anlamda varlıkları söz konusu olabilir ve müslüman ismini hakkedebilirler. Ya da bunlardan hiçbirini yerine getirmeyecekler ve bu durumda da varlıkları söz konusu olamayacağı gibi müslüman sıfatına da lâyık olmayacaklardır.
Kur'an-ı kerimin birçok yerinde bu hakikat yerleştirilir. Ayrıca aşağıda bazısını aktaracağımız Resulullah'ın birçok sahih emir ve direktifleri mevcuttur:
"Ebu Said el-Hudri'den, Resulullah'ın şöyle dediğini işittim: "Sizden biriniz bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin, şayet buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin, ona da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. Bu ise imanın en zayıfıdır." (Müslim)
İbn-i Mes'ud, Resulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "İsrailoğulları günaha dalınca alimleri onları nehyettiler; fakat, onlar dinlemediler. Alimler de onlarla düşüp kalktılar ve yiyip içtiler. Allah da bazısının kalbini bazısına çarptı. Davut'un, Süleyman'ın ve Meryem oğlu İsa'nın dilinden onlara lanet etti. -Sonra Resulullah oturup şöyle dedi-: `Hayır. Nefsim elinde olana yemin ederim ki; siz onları hakka döndürünceye kadar uğraşırsınız' Yani şefkat gösteri çevirirsiniz." (Ebu Davud ve Tirmizi)
Huzeyfe (R.A.)nin rivayetine göre Resulullah şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki ya iyiliği emreder, kötülüğü nehyedersiniz ya da Allah üzerinize azabını gönderir de dua edersiniz ama duanızı kabul etmez." (Tirmizi)
İrs İbni Umeyr el-Kindi'den, Resulullah şöyle buyurdu: "Yeryüzünde hata işlendiğini görüp de nehyedenler onu görmemiş gibidirler. Görmeyip de rıza gösterenler görmüş gibidirler." (Ebu Davud)
Ebu Said el-Hudri'den Resulullah şöyle buyurdu: "Cihadın en büyüğü zalim sultan karşısında söylenen adalet sözüdür." (Ebu Davud, Tirmizi)
Cabir b. Abdullah Resulullah'tan şöyle rivayet eder: "Şehidlerin efendisi Hamza'dır. Birde zalim sultana karşı emir ve nehiyleri tebliğ ederek öldürülen kişidir." (Müstedrek Lil-Hâkim.)
Bunlardan başka daha birçok hadis... Hepsi de müslüman toplumda bu özelliğin temel oluşunu ve gerekliliğini yerleştiriyor. Ayrıca Kur'an ayetlerinin yanında bu hadisler, değerini ve hakikatini bilemediğimiz geniş ve planlı bir eğitim ve yöneltmenin unsurlarını içermektedir.
Şimdi de bu bölümdeki diğer ayetlerin açıklamalarına dönüyoruz.
"Eğer ehl-i kitap ta iman etseydi kendileri için daha hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler vardır ama çoğunluğu fasıktır."
Bu ifade ehl-i kitabın imana gelmesi için bir teşviktir. Çünkü, iman etmeleri onlar için hayırlı olacaktır. Dünyada, onların birleşmelerine engel olan itikadi düşüncelerinden kaynaklanan ayrılık ve zayıflıktan kurtulmaları bakımından hayırlıdır. Çünkü itikadî düşünceleri, hayat için bir sosyal düzenin kuralları olmaktan uzaktır. Bu yüzden sosyal düzenlerini bir temele dayandıramadılar. Varlık, insan varlığı, sosyal düzen, insanın evrendeki konumu ve amacı hakkında eksiksiz bir yoruma dayanmayan her sosyal düzen aksak ve boşlukta kalmaya mahkum olur. Ayrıca İslâm'a iman, onları ahirette mümin olmayanları bekleyen sonuçtan kurtarması bakımından da hayırlıdır.
Sonra ayet, onlardan salih olanların hakkını teslim ederek durumlarını açıklamaktadır:
"Onlardan, iman edenler vardır ama, çoğunluğu fasıktır."
Aralarında, Abdullah b. Selâm, Esed b. Ubeyd, Sa'lebe b. Şa'be ve Ka'b b. Malik bulunan ehl-i kitaptan bir topluluk iman etmiş ve müslümanlıkları güzel karşılanmıştı. Burada ayet-i kerime onlara kısaca değinmektedir. (Daha sonraki ayette tafsilatlı değinilecektir). Çoğunluğu ise, Allah'ın, "Herbirinin kendisinden sonra gelen kardeşine iman etmesi ve yardım etmesi" yönünden nebilerle yaptığı misaka bağlı bulunmamak suretiyle Allah'ın dininden sapmışlardır. Ayrıca İsrailoğulları dışında bir Resul göndermesinden dolayı O'nun iradesine teslim olmaktan, bu Resule uyup itaat etmekten ve Allah'ın bütün insanlar için irade buyurduğu kanunlarıyla yönetilmekten yüz çevirmelerinden dolayı da Allah'ın dininden sapmışlardır.
Medine'de bazı müslümanlarla yahudiler arasında çeşitli alanlarda birtakım ilişkiler olduğundan o güne kadar da askerî ve ekonomik bakımından yahudilerin, zahiri bir kuvvetleri bulunduğunda bazı müslümanlarca yahudilerin bu durumu hesaba katılıyordu. Kur'an-ı Kerim, bu fasıkların müslüman ruhlar üzerindeki etkilerini azaltmak için küfürlerini, günahlarını, isyanlarını ve ayrılığa düşüp bölük pörçük olmalarını dile getiriyor. Devamla Kur'an,Allah'ın üzerlerine alçaklık ve miskinlik damgası vurması yüzünden, içinde bulundukları zayıflıklarını açıklıyor. "Onlar eziyetten başka zarar veremezler. Eğer sizinle savaşa giriş5rlerse arkaya dönüp kaçarlar sonra onlara yardım eden de bulunmaz."
"Nerede olsalar, onlara aşağılık damgası vurulmuştur. Yalnız Allah'ın ipine ve insanlar ile yaptıkları anlaşmalara bağlı kalanları müstesna. Onlar Allah'ın gazabına uğradılar, alınlarına perişanlık damgası vuruldu. Bu, onların Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri ve sebepsiz yere peygamberleri öldürmeleri yüzündendir. Çünkü onlar Allah'a başkaldırmış ve ölçüleri çiğnemişlerdir."
Bununla yüce Allah, müminlere zafer ve sonuçta da selâmet vaad ediyor. Dinlerine ve Rabblerine emin olarak bağlandıkları sürece kâfirlerin düşmanlıklarından korkmamalarını açıkca ifade ediyor.
"Onlar size eziyetten başka zarar veremezler. Eğer sizinle savaşa girişirlerse arkaya dönüp kaçarlar."
Dâvânın esasını etkileyecek kadar köklü ve derin bir zarar veremeyecekleri gibi, müslüman cemaatin yapısına da etkili olup onu yeryüzünden silemezler. Sadece çarpışmadan kaynaklanan bir eza ve günlerin geçmesiyle unutulacak bir acı dokundurabilirler. Ancak müslümanlarla savaşa tutuştuklarında yenilmeye mahkûmdurlar. Ve neticede zafer müminlerin olacaktır, onların değil. Ayrıca, onlara yardım edecek ve onları müminlere karşı koruyacak kimse de bulunmaz. Bunun sebebi, "Alınlarına perişanlık damgası vurulmuş" olması ve sonuçlarının belirlenmiş olmasıdır. Yeryüzünün her tarafında zelil durumdadırlar. Allah'ın ve müminlerin zimmetine girmekten başka hiçbir şey onları koruyamaz. Müslümanların zimmetine girdikleri zaman kanları ve mallarını haksız yere heder olmaktan kurtardıkları gibi güven ve huzur ortamı da bulurlar-. Yahudiler, o zamandan beri müslümanların zimmetine girmeleri dışında hiçbir yerde rahat yüzü göremediler. Buna rağmen, yeryüzünde hiç kimse müslümana düşmanlıkda yahudileri geçememiştir. "Allah'ın gazabına uğradılar..." Sanki -kendilerine ceza olarak verilen- göçten döndükleri zaman bu gazabı taşıyorlardı. "Alınlarına perişanlık damgası vuruldu." Bu perişanlık, vicdanlarında yaşamakta ve duygularında yer etmektedir.
Bütün bu olaylar bu ayetin nüzulünden sonra meydana gelmiştir. Müslümanlarla ehl-i kitap arasında meydana gelen her çarpışmada, dinlerini korudukları, akidelerine sarıldıkları ve Allah'ın metodunu hayatlarında uyguladıkları sürece, zafer müslümanların olmuştur. Düşmanları ise, yenilmiş, horlanmış, ya dinini terk etmiş ya da müslümanların zimmetine girmişlerdir.
Burada Kur'an-ı kerim yahudilerin bu kaderlerinin, dindarlık iddiasında bulunan her topluluğa genelleştirecek sebebini açıklıyor, isyan ve taşkınlık...
"...Bu, onların Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri ve Peygamberleri sebepsiz yere öldürmeleri yüzündendir. Çünkü onlar Allah'a başkaldırmış ve ölçüleri çiğnemişlerdir."
Alıntı ile Cevapla
Alt 18 Eylül 2008, 10:14   Mesaj No:12
Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:116
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Ali İmran Suresi Tefsiri

Gerek kökten inkar etmek, gerekse hükmüne başvurmayıp pratik hayatta uygulamamak suretiyle Allah'ın ayetlerine küfretmek, Peygamberleri ve surenin bir başka ayetinde değinildiği gibi insanlardan adaleti emredenleri haksız yere öldürmek, isyan ve taşkınlık Allah'ın gazabına uğramanın, yenilginin alçaklık ve miskinliğin sebepleri olan meziyetlerdir. Bu özellikler bugün yeryüzünün çeşitli yerlerine dağılmış kendilerine boş yere müslüman ismi vermiş müslüman kırıntılarının arasında oldukça yoğundur. Evet, Rabblerine bu meziyetlerini sunuyorlar. Sonuçta da Allah'ın yahudilere yazdığı; yenilgi, alçaklık ve miskinliğe dûçar oluyorlar. Onlardan: "Müslüman olduğunuz halde yeryüzünde niçin yeniliyoruz?" diyenler bunu demeden önce, İslâm nedir? Müslüman kimdir? Bunları öğrenip sonra diyeceklerini desinler.
Ayet-i kerime, ehl-i kitaptan hayırlı bir azınlığı istisna tutmayı da ihmal etmeyerek ehl-i kitabın hepsinin bir olmadığı gerçeğini ifade ediyor. Aralarında Rabbleriyle olan durumları tıpkı sadık müminlerin durumuna benzeyen ve Allah'ın yanındaki mükafatları salih müslümanlara verilen mükafatın aynısı olan müminlerin olduğunu bildiriyor.
"Ama onların hepsi bir değildir. Kitap ehlinin içinde geceleri ayakta durup Allah'ın ayetlerini okuyan ve secdeye kapanan bir kesim vardır."
"Bunlar Allah'a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emredip kötülükten sakındırırlar. Hayırlı işlere koşarlar. Onlar iyi kullardandırlar."
"Onların yaptıkları hiçbir iyilik karşılıksız kalmayacaktır. Hiç kuşkusuz Allah takvalıların kimler olduğunu bilir."
Bu, ehl-i kitaptan iman edenlerin parlak bïr manzarasıdır. Şüphesiz onlar, doğru, köklü, tam ve kapsamlı bir imanla inanıp, müslümanların safına katılarak bu dini korumaya özen göstermişlerdi. Çünkü onlar Allah'a ve ahiret gününe iman etmişlerdi. İmanî sorumluluklarını yerine getirip katıldıkları -insanlar içerisinden çıkarılmış en hayırlı ümmet- müslüman ümmet ismini hak ederek iyiliği emredip kötülüğü nehyetmişlerdir. Ruhların tamamen iyiliğe yönelterek onu kendilerine yarıştıkları bir hedef yapmışlar ve hep beraber iyiliklere koşmuşlardı. Bundan dolayı da salihlerden oldukları ve yüce Allah'ın onların muttakîlerden olduğunu bildiğine işaret edilerek, haklarının zayi olmayacağına ve ecirlerinin inkâr edilmeyeceğine dair bu doğru söz varid oluyor.
Bu manzara, nurlu ufuklardaki parlak aydınlığa özlem duyanların ruhlarında aynı duyguları canlandırmak için bu yüce şahitliğe ve bu doğru söze rağbet edenlerin gözleri önüne seriliyor.
Bir yanda bu manzara... Diğer yanda ise, kâfirler. Sağlam bir hedef ve amaca ulaştırıcı bir yol üzere değildirler. Bunlar kendilerinde olmadan ne iyilik ne açık bir düşünce ve ne de idrak edilen ve anlaşılan bir temelleri de yoktur. Tam ve kapsamlı doğru bir metoda dayanmayan hayat biçimleri kısa sürekli bir hevanın egemen olduğu bir eğilimden öteye birşey olmadığından temelsizdir. Allah'a imandan kaynaklanan iyiliğin sağlam ve doğru çizgisine bağlanmadıkları için malları, çocukları ve infak ettikleri şeyler onlara dünyada hiçbir yarar sağlamayacağı gibi ahirette de hiçbir şey kazandırmayacaktır.
KÂFİRLERİN HALİ
"Kafirlere gelince ne malları ve ne de evlatları kendilerine Allah'a karşı hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlar Cehennemliktir orada sürekli olarak kalacaklardır."
"Onların bu dünya hayatındaki maddi harcamaları, kendilerine zulmetmiş kimselerin tarlası üzerinden eserek bu tarlanın ekinini mahveden dondurucu rüzgara benzer. Allah onlara zulmetmiş değildir, tersine onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdir.."
Böylece bu hakikat, Kur'an'ın güzel üslûbuyla, hareket ve canlılık dolu bir sahne içinde çiziliyor... Malları ve çocukları onları Allah'tan koruyamadığı gibi ateşten kurtulmaları için de bir bedel olamaz ve onları ateşten kurtaramaz. Onlar ateş ehlidirler. İyilik yapıyoruz zannıyla harcadıkları da dahil, mallarından infak ettiklerinin tümü boşa gitmiştir. Çünkü imana bağlanmayan ve imandan kaynaklanmayan hiçbir davranış iyilik değildir. Ancak Kur'an, meseleyi anlatırken bizim gibi anlatmıyor; O, hayat dolu canlı bir sahne çiziyor...
Birden bire kendimizi ekine hazırlanmış bir tarla karşısında buluyoruz. Tarla ekilmiştir. Fakat, o da ne? Bir rüzgar esiyor. Soğuk, dondurucu ve kavurucu bir rüzgar. Taşıdığı şiddetli soğukla o tarlayı mahvetmiş bile... Sözün kendisi bile kızgınlıkla atılmış gibi, etkileyici sesiyle aynı manayı tasvir ediyor. Ve biz neler olup bittiğini anlamadan ekinin tamamen kökünün kuruduğunu, harap olduğunu görüyoruz.
Herşey bir anda olup bitiyor. Helâk ve yokluk bir anda oluyor. Bir de bakıyoruz ki ekinin tümü etrafa saçılmış durumda... İşte, görünüşte hayır ve iyilik için infak ediliyor zannını uyandırıyorsa da kâfirlerin bu dünyada infak ettiklerinin ve sahip oldukları mal ve evlat nimetlerinin örneği budur. Hepsi de helak olup yok olacaktır. Karşılığında ne bir menfaat ne de bir metâ vardır.
"Allah onlara zulmetmiş değildir. Tersine, onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdir."
Onlar, hayır ve iyiliğin proğramını düzenleyen, ona köklü, sağlam ve doğru bir çizgi kazandıran, çizilmiş bir hedefi, anlaşılan bir nedeni ve belli bir proğramı olan ve hiçbir şeyi geçici duygulara, kapalı arzulara ve sağlam doğru metoda dönmeyen başıboşluklar katetmemiş ilahi metodtan sapan kimselerdir.
Onlar, sapıklığı ve dalaleti seçip Allah tarafından uzatılmış ipe sarılmaktan kaçınarak başıboşluğu tercih ettiler. O halde görünürde iyilik yolunda yaptıkları infaklar da dahil bütün amelleri boşa gitmiştir. Ekinlerine yokluk isabet etmiştir. Malları ve çocukları da onları kurtaramayacaktır. Burada yüce Allah onlara zulmetmiyor, Allah'ın metoduna bağlanmama ve sapıklığa düşmelerinden dolayı onlar kendilerine zulmediyorlar.
Böylece ayeti kerime, iman metoduna bağlanmadıkça ve imandan kaynaklanmadıkça hiçbir çabanın mükafat ve hiçbir çalışmanın değeri olmadığı gerçeğini yerleştiriyor. Bu gerçeği yüce Allah söylüyor ve vicdanlara yerleştiriyor. Bundan sonra insana konuşmak düşmez. Bu gerçek hakkında da, hiçbir bilgiye, hidayete ve apaçık bir kitaba dayanmadan Allah'ın ayetlerini tartışanlardan başkası ileri geri konuşamaz.
DÜŞMANI DOST EDİNMEK
Ehl-ı kitabın yaşam tarzlarındaki bozukluğu açıklamak, mücadelelerindeki safsatayı ortaya çıkarmak, müslümanlar için kötülük istediklerini ifade etmek ve kendileriyle mücadeleye girişen, bozulmuş sapıklara hiçbir konuda başvurmaksızın kendi sorumluluklarını yerine getirmeleri konusunda müslüman cemaate direktif vermekle başlayan bu dersin ve sureden bu uzun bölümün sonunda, tabii düşmanlarından dostlar edinmemeleri ve müslümanlara düşman oldukları halde sırları ve hayati çıkarları konusunda onlara güvenmemeleri gerektiğine ilişkin müslüman cemaate yönelik bir uyarı geliyor. Bu uyarı, her zaman ve her yerde kanıtlarını bulabileceğimiz tarzda kapsamlı ve süreklidir. Bunu Kur'an olabildiğince canlı çiziyor. Ancak, Kur'an ehli bu gerçekten çok uzaktadır. İşte bu gafletlerinin sonucunda bunca kötülük, bunca eziyet ve mihnet başlarına geldi ve daha da gelecektir.

118- Ey müminler, kendinizden başkasını sırdaş ve dost edinmeyiniz. Olanca güçleri ile size zarar dokundurmaya, dirliğinizi bozmaya çalışırlar, karşılaştığınız her sıkıntı onları sevindirir. Gerçi kinleri ağızlarından taşmıştır ama kalplerinde saklı tuttukları kin daha büyüktür. Eğer düşünecek olursanız size ayetlerimizi açık açık anlattık.
119- İşte siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz, oysa onlar sizi sevmezler; bir de kitabın tümüne inanırsınız. Onlar sizinle karşılaştıklarında 'inandık' derler fakat kendi başlarına kaldıkları zaman size duydukları öfke yüzünden parmak uçlarını ısırırlar. De ki; `Öfkenizden ölün (çatlayın). Hiç şüphesiz Allah kalplerin içini dışını bilir.'
120- Eğer size bir iyilik dokunacak olsa bu onları üzer. Eğer başınıza bir kötülük gelse bu yüzden sevinirler. Eğer sabreder ve Allah'tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zarar veremez. Hiç şüphesiz Allah'ın bilgisi onların yaptıklarını kuşatmıştır.
Bu, gizli duyguları, görünen davranışları ve gidip gelen hareketleri gösteren ve ruhların derinliklerinde görünen izlerini konuşturan net ve mükemmel bir portredir. Bu suretle her zaman ve her yerde benzeri görülen bir insan tipini canlandırıyor. Müslüman cemaatin çevresinde bugün ve yarın, benzer düşman tiplere rastlayacağız şüphesiz. Bunlar, müslümanların güçlü olduğu ve zafer elde ettikleri zaman sevgi gösterilerinde bulunurlar. Ancak gözleri ve uzuvları bu hallerini yalanlamaktadır. Müslümanlar da bunlara aldanarak onlara sevgi ve bağlılık gösterirler. Oysa onlar, müslümanlar için ızdırap ve fitneden başka birşey dilemezler. Gece gündüz, fırsatını buldukça, müslümanlara eziyet etmekten, yollarına diken serpmekten onlara hile ve desiseler hazırlamaktan geri durmazlar.
Kur'an-ı kerimin çizdiği bu manzara, bu harikulâde tablo, öncelikle Medine'deki müslümanlara komşu olan ehl-i kitabın durumuna uymakta. İslâm ve müslümanlar hakkında besledikleri korkunç kini, tasarladıkları kötülüğü ve göğüslerinde kaynayan kötü niyetlerini ustaca çizmektedir. Üstelik bu dönemde, müslümanlardan bazıları bu Allah'ın düşmanlarına aldanmakta, onlara sevgiyle yaklaşmakta, müslüman cemaatin sırları konusunda onlara güvenmekte, onlardan sırdaş, dost ve arkadaş edinmekte ve onlara bu yaklaşımının sonunda korkmaksızın sırlarını açıklamaktadırlar. İşte bu aydınlatma ve sakındırma, müslüman cemaate, işin gerçeğini göstermekte müslümanların gösterdiği sevgi ve arkadaşlığın dahi gidermediği tabii düşmanlarının hilelerinden onları korumaktadır. Bu aydınlatma ve sakındırma, belli bir tarihsel dönemle sınırlı olmayıp, her zaman pratik hayatta karşılaşılan sürekli bir hakikattir. Şu andaki durumumuz bunu açıkça doğrulamaktadır.
Müslümanlar kendilerinden başkasını, yani metod ve araçları itibariyle kendilerinden farklı olan insanları sırdaş edinmemeleri ve onları, güvendikleri sırlarını açtıkları ve danıştıkları bir konumda bulundurmamaları gerektiğine ilişkin Rabblerinin emrinden habersizdirler. Müslümanlar, Rabblerinin bu emrinden habersiz olarak bunlara benzer insanları, her işte, her halde ve durumda, her düşüncede, hülasa bütün işlerindeki metod ve yollarında başvurulan merci edindiler.
Müslümanlar, Allah'ın sakındırmasından habersiz olarak, Allah'ın ve Resulünün düşmanlarına sevgi beslemekte ve onlara göğüslerini ve kalplerini açmaktadırlar.
Yüce Allah ilk müslüman cemaate olduğu kadar her nesilden gelecek müslüman cemaatlere şöyle buyurmaktadır:
"Karşılaştığınız her sıkıntı onları sevindirir. Gerçi kinleri ağızlarından taşmıştır. Kalplerinde saklı tuttukları kin ise daha büyüktür."
Yine şöyle buyurulmaktadır:
"Siz onları seversiniz oysa onlar sizi sevmezler. Bir de kitabın tümüne inanırsınız. Onlar sizinle karşılaştıklarında "inandık" derler. Fakat kendi başlarına kaldıkları zaman size duydukları kin ve öfke yüzünden parmaklarını ısırırlar."
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Eğer size bir iyilik dokunacak olursa bu onları üzer. Eğer başınıza bir kötülük gelse bu yüzden sevinirler."
Ardarda bu acı deneyimler yüzümüze sert bir tokat gibi çarptığı halde, biz gene ayılmayız. Bir kaç kere değişik kılıklara bürünen tuzakları ortaya çıkardığımız halde yine de ibret almayız. Defalarca, ağızlarından kaçırdıkları ve müslümanların sarfettiği sevginin gideremediği ve onlara dinin öğrettiği hoşgörünün bile silemediği kinlerini yaydıkları halde, dönüp onlara kalplerimizi açıyor ve onlardan hayat ve yol arkadaşı ediniyoruz. Onlara hoş görünme kompleksimiz veya onlar karşısındaki ruhsal yenilgimiz o dereceye varmış ki inancımızda onlara hoş görünmek için dinimizden söz etmemeyi yeğlemiş ve hayat metodumuzu İslâm'a dayandırmamaya başlamışız. Bizden önceki müslümanlarla bu pusuda bekleyen düşmanlar arasında meydana gelen çarpışmalardan söz etmekten korktuğumuz için tarihimizi süslü göstermeye çalışarak, gerçek işaretlerini yok etmişiz. İşte bu yüzden Allah'ın emrine karşı gelenlerin uğradığı cezaya çarptırılmışız. Bundan dolayı alçalıyor, eziliyor ve alay ediliyoruz. Düşmanlarımızı sevindiren sıkıntılara uğruyor ve onların saflarımızda çıkardıkları bozgunculuğa maruz kalıyoruz.
İşte Allah'ın kitabı, ilk müslüman cemaate öğrettiği gibi, bize de, onların tuzaklarından nasıl korunacağımızı, eziyetlerini nasıl bertaraf edeceğimizi ve göğüslerinde gizledikleri, bazan da ağızlarından kaçırdıkları kötülüklerinden nasıl kurtulacağımızı öğretiyor:
"Eğer sabreder ve Allah'tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zarar veremez. Hiç şüphesiz Allah'ın bilgisi onların yaptıklarını kuşatmıştır."
Eğer çok kuvvetliyseler güçleri karşısında; aldatma ve dolambaçlı yollara başvurmuşsalar hile ve tuzakları karşısında sabır, azimet ve direnç gösterip sabır ve prensiplere bağlanmamız gerèkir. Yıkılmamalı ve zelîl olmamalıyız. Onlardan beklenen bir kötülükten sakınmak ya da gelecek sevgilerini kazanmak için akidenin bir kısmından veya tümünden vazgeçmemeliyiz.
Sonra takva; yalnızca bir olan Allah'tan ve O'nun murakebesinden korkma.. Hiç kimse ile, Allah'ın. metodunun gerektirdiği durumların dışında buluşmayan ve Allah'ın ipinden başkasına sarılmayan kalpleri Allah'a bağlayan takva... Bir kalp Allah'a bağlanınca, O'nun gücünden başkasını küçük görür ve azimetinden gelen bu bağları güçlendirir; dolayısıyle kurtuluş istemek veya şeref kazanmak için hiçkimseye teslim olmaz ve Allah ve Resulüne savaş açmış kimselere sevgi beslemez.
İşte yol budur: Sabır ve Takva... Allah'ın ipine yapışıp sarılmak... Bütün tarihleri boyunca müslümanlar yalnızca Allah'ın kulpuna yapışıp hayatlarında O'nun metodunu gerçekleştirdikleri sürece üstünlük ve zafer bulmuşlar, Allah onları düşmanlarının tuzaklarından korumuş ve kelimeleri hep yüce olmuştur. Aynı şekilde müslümanlar, bütün tarihleri boyunca, gizli ve açık akideleri ve metodlarıyla savaşan tabii düşmanlarının kulpuna sarıldıkça, onların sözlerine kulak verdikçe ve onlardan; sırdaş, arkadaş, yardımcı, haberci ve danışman edindikçe, Allah onlara yenilgi tattırmış, düşmanlarını içlerine yerleştirmiş, boyunlarını onların önünde eğdirmiş ve suçlarının cezasını onlara tattırmıştır. Allah'ın sözünün ebedî ve O'nun sünnetinin geçerli olduğuna bütün tarih şahittir. Kim, Allah'ın yeryüzünde görünen kanununu görmezlikten gelirse, gözleri zillet, yenilgi ve alçaklıktan başka birşey görmez.
Böylece bu ders ve beraberinde de surenin ilk bölümü sona eriyor. Bununla surenin akışı, çatışmanın zirvesine, tam ve kapsamlı ayrılığın doruğuna ulaşıyor.
Dersi bitirmeden önce bütün bu düşmanlıklar karşısında İslâm'ın hoşgörüsüne ilişkin bir gerçeği açıklamakta yarar vardır. İslâm, onlardan sırdaş edinmemeyi emrediyor, ancak müslümanları düşmanlık, kin, iğrençlik, desise ve hile ile karşılık vermeye teşvik etmiyor, yalnızca müslüman cemaati, müslüman safları ve müslüman oluşumu koruyor. Sadece çevredekilerden kaynaklanan tehlike karşısında onları korumak ve uyarmak amacı güdülüyor. Çünkü müslüman, insanlarla ilişkilerinde İslâm'ın hoşgörüsüne göre davranır, İslâm'ın nezafeti doğrultusunda bütün insanlara muamele eder ve bütün insanları bu evrensel sevgi ve iyilikle karşılar. Hileden korunur, ancak hile yapmaz. Kinden sakınır, ancak kin beslemez. Dininden dolayı kendisiyle savaşıldığı, akidesinden dolayı işkenceye uğratıldığı ve Allah'ın yolundan ve metodundan alıkonulduğu zaman bütün bunlara başvurabilir. Böyle bir durumda; savaşması, fitneyi bertaraf etmesi ve insanları Allah'ın yolundan ve O'nun metodunu hayatına hakim kılmaktan alıkoyan engelleri ortadan kaldırması istenmektedir. Müslüman intikam için değil Allah yolunda cihad için, savaşır. Kendisine eziyet edenlere duyduğu kinden dolayı değil, beşeriyetin iyiliği için savaşır. Bu iyiliğin insanlara ulaşmasına engel teşkil eden unsurları devirmek için savaşır. Galibiyet, üstünlük ve sömürgecilik için değil... Gölgesinde herkesin adalet ve barıştan yararlandığı sağlam düzeni kurmak için savaşır, ulusal bir bayrak dikmek ya da imparatorluk kurmak için değil...
Bu, birçok Kur'an ayetiyle hadisin yerleştirdiği ve yeryüzünde bu nasslar doğrultusunda hareket eden ilk müslüman cemaatin tarihinin fiilen tercüman olduğu bir gerçektir.
Bu metod iyiliktir. İnsanları buna uymaktan alıkoyanlar beşeriyetin en büyük düşmanıdırlar. Bu metodun, bunları kovup beşeriyetin önderliğinden uzaklaştırması gerekir. İşte müslüman cemaatten istenen budur. Bir kere bunu en güzel şekliyle yerine getirdi. Ancak O, her zaman bu görevini yerine getirmeye çağırılmaktadır. Çünkü cihad, bu sancak altında kıyamete kadar sürecektir.
CİHAD MEYDANI
Surenin geçen kısmında ortaya konan, mücadele, tartışma, açıklama, aydınlatma, yöneltme ve sakındırma savaşından sonra surenin akışı meydan savaşına dönüyor. Uhud savaşına...
Uhud savaşı, yalnızca meydanda yapılan bir savaş değildir. Aynı zamanda vicdanlarda da girişilen ve alanı bütün savaş meydanlarından daha kapsamlı olan bir savaştır. Çünkü fiilî savaş meydanı, onun görkemli hareket alanının sadece bir yönünü oluşturur. Onun alanı, her yönüyle insanların nefisleri, düşünceleri, duyguları, arzuları, şehvetleri, savunma ve dirençleridir. Orada Kur'an, savaşta savaşçıların yaralarım tedavi etmesinden daha etkili ve daha kapsamlı bir şekilde en yumuşak ve enderin tedaviyi, bu nefislerde gerçekleştiriyor.
Önce zafer, arkasından yenilgi, bunlardan sonra da büyük zafer geldi. Kur'an'ın açıkladığı gerçekleri açıkca bilmenin, bariz bir şekilde görmenin ve duyguları bu gerçekler üzerine mükemmel bir şekilde yerleştirmenin zaferiydi bu... Aynı şekilde bu, nefislerin arındırılma işleminin iyice belirlenmesinin ve bundan sonra müslüman cemaatin müslüman saflardaki düşünce belirsizliklerinden, değerlerdeki cıvıklıklar ile duygulardaki karmaşıklıklardan uzak ve serbestçe hareket edebilmesinin zaferiydi bu durum. Zafer saflarındaki münafık unsurların büyük ölçüde belirlenmesi, sözlerde, davranışlarda, bilinç ve gidişatta nifak ve doğruluğun ayırıcı özelliklerinin tesbit edilmesi ile elde edilmiştir. Böylece imanın, imana çağırmanın ve onun doğrultusunda hareket etmenin yükümlülüklerinin açıklanması ve bütün bunların gereği olarak; bilgi, soyutlanma ve düzenlilik açısından hazırlıklı olunması, bunlardan sonra, yalnızca bir olan Allah'a itaat edip uyulması, yolda atılan her adımda yalnızca Allah'a dayanılması, zafer ve yenilgi, hayat ve ölüm, kısacası her iş ve yönelişte işin Allah'a döndürülmesi gerektiğinin açıklanması ile gerçekleşmiştir.
Olayların ve olaylardan sonra gelen Kur'anî direktiflerin gerisinde müslüman cemaatin çıkardığı bu büyük sonuç, zafer ve ganimetle elde edilecek sonuçla kıyaslanmayacak kadar büyük ve üstün bir sonuçtur. Müslümanlar savaştan zafer ve ganimetle dönmüş olsalardı bile yine de müslüman cemaat bu önemli sonuca ihtiyaç duyacaktı. Çünkü zafer ve ganimet ile elde edecekleri binlerce sonuçtan bin kere daha fazla böyle bir sonuca muhtaçtılar. Aynı zamanda, müslüman ümmetin bundan çıkardığı ders, bir zafer ve ganimetten elde edilecek sonuçtan çok daha önemli ve daha kalıcıdır. İşte müslüman saflarda görülen eksiklik, zaaf, cıvıklık ve belirsizliğin ve bu olgulardan kaynaklanan yenilginin ötesindeki yüce Allah'ın tedbiri... Evet, Sünnetullah'a uygun olarak ve görünen tabii sebepler gereğince ortaya çıkan yüce Allah'ın ulvi tedbiri, ibret, terbiye, uyanıklık, olgunluk, arındırma, temizlenme, tertip ve düzenden ibaret bu önemli sonucu elde etmesi ve her nesilden gelecek müslüman ümmetin, zafer ve ganimet de dahil hiçbir kıymetle ölçülmeyecek derecede, tecrübe, gerçekler ve direktiflerden oluşan bu hazineye sahip olması bakımından tamamen müslüman cemaat için hayırlı olmuştur.
Savaşı Kur'an nefislerden ve bütün müslüman cemaatı kapsayan hayattan ibaret büyük meydanda başlattı. Nihayet savaş yer meydanında sona erdi. Yüce Allah, bu cemaat aracılığı ile ilim, hikmet, bilgi ve basirete dayalı takdirini gerçekleştirdi. Dolayısıyla Allah'ın dilediği ve uygun gördüğü oldu. Bu tedbirde, zarar, eziyet, imtihan ve acı meşakkatlerin ötesinde büyük bir iyilik gizli idi.
Kur'an'ın savaştaki olayları sunuş tarzında dikkati çeken şey; savaş sahneleri, olayların sunulması ve bu sahne ve olaylara ilişkin direktifler ile nefislerin arındırılması, düşünce belirsizliklerinden kişinin kurtulması; şehvetlerin boyunduruğundan, arzuların ağırlığından, kinlerin karanlığından, hataların zulmetinden, hırs ve cimriliğin zaafından ve gizli arzulardan kurtulmasına yönelik diğer direktifler arasındaki harikulade uygunluktur.
Aynı şekilde, fiili savaşın ardından; faizden ve onun yasaklanmasından, şûradan ve savaşın kötü sonuçlarındaki açık etkisine rağmen istişarenin teşvikinden sözedilmesi de dikkat çeken bir husustur.
Sonra... İnsanın nefsi ve insan hayatı içinde, Kur'an metodunun hareket ettiği sahanın genişliği, hareket noktalarının çokluğu ve Kur'an metodunun bunlara nüfuz edip olağanüstü bir olgunluğa ulaştırması...
Ancak, bu Rabbanî metodun tabiatını kavrayamayanlar, bu uygunluktan, bu genişlikten, bu etkileşimden ve bu olgunluktan hiçbirine hayret etmezler. Çünkü İslâmî harekette savaş alam, yalnızca silâhın, atların, adamların ve mühimmatın, savaş hazırlıklarının ve taktiklerin söz konusu olduğu alan değildir. Bu sınırlı savaş, vicdanlarda ve müslüman cemaat için bir sosyal düzen oluşturma alanında girişilen savaştan ayrı düşünülemez. Vicdanların arındırılması, kurtarılması, soyutlanması ve kendisini bağlayıp Allah'a koşmasına engel olan tüm bağlardan özgür olabilmesi için bunlar arasında sağlam ilişkiler vardır. Aynı şekilde, müslüman cemaatin Allah'ın sağlam metodu uyarınca üzerine bina edildiği düzenleme konuları bakımından da kuvvetli bağlar söz konusudur. Bu arada ilahî metod, yalnızca egemen düzende değil, hayatın her alanında şûrayı gerekli görür, Yine bu metod faize değil, yardımlaşmaya dayanır. Çünkü yardımlaşma ve faizin aynı sistemde bir arada olmaları mümkün değildir.
Alıntı ile Cevapla
Alt 18 Eylül 2008, 10:15   Mesaj No:13
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Ali İmran Suresi Tefsiri

SAVAŞTAKİ HAKİKATLER
Kur'an müslüman cemaati, çatışmanın ışığında tedavi etmektedir. Ancak dediğimiz gibi çatışma, savaş anıyla sınırlı değildir. Aksine, çatışma alanı bundan çok daha büyüktür. Beşer nefsini ve pratik hayatım içine almaktadır bu alan... Bu yüzden ayeti kerime faize yönelmekte ve onu yasaklamakta, gizli açık infak etmeyi ele almakta, teşvik etmektedir. Allah'a ve Resulüne itaat konusuna geçmekte ve bunları rahmete bir neden kılmaktadır. Ardından öfkeyi yenmeye ve insanların kusurlarım bağışlamaya değinmekte, iyilik yapmaya, tevbe ve istiğfar ile hatalardan arınmaya ve hatalarda ısrar etmemeye geçmekte ve bunların tümünü Allah'ın hoşnutluğunun nedeni kılmaktadır. Ayrıca, Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) merhametli oluşunu ve bunun ilahî rahmetin bir numûnesi olduğunu açıklamaktadır. Ayrıca şûranın kaynağına ve onun en zor zamanlarda bile uygulanmasına değinmektedir. Aynı şekilde ihanet edilmemesi gereken emanete değindiği gibi savaştan sonra nazil olan ayetlerin bitiminde cömertliğe ve cimrilikten sakındırmaya geçmektedir.
Evet bütün bunlara değinmektedir. Çünkü bunlar, müslüman cemaati bütün genişliğiyle fiilî savaşı da kapsamakla beraber, sadece onunla sınırlı kalmayan, daha kapsamlı ve büyük zafer elde edebilmek için son derece yorulmayı gerektiren savaşa hazırlamaktadır. Bu savaşta nefislere, şehvetlere, arzulara ve isteklere karşı galibiyet gerekmektedir. Bunlar kitlenin hayatını üzerine kuracağı evrensel sistem ve değerleri yerleştirmekte zafere götüren unsurlardır.
Bütün bunlara beşeri varlık ve çabaları karşısında bu akidenin tekliğine işaret etmek ve bunları bir tek eksene, yalnızca Allah'a ibadet ve kullukta bulunma eksenine döndürmek ve bu konularda hassasiyet ve takva ile Allah'a yönelmek için değinmektedir. Aynı zamanda, bunlara her halukârda beşer varlığına hükmeden Allah'ın metodunun tekliğine değinmek ve bu metodun ışığında bu durumların birbiriyle olan ilişkisine işaret etmek için değinilmektedir. Nitekim bunlar, insanî faaliyetleri tümünün sonucunun birliğine, nefis hareketlerinden her birisinin ve sosyal düzenin herbir parçasının bu sonuç üzerindeki etkisine değinmek için de serdedilmektedir...
O halde, bu kapsamlı direktifler, çatışmadan ayrı değerlendirilemezler. Çünkü nefis; bilinçlenme, ahlâk ve sosyal sistem alanında girişilen savaşta zafer elde etmedikçe, fiili savaş alanında da zafer kazanamaz. "Uhud"da iki topluluğun karşılaştığı gün geri dönenler bazı günahları yüzünden şeytanın mağlup ettiği kimselerdi. Peygamberlerinin arkasında akide savaşlarında zafer elde edenler ise, savaşa, günahlardan tevbe edip Allah'a sığınarak ve O'nun sağlam desteğine yapışarak başlayanlardır. O halde, günahlardan arınmak, Allah'a yapışmak ve O'nun rahmetine dönmek zafere hazırlıklı olup savaş alanından ayrı bir konumda değerlendirilemezler. Aynı şekilde faiz düzenini atıp sosyal yardımlaşmaya dayalı düzene dönmek zafer hazırlığı olduğu gibi, yardımlaşma esasına dayalı toplumlar, faiz toplumundan daha çok zafere yakındır. Ayrıca, öfkeyi yenmek ve insanları bağışlamak zafere hazırlıktır. Nefse hakim olmak, savaş için bir güç olduğu gibi, dayanışma ve sevgi, hoşgörülü bir toplumda yaptırım gücü olan önemli bir unsurdur.
Ayrıca baştan sona sûrenin akışının dayandığı ve herşeyi oraya döndürdüğü gerçeklerden biri de Allah'ın takdiri ve bu noktada kesin ve katî bir şekilde düşünceyi düzeltme gerçeğidir. Aynı zamanda, surenin akışı insanların çalışma ve faaliyetleri, yanlış ve doğruları, itaat ve isyanları, metoda uymaları ya da ondan kaçınmalarının Sünnetullah'ın gereğince değerlendirmek, bundan sonra bunları, Allah'ın gücüne bir perde, O'nun iradesine bir araç ve onunla dilediğini gerçekleştirdiği kaderinde bir uygulamacı olarak değerlendirmek gerçeğine de dayanmaktadır.
Sonra... Ayet-i kerime müslüman cemaate, zafer konusunda herhangi bir etkilerinin söz konusu olmadığını belirtmekte ve bunun kendi çabalarından öte Allah'ın tedbirine göre cereyan eden kaderine bağlı olduğunu hatırlatmaktadır. Ayrıca insan çabasının mükâfatının yüce Allah'a ait olduğunu da belirterek su yeryüzü eşyalarından hiç birinin zafer meyvesini devşirmede etkilerinin olmayacağını bildirmektedir. Aynı zamanda da yüce Allah'ın zafer vermeyi dilerken; de onun özelliğini hesap ederek vermediğini, daha çok, gerçekleşmesini dilediği yüce hedefler için verdiğini bildirmektedir. Yenilgi de öyle... Nefislerin arındırılması, safların ayrılması, gerçeklerin açığa çıkması, değerlerin belirlenmesi, ölçülerin yerleştirilmesi ve görmek isteyenlere kanunların açıklanması gibi yüce Allah'ın hikmet ve ilim ile takdir ettiği amaçların gerçekleşmesi için müslüman cemaat içinde meydana gelen eksiklik ve aşırılıklara uygun olarak Sünnetullah doğrultusunda meydana gelmektedir.
Zaferin tamamen Allah'ın ve O'nun metodunun olması ve bütün çabaların Allah'ın ve O'nun metodunun uğrunda olması için; nefislere galip gelmek, hevayı yenmek, şehvetlere hakim olmak ve insanların hayatında`Allah'ın dilediği Hakk'ı yerleştirmekten ibaret olan Rabbanî metodun esaslarına dayanmadığı sürece askeri, siyasi ve ekonomik zaferlerin İslâm nazarında hiçbir değeri ve ölçüsü yoktur. Aksi takdirde, cahiliyyenin yine cahiliyyeye karşı zafer kazanması söz konusu olur. Ve bunda da hayat ve insanlık için bir hayır yoktur. Hakk bayrağının hakk için yükseltilmesi haktır sadece. Hakk ise, tektir. Birden fazla değil. Hakk Allah'ın biricik metodudur. Bu kainatta ondan başka da hakk mevcut değildir. Öncelikle beşer nefsinde ve pratik hayat nizamı alanında tamamlanmadığı sürece, Hakk'ın zaferi de gerçekleşemez. Nefis kendi şahsında, şahsi payından, arzu ve şehvetlerinden, pislik ve kinlerinden, kayıt ve bağlarından kurtulduğu ve bu ağırlık ve kementlerden âzâde bir şekilde Allah'a koştuğu zaman, üzerine düşen çaba ve faaliyeti yerine getirdikten sonra bütün işleri Allah'a bağlamak için bütün güçlerinden, araçlarından ve sebeplerinden sıyrıldığı zaman, bütün işlerinde Allah'ın metoduna uyduğu ve bu uygulamayı cihad ve zaferinin amacı saydığı zaman, ancak bütün bunlar tamamlandığı zaman, savaş alanında veya siyasi sahalarda ya da ekonomik alanlarda elde edilen zafer Allah'ın ölçüsüne göre zafer sayılabilir. Yoksa, Allah'ın yanında hiçbir önem ve değeri bulunmayan cahiliyyenin bir başka cahiliyyeye karşı üstünlük sağlamasından başka birşey meydana gelmiş olmaz.
İşte bu yüzden, "Uhud" günü meydana gelen çatışmadan sonra inen ayetlerdeki geniş kapsamlılık ve uygunluk bu gerçeği açıklamak içindi. Uhud'daki fiilî çarpışma İslâm'ın savaş cephelerinden sadece birini oluşturur.
UHUD SAVAŞI
Değerlendirilen konuları ve direktifleri gereği gibi kavrayabilmemiz, olay ve hadiseleri algılamada Kur'anî terbiye yöntemini gözönünde bulundurabilmemiz için savaşta meydana gelen olaylar üzerinde varid olan Kur'anî değerlendirmeyi sunmadan önce sîret rivayetlerinde geçen savaştaki olayları özetlememiz yerinde olur.
Müslümanlar Bedir'de savaşın meydana geldiği şartlara göre mucize kabilinde kesin bir zafer elde etmişlerdi. Yüce Allah, müslümanların eliyle küfrün önderlerini ve Kureyş'in liderlerini öldürtmüştü. İleri gelenlerin Bedir'de yok edilmesinden sonra Ebu Süfyan Kureyş'e önderlik ediyordu. Müslümanlardan intikam almak için hazırlıklara başladı. Bu arada Kureyş'in ticaret mallarını taşıyan kervan, müslümanların eline düşmekten kurtulmuştu. Müşrikler de kervanda bulunan malları müslümanlarla yapılacak savaşın hazırlıklarına harcamak üzere ayırmayı kararlaştırdılar.
Ebu Süfyan, Kureyş'ten, onların müttefiklerinden ve Ahabiş (Bunlar Bedevilerden olup Kureyş'lilerle "Ahbaş" denilen yerde ittifak yaptıkları için bu isimle anılmışlardır.) denilen Bedevilerden oluşan yaklaşık üçbin kişilik bir orduyla, kendilerini teşvik etmek ve savaştan kaçmalarını önlemek için yanlarına kadınlarını da alıp hicrî üçüncü senenin Şevval ayında Medine'ye yönelerek "Uhud" dağı yakınlarında konakladı.
Resulullah (sâlat ve selâm üzerine olsun) ashabıyle, düşmana karşı çıkmak ya da Medine'de beklemek hususunda istişarede bulundu. Resulullah, Medine'den çıkmayıp orayı siper edinmek amacındaydı. Buna göre düşman Medine'ye girecek olsa müslümanlar sokak başlarında, kadınlar da damların üzerinde savaşacaklardı. (İmam ibni Kayyım el-Cezviye'nin Za'dul Mead isimli eserinde anlattıklarına dayanarak bu görüşün Resulullah'a ait olduğu sonucuna vardık.) Bu görüşü, münafıkların başı Abdullah b. Ubey de uygun görüyordu. Ancak, çoğunluğu Bedir savaşına katılmamış gençlerden oluşan büyük bir topluluk, düşmanı Medine'nin dışında karşılamayı istiyorlardı. Bu doğrultuda görüş bildirip ısrar ettiler. Çoğunluğun bu görüşte olduğu anlaşılınca Resulullah kalkıp evine (Aişe'nin -Allah O'ndan razı olsun- evine) gitti. Zırhını kuşanarak topluluğun yanına döndü. Ancak toplulukta tereddüt baş göstermişti. Yoksa Medine'nin dışında düşmanı karşılamayı istemekle Resulullah'ı gücendirdik mi? demeye başladılar. Resulullah'a "Ya Resulullah şayet Medine'de beklemeyi istiyorsan istediğini yap" dediler. Bunun üzerine Resulullah "Bir Peygamber zırhım kuşandıktan sonra onunla düşmanları arasında Allah hükmünü uygulamayıncaya kadar çıkarması yakışık almaz" buyurdu. Bu şekilde onlara Peygamberliğe yakışan güzel bir ders veriyordu. Çünkü istişarenin bir zamanı vardır. Ondan sonra, azmedip kararlaştırılanı yapmak ve Allah'a tevekkül etmek gerekir. Artık tereddüt gösterip yeniden istişarede bulunarak görüşler arasında tercih yapmanın bir anlamı kalmaz. İşleri amacına uygun olarak yaptıktan sonra yüce Allah dilediği sonucu takdir edecektir.
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) rüyasında; Kılıcında kırık olduğunu bir sığırın kesildiğini ve kendisinin de ellerini sağlam bir zırha soktuğunu görmüştü. Kılıçtaki kırığı ailesinden birinin ölmesine, sığırın kesilmesini ashabından bir grubun öldürülmesine ve zırhı da Medine'ye yordu. Demek ki Resulullah savaşın sonucunu önceden görmüştü. Buna rağmen şûra sistemini, şûradan sonra karara göre hareket etme sistemini uyguluyordu. Çünkü O, bir ümmeti eğitiyordu. Ümmetler ise, olaylar ve olaylardan elde edilen tecrübe birikimiyle eğitilirlerdi. Üstelik Resulullah, Allah'ın takdirine göre hareket ediyordu. Yüce Allah'a bağlı olan kalbinde hissettiği gibi duygularını ve kalbini dayandırdığı yüce takdir doğrultusunda hareket ederdi.
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) İbn-i Ümmü Mektum'u Medine'de kalanlara namaz kıldırması için bırakarak ashabından bin kişilik bir kuvvetle yola çıktı. Medine ile Uhud arasına geldiklerinde, münafıkların başı Abdullah b. Übey askerin üçte birini yanına alarak Resulullah için "Gençleri dinleyip bana muhalefet ediyor" diyerek ordudan ayrıldı. Abdullah b. Amr b. Haram -Cabir b. Abdullah'ın babası (Allah O'ndan razı olsun)- peşlerine düşerek serzenişte bulunup dönmeye teşvik etmek amacıyla "Gelin Allah yolunda savaşın ya da savaşanları koruyun" dediyse de onlar "Şayet sizin savaşacağınızı bilsek dönmezdik" dediler. Bunun üzerine Abdullah onlara kızıp geri döndü.
Ensar'dan bir grup, müttefikleri olan yahudilerden yardım istemek konusunda Resulullah'tan müsade istedilerse de O bunu kabul etmedi. Çünkü savaş, iman ile küfür arasında meydana geliyordu. Bundan yahudilere ne? Gerçek anlamda O'na tevekkül edildiği ve kalpler O'nun adına herşeyden arındığı zaman zafer Allah'tandır. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) "Bizi kısa yoldan onların yanına götürecek biri var mı?" diye buyurdu. Bunun üzerine Ensar'dan bazıları, onları Uhud'daki bir vadinin kenarına kadar getirip konaklattılar. Sırtlarını Uhud'a vermişlerdi. Resulullah, emretmedikçe kimsenin savaşmamasını buyurdu.
Sabah olunca Resulullah elli tanesi atlı olan yediyüz kişiyi savaşa hazırlamaya başladı. Sayıları elli kişi olan okçuların başına Abdullah b. Cübeyr'i dikerek, O'nu ve arkadaşlarını; bulundukları yeri korumaları, askerin kartallar tarafından kapılıp götürüldüklerini görseler bile yerlerinden ayrılmamaları ve ordunun arkasındaki bir yerde mevzilenmeleri dolayısıyle müslümanlara arkadan saldırmamaları için müşrikleri ok yağmuruna tutmaları konusunda siki sıkıya tembihledi.
Resulullah sancağı Mus'ab b. Umeyr'e (Allah O'ndan razı olsun) verdi. Ordunun bir kanadına Zübeyr b. Avvam'ı, diğer kanadına da Munzir b. Amr'ı kumanda etmek üzere görevlendirdi. Gençleri ön tarafa aldı. Abdullah b. Amr, Usame b. Zeyd, Useyt b. Züheyr, Berra b. Azib, Zeyd b. Erkam, Zeyd b. Sabit, Urabe b. Evs ve Amr b. Hazzam gibi küçükleri ise geri çekti. Ancak, kendisine güçlü olduklarını gösteren ve yaşları onbeş olan Semure b. Cundeb ve Rafi b. Hudeyç'e savaşmak için izin verdi.
Kureyş ise ikiyüz tanesi atlı olmak üzere üçbin kişilik bir orduyla savaş düzeni alıyordu. Ordunun sağ kanadına Halid b. Velid, sol kanadına da İkrime b. Ebu Cehil kumanda ediyordu.
Resulullah, kılıcını savaşta büyük bir kahramanlık ve cesaret gösteren Ebu Dücane Semmâk b. Harşe'ye vermişti.
ÇATIŞMA BAŞLIYOR
Müşriklerden ilk defa ortaya atılan Ebu Amir el-Fâsık oldu. Cahiliyyede Evs kabilesinin başkanı olan bu adama "Rahip" derlerdi. Ancak Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) O'na "Fasık" adını vermişti. İslâm geldiği zaman yüz çevirip Resulullah'a düşmanlığı açığa vurarak Medine'nin dışına çıkmıştı. Kureş'e sığınarak onları kışkırtıp Resulullah'la savaşmaya teşvik ediyordu. Ayrıca, kavmi kendisini görürse O'na yönelip itaat edeceklerini de Kureyş'e vaadediyordu. Bu yüzden, Uhud savaşında ilk olarak müslümanların karşısına çıkan O oldu. Kavmine seslenerek kendisini tanıttı. Ancak kavmi kendisine "Allah senin gözünü kör etsin ey Fasık" diye karşılık verince "Benden sonra kavmime kötülük isabet etmiş" diyerek müslümanlarla şiddetli bir savaşa girdi.
Savaş başlayınca, Ebu Dücane el-Ensari, Talha b. Ubeydullah, Hamza b. Abdülmuttalib, Ali b. Ebu Talib, Nadir b. Enes ve Sa'd b. Rebi güzel bir sınav veriyorlardı.
Başlangıçta, kâfirlerin karşısında üstünlük müslümanlarındı. Kâfirlerin önde gelen savaşçılarından yetmiş tanesini öldürmüşlerdi. Allah'ın düşmanları yenilmiş ve karılarının yanına kadar gerisin geri kaçıyorlardı. Hatta kadınları bile ayaklarına dolaşan eteklerini toplayıp kaçıyorlardı.
Okçular, müşriklerin yenilip dağıldıklarını görünce Resulullah'ın ayrılmamalarını emrettiği mevzilerini "Ey kavim, ganimet! ganimet!" diyerek terk ettiler. Kumandanları Resulullah'ın sözünü hatırlattıysa da dinlemediler. Onlar müşriklerin bir daha geri dönemeyeceklerini sanarak ganimete koştular. Böylece Uhud'da düşmanın kolayca gireceği geçidi boş bıraktılar.
O esnada Halid b. Velid bunu sezdi ve müşrik süvarilerle bir değerlendirme yaptı. Geçidi boş bulunca da arkadan müslümanlara saldırdılar. Müşriklerden kaçanlar, Halid ve süvarilerinin müslümanlara karşı üstünlük sağladıklarını görünce geri dönüp müslümanları çepeçevre sardılar.
Bunun üzerine savaşın seyri değişti, şartlar müslümanların aleyhine dönüştü. Saflarda bir dağınıklık ve beklenmedik bu dehşet karşısında bir panik ve çalkalanma baş göstermişti. Ölenlerin sayısı artıyordu. Müslümanlardan Allah'ın şehitlik nasip ettikleri şehadete ermiş ve müşrikler Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) kadar yaklaşmışlardı. O'nun yanında ölünceye kadar savaşan ve parmakla sayılacak kadar az olan bir grubun dışında kimse kalmamıştı. Resulullah'ın yüzü yaralanmış, sağ alt çenesindeki azı dişi kırılmıştı. Miğferi başını yaralamış ve yan düşene kadar müşrikler kendisine taş atmışlardı. Sonunda Ebu Âmir b. Fasık'ın, müslümanların düşmesi için kazdığı ve üzerini örttüğü bir çukura düşmüştü. Miğferinin halkalarından iki tanesi de yanağına batmıştı.
Müslümanların içine düştüğü bu panik anında, birisinin "Muhammed öldürüldü" diye bağırması, geri güçlerinin de dağılmasına, gerisin geri dönerek içine düştükleri ye's ve bitkinlikten savaşamaz duruma gelmelerine neden olmuştu.
İnsanların çözülüp kaçtığı bir zamanda Enes b. Nadir gevşememiş, Ömer b. Hattab, Talha b. Ubeydullah, Muhacir ve Ensar'dan bazılarının oluşturduğu savaştan el çeken grubun yanına kadar gelerek "Ne diye oturuyorsunuz?" diye bağırmıştı. Onlar da "Resulullah öldürüldü" diye karşılık vermişlerdi. Bunun üzerine "O'ndan sonra yaşayıp da ne yapacaksınız? Kalkın ve Resulullah'ın öldüğü şey uğurda siz de ölün." demişti. Arkasından müşrikleri karşılarken Saad b. Muaz'a rastlamış "Ya Sa'd Cennetin kokusu ne hoş! Andolsun bu kokuyu Uhud dağının altından alıyorum" demiş ve sonuna kadar savaşarak ölmüştü... Vücudunda yetmiş küsür darbe tesbit edilmişti... Kız kardeşi dışında kimse tanıyamamıştı. O da parmak uçlarından tanıyabilmişti...
Ardından Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) müslümanlara doğru hareket etti. Miğferinin altında O'nu ilk tanıyan Ka'b b. Malik oldu. Görür görmez de var gücüyle "Müjdeler olsun müslümanlar! İşte Resulullah" diye bağırdı. Bunun üzerine Resulullah susmasını işaret etti. Müslümanlar etrafına toplanarak beraberce halkın yanına yürüdüler. Bunlar arasında Ebu Bekir, Ömer ve Haris b. Samme el-Ensarî gibi birkaç sahabi bulunuyordu. Tepeyi tırmanırken Resulullah Ubeyy b. Halef'i "Ud" adını verdiği ve çok sevdiği atın sırtında gördü. Bu adam, atını, "Onun sırtında Muhammed'i öldüreceğim" diyerek beslerdi. Resulullah bunu duyunca "İnşaallah onu ben öldüreceğim" buyurmuştu. Bu esnada onunla karşılaşınca Haris'ten mızrağı alarak bununla Allah'ın düşmanına köprücük kemiklerinden isabet ettirdi. Adam öküz gibi bağırarak kaçtı. Resulullah'ın önceden dediği gibi öleceği kesinleşmişti. Çok geçmeden atının yolunda öldü.
Ebu Süfyan tepenin üzerine çıkarak "Muhammed aranızda mı?" dedi. Resulullah müslümanlara cevap vermemelerini emretti. Arkasından "Ebu Kuhafe'nin oğlu Ebu Bekir aranızda mı?" dedi. Müslümanlar cevap vermedi. Ardından "Ömer b. Hattab aranızda mı?" deyince yine kimse cevap vermedi. O da bu üçünden başkasını sormadı. Sonra kavmine dönerek "Bu onlara yeter!" dedi. Hz. Ömer (Allah O'ndan razı olsun) kendini tutamayarak "Ey Allah'ın düşmanı, saydıklarının hepsi de sağdır. Allah senin hoşlanmadığını başına getirecektir" dedi. Ebu Süfyan "Halk arasında şöyle bir söz vardır: Bunu ben emretmediğim gibi kötülüğü de bana dokunmaz" dedi. Bununla karısı Hint'in Hz. Hamza'nın (Allah O'ndan razı olsun) cesedine yaptıklarını işaret ediyordu. Bilindiği gibi Hz. Hamza, Vahşi tarafından öldürüldükten sonra Hint, karnını yarmış, ciğerini çıkararak kanını emip tükürmüştü.
Sonra "Hubel yücedir!" dedi. Bunun üzerine Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) "O'na cevap vermeyecek misiniz?" dedi. Ashab "Ne diye cevap verelim?" deyince "Allah daha yücedir (Allahu Ekber) Allah en büyüktür deyin" buyurdu. Bu sefer "Bizim Uzza'mız var, sizin yok" dedi. Resulullah, tekrar "Cevap vermeyecek misiniz?" deyince "Nasıl cevap verelim?" dediler. O da "Bizim dostumuz, efendimiz Allah'tır. Sizinse yok! deyin" dedi. Ebu Süfyan "Bugün, Bedir'e karşılıktır ve savaş sıra iledir" deyince, Hz. Ömer (Allah O'ndan razı olsun) "Ancak biz eşit değiliz. Bizim ölüler Cennet'te sizinkiler ateştedir" dedi.
Savaş bitip müşrikler dönünce müslümanlar, onların, oradakileri esir atmak ve mallarını yağmalamak için Medine'ye saldıracaklarını sandılar. Bu onların gücüne gitmişti. Bunun üzerine Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) Ali b. Ebu Talib'e "Git onları takip et, ne yaptıklarını ve amaçlarının ne olduğunu öğren. Şayet atlarından inip develerine binmişlerse Mekke'ye gidiyorlardır. Fakat atlarına binip develerini sürüyorlarsa Medine'ye gitmek niyetindedirler. Nefsim elinde olana andolsun ki, şayet amaçları Medine'ye gitmekse mutlaka onları izler, sonrada orada işlerini bitiririm." dedi.
Hz. Ali şöyle diyor: "Ne yaptıklarına bakmak için onları takip ettim. Atlardan inip develere bindiklerini ve Mekke'ye yöneldiklerini gördüm."
Biraz yol aldıktan sonra birbirlerini kınamaya başladılar. Bazısı "Hiçbir şey yapamadık, güçlerini, birliklerini kırmışken bırakıp geldiniz. Oysa onları size karşı tekrar biraraya getirecek liderleri hâlâ duruyor. Dönün, köklerini kazıyalım" diyordu. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) bunu haber alınca halkı çağırdı ve onları düşmanlarının üzerine yürümeye hazırladı. Şöyle diyordu: "Savaşa katılanlardan başkası bizimle gelmesin". Abdullah b. Ubey "Seninle geleyim!" dedi. Resulullah "Hayır" dedi. Onca yara almalarına ve korkmalarına rağmen müslümanlar "İşittik ve itaat ettik" diyerek emrini yerine getirdiler. Cabir b. Abdullah izin isteyip "Ya Resulullah, gördüklerini görmeyi çok istiyorum. Uhud günü babam beni kızlarının yanında bırakmıştı. İzin ver seninle geleyim" dedi. Bunun üzerine Resulullah ona ïzin verdi. Ardından, Resulullah ve beraberindeki müslümanlar "Hamrâu'l-Esed" denilen yere kadar yürüdüler. Orada Ma'bed b. Ebu Ma'bed el-Huzai (Allah O'ndan razı olsun) ile karşılaştılar. Resulullah O'na Ebu Süfyan'a gidip O'nu korkutmasını emretti. Ma'bed, Ravha denilen yerde Ebu Süfyan'a ulaştı. Ma'bed'in müslüman olduğunu bilmiyorlardı. Ona "Ey Ma'bed, geride ne var?" O da "Muhammed ve arkadaşları size çok kızmışlar. Daha önce görülmemiş bir kalabalıkla geliyorlar ve önceden O'ndan ayrılan arkadaşları da pişman olup O'na katılmışlar" dedi. Bunun üzerine Ebu Süfyan "Neler söylüyorsun?" dedi. Ma'bed "Bana göre ordu şu tepenin ardından çıkmadan çekip gitmeniz daha iyi olur" dedi. Ebu Süfyan "Vallahi, köklerini kazımak için tekrar toplanmıştık" dedi. Bunun üzerine Ma'bed "Böyle yapma! Sana nasihat ediyorum" dedi. Onlar da Mekke'ye geri döndüler.
Ebu Süfyan yolda Medine'ye gitmek isteyen müşriklere rastladı. Onlardan birine "Yolculuğun bitip Mekke'ye döndüğünde yükünü kuru üzümle doldurmam karşılığında Muhammed'e şu mesajı iletir misin?" dedi. O da "Evet" deyince "Muhammed'e; O'nun ve ashabının kökünü kazımak için yeniden toplandığımızı" söyle dedi. Bunu müslümanlara iletince "Allah bize yeter, O ne güzel dosttur, işte bu onların elinden gelmez!" dediler. Müslümanlar orada üç gün beklediler. Sonra müşriklerin Mekke'ye dönüp uzaklaştıkları anlaşılınca Medine'ye döndüler.
UHUD SAVAŞINDAN KAHRAMANLIK ÖRNEKLERİ
Ancak, ibretle örnek alınması gerektiğinden, savaşta meydana gelen olaylar hakkında sunduğumuz bu özet, savaşı bütün yönleriyle tasvir etmediği gibi savaşta vukû bulan herşeyi de kapsamamaktadır. Bu yüzden, o atmosferi bütün yönleriyle çizmek ve canlandırmak için bazı duygulandırıcı olayları anlatmak gerekir.
Okçuların mevzilerini terk ettiği, kafirlerin müslümanları çepeçevre kuşattığı ve "Muhammed öldürüldü" sözünün duyulduğu ve bu sözün etkisiyle müslümanların saflarının ve güçlerinin dağıldığı sıralarda Resulullah'ın yanına kadar sokulan müşriklerden Amr b. Kumey'e, savaşın şiddetli bir anında biraz daha öne çıkmıştı.
Akılları durduran bu dehşet anında, Ümmü İmare, Nuseybe binti Kâ'bi Maziniye Resulullah'ı savunmak için vargücüyle savaşıyordu. Amr b, Kumeyye'ye birkaç darbe indirmişti, ancak Amr'ı üst üste giydiği iki zırh koruyordu. Sonra Amr, Ümmül İmare'ye kılıcıyla bir darbe indirmiş ve O'nu omuzundan ağır yaralamıştı.
Ebu Dücane (Allah O'ndan razı olsun) sırtını, Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) siper etmiş, gelen oklar O'na isabet ediyordu. O ise hiç kıpırdamıyor, böylelikle Resulullah'ın görünmesine engel oluyordu.
Talha b. Ubeydullah çabucak Resulullah'ın yanına koşmuş, yere düşene kadar önünde durmuştu. İbn-i Hibban Sahih'inde Hz. Aişe'den (Allah O'ndan razı olsun) şöyle nakleder: "Ebu Bekr-i Sıddık (Allah O'ndan razı olsun) dedi ki: Uhud ;günü, insanların Resulullah'tan uzaklaştıkları sırada Resulullah'ın yanına ilk ben varmıştım. Resulullah'ın yanında savaşıp onu koruyan birini gördüm. `Dayan Talha! Anam babam sana feda olsun. Dayan anam babam sana feda olsun' dedim. Daha ona yetişmeden, bir kuş gibi hızla gelen Ebu Ubeyde b. Cerrah'a rastladım. Beraberce Resulullah'ın yanına gittiğimizde Talha artık yere düşmüştü. Resulullah `Kardeşinize yardım edin, yardıma ihtiyacı vardır' buyurdu. Resulullah yanağından vurulmuş, miğferinin iki halkası yanağına batmıştı. Resulullah'ın yanağından halkayı çıkarmaya yeltendiğimde Ebu Ubeyde `Allah için ey Ebu Bekir onu bana bırak' dedi. Onu ağzına alarak, Resulullah'ı inciltmemek için ön dişleriyle çekmeye başladı. Ebu Ubeyde'nin dişi kırılmıştı. Ebu Bekir diyordu ki: İkincisini çıkarmak istediğimde Ebu Ubeyde tekrar `Ey Ebu Bekir Allah için bana bırak' dedi. Yine ağzına alarak çıkarana kadar çekmeye başladı. Ebu Ubeyde'nin diğer dişi de kırıldı. Sonra Resulullah `Kardeşinize yardım edin, yardıma ihtiyacı var' buyurdu. Talha'yı tedavi etmeye başladığımızda vücudunda on küsur yara tesbit etmiştik."
Hz. Ali (Allah O'ndan razı olsun), Resulullah'ın yarasını yıkamak için su getirdi. Hz. Ali suyu döküyordu. Hz. Fatıma da yarayı yıkıyordu. Kanın durmadığını görünce bir parça hasır yakarak yaranın üzerine koydu, böylece kan durdu.
Ebu Said el-Hudri'nin babası Malik, Resulullah'ın yarasını temizleyene kadar emdi. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) tükürmesini söylediyse de "Allah'a andolsun ki tükürmeyeceğim" dedi, sonra da gitti. Arkasından Resulullah "Cennet ehlinden birini görmek isteyen bu adama baksın" dedi.
Müslim'in Sahih'inde belirtildiğine göre Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) Uhud günü yedisi Ensar'dan ikisi de Kureyş'ten olmak üzere dokuz arkadaşıyla yalnız kalmıştı. Müşrikler iyice yaklaşınca Resulullah "Kim onları benden uzaklaştırırsa ona Cennet var" dedi. Ensar'dan biri öne çıktı, savaşarak öldü. Müşrikler tekrar saldırınca "Kim onları benden uzaklaştırırsa ona Cennet vardır ve o Cennette benim arkadaşımdır" dedi... Bu durum yedisi de öldürülene kadar devam etti. Bunun üzerine Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) "Arkadaşlarımıza insaf etmedik" dedi. Sonra Talha (Allah O'ndan razı olsun) müşrikleri Resulullah'tan uzaklaştırana kadar onlarla vuruştu. Daha önce de dediğimiz gibi Ebu Dücane vücudunu O'na siper etmişti. Nihayet felaket dindi. Resulullah tepeye tırmanmaya çalışıyordu, müşrikler de O'nu takip ediyorlardı. Sonuçta o kadar yorulmuştu ki bir kayanın üzerine çıkamadı. Resulullah'ın çıkması için Talha oturdu, O da üstüne basıp çıktı. Namaz vakti girmişti. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onlarla beraber oturarak namaz kıldı. Aynı şekilde, aşağıda anlatacağımız olaylar da o gün meydana gelmişti:
Hanzala el-Ensari -Hanzala el-Gasil diye anılır- Ebu Süfyan'a saldırdığında Ebu Süfyan karşı koyamadı. O esnada Şeddat b. Esvet Hanzala'ya saldırdı ve öldürdü. Hanzala savaş çağrısını duyduğu zaman karısıyla temas halinde olduğu için cünüptü. Hemen cihada koşmuştu. Resulullah ashabına, O'nun melekler tarafından yıkandığını haber verdi. Ardından "Karısından nasıl olduğunu sorun" Ashab hanımından sormuş o da onlara meseleyi anlatmıştı.
Zeyd b. Sabit "Uhud günü Resulullah beni Sa'd b. Rebii'yi aramaya gönderdi. Ölüler arasında dolaşmaya başladım. O'nu gördüğümde son nefesini vermek üzereydi. Tam yetmiş darbe yemişti. Vücudunda mızrak izi, kılıç yarası ve ok darbesi doluydu. "Ey Sa'd Resulullah sana selâm söylüyor ve nasıl olduğunu öğrenmek istiyor" dedim. Bunun üzerine "Benden de Resulullah'a selâm söyle ve O'na Cennetin kokusunu aldığımı söyle!" Kavmim Ensara da "Gözleriniz görebildiği halde müşriklerin Resulullah'a sokulmasına göz yumarsanız, Allah'ın yanında hiçbir mazeretiniz olmaz, de" dedi ve o anda da ruhunu teslim ettï." der.
Muhacirlerden birisi kanlar içinde sürünen Ensar'dan birine rastladı ve ona "Muhammed'in öldüğünü duydun mu?" dedi. Ensar'dan olan "Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) öldürülmüş olsa da O, Allah'ın dinini tebliğ etti. O halde dininiz için savaşınız" dedi.
Abdullah b. Amr b. Haram şöyle anlatır: "Uhud'dan önce rüyamda Mübeşşir b. Abdul Münzir'i görmüştüm. Bana "Birkaç gün sonra bize katılacaksın" diyordu. "Nerdesin?" dedim. "Cennette!" dedi. "Oradaki gibi hareket ediyoruz:' "Sen Bedir günü öldürülmemiş miydin?" dedim. O, "Evet fakat tekrar dirildim" dedi. Bu olayı Resulullah'a anlattığımda "Ey Ebu Cabir bu, şehadettir!" buyurdu. Oğlu Bedir'de, Resulullah'la beraber savaşıp şehid düşmüş olan Hayseme anlatıyor: "Allah'a andolsun ki bütün arzuma rağmen Bedir savaşını kaçırdım. Savaşa çıkmak için kur'a çekmiştik. Ona isabet etmiş ve şehid olmuştu. Dün gece rüyamda oğlumu çok güzel bir durumda gördüm. Cennet meyveleri ve nehirleri arasında dolaşarak bana "Cennette bize arkadaşlık etmen en güzeldir. Rabbimin vaad ettiklerinin tümünü gerçek buldum" diyordu. Uyandığımda Cennette O'na arkadaşlık etme duygusuyla doluydum. `Ya Resulullah yaşım geçti,artık ihtiyarladım. Rabbime kavuşmayı arzuluyorum. Şehadeti ve Cennet'te Sa'd'a `arkadaşlık etmesi için Allah'a dua et' dedi Resulullah onun için dua etti. Uhud günü şehid düşenler arasındaydı.
Abdullah b. Cahş, o gün şöyle demişti: "Allah'ım yarın düşmanla karşılaşmaya yüce adına ant içiyorum. Beni öldürsünler ve karnımı yarsınlar, kulağımı ve burnumu kessinler. Sonra "Bunlar, kimin için?" diye sorduğunda Senin için diyeyim."
Amr b. Cumûh fazlaca topaldı. Her seferinde Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) ile savaşa çıkan dört oğlu vardı. Peygamber Uhud'a yönelince O da çıkmak istedi. Ancak çocukları: `Allah sana izin vermiştir, sen git otur. Biz yeterliyiz. Hem Allah bu halinle sana cihadı farz kılmamıştır' dediler. Bunun üzerine Resulullah'ın yanına gelerek `Ya Resulullah şu oğullarım seninle savaşa çıkmama engel oluyorlar! Oysa ben -Allah'a andolsun ki- şehid olmak istiyorum. Şu topallığımla Cennette seğirtmek istiyorum' dedi. Resulullah "Allah senden cihad farzını kaldırmıştır" dedi. Sonra da çocuklarına dönerek `Niye bırakmıyorsunuz? Belki yüce Allah O'na şehadet nasip eder' buyurdu. Amr, Resulullah ile beraber çıktı ve O da Uhud'da şehid düştü.
Savaşın şiddetli bir anında Huzeyfe b. Yeman babasının müslümanlar tarafından tanımadıklarından dolayı müşrik sanılarak öldürülmek üzere olduğunu gördü. `Ey Allah'ın kulları babam!' dediyse de kimse duymadı ve babasını öldürdüler. Bunun üzerine `Allah sizi affetsin' dedi. Resulullah, diyetini ödemek istedi. Ancak Huzeyfe `Diyetini müslümanlara bağışladım' dedi. Bu ola Huzeyfe'nin değerini Resulullah'ın yanında artırdı.
Cubeyr b. Mut'im'in kölesi Vahşi, bu savaşta şehidlerin efendisi Hamza'yı nasıl vurduğunu şöyle anlatıyor: "Cübeyr bana "Muhammed'in amcası Hamza'yı öldürürsen seni azad edeceğim" demişti. Herkesle beraber ben de savaşa çıktım. Habeşli olduğumdan ben de her Habeşli gibi iyi mızrak kullanırdım. İsabet etmediğim çok nadirdir. Halk birbirine girince Hamza'yı aramaya başladım. Onu gördüğümde kır bir deveye benziyordu. Kılıcıyla insanları deviriyordu. Önünde hiç birşey duramıyordu. Allah'a andolsun ki, O'na mızrağımı atmak için hazırlanıyordum. Beni görmemesi için bir ağacın ya da taşın arkasına saklanıyordum. Bir ara Sebba' b. Abduluzza önüme geçti. Hamza onu görünce öyle bir darbe indirmişti ki âdeta yere geçmişti. Mızrağım elimde titremeye başlamıştı. Biraz sakinleştikten sonra fırlatmıştım. Mızrak kasığından isabet etmiş bacaklarının arasından çıkmıştı. Benden yana yıkıldı ve ölene kadar öylece bıraktım. Sonra yaklaşıp mızrağımı aldım ve karargâha giderek orada oturdum. Çünkü bunun dışında bana ihtiyaç kalmamıştı. Ben azad edilmek için onu öldürmüştüm "
Ebu Süfyan'ın karısı Hint Binti Utbe gelip Hamza'nın karnını yarmış, ciğerini çıkarıp çiğnemişti. Yutamadığı için tükürmüştü...
Savaştan sonra Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) Hamza'nın cesedinin üzerinde durunca çok etkilenmişti. "Artık senin gibisine rastlanmaz" ve "Bunun kadar beni üzen bir durumla karşılaşmamıştım" demişti. Sonra da Hint'i kastederek "Birşey yedi mi?" diye sormuştu. "Hayır" denince "Allah Hamza'nın hiçbir yerini ateşe sokmayacaktır" buyurdu.
Resulullah (salât ve selâm üzerinde olsun) Uhud şehidlerini düştükleri yerlere defnedip Medine mezarlığına götürülmemesini emretti. Ancak bazı sahabeler ölülerini nakletmişlerdi. Sahabelerden biri Resulullah'ın emrini duyurunca hepsi ölülerini şehid düştükleri yere geri getirdiler. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) iki üç kişiyi aynı mezara gömüyordu. Bu arada, "Hangisi daha çok Kur'an'dan istifade ediyordu?" diye soruyordu. Hangisine işaret ediyorsalar öncelikle O'nu kabre bırakıyordu. Abdullah b. Amr b. Haram ile Amr b. Cumûh'u aynı kabre koymuştu. Çünkü ikisi birbirlerini çok seviyordu. "Bu dünyada birbirini seven şu iki kişiyi aynı mezara koyun" demişti.
Aralarında emre muhalefet, hevaya göre hareket etmek ve şehvete yönelmekten ve kısa bir zaman biriminden başka hiçbir mesafe bulunmayan zafer ile yenilginin yanyana bulunduğu, yüce zirvelerle alçak çukurların beraberce arz-ı endam ettikleri ayrıca iman ve kahramanlık tarihiyle nifak ve yenilgi tarihine eşsiz bir örnek oluşturan savaştan bazı sahneler sunduk.
Bu sahneler, o zaman, müslümanların safında bir düzensizliğin olduğunu ortaya çıkardığı gibi bazı müslümanların düşüncelerinin de henüz berraklaşmadığını ortaya çıkarmıştır. Bu düzensizlik ve bulanıklık, Allah'ın kanunu ve takdiri doğrultusunda, müslümanların başına gelen böyle bir sonucu ve en başta sahabeyi derinden sarsan olayların arasında en çok üzüldükleri, Resulullah'ın yaralanması olayı olmak üzere, birçok arkadaşlarını kurban vermelerini doğurmuştu. Evet, müslümanların iyi bir ders çıkarmaları gereken bir olay... Allah'ın kalplerini arındırması, saflarını belirginleştirmesi ve müslüman cemaate yüklediği yüce görevi idrak etmeleri, beşeriyete önderlik etme görevi ile Allah'ın metodunun, pratik hayatta yaşanan bir örnek olarak yeryüzünde gerçekleştirmeye hazırlaması için ağır bir bedel ödenmişti.
Alıntı ile Cevapla
Alt 18 Eylül 2008, 10:15   Mesaj No:14
Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:116
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Ali İmran Suresi Tefsiri

KUR'AN'IN İFADE BİÇİMİ
Kur'an ayetleri, savaşta meydana gelen olayları sunarken rivayet veya açıklama yönteminden ziyade, ruhların derinliklerine ve kalplerin içlerine nüfuz etme yöntemini kullanmıştır. Olaylardaki uyarı, aydınlatma ve yönlendirme unsurunu öne çıkarmıştır.
Kur'an, olayları sunarken, tescil amacıyla tarihsel kronolojiye uyarak sunmaz. Daha çok ibret alınması, eğitim, olayların arka plânındaki gizli değerlerin meydana çıkması, ruhların karekterlerinin ve kalplerin hareketinin çizilmesi, olaylara egemen atmosfer ile evrensel yasanın ve yerleştirmek istediği diğer ilkelerin tasviri amacını gütmektedir. Böylece olaylar, birçok duygu, hareket çizgisi ve deliller birikimine eksenlik ile odak noktalığı ödevini yerine getirmiş olurlar. Ayetlerin akışı, olaydan yola çıkar, olayın çevresinde dolaşır ve sonra tekrar olaya döner. Ardından vicdanların derinliklerine ve hayatın her yönüne nüfuz eder. Bunu tekrar tekrar yapar. Olayın anlatılması bitince, artık, iki yönüyle anlamları, delilleri, değerleri ve ilkeleri kapsamıştır. Olayın anlatılması, anlamlara, delillere, değerlere ve ilkelere ulaşmak için bir araç ve bunların etrafında odaklaştığı bir hareket noktası olmasından başka bir amaca dayanmamaktadır. Ayetler, olayların karmaşıklığına ve vicdanlar üzerindeki etkisine yönelmekte, vicdanları arındırmakta, temizlemekte ve yeri gelince de aydınlatmaktadır. Artık nefis, olay karşısında şaşırmamakta ve kuşkuya düşmemektedir. Olayda bir karışıklık ve anlaşılmazlık görmemektedir.
İnsan, bütün genişliği ve çeşitliliğiyle beraber savaşa ve savaş esnasında meydana gelen olaylara, bir de Kur'an'ın olayları değerlendirmesi ve bütün yönleriyle ele almasındaki ihtimamına bakıyor. Kur'an'ın savaştan çıkarılacak dersten çok daha kapsamlı olduğunu, zaman bakımından daha sürekli olduğunu, kalplere daha çok etki ettiğini, ruhların derinliğine daha çok indiğini, insan ruhunun ve İslâm cemaatinin nesiller boyu karşılaşacağı benzeri durumlardaki ihtiyaçlarına cevap vermede daha yetkin olduğunu anlıyor. Çünkü bu, geçici olayların ötesindeki kalıcı gerçekleri, bireysel olayların ardındaki mutlak ilkeleri, gelip geçen görüntülerin altındaki asıl değerleri ile zaman ve mekân ölçüsünden kurtulmuş sağlıklı gözlemi içermektedir.
Nerede olursa olsun ve hangi çağda bulunursa bulunsun, Kur'an-ı kerim bu kalıcı uyarıları, imam algılamaya hazır olan her kalbe yöneltmektedir. Bu konuyu, ayetleri açık!arken ayrı ayrı ele aldıktan sonra etraflıca değerlendireceğiz inşaallah...

SAVAŞ HAZIRLIĞI
121- Hani sen müminleri (Uhud'da) savaşacakları elverişli yerlere mevzilendirmek üzere evinden sabahleyin erken çıkmıştın. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işiten ve bilendir.
122- Hani sizden iki grupta yılgınlık ve çözülme emareleri belirmişti. Oysa onların dostu Allah'tı. Müminler, sırf Allah'a dayanmalıdırlar.
Böylece ayet-i kerime, bu Kur'an'a ilk defa muhatab olanların ruhlarında ve hatıralarında tazeliğini koruyan savaşa hazırlanma sahnesini hatırlatma ile işe girişiyor. Ancak olaya bu tarzda başlamak ve ilk sahneyi bu nassla hatırlatmak, sahneyi bütün sıcaklığı ve bütün canlılığıyle yeniden hatırlamanın yanında, bildikleri görünen sahnenin arka plânındaki ve bu sahnenin içermediği başka hakikatleri de eklemeyi gerektirmektedir. Bu hakikatlerin ilki, bütün etkinliği ve canlılığıyla yerleşmediği sürece vicdanların üzerinde istikamet bulamayacağı ve İslâmî eğitim metodunun dayandığı ve kur'anî eğitim yönteminin İslâm düşüncesinin derinliklerine yerleştirmeye, güçlendirmeye ve sürekli hatıralarda tutmaya büyük özen gösterdiği, yüce Allah'ın daima müminlerle beraber olduğu ve aralarında olup bitenleri işitip gördüğü gerçeğidir.
"Hani sen müminleri (Uhud'da) savaşacakları elverişli yerlere mevzilendirmek üzere evinden sabahleyin erken çıkmıştın. Kuşkusuz Allah herşeyi işitendir, bilendir."
Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) iş konusunda istişare yapıp sonuçta düşmanı Medine'nin dışında karşılaşmayı kararlaştırması, sonra zırhını ve kılıcını kuşanmış olarak Aişe'nin (Allah O'ndan razı olsun) evinden erkenden çıkması, bunların ardından da orduya savaş düzeni aldırması ve okçulara dağın bir yerinde mevzilenmelerini emretmesi gibi ayet-i kerimenin işaret ettiği şeyler bilinen ve hatıralarda tazeliğini koruyan sahnelerdi... Ancak burada yeni bir gerçekle yüzyüze gelinmektedir:
"Kuşkusuz Allah herşeyi işitendir, bilendir."
Allah'ın hazır bulunduğu bir sahne!.. O'nun gördüğü bir durum!.. Bunun bilinmesinden kaynaklanan korku ve bu korkunun herşeyi kuşatması!.. Aralarında meydana gelen istişareye hakim olması!.. Bütün sırların Allah'a açık olduğunun bilinmesi!.. Yüce Allah'ın dillerin söylediğini işittiği gibi vicdanların derinliklerinde gizli olanları da bildiğinin idrak edilmesi!.. Aman Allah'ım, ne kadar dehşet verici bir ifade...
Bu ilk sahnede, ikinci olarak münafıkların başı Abdullah İbn-i Ubeyy İbn-i Selûl, kendisinin görüşünü almadan Resulullah'ın kendi görüşünü de bırakıp Medine'li gençlerin görüşünü dinlemesine kızar. Halbuki akide mensup olduğu kalpte ortaklığa tahammül etmez; kalp, ya sırf akideye ait olacak ya da ondan hoşlanmayıp bir kenara itecektir. Münafıkların reisi; "Savaşmayı bilseydik size uyardık" diyerek akidenin henüz kalbinde yer etmediğini, benliğinin kalbini doldurduğunu ve bu yüzden kalbinde akideye baskın geldiğini gösteren ikiyüzlülüğünü göstermiştir. Bu münafıklığının neticesinde, askerin üçte birini ordudan ayırmak suretiyle giriştiği haince davranışın ardından, müslümanlardan iki grubun kalplerini saran zaaf ve bozulmaya değinilmektedir.
"Hani sizden iki grupta yılgınlık ve çözülme emareleri belirmekteydi. Oysa onların dostu Allah'tı. Müminler sırf Allah'a dayanmalıdırlar."
Sahih-i Buhari'de Süfyan b. Uyeyye'nin hadisinde belirtildiğine göre İbn-i Selül'ün davranışından ve savaşın başlangıcında müslüman saflarda meydana getirdiği sarsıntıdan etkilenen bu iki grubun Benû Harise ve Benû Seleme olduğu anlaşılmaktadır. Aşağıdaki ayetin belirttiği gibi şayet Allah'ın dostluğu ve hak üzere sebat ettirmesi olmasaydı neredeyse bozulup zaafa düşeceklerdi.
"Oysa onların dostu Allah'tı"
Hz. Ömer (Allah O'ndan razı olsun) Cabir b. Abdullah'ın ` "Hani sizden iki grupta yılgınlık ve çözülme emareleri belirmişti" ayeti bizim hakkımızda nazil olmuştur' derken işittiğini söyler. Abdullah b. Cabir devamla "Biz iki grup... Benû Harise ve Benû Seleme... "Oysa onların dostu Allah'tı" ayeti nazil olana kadar hiç sevinmedik (veya neşelenmedik)" der.·(Buhari ve Müslim)
Böylece yüce Allah, bir an göğüslerinde geçen, sahibinden başka kimsenin bilmediği, vicdanların derinliklerinde yer eden duyguları ortaya çıkarmakta, sonra onları koruyarak bu duyguları gidermekte ve dostluğuyla onları destekleyip safta yerlerini almalarını sağlamaktadır. Bütün bunlar, savaştaki olayları yenilemek, savaş esnasındaki olgu ve sahneleri canlandırmak... Sonra, ruhları depreştirmek, Allah'ın sürekli kendisiyle beraber olduğunu duyumsatmak, "Allah herşeyi işiten ve bilendir" diyerek vicdanların derinliklerinde olan herşeyi bildiğini belirtmek ve bu gerçeği duygularında güçlendirip derinleştirmek... Sonra onlara, kurtuluşun nasıl olduğunu öğretmek, böyle bir durumda nereye yönelip sığınacaklarını göstermek için aralarında bozulma baş gösterdiğinde ve zaafa düştüklerinde Allah'ın dostluğunu ve koruyuculuğunu hissetmelerini emretmektedir.
"Müminler sırf Allah'a dayanmalıdırlar"
Bu kadar kısa ve öz... Müminler yalnız ve yalnız Allah'a dayanıp güvensinler. Şayet inanıyorlarsa bundan daha sağlam bir dayanakları yoktur.
Böylece Kur'an'ın, onlara savaş sahnesini çeşitli yönleriyle yeniden hatırlattığı bu ilk iki ayette, İslâmî düşüncenin ve İslâmî eğitimin iki büyük ve temel direktifini buluyoruz.
"Allah herşeyi işiten ve bilendir"
"Mü'minler sırf Allah'a dayanmalıdırlar."
Zaman ve sunuldukları atmosfer bakımından birbirine uygun düşen bu iki ayet, kalpleri direktifleri almaya, karşılık vermeye ve kabullenmeye hazırlanmaları bakımından da uygun düşmektedir. Bütün ahenk ve canlılıklarıyle aynı konuyu işlemeleri de bu uygunluğu göstermektedir. Aynı zamanda konunun başlangıcını oluşturan bu iki ayette, Kur'an'ın sıcağı sıcağına olayları takip ederek kalpleri canlandırma, yönlendirme ve eğitme yöntemi de açığa çıkmaktadır. Ayrıca Kur'an'ın olayları yönlendirip anlatma tarzı ile, Kur'an-ı kerimin sağlam metodu sayesinde hedeflediği, canlandırmak, coşturmak, eğitmek ve yönlendirmek suretiyle insan kalbini ve hayatını hedeflemeyen diğer kaynakların, olayların ayrıntılarıyla anlatmaları arasındaki fark da meydana çıkmaktadır.
ALLAH'TAN GELEN YARDIM
Ayet-i kerime, müslümanların (elde etmek üzereyken) zafere ulaşamadıkları savaştan söz ederek başlıyor. Yenilgi; münafık Abdullah b. Ubeyy'in şahsında kişisel değerlerin akideye üstün gelmesiyle başlamış, şahsî değerlerin inançlarına baskın çıktığı kişilerin O'na uyması ve salih müminlerden iki grupta beliren zaafla sürmüş ve nihayet ganimete duyulan arzunun baskısıyla askeri stratejiye muhalefetle tamamlanmıştır. Savaş esnasında görülen örnek davranışlar saftaki bozukluk ve düşüncedeki bulanıklık nedeniyle meydana gelen sonucu değiştirmeye yetmemişti.
Ayet-i kerime, bir dengenin oluşması, sebep ve sonucun düşünülmesi, zaaf ve güç noktalarının belirmesi, zafer ve yenilginin gerçek sebeplerinin bilinmesi için Bedir savayı hatırlatıyor. Ayrıca zafer ve yenilginin arka plânda gizli hikmetini gerçekleştirmesi için her ikisinin de Allah'ın takdirine bağlı olduğuna ilişkin bilginin pekişmesi, murad ediliyor. Bütün durumlarda olduğu gibi her iki durumda da işlerin dönüşünün Allah'a olduğunun bilinmesi olgusu vurgulanıyor. Aynı zamanda Bedir Ubud'dan önce meydana geldiği için yenilgiyle sonuçlanan Uhud'da meydana gelen olayların değerlendirmesine geçmeden, zaferle sonuçlanan Bedir savaşı hatırlatılıyor.

123- Nitekim Bedir'de Allah sizi zafere ulaştırdı, oysa siz zayıftınız. O halde Allah'tan korkunuz, O'na şükretmiş olasınız.
124- Hani sen müminlere `Allah'ın gökten indirilmiş üç bin melekle yardım etmesi size yetmez mi?' diyordun.
125- Evet, eğer siz sabreder ve Allah'tan korkarsanız, bu arada onlar şimdi, şu taraftan üzerinize saldırırlarsa Allah size beşbin nişanlı melekle yardım eder.
126- Allah size bu yardımı sırf size müjde olsun ve bu sayede kalpleriniz rahatlasın diye yaptı. Yoksa zafer, sadece üstün iradeli ve hikmet sahibi olan Allah'tan kaynaklanır.
127 Allah kafirlerin bir bölümünü kırıma uğratmak ya da bozguna düşürüp umutsuz biçimde geri dönmelerini sağlamak için size zafer kazandırdı.
128- Bu konuda senin yapabileceğin birşey yok. Allah ya onların tevbelerini kabul eder ya da zalimlikleri yüzünden onları azaba çarptırır.
129- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. O dilediğini affeder, dilediğini de azaba çarptırır. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve merhametlidir.
Daha önce de değindiğimiz gibi Bedir'deki zaferde mucize esintisi var. Çünkü zafer için gerekli bilinen maddi araçlar olmaksızın gerçekleşmiştir. Müminlerle müşrikler arasındaki kefe denk olmadığı gibi denk olmaya da yakın değildi. Müşrikler, bin kişi dolayında bir kuvvetle Ebu Süfyan'ın yardım çağrısına karşılık vermek ve beraberindeki kafileyi korumak amacı ve savaşa hazırlıklı olarak mallarını ve şereflerini korumak duygusuyla çıkmışlardı. Müslümanlar ise üçyüz dolayında bir kuvvetle bu silahlı toplulukla savaşmaktan ziyade, kafileyi karşılamak ve yolunu kesmek gibi kolay bir yolculuk için çıkmışlardı. Sayıları gibi hazırlıkları da yetersizdi. Müslümanları Medine'de belirli bir güçleri olan müşrikler, toplum içinde belirgin bir konumları olan münafıklar ve kendilerini gözetleyen yahudiler beklemekteydi. Bütün bunların yanında, küfür ve şirk çoğunluğuyla kaplı yarımadanın ortasında müslüman bir azınlıktı onlar... Sonra henüz Mekke'den kovulmuş Muhacirler ve onları koruyan Ensar'dan oluşan ve bu çevrede istikrarlı bir görünüm arz etmeyen ufacık bir topluluk sıfatını da üzerlerinden atamamışlardı.
Yüce Allah, bütün bunları onlara hatırlatmakta ve bunca olumsuz şartlar arasında gerçekleşen bu zaferi ilk sebebine döndürmektedir.
"Nitekim Bedir'de Allah sizi zafere ulaştırdı, oysa siz zayıftınız. O halde Allah'tan korkunuz ki, O'na şükretmiş olasınız"
Onlara zaferi veren yüce Allah'tır. Şu ayetler grubunda belirtilen hikmete binaen galip gelmişlerdir. Yoksa ne kendileri ne de başka birşey onları galip getirmez. O halde sakınıp korkarlarsa, zafer ve yenilgiyi elinde bulunduran, bütün güç ve otoriteye sahip olan Allah'tan sakınıp korksunlar. Olabilir ki bu sakınma onları şükretmeye sevk eder de her durumda Allah'ın üzerlerindeki nimetine layık şükrü ifa ederler...
Ayet-i kerimenin Bedir'deki zaferi hatırlatırken değindiği ilk konu... Ardından, sanki şimdi oluyormuş gibi savaş sahnesini gözlerinin önüne getirerek o manzarayı duygularında canlandırıyor:
Hani sen, müminlere `Allah'ın gökten indirilmiş üçbin melekle yardım etmesi size yetmez mi?' diyordun".
"Evet, eğer siz sabreder ve Allah'tan korkarsanız ve bu arada onlar şimdi şu taraftan üzerinize saldırırlarsa, Allah size beşbin nişanlı melekle yardım eder."
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) bu ilahi sözleri, Bedir günü kendisiyle silahlı topluluğu karşılamaktan çok, ticaret malı yüklü kervanı karşılamak üzere çıkmış ancak karşılarında silahlı bir topluluk bulan müslüman azınlığa söylüyordu. Resulullah o gün, birer beşer oluşları nedeniyle duygu ve düşüncelerine yakın alışageldikleri güçlerin yardımına her zaman ihtiyaç duyan müminlerin kalplerini ve ayaklarını sabitleştirmek için Rabbinden aldıklarını olduğu gibi tebliğ ediyordu. Ayrıca onlara bu yardımın şartını da bildiriyordu; sabır ve takva... Düşmanın saldırısını karşılarken sabır... Zafer ve yenilgi durumunda kalbi Allah'a bağlayan takva...
"Evet, eğer sabreder ve Allah'tan korkarsanız, bu arada onlar şimdi şu taraftan üzerinize saldırırlarsa, Allah size beşbin nişanlı melekle yardım eder."
İşte şimdi yüce Allah, bütün işlerin sonuçta kendisine döndüğünü, bütün faaliyetlerin kaynağının kendisi olduğunu, melekleri indirmenin, müminlerin kalplerine bir muştu olmak ve bununla yakınlık, sevinç, güven ve sebat sağlamaktan başka bir şeye mebni olmadığını, zaferin doğrudan doğruya O'nun yüce katından olduğunu, hiçbir vasıta, sebep ve araca gerek kalmadan yalnızca takdirine ve iradesine bağlı olduğunu bildiriyor.
"Allah size bu yardımı sırf müjde olsun ve bu sayede kalpleriniz rahatlasın diye yaptı. Yoksa zafer, sadece üstün iradeli ve hikmet sahibi olan Allah'tan kaynaklanır."
Kur'an-ı kerim, bu temel kurala bulaşan şaibelerin müslümanın düşüncesine takılmaması için bütün işleri sonuçta Allah'a döndürmeye büyük özen göstermektedir. Herşeyi topyekün Allah'ın mutlak iradesine, etkin dilemesine ve kesin kaderine döndürmeye ve sebeplerin ve aracıların kendilerinden kaynaklanan bir faaliyetlerinin olmadığını; ancak, yüce iradenin onları harekete geçirip dilediğini bunlar vasıtasıyla gerçekleştirdiği birer alet oldukları kuralını yerleştirmeye büyük özen gösteriyor.
"Yoksa zafer sadece üstün iradeli ve hikmet sahibi olan Allah'tan kaynaklanır."
Kur'an-ı kerim gerçek alemde olduğu gibi, kul ile Rabb, mümin kalp ile Allah'ın takdiri arasında perdesiz, engelsiz, araçsız ve aracısız direkt bir bağ kurmak için bu kuralı İslâm düşüncesine yerleştirmeye ve her türlü şaibeden arındırmaya, ayrıca zahiri sebep araç ve aletlerin kendiliğinden bir faaliyetlerinin olmadığı gerçeğini yerleştirmeye dikkat etmiştir.
Kur'an-ı kerimde, çeşitli te'kid yöntemleriyle tekrarlanan bu ve benzeri direktifler, bu gerçeği son derece parlak, yol gösterici, derin ve aydınlatıcı şekilde müslümanların gönüllerine yerleştirmektedir.
Böylece müslümanlar, yalnızca yüce Allah'ın gerçek anlamda faaliyet sahibi olduğunu anlamış oldular. Kendilerinin de Allah tarafından, araç ve sebeplere sarılmaya, çaba sarfetmeye ve yükümlülüklerini yerine getirmeye emrolunduklarını kavramış oldular. Bu sayede gerçekten ikna olup emredilene itaat ederek bilinç ve davranış arasındaki şaşırtıcı dengeyi sağlamış oldular.
Ancak bütün bunlar, zamanla, olayların meydana gelmesiyle, şimdi ve bu suredeki birçok benzerinde olduğu gibi olaylar ve onların değerlendirilmesi yöntemiyle eğitme sürecinde gerçekleşti.
Bu ayetlerde, içinde Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) müminlere sabır ve takvaya sarılmaları, savaş alanında düşmanla bu şekilde yüzyüze geldiklerinde direnmeleri halinde Allah katından yardım olarak gelecek melekleri vadettiğini görüyoruz. Sonra melekleri indirmenin ötesindeki etkin kaynağın, herşeyin iradesine bağlandığı ve zaferin O'nun emri ve izniyle gerçekleştiği yüce Allah olduğu hakikatini bildiren Bedir'den bir sahneyi gözler önüne getirmektedir.
"Üstün iradeli ve hikmet sahibi olan Allah"
"O, üstün iradeli"dir. Otorite sahibi güçlü O'dur. Ve 0 zaferi gerçekleştirmeye kadirdir. O, "Hikmet sahibi"dir. Yüce takdiri hikmetine uygun olarak tecelli eder. Zaferi de ötesindeki hikmetini gerçekleştirmek için vermektedir.
Ardından ayet-i kerime, bu zaferi ve diğer bütün zaferlerin arkasındaki gizli hikmeti açıklamakta, zaferin gerçekleşmesinde hiçbir insanın etkinliğinin söz konusu olmadığı bildirilmektedir.
"Allah kafirlerin bir bölümünü kırıma uğratmak ya da bozguna düşürüp umutsuz biçimde geri dönmelerinï sağlamak için size zafer kazandırdı."
"Bu konuda senin yapabileceğin birşey yok. Allah ya onların tevbelerini kabul eder ya da zalimlikleri yüzünden onları azaba çarptırır."
Zafer, Allah'ın takdirini gerçekleştirmek amacı ile yine Allah tarafından bahşedilmektedir. Gerek Resulullah'ın gerekse beraberindeki mücahitlerin, zaferin gerçekleşmesinde hiçbir etkinlikleri söz konusu olmadığı gibi hiçbir kişisel amaçları ya da payları da söz konusu değil. Onlar kendileriyle dilediğini gerçekleştiren ilahî güce birer perde olmaktan öteye gidemezler. Zafere sebebiyet teşkil etmedikleri ve zaferin meydana gelmesini sağlamadıkları gibi zaferin sahipleri de kendileri değildir. Dolayısıyla taşkınlık yapamazlar. Zafer, arka plânda kastedilen hikmetin gerçekleşmesi için, Allah'ın kulları aracılığıyla ve O'nun desteğiyle gerçekleşen ilahi takdirdir.
"Allah kafirlerin bir bölümünü kırıma uğratmak için..."
Öldürmek suretiyle sayılarını azaltır.. Ya da fethetmekle topraklarını eksiltir... Veya kahretmekle otoritelerini eksiltir. Yahut ganimet alarak mallarını eksiltir... Ya da yenilgiye uğratmakla yeryüzündeki faaliyetlerini kısıtlar.
"..ya da bozguna düşürüp umutsuz biçimde geri dönmelerini sağlamak için"
Yani yüce Allah onları, yenilmiş alçaklar olarak döndürür, böylece hüsrana uğrayıp kahrolarak geri dönerler.
"...ya onların tevbelerini kabul eder."
Müslümanların zafer kazanması kâfirler için birer nasihat bir ibret vesilesi olabilir. Onları imana ve İslâm'a sevk edebilir. Böylece yüce Allah küfürden tevbe etmelerini kabul eder. Onlara İslâm ve hidayet üzere dünyadan ayrılmayı nasip eder.
"...Ya da zalimlikleri yüzünden onları azaba çarptırır."
Müslümanların onlara galip gelmesiyle veya esir olmalarıyla ya da acıklı azapla sonuçlanan küfür üzere ölmeleriyle azaplandırır. Bu, kafir olmalarının, müslümanlara eziyet etmelerinin, yeryüzünde fesat çıkarmalarının, İslâm'ın hayat için koyduğu metodun, kanun ve düzenin temsil ettiği barışa karşı koymalarının, küfrün ve İslâm'a engel olmanın ardında gizli daha nice zulmü işlemelerinin cezasıdır.
Ve her hâlukârda bu, Allah'ın hikmetidir. İnsanların hiçbir etkinlikleri söz konusu değildir. Hatta ayet-i kerime bu olguyu tamamen Allah'a özgü kılmak için Resulullah'ı da aradan çıkarıyor. Çünkü bu olay ortaksız olan ve biricik uluhiyyet kapsamına girmektedir.
Böylece müslümanlar, zaferden, onun sebep ve sonuçlarından benliklerini sıyırırlar. Bu sayede, zaferin galip gelenlerin ruhlarına verdiği kibirden, azgınlıktan, böbürlenmekten, ruhlarına ve şahdamarlarına üflediği kendini beğenmişlik duygusundan kurtularak, bu işte hiçbir paylarının olmadığını, başından sonuna kadar işin tamamen Allah'a ait olduğunu idrak ederler.
Bununla ayet-i kerime, itaat eden veya isyan eden bütün insanların işlerini Allah'a döndürüyor. Bu iş, sadece Allah'ın işidir. Bunun karşısında bu davanın ve beraberinde itaatkarı ve isyânkarı ile bütün insanların konumu da bu... Nebi (salât ve selâm üzerine olsun) ve beraberindeki müslümanların görevlerini yerine getirdikten sonra sonuçtan ellerini çekmek dışında başka bir işlevleri söz konusu değildir. Mükafatları ise, sözünü yerine getiren, dostluğuna bağlı kalan ve kulların ecrini eksiksiz veren Allah'a aittir.
Ayetlerin akışında görüleceği gibi başka nedenler de "Bu konuda senin yapabileceğin birşey yok" yargısını gerekli kılmıştır. Nitekim, ayetlerin akışında bazısının "Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?" (Al-i İmran suresi; 154)· dedikleri, bir kısmının da "Bu işte payımız olsaydı burada öldürülmezdik" (Al-i İmran suresi; 155) dediklerine rastlanmaktadır. Bu ayet onlara, hiçbir işte, ne zafer ne de yenilgide, hiç kimsenin bir etkinliğinin söz konusu olmadığını, insanlardan yalnızca itaat, bağlılık ve görevi yerine getirme istendiğini, bundan sonrasının ise tamamen Allah'a ait olduğunu, hiç kimsenin, hatta Resul'ün (salât ve selâm üzerine olsun) bile bir fonksiyonunun olmadığı gerçeğini haykırmaktadır. Bu hakikat, İslâm düşüncesinin temel kurallarından biridir. Bunun ruhlarda yer etmesi kişilerden, olaylardan ve bütün değerlerden daha üstündür.
Bedir savaşına ilişkin bu hatırlatma, temel gerçeklerin düşüncede yer etmesine yönelik bu çaba, zafer ve yenilgi işinin Allah'ın hikmetine ve takdirine döndüğü gerçeğini içeren daha kapsamlı bir gerçekle son buluyor. Bu hakikatin yerleşmesi asıl büyük hakikatin yerleşmesiyle tamamlanıyor; evrendeki bütün işlerin Allah'a ait olduğu, bu yüzden dilediğini bağışladığı, dilediğine de dilediği gibi azap verdiği gerçeği ile...
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. O, dilediğini affeder, dilediğini de azaba çarptırır. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve merhametlidir."
Bu, mutlak egemenliğe dayalı mutlak iradedir. Göklerde ve yerde bulunanlar üzerindeki hükümdarlığı gereği, kulların işleri üzerindeki mutlak tasarruftur bu... Bağışlama ve azap etmekle kullar arasında bir zulüm veya kayırma söz konusu değildir. Bu konuda herşey hikmet, adalet, rahmet ve mağfiretle sonuçlanmaktadır. Çünkü, rahmet ve mağfiret yüce Allah'ın şanındandır.
"Hiç kuşkusuz Allah affedici ve merhametlidir."
O'na dönmek, işleri topyekün O'na havale etmek, gerekli olan görevleri yerine getirmek, bundan sonrasını, sebep ve araçların arka plânındaki hikmetine, kaderine ve mutlak iradesine bırakmak suretiyle O'nun mağfiretinden ve rahmetinden yararlanma kapısı bütün kullara açıktır.
Alıntı ile Cevapla
Alt 18 Eylül 2008, 10:16   Mesaj No:15
Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:116
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Ali İmran Suresi Tefsiri

SAVAŞIN SÜREKLİ OLANI
Ayetlerin akışı, Uhud savaşını, orada meydana gelen olay ve hadiselerin değerlendirilmesini sunmaya girişmeden önce, bölümün başında da işaret ettiğimiz gibi ruhun derinliklerinde ve hayatın çevresinde süren büyük çarpışmaya ilişkin direktiflerle gelmektedir. Söz; faizden, faizle iş görmekten, Allah korkusundan, O'na ve Resulüne itaatten, gizli-açık infak etmekten, faiz düzenine karşılık üstün yardımlaşma düzeninden, öfkeyi yenmekten, insanları affetmekten toplum içinde iyiliği yaymaktan, günahlardan istiğfar edip, Allah'a dönmekten ve hatalarda ısrar etmemekten açılmaktadır.

130- Ey müminler, sakın sürekli katlanan faizi yemeyiniz. Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa erebilesiniz.
131- Kafirler için hazırlanmış olan cehennem ateşinden sakınınız.
132- Allah'a ve Peygamber'e itaat ediniz ki rahmete kavuşabilesiniz.
133- Rabbinizin affediciliğine ve genişliği gökler ile yer arası kadar olan Cennete koşunuz. Burası takvalılar için hazırlanmıştır.
134- Onlar bollukta ve darlıkta Allah için mal harcarlar, öfkelerini yenerler ve insanların kusurlarını bağışlarlar. Hiç kuşkusuz Allah iyilikseverleri sever.
135- Yine onlar bir kötülük işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesini dilerler. Günahları Allah'tan başka kim affedebilir? Onlar işledikleri günahlarda bile bile ısrar etmezler.
136- İşte onların mükafatı, Allah tarafından affedilmek ve altından ırmaklar akan, içinde sürekli kalacakları Cennetlerdir. İyi işler yapanları bekleyen mükafat ne kadar güzeldir!
Ayetlerin akışı, bu akidenin beşerî varlık ve enerjiyi karşılamadaki birlik ile evrenselliğine ve herşeyi bir tek eksene yöneltiyor. Bu da Allah'a kulluk ve O'na ibadet eksenine döndürmeye, her işte O'na yönelmeye, ayrıca Allah'ın metodundaki birlik ve evrenselliğe ve her durumda, her işte ve her yönde beşer enerjisi üzerindeki egemenliğe ilişkin özelliklerinden birine işaret etmek için, bu direktifleri fiili çarpışmaya değinmeden önce sunmaktadır. Ayrıca bu direktifler, insandan kaynaklanan farklı enerjiler arasındaki ilişkiye ve daha önce de değindiğimiz gibi bu ilişkilerin insanın bütün çabalarının sonucu üzerindeki etkisine işaret etmektedir.
İslâm metodu, insan ruhunu bütün yönleriyle ele almakta ve toplum hayatım bölmeden bir bütün olarak düzenlemektedir. Fiili savaşa hazırlanmak ve tedbir almak ile ruhların arındırılması, kalplerin temizlenmesi, heva ve heveslere gem vurulması ve toplumda sevgi ve hoşgörünün yaygınlaştırılması işlemlerinin birarada sunulmasının sebebi de budur. Çünkü bunlar birbirlerine yakın şeylerdir. Bu çizgilerden ve bu direktiflerden herbirini ayrıntılarıyla sunduğumuz zaman, bunların İslâm cemaatinin yaşayışı ve savaş alanı ile hayatın her alanında mukadderatıyla olan sağlam ilişkileri ortaya çıkar.
"Ey müminler, sakın sürekli katlanan faiz yemeyin. Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa erebilesiniz.
"Kafirler için hazırlanmış Cehennem ateşinden sakınınız."
"Allah'a ve Peygambere itaat ediniz ki rahmete kavuşabilesiniz."
"Fi Zılâl"in üçüncü cüzünde faizden ve faiz düzeninden detaylıca sözedildiği için burada tekrarlamayacağız. Ancak "kat kat katlamak" üzerinde duracağız. Çünkü bu zamanda bazı insanlar bu ayetin arkasına saklanmakta ve "Haram edilen faiz, kat kat katlanandır." Yüzde dört... Yüzde beş... Yüzde altı... Yüzde yedi...Yüzde dokuz... ise "Kat kat katlama" değildir. Dolayısıyle haram kapsamına girmez diyerek, bununla insanları aldatma yönüne gitmektedirler.
Öncelikle "kat kat katlamak" deyiminin bir olguyu vasıflandırdığı, hükümle ilgisinin bulunmadığını ve Bakara suresinde, hiçbir sınırlama hiçbir kayıt belirtmeden faizin temelde haram olduğu belirtilmiştir. Nitekim her ne surette olursa olsun "Faizden arta kalandan el çekin" hükmünün kesin olduğunu yine aynı kesinlikle belirtmemiz gerekir.
Bu gerçeği bu şekilde beyan ettikten sonra "kat kat katlama" vasfıyla ilgili şu açıklamayı yapabiliriz: Gerçekte bu vasıf, bizzat bu ayette yasaklanan ve o günkü yarımadada yürürlükte olan faiz işlemlerine ilişkin tarihsel bir vasıf değildir, her zaman haksız kazancı sağlaya gelen faiz düzenlerinin ortak vasfıdır.
Faiz düzeninin anlamı; malın, faiz esası üzerine işlem görmesidir. Bu da gösteriyor ki, faiz işlemi bireysel ve basit bir işlem değildir. Bir açıdan sürekli tekrarlanan diğer bir açıdan da mürekkep bir işlemdir. Böylece sürekli tekrarlanmak ve birleşmek suretiyle kesintiye uğramadan zamanla birlikte "kat kat" katlanır.
Faiz düzeni, tabiatının gereği olan bu vasfını her zaman korumuştur. Bu vasıf, sırf Arap yarımadasında yürürlükte olan işlemlere özgü değildir. Her çağda bu düzenin kaçınılmaz özelliğidir.
Üçüncü cüzde ayrıntılarıyla açıkladığımız gibi, ruhsal ve ahlâki alanda hayatın bozulması faiz düzeninin bir özelliğidir. Yine adı geçen cüzde açıklandığı üzere faiz düzeninin bir diğer özelliği de ekonomik ve siyasal hayatın bozulmasıdır. Buradan da faiz düzeninin toplum hayatıyla olan ilgisi ve bu hayatın tüm yönlerine olan etkisi anlaşılmaktadır.
Müslüman bir ümmet oluşturmayı hedef edinen İslâm ise, toplumun ekonomik ve siyasal hayatının sağlıklı olmasına büyük özen gösterdiği gibi, ruhsal ve ahlakî hayatının da temiz olmasını diler. Her ikisinin de bu ümmetin giriştiği savaşların sonuçları üzerindeki etkileri bilinmektedir. Dolayısıyla surenin akışı içinde fiilî savaşın değerlendirilmesi yapılırken faiz yemenin yasaklanması bu evrensel ve her durumu gözeten bu metod için son derece anlaşılır bir olaydır.
Ayrıca bu yasaktan sonra, kurtuluş için Allah'tan korkmayı emretmek ve kafirler için hazırlanan ateşten sakındırmak konunun ruhuna uygun düşmektedir.
Allah'tan korkan ve kafirler için hazırlanan ateşten sakınan insan, faiz yiyemez. Allah'a inanan ve kafirlerin safından ayrılan kişi de faiz yiyemez. Çünkü iman, sadece dille söylenen bir kelimeden ibaret olmayıp, Allah tarafından bu imanın pratik ve uygulanan bir tercümesi kılınan Rabbanî hayat metoduna uymaktır. Nitekim iman, bu metodun hayatta pratik olarak gerçekleşmesine ve bu toplum hayatının bu metod uyarınca düzenlemesine bir başlangıçtır.
İman ile faiz düzeninin birarada bulunması imkansızdır. Nerede faiz düzeni varsa orada bu dinden topyekün çıkma vardır, kafirler için hazırlanan ateş vardır. Bu konuda inatçılık yapmak gerçeği değiştirmez. Bu ayetlerde faiz yemeyi yasaklamak, Allah'tan korkmaya davet ile kafirler için hazırlanan ateşten sakındırmanın birarada bulunması, hedefsiz bir rastlantı değil; aksine, bu gerçeğin yerleşmèsi ve müslümanların düşüncelerinde derinleşmesi amacına yöneliktir.
Kurtuluş ümidinin faizi terk etmeye ve Allah'tan korkmaya bağlı olması da öyle... Çünkü kurtuluş; Allah'tan korkmanın ve O'nun metodunu insan hayatında gerçekleştirmenin tabii meyvesidir. Üçüncü cüzde faizin beşer topluluklarında meydana getirdiği yıkımlardan ve insan hayatında neden olduğu felaketlerden söz etmiştik. Burada ise, kurtuluşun anlamını ve onun iğrenç faiz düzenini terk etmekle olan ilişkisini kavramak için bu açıklamaya yeniden dönmemiz yerinde olur.
Burada değindiğimiz gerçeği kuvvetlendiren son te'kid geliyor:
"Allah'a ve Peygambere itaat ediniz ki rahmete kavuşabilesiniz."
Allah'a ve Resule itaat emri genel olduğu gibi rahmetin de bu itaate bağlı olarak tecelli etmesi geneldir. Ancak, bu emrin, faizin yasaklanmasından sonra gelmesi özel bir anlam ifade etmektedir. Buna göre, faiz esasına dayanan toplumlarda Allah'a ve Resule itaat söz konusu değildir. Ayrıca her ne surette olursa olsun faiz yiyen kalpte Allah ve O'na itaat duygusu barınamaz. Ardarda gelen telkinlerin nedeni budur. Bu gerçek, Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) emrine karşı gelinen savaş alanındaki olaylar ile, kurtuluş vesilesi olması ve kurtuluş ümidini barındırması nedeniyle Allah'a ve Resule itaat emri arasındaki özel bir ilgiden daha kapsamlıdır.
(Üçüncü cüzde) Bakara suresinde, ayetlerin akışının ekonomik düzen içindeki toplumsal ilişkilerin iki karşıt yönü olmaları ve faiz düzeni ile yardımlaşma düzeni altındaki iki değişik ve ayrı düzenin belirgin çizgileri olmaları nedeniyle faiz ile sadakanın birarada zikredildiğini görmüştük. Burada da, aynı yerde hem faizden sözedildiğini hem de gizli-açık infak etmenin teşvik edildiğini görüyoruz.
Faiz yemeyi yasakladıktan, kafirler için hazırlanan ateşten sakındırdıktan, rahmet ve kurtuluş ümidiyle takvaya çağırdıktan sonra... Evet, bu çağrılardan sonra, mağfirete ve muttakîler için hazırlanan ve genişliği göklerle yer kadar olan Cennete koşmaya ilişkin emir geliyor.. Arkasından "kat kat" katlayarak faiz yiyen gruba karşı oluşan muttakilerin ilk vasfı belirtiliyor.
"...Bollukta ve darlıkta Allah için mal harcayanlar..."
Ardından geri kalan sıfat ve ayrıcalıkları zikredilmektedir.
"Rabbinizin affediciliğine ve genişliği gökler ile yer arası kadar olan Cennet'e koşunuz. Burası takvalılar için hazırlanmıştır"
"Onlar bollukta ve darlıkta Allah için mal harcarlar, öfkelerini yenerler ve insanların kusurlarını bağışlarlar. Hiç kuşkusuz Allah iyilikseverleri sever."
"yine onlar bir kötülük işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesini dilerler. Günahları Allah'tan başka kim affedebilir? Onlar işledikleri günahlarda bile bile ısrar etmezler."
Ayetlerdeki ifade tarzı, bu itaatin yerine getirilmesini; hareketli bir duygu, bir amaç veya alınacak bir ödül için yapılan bir yarışma şeklinde tasvir etmektedir.
"Rabbinizin affediciliğine koşun..."
".. Ve genişliği göklerle yer arası kadar olan Cennet'e..." koşun! İşte şurada; mağfiret ve Cennet "Takvalılar için hazırlanmıştır."
Arkasından muttakilerin diğer nitelikleri sıralanıyor:
"Onlar, bollukta ve darlıkta Allah için mal harcarlar."
Onlar Allah yolunda harcamaya devam edip, Allah'ın metodu üzere hayatlarını sürdürürler. Ne darlık ne de bolluk bu özelliklerini değiştiremez. Bolluk onları şımartıp oyalamaz, yokluk ta onları sıkıp görevlerini unutturamaz. Bu, her durumun ve her görevin bilincinde olmaktır... Cimrilik ve ihtirastan kurtulmaktır... Allah'tan korkmak ve O'nun gözetimini idrak etmektir... Mal arzusundan, ihtiras köleliğinden ve cimrilik ağırlığından daha kuvvetli olan takva etkeninden başka hiçbir şey, tabiatı itibariyle cimri ve fıtratı gereği mala düşkün olan nefsi, her durumda Allah yolunda infak etmeye sevk edemez. Bu, ruhu parlatan, kurtaran, bağ ve zincirlerden özgür kılan, latif ve derin bir bilinçtir.
Bu niteliğin üzerinde bu denli durmanın savaş atmosferiyle özel bir ilgisi olsa gerektir. Burada (ileride Kur'an'ın akışı içerisinde sık sık görüleceği gibi) söz yeniden infak etmekten açılmakta ve Allah için harcamaktan kaçınan veya harcayanlara engel olanların durumuna değinilmektedir. Ayrıca savaş havası içindeki özel nedenlere işaret edilmekte ve bazı gruplar Allah yolunda infak etmeye çağrılmaktadır.
"...Öfkelerini yenerler insanların kusurlarını bağışlarlar."
Takva; sebepler ve etkenler arasında bu alandaki işlevini işte böyle yerine getirmektedir. Öfke, kandaki âni bir hareketlenmenin yardımcı olduğu ya da arttırdığı beşerî özelliğin tepkilerinden ve gereklerinden biridir. Takvâdan doğan lâtif ve şeffaf etkenler, kişilik ve zaruretlerin ufkundan daha yüce ve daha engin ufuklara çıkmakla elde edilen ruhsal güç olmadıkça insan öfkeyi yenemez.
Öfkeyi yenmek ilk aşamadır. Ancak tek başına yeterli değildir. İnsan bazen, hınç almak ve şiddetli kin beslemek için öfkesini yutabilir. Bu durumda bir anlık öfke, korkunç bir intikama, dışa vurmuş bir kızgınlık, gizli bir kine dönüşür. Oysa öfke ve kızgınlık, hınç ve kine oranla daha pâk ve daha temizdir. Bu yüzden, ayeti kerime muttakîlerin ruhlarındaki, bu yenilmiş öfkenin ulaşması gereken sonucunu göstermekte ve bunun affetme, hoşgörü ve serbestlik olduğunu bildirmektedir.
Öfke yenildiği zaman, ruh üzerinde bir ağırlık, kalbi kavuran bir alev ve vicdanı kaplayan bir duman olur. Ancak ruh genişlediği, kalp affettiği zaman ruh, ağırlıklardan kurtulup nurlu ufuklara açılır. Kalp, kavurucu alevlerin etkisinden kurtularak esenliğe, vicdan da huzura kavuşur.
"...Allah iyilikseverleri sever..: '
Bollukta ve darlıkta mallarından cömert davrananlar, ihsan edenlerdir. Öfkelenip öfkesini yendikten sonra affederek hoşgörülü davrananlar ihsan edenlerdir. Ve Allah iyilikseverleri "sever"... Buradaki sevgi deyimi; o lâtif, aydınlık ve yüce atmosferle uyuşan, sevecen, şefkatli, parlak bir deyimdir.
Allah'ın ihsana, ihsan edenlere olan sevgisinden dolayı sevdiklerinin kalplerinde bu sevgiyi yaratır. Ve bu kalplere coşkun bir arzu akar.. Bu, yalnızca duygulandırıcı bir ifade değildir. İfadeden öte bir gerçektir de...
Allah'ın sevdiği ve onların da Allah'ı sevdiği bir cemaat... Hoşgörü, kolaylık ve kurtuluşun, kin ve intikamdan daha yaygın olduğu bir cemaat... Birbirine bağlı, kardeşçe yaşayan güçlü bir kitledir. İşte bu yüzden ayetlerin akışı içinde beliren bu yönlendirme, meydan savaşı ve hayat savaşı ile eşit oranda ilgilidir.
TEVBE ETME VE BAÖIŞLANMAYI DİLEME
Daha sonra müttakîlerin saflarından bir başkasına geçiyoruz:
"Yine onlar, bir kötülük işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesini dilerler. Günahları Allah`tan başka kim affedebilir? Onlar işledikleri günahlarda bile bile ısrar etmezler."
Bu dinin hoşgörüsüne bakın! Yüce Allah, insanları kendi aralarında hoşgörülü olmaya çağırmazdan önce, tadına varmaları, öğrenmeleri ve örnek almaları için kendi hoşgörüsünün bir yönünü onlara göstermektedir.
Kuşkusuz muttakîler, müminler içinde en yüksek mertebeye sahiptirler. Ancak, bu dinin hoşgörüsü ve insanlığa olan merhameti, şu özellikleri; "Onlar, bir kötülük işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesini dilerler." müttakilerin özellikleri olarak sunulmaktadır. Fuhuş günahların en çirkini ve en büyüğüdür. Ancak bu dinin hoşgörüsü, büyük günah işleyenleri Allah'ın rahmetinden uzaklaştırmamakta, kafilenin yani müminler kafilesinin dışına atmamaktadır. Aksine onları bir şartla en üstün mertebe olan "müttakiler" mertebesiné yükseltmektedir. Bu dinin tabiatından ve görünümünden ortaya çıkan; Allah'ı anmaları, günahlarından dolayı bağışlanma dilemeleri, hata olduğunu bildikleri halde yaptıklarında ısrar etmemeleri, sıkılma ve utanma duymaksızın günahla övünmemeleri şartıyla... Diğer bir deyişle, Allah'a kulluk çerçevesinde kaldıkları ve sonuçta O'na teslim oldukları sürece, O'nun koruması, affı, rahmeti ve faziletinin kuşatıcılığı içinde olacaklardır.
Bu din, zaman zaman bedensel ağırlıkların fuhuş derecesine indirip et ve kandan kaynaklanan fevriliği tahrik ederek şehvet sınırında hayvanî bir ataklık verdiği ve bu ataklığının, şehvet, eğilim ve arzularının Allah'ın emirlerine karşı gelme sınırına getirdiği insan denen yaratığın zaafını kavrıyor kuşkusuz. Evet, bu din insanın zaafını biliyor. Bu yüzden ona karşı sert davranmıyor. Ruhundaki iman kıvılcımı henüz sönmedikçe, kalbindeki iman pınarı henüz kurumadıkça, Allah ile olan bağını canlı tutup koparmadıkça ve kendisinin sürekli hata yapan bir kul olduğunu ve buna karşılık, hataları bağışlayan bir Rabbinin olduğunu kesin olarak bildiği müddetçe kendisine zulmettiğinde veya büyük bir günah işlediğinde bu din insanı Allah'ın rahmetinden kovmakta acele etmiyor. Çünkü kendisinde henüz iyilik bulunan, yolunu tamamen kaybetmemiş bir gidiş tutturan ve ipi kopmamış kulpa sarılan bu zayıf, hatalı ve günahkâr insan; zaafı ne kadar ayağını kaydırırsa da iman kıvılcımı kalbinde olduğu, ipi elinde tuttuğu, Allah'ı anıp O'nu unutmadığı, O'ndan bağışlanma dileyip O'na karşı kullukta sürekli olduğu ve günahlarıyla övünmediği sürece sonuçta amacına ulaşabilir.
Bu din; şu zayıf ve yolunu şaşırmış yaratığın yüzüne tevbe kapısını kapatmamaktadır. Onu çölün ortasında şaşkın bir durumda bırakmamakta ve onu dönüşten korkan kovulmuş biri olarak terk etmemektedir. Onu, bağışlanma konusunda ümitlendirmekte, yolunu göstermekte, titrek ellerinden tutup kayan ayaklarına destek olmaktadır. Güvenilir sınıra ve güvenceli bir korunağa gelmesi için yolunu aydınlatmaktadır.
Birtek şey istiyor ondan; Allah'ı unutacak şekilde kalbinin taşlaşmamasını ve ruhunun kararmamasını... Allah'ı andığı, ruhunda bu yol gösterici kıvılcım olduğu, vicdanından bu sürükleyici ses geldiği, kalbinden bu serin rüzgâr estiği sürece, ruhunda yeniden nuru bulacaktır. Güvenilir sınıra dönecek ve kuruyan tohum yeniden yeşerecektir.
Hata yapan ve dayaktan başka birşey olmadığını bilen çocukcağız, ürkek bir kaçak olarak hiçbir zaman eve dönmeyecektir. Ancak dayağın yanında, kabahatinden dolayı özür dilediğinde, başını okşayacak ve hatalarından dolayı bağışlanma dilediğinde özrünü kabul edecek şefkatli bir elin bulunduğunu bilirse kuşkusuz dönecektir.
İşte İslâm, zaaf anlarında insan denen zayıf yaratığın elinden böyle tutmaktadır. Çünkü o, insanda zaafın yanında bir kuvvetin, ağırlığın yanında bir hafifliğin, hayvansal dürtülerin yanında Rabbani arzuların olduğunu bilmektedir. İslâm, Allah'ı unutmayıp sürekli andığı ve hata olduğunu bildiği halde hatasında ısrar etmediği sürece, insanın elinden tutup yükseklere çıkartmak için zaaf anında ona acımakta ve yeniden ufka yükseltmek için ayağının kaydığı demlerde şefkatle teselli etmektedir. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) buyuruyor: "İstiğfar eden hatada ısrar etmiş sayılmaz. Bir günde yetmiş kere tekrarlasa da... (Ebu Davut, Tirmizi, Bezzar müsnedinde Osman b. Vakid'den almıştır. Ancak senedindeki bir sahabi bilinmemektedir. Fakat İbni Kesir tefsirinde sahih kabul etmiş ve "Hasen bir hadistir" demiştir.)
Bununla İslâm, insanları ruhsatçılığa çağırmamakta, yoldan çıkmış aşağılık insanları yüceltmemekte ve realistlerin (Gerçeküstücü akımın) yaptığı gibi bu bataklığın güzel olduğunu fısıldamamaktadır. Aksine insanın ruhunda utanma duygusunu harekete geçirmeyi dileyip ümit beklentisini de coşturmak için zaaf anında meydana gelen sürçmeyi bağışlamayı dilemektedir. Allah'ın bağışlaması -Allah'tan başka günahları kim bağışlayabilir ki?- insanı utandırır, günah eğilimini arttırmaz. Bağışlanma dileyişini teşvik eder, günahı alışkanlık haline getirmeyi değil. Günahı alışkanlık haline getirip hatada ısrar edenlere gelince onlar, surun dışında kalmışlardır, kapılar yüzlerine kapanmıştır.
Böylece İslâm, beşeriyeti yüce ufuklara çağırma ile gücünün ne olduğunu bildiği bu beşeriyete acımayı bir arada zikretmekte, ümit kapısını önünde sürekli açık tutarak son gücüne kadar insanın elinden tutmayı amaçlamaktadır.
Peki bu muttakîler için ne vardır?
"İşte onların mükafatı; Allah tarafından affedilme ve altından ırmaklar akan içinde sürekli kalacakları Cennetlerdir. Salih amel işleyenleri bekleyen mükafat ne güzeldir."
Onlar günahlarından dolayı bağışlanma dilemekle birşey kaybetmedikleri gibi darlıkta ve bollukta infak etmekle, öfkelerini yenip insanları affetmekle de bir zarara uğramazlar. Onlar sadece üzerlerine düşeni yaparlar. `...Salih amel işleyenleri bekleyen mükafat ne kadar güzeldir..." Rablerinden bağışlanma... Allah'ın bağışlaması ve sevgisinden sonra altında ırmaklar akan Cennet... Burada hem ruhun derinliklerinde hem de hayatın görünüşünde bir çalışma göze çarpmaktadır. Her ikisi de çalışmadır, harekettir, gelişmedir.
Bu belirgin vasıflarla, surede konu edilen meydan savaşı arasında kuvvetli bir bağ vardır. Nitekim, faiz ya da yardımlaşma düzeninin, müslüman cemaatin hayatında etkisi ve meydan savaşıyla ilişkisi bulunduğu gibi... Konunun başında değindiğimiz gibi bu ruhsal ve toplumsal vasıfların zafer üzerinde de etkisi söz konusudur. İhtiras, öfke ve hatalara galip gelmek, Allah'a dönüp O'nun bağışlamasını ve hoşnutluğunu dilemek, savaş alanında düşmana karşı zafer kazanmak için zorunlu vasıflardır. Çünkü onlar, ihtiras, heva, hata ve günahta ısrar etmeyi temsil ettikleri için düşmandırlar. İnsanoğlunda bunların düşmanlıkları, kişiliklerini, şehvetlerini ve hayat düzenlerini Allah'a, O'nun hayat metoduna ve şeriatına uydurmamalarından kaynaklanmaktadır. Bunun için düşmanlık söz konusu olur. Savaş bunun için çıkar ve cihad bunun için yapılır. Bunların dışında başka bir neden için müslüman, düşmanlık yapamaz, savaş çıkaramaz ve cihad edemez. O sadece Allah için düşmanlık yapar, O'nun için savaşır ve O'nun uğruna cihad eder. Surenin akışı içinde bütün bu direktiflerle savaştan söz edilmesi arasında kuvvetli bir bağ vardır. Nitekim bununla, Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) emrine karşı gelmek, karşı gelmeyi doğuran ganimet arzusu, Abdullah b. Ubeyy ve beraberindekilerin ayrılmalarına neden olan kişilik ve hevadan kaynaklanan büyüklenme, surenin akışında değinileceği gibi günaha meyledenlerin yaklaşmasını doğuran günaha karşı zaaf, işleri Allah'a döndürmemekten kaynaklanan düşünce karmaşıklığı, "Bu işte bize bir çıkar var mı?" diye sormaları, bazısının "Bu işte bize bir şey düşseydi burada öldürülmezdik" demeleri gibi savaşa eşlik eden özel şartlar arasında da güçlü bir bağ söz konusudur.
Kur'an-ı kerim, bu şartların tümünü, surenin akışında örneklerini göreceğimiz gibi eşsiz bir tarzda birer birer ele almakta, aydınlatmakta, içlerindeki gerçekleri yerleştirmeye çalışmakta ve ruhlara onları harekete geçirip canlandıracak bir şekilde temas etmektedir.
ALLAH'IN YASASI
Bundan sonra, surenin akışı hadiseleri sunduğu üçüncü bölüme başlayarak, savaşta meydana gelen olaylara bizzat değinmektedir. Ancak İslâm düşüncesinin temel gerçeklerini de yerleştirmeyi ihmal etmemektedir. Böylece olayları, bu gerçekleri dayandırdığı bir eksen konumuna getirmektedir.
Bu bölümde surenin akışı müslümanlara; müşriklerin bu savaşta elde ettikleri zaferin kalıcı bir kural olmadığını, arkasında özel, gizli bir hikmet bulunan geçici bir olay olduğunu söylemek için yüce Allah'ın yalanlayanlar hakkındaki yürürlükte olan kanununa işaret etmekle başlamaktadır. Sonra da onları sabretmeye ve imanla yücelmeye çağırmaktadır. Çünkü, şayet onlara bir yara ve birtakım acılar isabet etmişse aynı savaşta müşrikler de benzeri acılar tatmışlardır. Üstelik burada olayın ardında; safların ve kalplerin ayrılması, akideler uğruna ölen şahitler edinilmesi, müslümanların sözlerini ve ideallerini pratik bir ölçek ile ölçmeleri için temenni ettikleri ölümle yüzyüze getirilmesi ve sonuçta müslüman kitlenin o sağlam hazırlıkla kafirleri bertaraf etmesi gibi hikmetler de ortaya çıkmış oluyor. O halde; gerek zafer, gerek yenilgi olsun olayların arkasındaki yüce hikmet budur:

137- Sizden önce ilahi yasaların değişmezliğini kanıtlayan birçok olaylar gelip geçti. Yeryüzünü geziniz ve Allah'ın ayetlerini yalan sayanların akıbetini görünüz.
138- Bu Kur'an, insanlara yönelik bir açıklama, takvalılar için bir doğru yol kılavuzu, bir öğüttür.
139- Sakın gevşemeyiniz, karamsarlığa kapılmayınız. Eğer mümin iseniz üstün gelecek olan taraf sizlersiniz.
140- Eğer siz (Uhud'da) yara aldınız ise karşınızdakiler de benzeri bir yara almışlardır. Biz bu tür acı günleri insanlar arasında dolaştırırız. Allah'ın kimlerin mümin olduklarını belirlemesi ve aranızdan bazı şahitler seçmesi içindir bu. Hiç kuşkusuz Allah zalimleri sevmez.
141- Bunun bir başka sebebi Allah'ın, müminleri arındırması ve kâfirleri yok etmesidir.
142- Yoksa siz, Allah içinizdeki cihad edenleri ayırd etmeden ve sabırlıları belirlemeden Cennete girebileceğinizi mi sandınız?
143- Sizler ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz. Oysa onu görünce bakıp duruyorsunuz.
Bu çarpışmada müslamanlara bir yara isabet etmişti. Ölüm ve yenilgi tatmışlardı. Ruhlarında ve bedenlerinde birçok eziyetler çekmişlerdi. Onlardan yetmiş sahabe öldürülmüştü. Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) dişi kırılmış, yüzü yaralanmış ve müşrikler yanına kadar sokulmuşlardı. Ayrıca birçok arkadaşı da yaralanmıştı. Bütün bunların sonunda ruhlarda bir sarsıntı ve Bedir'de elde edilen olağanüstü zaferden sonra beklenmedik bir çarpılma baş göstermişti. Öyle ki, başlarına gelenlerden sonra bazı müslümanlar, "Bu da nerden çıktı?", "Müslüman olduğumuz halde bizim işlerimiz böyle mi gidecekti?" demeye başlamışlardı.
Burada Kur'an-ı kerim, müslümanları Allah'ın yeryüzündeki kanunlarına, her işin gereğince akıp gittiği temellere döndürmektedir. Bu kanunlar hayatın dışında değildirler. Hayata hükmeden kanunlar değişikliğe uğramadan seyrine devam etmektedir. İşler düzensiz olarak yürümez. Şayet onlar, bu kanunlardan ders alıp özlerini kavrarlarsa, olayların arka planındaki hikmet açıkca görülür, olayların ötesindeki hedef açıklanmış olur. Böylece, olayların tâbi olduğu düzenin değişmezliği ve bu düzenin ötesinde gizli hikmetin varlığıyla tatmin olurlar. Yollarına devam ederken bu kanunların ışığında seyir çizgilerini belirlerler. Böylece zafer ve üstünlük elde etmek için, başta Allah'a ve Resulüne itaat etmek olmak üzere zaferin sebeplerine sarılmadan sırf müslüman oluşlarını söylemeleri yeterli değildir.
Surenin akışının burada işaret edip bakışlarını yönelttiği kanunlar; tarih boyunca yalanlayanların akibetleri, zafer dolu günlerin insanlar arasında yer değiştirmesi, sırların arındırılması için denenme, zorluklar karşısında sabır gücünün sınanması ve sabredenlerin zaferi, yalanlayanların da mahvolmayı haketmeleridir.
Bu kanunların sunulması sırasında ayetler, dayanmaya, zorluklar karşısında direnmeye teşvik ve yasalarından dolayı müminleri teselli etmeye büyük özen göstermektedir. Üstelik bu yara sadece onlara dokunmamıştır. Düşmanları da aynı yarayı almışlardı. Hem onlar, akide ve hedef bakımından düşmanlarından daha üstün, yol ve metod itibarıyla daha doğrudurlar. Dolayısıyla sonuç onlarındır. Kafirlerin payına düşen de felakettir her zaman...
"Sizden önce ilahi yasaların değişmezliğini kanıtlayan birçok olaylar gelip geçti. Yeryüzünü geziniz ve Allah'ın ayetlerini yalan sayanların akıbetini görünüz."
"Bu Kur'an insanlara yönelik bir açıklama takvalılar için bir doğru yol kılavuzu, bir öğüttür."
Kuşkusuz Kur'an, insanlığın geçmişini bu gününe, bugününü de geçmişine bağlar. Buradan hareketle de geleceğine işaret eder. İlk defa bu sözlerle karşılaşan Arapların ne hayatları, ne bilgileri ne de deneyimleri -İslâm'dan önce- bu derece kapsamlı bir görüşe uygundur. İslâm ve Kur'an işte bu Arapları yeni bir hayata kavuşturmuş ve onları cihana hükmeden bir ümmet olma ufuklarına yükseltmiştir.
Arapların yaşadıkları kabile düzeni; onların düşüncelerini, yeryüzü sakinleriyle dünyada cereyan eden olaylar arasında ve tabiat olaylarıyla herşeyin kendilerine uygun hareket ettiği evrensel yasalar arasında bir bağ kurmaya yöneltmesi bir yana o yarımada sakinleriyle hayat maceraları arasında bile bir bağ kurmaya yöneltemezdi. Bu değişme, çevreden kaynaklanmayan uzun vadeli bir değişimdi. O zamanki hayatın kaçınılmaz bir aşaması da değildi. Bu niteliği onlara İslâm akidesi kazandırdı. Hatta onlara bu aşamayı kazandırdı. Çeyrek asır gibi kısa bir sürede bu aşılmaz düzeye yükseltti. Üstelik çağdaşları, bu yüce düşünce ufkuna asırlar sonra ulaşabildiler. Evrensel yasaların değişmezliğini nesiller sonra kavrayabildiler. Bu yasa ve kuralların değişmezliğini algıladıkları zaman da bunlara egemen olan ilahi iradeyi ve herşeyin sonuçta Allah'a döneceği gerçeğini unuttular. Oysa bu seçkin ümmet, bütün bunlara inanmış, düşünce ufukları genişlemiş ve duygularında, yasaların değişmezliği ile ilahi iradenin serbestliği arasında bir denge meydana gelmişti. Böylece, hayatı, değişmez yasalarla birlikte hareket etmekle istikamet bulmuş, bundan sonra da ilahi iradenin serbestliğiyle tatmin olmuştu.
"Sizden önce ilahi yasaların değişmezliğini kanıtlayan birçok olaylar gelip geçti."
Evet bunlar, hayata hükmeden yasalardır. Bunları serbest irade yerleştirmiştir. Sizin zamanınız dışında ne meydana gelmişse, Allah'ın dilemesiyle aynısı sizin zamanınızda da meydana gelecektir. Onlardan durumunuza uygun olanlar kuşkusuz size de uygulanacaktır.
"...Yeryüzünü geziniz..."
Yeryüzünün tamamı bir bütündür. Bütün yeryüzü insan hayatına bir sahnedir. Yeryüzü ve yeryüzündeki hayatî hadiseler gözlerin ve algılama yeteneklerinin istifadesine sunulmuş asli bir kitaptır.
"...Allah'ın ayetlerini yalanlayanların akıbetini görünüz."
Bunların sonuna, yeryüzündeki izleri ve onlardan sonra anlatılan hayat serüvenleri şahittir. Kur'an-ı kerim bu hayat hikayelerinden ve izlerden birçoğunu değişik yerlerde zikretmektedir. Bazısını aktarırken yer, zaman ve şahıslar bakımından sınırlandırırken bazısına sınırlama ve ayrıntıya dalmadan işaret etmektedir. Burada da genel bir işaret söz konusu edilmektedir ki, genel bir sonuç çıkarılsın. Çünkü dün yalanlayanların başına gelenler bugün ve yarın da yalanlayanların başına gelecektir. Böylece, bir taraftan müslüman cemaatin kalplerini sonuçtan emin olmaları, diğer taraftan yalanlayanlarla birlikte ayaklarının kaymasından sakınmaları sağlanmış oluyor. Kuşkusuz o zaman hem güvenceye hem de sakındırmaya ihtiyaç duyanların varlığı söz konusuydu. Surenin akışı içinde bu nedenlerin birçoğuna değinilecektir.
Bu yasanın açıklanmasından sonra öğüt ve ibret için şu açıklama yer alıyor:
"Bu Kur'an, insanlara yönelik bir açıklama, takvalılar için bir doğru yol kılavuzu, bir öğüttür."
Bu, bütün insanlar için bir açıklamadır. Ve şayet şu yol gösterici açıklama olmasaydı insanlar hiçbir zaman hidayete ulaşamazlardı. Çünkü hidayet; uzun ve zor bir beşerî değişimdir. Ancak özel bir grup buradaki hidayeti algılayabilir, öğütten nasibini alabilir. Ondan yararlanıp hidayete ulaşabilir. Bunlar "Müttakîler" grubudur...
Hidayete açık olan bir mümin kalpten başkası, yol gösterici söze gereken dikkati göstermez. Bu üstün öğütten, hidayet için çarpan ve onunla hareket eden takva sahibi kalpler yararlanabilir ancak... İnsanların, bilgi aracılığıyla Hakk ile batılı, hidayet ile sapıklığı ayırd ettikleri çok az vaki olmuştur. Çünkü hakk, tabiatındaki açık ve belirginlik nedeniyle uzun açıklamalara ihtiyaç duymaz. Ancak insanların hakka karşı eğilimleri ve hakk yolu seçme istekleri hep eksik olmuştur. Hakkı isteme ve onun yolunu seçme gücü imandan başka hiçbir duygudan kaynaklanmadığı gibi onu takvadan başkası da koruyamaz. Buna benzer direktiflerin sık sık Kur'an'da tekrarlanması bu yüzdendir. Bu Kitap'ta yer alan hakk, hidayet, nur, öğüt ve ibret... Evet bunların tümünün müminler ve müttakiler için olduğu gerçeği yerleştiriliyor. Çünkü kalbi; nur, hidayet, öğüt ve ibret için açan iman ve takvadır. Hidayeti ve nuru seçmeyi öğüt ve ibretten yararlanmayı, yoldaki acılara dayanmayı kalbe süslü gösteren bunlardır. İşin aslı budur. Evet budur sorunun özü. Sadece bilgi ve marifet yetmez... Nice bilgi ve marifet sahipleri, gerek beraberinde bilgi ve marifetin fayda vermediği şehvete boyun eğmek, gerekse hakkın taşıyıcıları ve dâvâ adamlarını bekleyen işkencelerden korkmak sebebiyle batılın bataklığında bocalamışlardır.
İNANIYORSANIZ MUTLAKA GALİPSİNİZ
Bu geniş açıklamalardan sonra güçlendirmek, teselli etmek ve sağlamlaştırmak için surenin akışı müslümanlara yönelmektedir:
"Sakın gevşemeyiniz karamsarlığa kapılmayınız; eğer mümin iseniz üstün gelecek olan taraf sizlersiniz"
Uğradığınız zayıflıktan dolayı gevşemeyin. Başınıza gelen musibetlerden ve kaçırdığınız fırsatlar yüzünden üzülmeyin. Üstün olan sizsiniz. Herşeyden önce akide üstündür; çünkü, siz sadece Allah'a secde edersiniz. Onlarsa, O'nun yarattıkları şeylerin kimine ya da bazısına secde ederler Hayat metodunuz üstündür; çünkü siz Allah'ın gösterdiği metoda göre hareket ediyorsunuz. Onlarsa Allah'ın yarattıkları insanların hazırladığı metoda uymaktadırlar. Üstlendiğiniz rol üstündür; çünkü siz, bütün insanlığın önderliğini elinizde bulunduruyorsunuz, topyekün insanlığın öncülerisiniz. Onlarsa metodtan uzaklaşmış ve yoldan sapmışlardır. Yeryüzündeki konumunuz üstündür; Çünkü Allah'ın size vadettiği yeryüzünün mirası sizindir, onlarsa yokluğa ve unutulmaya yuvarlanıp gideceklerdir. Şayet gerçek müminlerseniz, üstün olan sizsiniz. Gerçekten inanıyorsanız, gevşemeyin, üzülmeyin! Cihad, imtihan ve arınmadan sonra sonucun sizin olması için yaralar almanız ve yaralanmanız yüce Allah'ın bir kanunudur.
"Eğer siz (Uhud'da) bir yara aldınız ise karşınızdakiler de benzeri bir yara almışlardır. Biz bu tür acı günleri, insanlar arasında dolaştınız. Allah'ın kimlerin mümin olduklarını belirlemesi ve aranızdan bazı şahitler seçmesi içindir bu. Hiç kuşkusuz Allah zalimleri sevmez."
"Bunun bir başka sebebi de Allah'ın müminleri arındırması ve kafirleri yok etmesidir."
Burada onlara ve yalanlayanlara isabet eden yaralardan söz edilmekle, müşriklerin yaralar aldığı müslümanlarınsa kurtuldukları Bedir savaşına işaret edilmiş olabileceği gibi savaşın başında müslümanların galip geldiği Uhud savaşına da işaret edilmiş olabilir. Bu savaşta müşrikler yenilmiş ve yetmiş ölü bırakmışlardı. Müslümanlar peşlerine düşmüş boyunlarını vuruyorlardı. Öyle ki birara savaş ortasında müşriklerin bayrağı yere düşmüş, kimse de kaldırmaya yeltenmemişti. Sonra bir kadın kaldırmıştı da etrafında birikip toplanmışlardı. Okçular Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) emrinden çıkıp ihtilâfa düşünce de üstünlük müşriklere geçti. Müslümanların başına gelen, savaşın sonunda gelmişti. Bu, Allah'ın değişmez kanunlarından birinin gerçekleşmesi için ayrılığa düşmeye ve mevziden ayrılmaya uygun bir cezaydı. Okçuların ayrılığa düşüp mevzilendikleri yerden çıkmaları ganimet arzusundan kaynaklanıyordu. Yüce Allah zaferi, savaş alanında kendi yolunda cihad edip basit dünya nimetlerini arzulamayanlara yazmıştır. Bu arada yüce Allah'ın değişmez kanunlarından biri daha gerçekleşmiş oluyordu. Bu da, insanların çalışma ve niyetlerine uygun olarak zafer ve yenilgi günlerinin insanlar arasında dönüp dùrmasıdır. Bir gün bunların olur bir diğer gün onların... Bu sayede hatalar ortaya çıkıp karanlıklar aydınlandığı gibi müminler ve münafıklar da açığa çıkar.
"Eğer siz (Uhud'da) yara aldınız ise karşınızdakiler de benzeri bir yara almışlardır. Biz bu tür acı günleri insanlar arasında dolaştırırız. Allah'ın kimlerin mümin olduklarını belirlemesi içindir bu."
Rahatlıktan sonra sıkıntı, sıkıntıdan sonra rahatlık...
Kuşkusuz, ruhların cevherini; kalplerin tabiatını, içindeki karmaşıklık veya saflığın, telaş veya sabrın, Allah'a bağlılığın veya ümitsizliğin ya da isyan etmenin derecesini ortaya çıkaran ölçü...
Böyle durumlarda, saflar ayrılır, mümin-münafık ortaya çıkar, bunlar ve onlar kendi gerçekleriyle belirirler. İnsanların ruhlarının derinliklerinde bulunan bozukluklar günyüzüne çıkar. Birbirine karışıp son derece kapalı oldukları halde üyeleri ve bireyleri arasında uyum eksikliğinden kaynaklanan bu keşmekeşlik ve şu kusurlar giderilmiş olur bu sayede.
Yüce Allah, müminleri de münafıkları da bilir. O, kalplerin sakladıklarını da bilir. Ancak, olaylar, zafer ve yenilgi günlerinin insanlar arasında yer değiştirmesi, gizli duyguları ortaya çıkarıp insanların hayatında bir olgu meydana getirir. İmanı açık bir amele, aynı şekilde nifakı da açık bir uygulamaya dönüştürürler. Hesap ve ceza bundan sonra söz konusu olur. Çünkü yüce Allah insanları, kendisinin bildiği işlerinden dolayı değil ancak kendilerinden meydana gelenlerden dolayı sorgular.
Bu zafer ve yenilgi günlerinin yer değiştirmesi, sıkıntı ve rahatlığın ard arda gelişi, yanılmaz bir mihenk ve haksızlığa meydan vermeyen bir ölçüttür. Bu noktada rahatlık da sıkıntı gibidir. Çünkü nice ruhlar vardır ki sıkıntı anında sabredip gerçeğe sıkı sıkıya sarılmalarına rağmen rahatlık zamanında gevşeyip ödün verirler. Mümin ise zorlukta sabredip, bollukta da boş vermeyen kişidir. O her iki durumda da Allah'a yönelir. Kendisine dokunan iyilik ya da kötülüğün Allah'ın izniyle olduğunu çok iyi bilir.
Yüce Allah, beşeriyete önderlik için adım atmak üzere olan şu topluluğu, rahatlıkla imtihandan sonra sıkıntı ile, olağanüstü bir zaferden sonra acı bir yenilgiyle imtihan ediyordu. Bu ve sebepleri yüce Allah'ın zafer ve yenilgi için yürürlükte olan kanunlarına uygun meydana gelseler de bununla, müslüman cemaatin zafer ve yenilginin sebeplerini bilmesi, Allah'a daha çok itaat etmesi, O'na dayanması, himayesine yapışması ve bu metodun özelliklerini ve yükümlülüklerini iyice bilmesini amaçlıyordu.
Surenin akışı, birçok yönden savaşta meydana gelen olayların arka planındaki hikmetini, günlerin insanlar arasında yer değiştirmesinin nedenini, safların ayrılması ve yüce Allah'ın müminleri belirlemesini müslüman ümmete açıklayarak sürüyor:
"...Ve aranızdan bazı şahitler seçmesi içindir bu..."
Bu deyim, şu derin manayı olağanüstü bir şekilde ifade etmektedir: Kuşkusuz şehidler seçilmiş kimselerdir. Yüce Allah onları kendisi için mücahitler arasından seçmiştir. O halde Allah yolunda şehid düşmüş birisi için bir hayıf ya da zarar söz konusu değildir. Bu, bir seçkinlik, arınmışlık, üstünlük ve ayrıcalıktır. Bunlar, yüce Allah'ın kendisi için ayırmak, yakınlığıyla onurlandırmak için şehadetle rızıklandırdığı kişilerdir.
Sonra onlar, yüce Allah'ın insanlara gönderdiği, hakka tanıklık ettirdiği şahitlerdir. Yüce Allah onları şahit tutmuş, onlar da şahitliklerini yerine getiriyorlar. İçinde bir kuşku, üzerinde bir itiraz ve çevresinde bir tartışmaya girmeden, ölene kadar, bu hakkın gerçekleşmesi ve insanların hayatında yer etmesi uğrunda cihad etmek suretiyle yerine getiriyorlar şahitliklerini. Yüce Allah onlardan, O'nun katından kendilerine gelen şeyin gerçek olduğunu bilmek, buna kesinlikle inanmak, O'nun için herşeyden soyutlanmak, O'nun dışındaki herşeyin değersiz olduğunu kavrayıp onurlanmalar için şahitler seçmişti. Bu şahitler, bu hakk olmadan insan hayatının ıslah olup istikrar bulamayacağına kesinlikle inanmak, batılla savaşmak ve onu. insan hayatından kovmak, dünyalarında hakkı yerleştirmek ve insanların üzerindeki hakimiyette Allah'ın metodunu gerçekleştirmek için cihaddan kaçınmamak suretiyle şahitlik yapmışlardı. Evet, yüce Allah, bunların tümüne şahit olmalarını istemekte, onlar da şahitliklerini hakkıyla yerine getirmektedirler. Onların şahitlikleri ölene kadar sürdürdükleri şu cihaddır. Bu da münakaşa ve hile götürmeyen kesin bir şahitliktir.
"Lâ ilahe illallah, Muhammedün Resulullah" şehadet cümlesini diliyle söyleyen herkese, bu şehadetin anlamını ve gereklerini yerine getirmedikçe şehadet getirdi denemez. Şehadetin anlamı; Allah'tan başka ilah edinmemektir. Dolayısıyla Allah'tan başkasına şeriat için başvurmamaktır. Çünkü uluhiyetin en belirgin özelliği kullar için kanun koymaktır; aynı şekilde kulluğun en belirgin özelliği de her konuda Allah'a başvurmaktır. Bu şehadetin bir diğer anlamı da, Allah'ın elçisi olduğundan her konuda Allah'a başvurmayı Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) kanalıyla yapmak ve bu kaynağın dışında başka bir kaynağa dayanmamaktır.
Bu şehadetin gereği; Hz. Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) bildirdiği şekilde yeryüzünde uluhiyetin, tek başına Allah'ın olması ve Muhammed'in ; örnek olduğuna imandır. Bunun yanında Allah'ın insanlar için dilediği metodun; egemen, galip ve itaat edilen metod olması, istisnasız bütün insanların hayatını düzenleyen düzenin bu olması için cihad etmektir.
İş bu uğurda ölmeyi gerektiriyorsa, bu dereceye yükselen şehittir. Yani yüce Allah şehidden bu şahitliği dilemiş o da hakkıyla yerine getirmiştir. Yüce Allah onu şahit edinmiş ve bu yüce makamla onurlandırmıştır.
Şu olağanüstü ifadenin anlatmak istediği budur;
"...Ve aranızdan şahitler seçmesi içindir bu..."
Bu, "La ilâhe illallah Mahummedün Resulullah" -Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed Allah'ın Resulüdür- şehadetinin anlamı ve gereğidir. Yoksa şehadetin anlamından çıkarılan, ruhsat, gaflet ve kayıplar değil...
"...Allah zalimleri sevmez."
Kur'an-ı kerimde zulümden çokca sözedilmekte ve bununla da zulmün en karanlığı ve en çirkini olan şirk kastedilmektedir. Kur'an'da şöyle buyurulur: "Kuşkusuz şirk; çok büyük bir zulümdür." (Lokman su;esi; 13) Buhari ve Müslim İbn-i Mes'ud'un (Allah O'ndan razı olsun) şöyle dediğini rivayet ederler: "Dedim ki, `Ya Resulullah, hangi günah daha büyüktür?' `Seni yarattığı halde ona eş koşmandır' buyurdu."
Surenin akışı, daha önce yüce Allah'ı yalanlayanların konumuna işaret etmişti. Şimdi ise yüce Allah'ın zalimleri sevmediği gerçeği yerleştiriliyor. Bu da, Allah'ın sevmediği zalim-yalanlayanları bekleyen şeylerin bir başka şekilde te'kid edilmesi amacına yöneltir. "Allah zalimleri sevmez" deyimi müminin ruhunda zulüm ve zalimlere karşı nefret duygusunu canlandırmaktadır. Cihad ve şehidlikten söz edilirken, bu duyguyu burada canlandırmak konunun ruhuna uygun düşmektedir. Çünkü mümin kendisini, sevmediği şeyleri ve kimseleri bertaraf etmek uğruna feda eder. İşte şehitlik makamı budur, şehadet bunun içindir ve yüce Allah, bunlardan şahitler edinir... Sonra Kur'an ayetlerinin akışı kafirleri bertaraf etmede Allah'ın çizdiği kaderinin araçlarından bir araç ve yalanlayanları yok etmede O'nun gücüne bir perde olmaları için müslüman ümmeti eğitirken, arındırırken ve o yüce rolüne hazırlarken olayların arka planındaki hikmeti açıklamakla devam etmektedir.
"...Allah'ın müminleri arındırması ve kafirleri yok etmesidir."
Arınmak; ayrılış ve farklılıktan bir aşamadır. Ve bu operasyon ruhun içinde ve vicdanın derinliğinde gerçekleşmektedir. Bu, kişiliğin gizli yönlerini açığa çıkarma ve gizlilikler üzerine ışık saçma operasyonudur. Şüphe, kusur ve karmaşıklığı çıkarıp kapalılık ve pusluluk bırakmaksızın insan kişiliğini temiz, açık ve hakk üzere kararlı kılma işlemine girişilmiştir.
Çoğu zaman insan, kendi nefsinden, onun gizli yönlerinden, alışkanlık ve dolambaçlarından habersiz olur. İnsan, zaafının ve gücünün gerçeğini deşelemedikçe ortaya çıkmayan ve içinde yer etmiş olan tortuların gerçeğini bilemez çok kere.
Yüce Allah'ın, sıkıntı ve rahatlık arasında insanlar içinde yer değiştirdiği zafer günlerinin doğurduğu arınma işlemi, insanlara bu acı mihenkten, olayların, deneylerin, pratik ve hareketli durumların mihenginden önce bilmedikleri nefislerine ilişkin birçok şeyi öğretmektedir.
İnsan kendisinde, güç, cesaret ve fedakârlık, cimrilik ve ihtirastan kurtulmuşluk duygularının bulunduğunu zannedebilir. Sonra, pratik deneylerin ışığında, meydana gelen olaylarla yüzyüze geldiğinde henüz nefsinde temizlenmemiş yaraların bulunduğunu ve baskılar karşısında direnecek olgunluğa erişmediğini anlar. İnsanın bunu bilmesi ve nefsini, bu davanın tabiatının gerektirdiği baskılara ve. bu akidenin gerektirdiği sorumluluklara dayanacak olgunluğa getirmek için yeniden Kur'an potasında şekillendirmesi gerekir.
Yüce Allah, şu seçkin kitleyi, beşeriyete önderlik için eğitiyordu. Onlar da şu yeryüzünde istediğini gerçekleştirmek istiyordu. Bu yüzden kendilerini takdir edilen rolün düzeyine yükseltmek ve çizdiği kaderi elleriyle gerçekleştirmek için Uhud'daki olayların ortaya çıkardığı gibi bu şekilde onları arındırıyordu.
Alıntı ile Cevapla
Alt 18 Eylül 2008, 10:17   Mesaj No:16
Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:116
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Ali İmran Suresi Tefsiri

"...Kafirleri yok etmesidir..."
Hakk, ilân edilip arınmak suretiyle kirlerden kurtulduğunda batılı onunla mahvetmekle ilgili kanunu gerçekleştirsin diye...
Karşılığı bilinmez gibi ortaya konarı (istinkârî) bir soruda Kur'an-ı kerim, müslümanların, davalar, zafer ve yenilgi, iş ve karşılığına ilişkin düşüncelerini düzeltmekte, onlara, Cennet'in yolunun zorluklarla çevrili bulunduğunu, azığın da yoldaki eziyetlere sabretmek olduğunu, yoksa derinleşme ve arınmaya dayanmayan temenni ve uçucu idealler olmadığını açıklamaktadır.
"Yoksa siz Allah içinizdeki cihad edenleri ayırd etmeden ve sabırlıları belirlemeden Cennete gireceğinizi mi sandınız?"
"Sizler ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz. Oysa onu görünce bakıp duruyorsunuz."
Sorunun istinkâri oluşu, insanın diliyle "Ben müslüman oldum ve ben ölüme hazırım" demesinin yeterli olduğuna bu sözle imanın yükümlülüklerini yerine getirdiğine, dolayısıyla Cennete ve Allah'ın hoşnutluğuna kavuşacağına ilişkin düşüncenin korkunç derecede hatalı bir düşünce olduğu uyarısında bulunmak amacına yöneliktir.
Çünkü bu, yaşanan deneyler, pratik sınavlar, cihad ve belayla karşılaşma, sonra cihadın sorumluluklarına ve belaların ağırlığına sabretmekle mümkündür.
Kur'an ayetinde önemli bir soruna dikkat çekilmektedir:
"Yoksa siz, Allah içinizdeki cihad edenleri..." "..Ve sabırlıları belirlemeden..:'
Müminlerin yalnızca cihad etmeleri yeterli değildir. Davanın zorluklarına karşı sabretmek de gerekmektedir. Zorluklar meydan savaşında yapılan cihadla bitmeyecek kadar sürekli ve çeşitlidir. Savaş alanındaki fiili cihad, imanın gerektirdiği ve sabretmeyi istediği davanın en hafif zorluğu olabilir. Hergün karşılaşılan birçok meşakkat vardır. İman ufkuna doğru istikamet bulmanın meşakkati. İmanın gerçeklerini teorik ve pratik olarak dengeli bir şekilde yerine getirme zorluğu; müminin, günlük hayatında beraber bulunduğu insanların" nefislerinden ve başka özelliklerinden beliren insana özgü zaaflara karşı o esnada sabır... Batılın üstünlük kazandığı, mücadele edip zafer kazanmaya başladığı dönemlerde sabır. Yolun uzunluğuna, mesafenin uzaklığına ve engellerin çokluğuna karşı sabır... Cihad, sıkıntı ve çarpışmanın zorluğuna ilişkin sabır... Rahatlığın vesvese ve nefsin saptırmalarına karşı sabır... İdeal ve dille söylenen sözlerle ulaşılamayan Cennetin zorluklarla çevrili yolunda cihadın sadece bunlardan biri olduğu bilinci ve daha nice işkenceye karşı sabır...
ÖLÜM VE HAYAT
"Sizler ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz. Oysa onu görünce bakıp duruyorsunuz."
Böylece surenin akışı dille söylenen kelimelerden ibaret ölçüt ile karşılaştığı gerçek ölçüt arasında duygularında bir denge oluşturmak için, onları daha önce karşılaşmayı arzuladıkları ve savaş alanında yüzyüze geldikleri ölümle bir daha karşı kârşıya getirmektedir. Bununla söyledikleri her sözün muhasebesini yapmalarım, yüzyüze geldiklerinde karşılaştıkları gerçeğin dışında ruhların dahi pratik birikiminin durumunu ölçmelerini öğretmektedir. Böylece ağır olguların ışığında, sözün, ideallerin ve vaadlerin değerini takdir edebilirler. Sonra onlara, kendilerini Cennete ulaştıracak yöntemin sözlerin gerçekleşmesi, hayellerin somutlaşması ve gerçek bir cihad olduğunu öğretiyor. Yüce Allah bütün bunları insanların dünyasında pratik olarak gerçekleştirip öğretiyor.
Kuşkusuz yüce Allah, müminlerin bir çabası ve yardımı olmaksızın, ilk andan itibaren peygamberlerini, davasını, dinini ve hayat metodunu galip getirebilirdi. Ad, Semud, ve Lût kavmine yaptığı gibi müşrikleri yok etmek için onlarla birlikte -ya da onlarsız- savaşsınlar diye melekler indirebilirdi.
Ancak sorun zafer değildir. Sorun bütün zaaf ve eksiklikleri, şehvet ve istekleri, cahiliyye ve sapıklıklarıyla beşeriyetin önderliğini eline almaya hazırlanan müslüman ümmetin eğitilmesiydi. Beşeriyete önderlik, önder olacakların üstün bir şekilde hazırlanmalarını gerektiren önemli bir görevdir. Öncelikle, ahlâk gücünü sürekli hakk üzere bulundurmayı, zorluklara sabretmeyi, insan nefsindeki zaaf ve güç odaklarını bilmeyi, hata noktalarından ve sapıklık kaynaklarından ve bunların tedavi yöntemlerinden haberdar olmayı gerektirir. Sonra şiddette olduğu gibi bollukta, o gün kahredici ve acı gelen bolluktan sonraki şiddette de sabretmeyi gerektirir.
Yüce Allah bununla müslüman cemaati, yeryüzündeki varlık sebepleri kıldığı o korkunç ve meşakkatli role hazırlamak için eğitiyordu. Kuşkusuz yüce Allah, şu geniş mülke halife kıldığı insanın nasibine bu meşakkatleri de eklemeyi dilemiştir.
Yüce Allah'ın müslüman ümmeti önderliğe hazırlamaya ilişkin takdiri, değişik araçlar ve sebepler, farklı koşul ve olgularla kendi yoluna devam etmektedir. Bazen müslüman kitlenin kesin zafer elde etmesi; böyle umutlanmaları, ilahi yardımın gölgesinde kendilerine olan güvenlerinin artması, zaferin tadını denemeleri, onun sarhoşluğuna sabretmeleri, şımarıklık, kibir ve gururu yenme güçlerini ölçmeleri ve alçakgönüllülükle Allah'a şükretmeleri, bazan da, Allah'a sığınmaları, şahsî güçlerinin gerçeğini algıladıkları ve Allah'ın metodundan en ufak bir sapmanın ortaya çıkardığı eksikliği öğrendikleri yenilgi, hüzün ve zorluk şeklinde yoluna devam etmektedir. Bu şekilde yenilginin acılığını denemelerine rağmen, arı gerçeğe sahip olmaları, içlerindeki zaaf ve eksiklik noktalarını öğrenmeleri, şehvetin etkilediği ye'sleri belirlemeleri, ayakların kaydığı hususları ortaya çıkarmaları ve böylece gelecek harekette bütün bu olumsuzluklardan kurtulmaları ile batıla karşı üstünlük sağlarlar. Allah'ın takdiri, hiçbir değişikliğe ve sınırlandırmaya uğramadan zafer ve yenilgiden dersler çıkararak Allah'ın kanununa uygun olarak yoluna devam eder.
Bunların tümü, şu ayetlerde gördüğümüz gibi Kur'an'ın akışının müslüman kitle için biriktirdiği Uhud savaşından elde edilen sonuçların bir yönünü oluşturmaktadır. Kuşkusuz bunlar, her zamanki müslüman cemaat ve müslüman nesiller için yararlanılacak birikimlerdir.
Daha sonra surenin akışı, İslâm düşüncesinin büyük gerçeklerini yerleştirmek, müslüman cemaati bu gerçeklerle muhatab kılmak, savaşta meydana gelen olaylardan bu gerçekler için bir eksen oluşturmak ve böylece İslâm toplumunu Kur'an'ın eşsiz metoduyla eğitmek için bir araç edinmek suretiyle sürmektedir.

144- Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce daha nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi eğer o ölür ya da öldürülürse topuklarınız üzerinde geri mi döneceksiniz? Kim iki topuğu üzerinde geri dönerse bilsin ki, Allah'a hiçbir zarar vermez. Allah şükredenleri ödüllendirecektir.
145- Allah'ın izni olmaksızın hiç kimsenin ölmesi söz konusu değildir. O süresi belirli bir yazıya bağlıdır. Kim dünya kazancını isterse ona ondan veririz. Kim ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri ödüllendireceğiz.
Bu bölümdeki ilk ayet, Uhud savaşında meydana gelen belli bir olaya işaret etmektedir. Okçular, dağdaki mevzilerini terk ettiklerinde müslümanların savaş konumlarında açıklık belirmişti. Bunun üzerine müşrikler oradan bindirmiş müslümanlarla savaşa tutuşmuşlardı. Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) dişi kırılmış, yüzü yaralanmış ve yarasından durmadan kan akmıştı. Herşey birbirine karışmıştı. Müslümanlar öylesine dağılmışlardı ki, kimse diğerinin nerede olduğunu bilmiyordu... Bu arada birisi "Muhammed öldürüldü" diye bağırmıştı. Bu ses, müslümanlar üzerinde korkunç bir etki bırakmıştı. Birçoğu Medine'ye geri dönmeye, yenilerek dağa çıkmaya ve büyük bir ümitsizlikle savaşı bırakmaya başlamıştı. Şayet Resulullah, beraberindeki az sayıdaki adamla dayanmayıp müslümanları geri çağırmasaydı ve yüce Allah kalplerini sağlamlaştırmasaydı ve de daha sonra açıklanacağı gibi üzerlerine uyuklama, güven ve emniyet duygusunu indirmeseydi tamamen dağılıp mahvolacaklardı.
Kur'an-ı Kerim; İslâm ordusunun dikkatlerini bu derece dağıtan bu olayı, direktifleri için bir temel, İslâm düşüncesinin gerçeklerini yerleştirmek için bir araç, ölüm ve hayatın hakikati, iman tarihi ve müminler kervanına ilişkin canlı işaretler için bir eksen kılmaktadır.
"Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi eğer O, ölür veya öldürülürse siz topuklarınızın üzerinde geri mi döneceksiniz? Kim iki topuğu üzerinde geri dönerse bilsin ki Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenleri ödüllendirecektir."
HZ. PEYGAMBER
Kuşkusuz Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelmiş ve ölmüşlerdir. Kendisinden önceki peygamberler gibi O da ölecektir. Bu, karşılaşılacak basit bir gerçektir. Öyleyse savaşta bu gerçekle karşılaşılınca unutulmuş olmasının sebebi neydi?
Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) Allah tarafından, yüce Kelâm'ı tebliğ etmek için gelmiş bir elçidir. Kuşkusuz bâki ve ölümsüz olan sadece Allah'tır: Aynı şekilde O'nun sözü de ebedî ve ölümsüzdür. Bu yüzden, bu sözleri tebliğ için gelen Peygamberin ölmesi ya da öldürülmesi durumunda müminlerin gerisin geriye dönmeleri gerekmez. Bu da korkunun meydana getirdiği sıkıntı sonucu fark etmedikleri temel oluşturan basit bir gerçektir. Ancak, müminler hiçbir zaman bu temel ve basit gerçeği unutmamalıdırlar.
İnsanlar geçicidir akîde ise sonsuza kadar sürer. Tarih boyunca Allah'ın hayat için koyduğu metod, insanlara götürülüp uygulanmış ve fakat peygamberler ile davetçilerden bağımsız olmuştur. Resulullah'ı seven müslümandan; (nitekim O'nun arkadaşları insanlık tarihinin bir benzerini görmediği bir tarzda O'nu severlerdi. Öyle severlerdi ki, O'na bir dikenin batmaması için hayatlarını feda ederlerdi. Nitekim sırtını O'na siper edip hareket etmeden oklara hedef,olan Ebu Dücane ile düşmanı O'ndan uzaklaştırmak için birbiri ardınca teker teker şehid olan dokuz kişiyi görmüştük. Kuşkusuz her zaman ve mekânda O'nu böylesine bütün benlikleri ve bütün duygularıyla seven olacaktır. Hatta yalnızca O'nun ismini duymakla vecde kapılanlar da olacaktır.) İşte Muhammed'i (salât ve selâm üzerine olsun) bu şekilde seven bir müslümandan, Muhammed'in şahsı ile O'nun tebliğ edip kendisinden sonra insanlara bıraktığı ve ölümsüz Allah'tan gelerek O'na ulaşan ebedi akideyi birbirinden ayırması istenmektedir.
Kuşkusuz dava, davetçiden önce gelir.
"Muhammed sadece bir peygamberdir. O'ndan önce nice peygamberler gelip geçmiştir."
Peygamberimizden önce de zamanın derinliklerine inen, tarihin köklerine uzanan, insanlıkla başlayıp yolun başlangıcında insanlığa hidayet ve barış ile yol gösteren bu davayı taşıyan peygamberler gelmiştir.
Dava, davetçiden daha büyük ve daha kalıcıdır. Davetçiler gelip giderler ancak dava nesiller ve asırlar boyu sürer. Davaya tabi olanlar, Resullerin getirdiği ilk kaynağa bağlı kalacaklardır. Ve müminler Bakî olan yüce Allah'a yönelecektir. O halde yüce Allah diri ve ölümsüz iken müminlerden birinin geri dönüp Allah'ın hidayetinden irtidat etmesi hoş karşılanamaz.
İşte, bu îmalı sorunun, bu tehdidin ve aydınlatıcı açıklamanın sebebi şudur:
"...Şimdi eğer O, ölür veya öldürülürse siz topuklarınızın üzerinde geri mi döneceksiniz? Kim iki topuğu üzerinde geri dönerse Allah'a hiç bir zarar veremez. Allah şükredenleri ödüllendirecektir."
İfadede irtidâtın canlı bir tablosu yer almaktadır; "...topuklarınızın üzerinde geri mi döneceksiniz!" "... Kim iki topuğu üzerinde geriye dönerse..." Geriye dönmedeki algılanan bu hareket, akideden irtidat etme olayını, seyredilen bir manzara gibi somutlaştırıyor. Burada kasdedilen, savaştaki yenilgiden kaynaklanan duygusal irtidat değildir. Aksine, "Muhammed öldürüldü" diye birinin bağırmasından sonra meydana gelen ruhsal irtidattır söz konusu edilen... Çünkü, bu söylentiden sonra bazı müslümanlar; müşriklerle savaşmanın yararsızlığına, Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) ölmesiyle bu dinin işinin bittiğine ve müşriklere karşı cihadın sona erdiğine inanmaya başlamışlardı. İfadenin somutlaştırdığı ruhsal hareket budur. Savaşta ökçeleri üzerinde dönüp kaçmaları gibi dinden dönmelerini de kapsayan bir olaydır. İşte, Nadir b. Enes (Allah O'ndan razı olsun) "Muhammed öldürüldü" deyip savaştan ellerini çekenleri görünce "O'ndan sonra yaşayıp da ne yapacaksınız. Kalkın Resulullah'ın öldüğü uğurda siz de ölün" diyerek sakındırdığı da buydu.
"...Kim iki topuğu üzerinde geriye dönerse, Allah'a hiçbir zarar veremez.
Zararlı çıkacak olan, kendisine eziyet edip yoldan sapandır. Onun geri dönmesi Allah a hiçbir zarar dokundurmaz. Çünkü Allah; İnsanlara ve onların imanına muhtaç değildir. Ancak yüce Allah, kullarına acıması ve onların mutluluğu ve iyiliği dolayısıyle bu metodu koymuştur. Bu metoddan ayrılan her sapık, kendi nefsi ve çevresinden bir bedbahtlık ve şaşkınlıkla karşılaşmak suretiyle cezasını çekecektir. Ayrıca hayat düzeni ile ahlâk tamamen bozulur ve bütün işler aksar. Neticede insanlar; gölgesinde hayat ve ruhlarının istikamet bulduğu, hem fıtratları hem de içinde yaşadıkları evrenle barış içinde yaşamak için bir ortam buldukları bu biricik metoddan sapmanın cezasını tadarlar.
"...Allah, şükredenleri ödüllendirecektir."
Onlar, yüce Allah'ın kullarına bu sistemi bağışlamakla verdiği nimetin değerini bilirler. Bu yüzden hem sisteme uymak, hem de Allah'a hamd etmekle şükürlerini yerine getirirler. Bu sisteme uymak suretiyle mutlu bir hayat sürdürmeleri de şükürlerine güzel bir karşılık olmaktadır. Daha sonra yüce Allah'ın kendilerine ahirette vereceği karşılıkla yaşayacaklar ve mutlulukları daha büyük ve kalıcı olacaktır.
Sanki yüce Allah, bu olay ve bu ayetle, müslümanların aralarında yaşayan peygamberlerin kişiliğine olan şiddetli bağlılıklarını kesmek istemiştir. Devamla, Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) ilk defa ortaya çıkarmadığı, yalnızca kendisinden önceki elçilerin insanları kana kana içmeye çağırdıkları gibi O'nu da göstermiştir. Böylece yüce Allah insanları, fışkıran asıl kaynağa doğrudan bağlamak istemiştir.
Sanki yüce Allah, insanların elinden tutup onları Muhammed'in bağlamadığı, sadece insanların elini tutuşturup onları birlikte sarılmaya çağırdığı kopmaz bir kulpa doğrudan ulaştırmayı dilemiştir.
Sanki yüce Allah Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) ölmesi ya da öldürülmesiyle üzerlerinden kalkmayacak olan sorumluluklarını doğrudan algılamaları için müslümanların İslâm ile olan ilişkilerini ve Allah ile olan sözleşmelerini direkt bir duruma getirmeyi ve Allah'ın önünde yaptıkları bu sözleşmenin sorumluluğunu aracısız duymalarını dilemektedir. Çünkü onlar Allah'a biat etmişlerdir. Dolayısıyla Allah'ın huzurunda sorumlu olacaklardır.
Sanki yüce Allah, meydana geldiğinde güçlerini aşacağını bildiği halde, müslüman kitleyi bu büyük sarsıntıya hazırlamakta ve böylece dehşet ve şaşkınlık kendilerini sarmadan, onları alıştırmak ve sadece kendisine ve kalıcı davasına bağlamak istemektedir.
Nitekim, büyük sarsıntı meydana gelince dehşet ve şaşkınlık içinde kalakalmışlardı. Hatta Ömer (Allah O'ndan razı olsun) kılıcını çekmiş, onunla "Muhammed öldü" diyeni tehdit etmeye başlamıştı.
Kalbi, arkadaşı Resulullah'a ve Allah'ın O'nun hakkındaki kaderini algılamaya sağlam bir bağla bağlı bulunan Ebu Bekir'den (Allah O'ndan razı olsun) başkası sebat edememişti. Nitekim Ebu Bekir bu ayeti hatırlayıp, dehşete düşmüş şaşkınlara hatırlatınca onlar bu ilahi çağrıyı ilk defa işitmiş gibi tevbe edip geri dönmüşlerdi.
Daha sonra Kur'an-ı Kerim'in akışı; insan nefsinin derinliklerinde gizlenen ölüm korkusuna uyarıcı bir şekilde değinmekte; Ölüm ve hayat hakkındaki kalıcı gerçekleri dile getirmektedir. Ayrıca hayat ve ölümdén sonra Allah'ın kullarını denemesi ve cezaya ilişkin hikmet ve takdirini açıklaması suretiyle bu korkuyu gidermektedir.
"Allah'ın izni olmadan hiç kimsenin ölmesi söz konusu değildir. O süresi belirli bir yazıya bağlıdır. Kim dünya kazancını isterse ona ondan veririz. Kimde ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri ödüllendireceğiz."
Kuşkusuz her nefsin belirlenen süreye kadar yazılmış bir eceli vardır. Bu belirlenen süre dolmadan herhangi bir kişinin ölmesi söz konusu değildir. Telaş, hırs, savaşa katılmama ve korku bu süreyi uzatmadığı .gibi cesaret, direnç, öne atılma ve sözüne bağlı kalma da ömrü kısaltmaz. O halde korkaklığa gerek yoktur. Korkudan gözleri kaymasın korkakların. Süre belirlenmiştir, birgün kısaltılamayacağı gibi artırılamaz da.
Bununla, ecel gerçeği insan ruhunda yer etmektedir. Artık insan onunla uğraşmayı bir tarafa bırakıp hesaba katmamakta ve imanın gereği olan sorumluluk ve görevlerini hakkıyla yerine getirmeyi düşünmektedir. Bununla korku ve dehşetin doğurduğu ürkekliği üzerinden attığı gibi cimrilik ve ihtirasın boyunduruğundan da kurtulur. Bu sayede insan, sabır güven ve tek başına ecele egemen olan Allah'a dayanmakla, yolun bütün sorumluluk ve görevlerini yerine getirerek yoluna devam eder.
Daha sonra ayet-i kerime, hakkında kesin hüküm verilen bu sorunu çözdükten sonra nefse dönüyor. Ömür, önceden yazılmış ve ecel belirlenmiş olduğuna göre, nefis yarın için ne hazırladığına ve ne istediğine baksın. İmanın gereği sorumluluklardan geri kalmayı, bütün ilgisini yeryüzüyle sınırlandırmayı ve sadece şu dünya için yaşamayı mı; yoksa, ömür ve hayata ilişkin bu bilgi ve ihtimamını dengelemekle beraber, yüce bir ufukla yüksek ilgilere ve bu hayattan daha büyük bir hayata mı yükselmek istiyor. Ona baksın nefis.
"... Kim dünya kazancını isterse kendisine ondan veririz. Kim de ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz."
Ömür ve ecelle kıyaslanınca sonuçları bir olsa da bu hayatla şu hayat arasında, bu ilgiyle şu ilgi arasında ne kadar fark vardır. Sadece bu dünya için yaşayan ve yalnızca bu dünya nimetlerini isteyen, böceklerin, vahşilerin ve hayvanların hayatını yaşar. Sonra da yazılmış eceliyle belirlenen zamanda ölüp gider. Fakat, diğer ufka yükselen ise, Allah'ın onurlandırıp halife kıldığı ve bu konumuyla farklı bir statü bahşettiği "insan"ın hayatını yaşar. O da yazılmış eceliyle belirlenen zamanda ölür. "Allah'ın izni olmaksızın hiç kimsenin ölmesi söz konusu değildir. O, süresi belirli bir yazıya bağlıdır."
"...Şükredenleri ödüllendireceğiz."
Bu ödül, insana yapılan ilahî bağış nimetini algılayıp hayvansal derecelerin üstüne çıkan ve yüce Allah'ın bu nimetine karşı şükretmekle imanın sorumluluklarını yerine getirenleredir.
Böylece Kur'an-ı Kerim, ölüm ve hayatın niteliklerini açıklıyor. Hayvanların ve insanların yaşama gayelerini açıklıyor. Bazı insanların, hayvanlar gibi hayat sürme gayelerinin olduğunu, bazı insanların da yüce gayeler için yaşadığını beyan ediyor. Böylece nefsi, ölüm ve hayata ilişkin hiçbir şeye malık olmadığının farkına vardırıp onu ölüm korkusundan ve sorumluluk telaşıyla uğraşmaktan vazgeçiriyor. Neticede de insan, seçebildiği ve kendi gücü dahilinde daha faydalı şeylerle uğraşmış olacaktır. Artık ya dünyayı ya da ahireti seçecektir. Kuşkusuz seçtiğinin karşılığını da yüce Allah'ın katında bulacaktır.
Daha sonra yüce Allah, müslümanlara, kendilerinden önce zamanın derinliklerine kök salmış ve yolun uzunluğu boyunca sıralanıp hareket eden ve imanlarında sadık olup peygamberleriyle savaşa çıkan mümin kardeşlerinden örnekler veriyor. Ki onlar imtihan karşısında ümitsizliğe kapılmayıp ölüme gittikleri bu makamda, cihad makamında imandan kaynaklanan edep tavrını takınmışlar ve Rabblerinden bağışlanma dilemişlerdir. İşlerinde "aşırılık" gördüklerinde hatalarını itiraf etmekten ve kâfirlere karşı Rabblerinden dayanma gücü ve zafer dilemekten kaçınmayan, böylece duadaki iyi davranışlarının ve cihad alanındaki iyi durumlarının karşılığı olarak dünya ve ahiret sevabını hak eden ve yüce Allah'ın müslümanlara örnek verdiği bir konuma gelen iman kervanını örnek gösteriyor:
"Nice peygamberler var ki çok sayıda taraftarı kendisi ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı yılmadılar, gevşemediler, boyun eğmediler. Allah sabırlıları sever."
"Onlar sadece `Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve davranışlarımızdaki ayılıklarımızı bağışla. Ayaklarımızı kaydırma ve kâfirler karşısında bize yardım et' demişlerdir."
"Allah da onlara hem dünya kazancını hem de ahiret mükâfatının en güzelini verdi. Allah iyi işler yapanları sever."
UHUD'DAKİ YENİLGİ
"Uhud" yenilgisi, zayıf ve azınlık oldukları halde yüce Allah'ın Bedir'de kendilerine yardım ettiği ve her durumda zaferin kendileri için evrensel bir yasaymış düşüncesinin ruhlarında yer ettiği müslümanların karşılaştığı ilk yenilgiydi. Bu yüzden, Uhud çarpışmasında beklenmedik bir sınav vermişlerdi.
Kur'an-ı Kerim'de bu olaydan çokça sözedilmesinin sebebi; ruhlarını eğitmek, düşüncelerini doğrultmak ve onları hazırlamak için bazen teselli ederek, bazan hoşnutsuzluk göstererek, bazen hükümler yerleştirerek, bazen de örnek vererek her fırsatta müslümanların elinden tutarak devam etmesi olsa gerek. Çünkü, önlerindeki yol uzun, karşılaşacakları deneyler yorucu, üzerlerindeki sorumluluk son derece ağır ve çağrıldıkları görev oldukça büyüktür.
Burada verilen örnek, genel bir örnektir. Peygamber ve topluluk sınırlandırılması söz konusu değildir. Sadece iman kervanına bağlanmaları, müminlerin tavrını bilmeleri, buradaki imtihan olayını her davet ve din için kaçınılmaz bir şey olarak düşünmeleri, duygularında müminlere yakınlık düşüncesini, gönüllerinde akidenin tekliğini ve kendilerinin büyük iman ordusunda bir bölük konumunda olduklarını yerleştirmek için onları kendilerinden önceki peygambere uyanlara bağlamak amacı güdülmektedir.
"Nice peygamber var ki, çok sayıda taraftarı kendisi ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı yılmadılar, gevşemediler ve boyun eğmediler."
Nice topluluklar beraberlerindeki peygamberlerle büyük savaşlar verdiler. Başlarına gelen bela, hüzün, zorluk ve işkencelerden dolayı ruhlarında bir zaaf ve çarpışmanın sürmesinden dolayı güçlerinde bir eksilme söz konusu olmadı. Ne korkuya ne de düşmana teslim oldular. Akide ve din uğruna savaşan müminin yapması gereken de budur.
"...Allah sabırlıları sever."
Onların ruhları sarsılmaz, güçleri dağılmaz, dirençleri gevşemez, boyun eğmez ya da teslim olmazlar. Allah sabırlıları sever ifadesinin derin etki ve ilhamları vardır. Yarayı tedavi eden, acıları saran, zarar ve amansız çarpışmayı hafifleten bu sevgidir.
Buraya kadar ayet-i kerime, o müminlerin zorluk ve imtihan anındaki durumlarının açık bir portresini çizdi. Şimdi ise, ruhlarının ve duygularının gizli bir tablosunu; ruhlara ağır gelen, onları aşılmaz tehlikelerle bağlayan -ancak müminlerin ruhlarını Allah'a yöneltmekten alıkoymayan- tehlikeyle yüz yüze geldiklerinde Allah hakkında takındıkları edep tavrının tablosunu çizmektedir. Bu müminlerin nefisleri alışkanlıkları olduğu üzere ilk önce zafer istemiyorlar. Düşmana karşı dayanma ve zaferden önce, günah ve hatalarını itiraf için af ve bağışlanma dilemektedirler.
"Onlar sadece `Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve davranışlarımızdaki aşırılıkları bağışla. Ayaklarımızı kaydırma ve kafirler karşısında bize yardım et: demişlerdir."
Ne nimet ne de servet istiyorlar. Hatta sevap ve mükafat da istemiyorlar. Ne dünya ne de ahiret sevabını istiyorlar. Allah'ın yolunda savaşıp sadece O'na yönelirken Allah'a karşı son derece edepli bir tavır takınmaktadırlar. Ondan önce günahlarından bağışlanma sonra ayaklarının kaymamasını ve sonra da kafirlere karşı yardım beklemektedirler. Yardımı da kendileri için istemiyorlar. Kâfirlere ceza olarak küfrün hezimetini istiyorlar. Bu da yüce Allah'ın nimetleri karşısında mümine yakışan bir tavırdır.
İşte kendileri için hiçbir şey beklemeyenlere yüce Allah, katından herşey vermiştir. Aynı şekilde ahireti isteyenlerin temenni edip ümit ettiklerini de vermiştir.
"...Allah da onlara hem dünya kazancını, hem de ahiret mükâfatının en güzelini verdi."
Yüce Allah onlara ihsanını gösteriyor. Güzel bir edep tavrı takındıklarından, cihadı hakkıyla yerine getirdiklerinden dolayı onlara karşı sevgisini bildiriyor. Kuşkusuz bu da en büyük nimet ve en büyük sevaptır:
"...Allah iyi işler yapanları sever."
İslam düşüncesinin büyük gerçeklerini içeren, müslüman kitlenin eğitilmesi rolünü hakkıyla yerine getiren ve müslüman ümmetin her nesli için bu birikimleri saklayan bu bölüm de böylece sona eriyor.
Surenin akışı; düşünceleri doğrultmak, vicdanları eğitmek, yolun kaygan noktalarından sakındırmak, müslüman kitleyi, kendilerini kuşatan hilelere ve düşmanlarının kurduğu tuzaklara karşı uyarmak amacıyla savaşta meydana gelen olayları sunmak ve onları değerlendirmelerine eksen kılmak hususunda bir diğer adım atarak sürmektedir.
Uhud'daki yenilgi, Medine'deki, kafir, münafık ve yahudilerin çeşitli söylentiler çıkarmalarına bir fırsat olmuştu. Medine, henüz bütünüyle müslümanların olmamıştı. Oradaki müslümanlar "Bedir'in" içindeki parlak zafer ve oluşturduğu korku duvarıyla kuşatılmış son derece garip bir topluluk idiler. Ancak Uhud'da alınan bu yenilgiyle durumları büyük ölçüde değişti. Pusuda bekleyen düşmanlar, kinlerini açığa vurmak, zehirlerini saçmak ve bütün müslümanların -özellikle şehid olanların ve ağır şekilde yaralananların- evlerinde meydana gelen felâket havası içinde hile ve desiselerini yaymak ve böylece müslümanların fikir ve saflarını karıştırmak için müsait bir ortam bulmuş oldular.
Kur'an'ın yönlendirici sunuşu ile savaşın gövdesini ve en geniş sahnelerini temsil eden aşağıdaki bölümde, yüce Allah'ın, iman edenleri kafirlere uymaktan sakındırmak için seslendiğini, düşmanlarının kalbine korku salıp, kendilerine zafer vereceğini vaadettiğini, onlara savaşın başlangıcında vaadettiği zaferi verdiğini; ancak kendilerinin çekişmeleri ve Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) emrine muhalefet etmeleri yüzünden bu zaferi kaybettiklerini hatırlattığını görüyoruz. Daha sonra, savaş sahnesi, heriki yönüyle, canlılık ve hareket fışkıran bir tarzda sunuluyor. Yenilgi ve korkunun ardından gelen, Allah hakkında kötü zan besleyen münafıkların kalbini kemiren şaşkınlık ve hasret ile müminlerin kalplerine indirilen güven söz konusu edilmektedir. Böylece bir taraftan, kulların ecellerine ilişkin ilahi takdirin hakikatinin yerleştirilmesiyle birlikte, olayların bu şekilde sürüp gitmesinin ardındaki gizli hikmet ve latif plan da ortaya çıkmış oluyor. Surenin akışı, bu bölümün sonunda müminleri; kafirlerin ölüm ve şehadet konusunda yaydıkları sapık düşüncelerden sakındırmakta ve onları ölme ya da öldürülme şeklinde olsun, insanların sonuçta görecekleri diriliş gerçeği ile yüzyüze getirmekte ve her ne suretle olursa olsun mutlaka Allah'a döneceklerini bildirmektedir.
Alıntı ile Cevapla
Alt 18 Eylül 2008, 10:17   Mesaj No:17
Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:116
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Ali İmran Suresi Tefsiri

KÂFİRLERE TÂBİ OLMAK
146- Nice peygamber var ki, çok sayıda taraftarı kendisi ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, yılmadılar ve boyun eğmediler. Allah sabırlıları sever.
147- Onlar sadece "Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve davranışlarımızdaki aşırılıklarımızı affeyle, ayaklarımızı kaydırma ve kâfirler karşısında bize yardım et" demişlerdir.
148- Allah da onlara hem dünya kazancını ve hem de ahiret mükâfatının en güzelini verdi. Allah iyi işler yapanları sever.
149- Ey müminler, eğer kâfirlere itaat ederseniz sizleri topuklarınız üzerinde geriye döndürürler de hüsrana uğrarsınız.
150- Oysa Allah'tır sizin mevlânız. O yardım edenlerin en hayırlısıdır.
151- Biz kâfirlerin kalplerine korku salacağız. Çünkü onlar kendilerine hiçbir güç verilmemiş olan nesneleri Allah `a ortak koşmuşlardır. Onların gidecekleri yer Cehennem'dir. Zalimlerin varacağı yer ne fenadır!
152- Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hani size sevdiğinizi (zaferi) gösterdikten sonra bozuluncaya, savaş konusunda görüş ayrılığına düşünceye ve itaatsizlik edinceye kadar müşrikleri kırıp geçiriyordunuz. Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra sizi deneyden geçirmek için onların başından savdı. Ama yine de sizi affetti. Allah müminlere karşı gerçekten lütuf sahibidir.
153- Hani Peygamber arkanızdan sizi çağırırken, hiç kimseye bakmadan kaçıyordunuz; ne kaybettiğinize ve ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz diye Allah sizi kederden kedere uğrattı. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
154- Sonra o kederin ardından Allah, üzerinize içinizden bir grubu saran bir güven duygusu, bir uyuklama indirdi. Bir grup da kendi derdi-ne düştü. Bunlar Allah hakkında cahiliye zihniyetini yansıtan, gerçeğe aykırı bir düşünce taşıyorlar ve "Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?" diyorlardı. Onlara de ki; "Hayır, bu tamamen Allah'ı ilgilendiren bir iştir."
Aslında sana açıklayamadıkları bir şeyi içlerinde saklıyorlar. içlerinden "Eğer bu işte bir fonksiyonumuz olsaydı burada öldürülmezdik " diyorlar. De ki; "Eğer evlerinizde de olsaydınız alınlarına ölüm yazılanlar uzanacakları yerleri yine de boylarlardı." Allah, gönüllerinizdekini deneyden geçirmek ve kalplerinizdekini arıtmak için bunları başınıza getirdi. Hiç kuşkusuz Allah gönüllerin özünü bilir.
155- İki topluluğun karşılaştığı gün savaştan geri dönenlerinizi şeytan bazı günahkar duyguları yüzünden ayartmaya girişmişti. Ama Allah onları yine de affetti. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve halimdir.
156- Ey müminler, yolculuğa çıkan ya da savaşa katılan kardeşleri hakkında "Eğer onlar yanımızda olsalardı ölmezler ya da öldürülmezlerdi" diyen kâfirler gibi olmayınız. Allah bu asılsız saplantıyı onların kalplerine çöreklenen acı bir hayıflanmaya dönüştürdü. Oysa can veren de öldüren de Allah'tır. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarını görür.
157 Eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz, Allah'tan gelecek olan bağışlama ve rahmet, onların biriktirecekleri dünya nimetlerinden daha hayırlıdır.
158- Kuşku yok ki, ölseniz de öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız.
Şu ayetler grubuna araştırıcı bir gözle baktığımızda, kanatlarının canlılık fışkıran bir çok sahneyi, İslâm düşüncesi, insan hayatı ve evrensel yasalara ilişkin temel ve büyük hakikatleri sardığını görürüz. Duygu ve düşünceleri coşturacak düzeyde savaşın hiçbir yönünü dışarda bırakmayacak şekilde; çabuk, canlı, hareketli ve derin bir dokunuşla ele aldığına şahid oluruz. Kuşkusuz bu ayetler; meydana geldiği atmosfer, kendine özgü koşulları ve olayları, beraberindeki ruhsal ve duygusal hareketlerle birlikte, savaşı, canlılık ve gözler önüne serme bakımından, bunca uzunluk ve detaylılıklarına rağmen siyer kitaplarında rastlanan tüm rivayetlerden daha etkindirler. Ayrıca, daha doğru bir düşünceye ulaşmak isteyen ruhlardaki canlı ve hareket halindeki gerçekler yığınını da kanatlarının altına aldığını görürüz.
Bunca sahneyi, bütün bu gerçekleri, bu denli canlı, hareketli ve duygulandırıcı bir tarzda bu kadarcık söz ve ifadeye sığdırmak insanın yapacağı birşey değildir kuşkusuz. Bu gerçeği, üslupların sırlarını ve ifadelerinin gücünü algılayanlar, öncelikle de üslûplarla uğraşan ve ifadenin sırlarını araştıranlar kavrayabilirler:
"Ey müminler, eğer kafirlere itaat ederseniz sizleri topuklarınızın üzerinde geriye döndürürler de hüsrana uğrarsınız."
"Oysa Allah'tır sizin mevlanız. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır."
Medine'deki kafirler, münafıklar ve yahudiler, müslümanların dirençlerini kırmak, Muhammed'le (salât ve selâm üzerine olsun) birlikte hareket etmenin sonucundan onları korkutmak, savaşın ürkütücü yanlarını, Kureyş müşrikleri ve müttefikleriyle takışmanın sonuçlarını tasvir etmek için müminlerin başlarına gelen yenilgi, ölüm ve yaralanmaları dillerine dolamışlardı. Küfür kalplerin karıştırılması, safların dağılması, güvensizliğin oluşması ve güçlülerle savaşmaya devam etmenin gereğinden kuşkulanmanın yayılmasını istiyordu. Çünkü savaştan el çekmenin hoş gösterilmesi ve zaferi kazanmak üzere olanların barışmaya yanaştırılması için en uygun hava, yenilgi havasıdır. Ayrıca bu atmosfer, kişisel acıların ve bireysel felaketlerin yaygınlaşıp toplumun ve akidenin bünyesini yıkmaya dönüşmesine ve böylece galip güçlere teslim olmaya uygun bir atmosferdir.
Bu yüzden yüce Allah, iman edenleri kafirlere uymaktan sakındırmaktadır. Çünkü kafirlere uymanın sonu kesin zarardır; hiçbir kâr ve yarar söz konusu değildir. Onlara uymak, topukların üzerinde küfre gerisin geriye dönmektir. Mümin, ya küfür ve kafirlerle savaşmak, batıl ve batıla uyanları defetmek suretiyle yoluna devam edecek ya da Allah korusun topukları üzerinde küfre dönecektir. Müminin konumunu ve dinini koruyarak ikisinin arasına pasif bir pozisyonda bulunması imkansızdır. İnsan böyle düşünebilir. Yenilginin ardından, yara ve berenin etkisiyle, güçlü galiplerle savaşmaktan vazgeçip, onlarla barış yapabileceğini, bununla beraber dinini, akidesini, imamı ve varlığını koruyabileceğini sanabilir. Bu, kof bir vahimdir. Böyle bir durumda ileriye atılmayanın, geriye dönmesi kaçınılmazdır. Küfür, şerr, sapıklık ve tağutlarla savaşa tutuşmayanın, horlanıp geriye dönerek; küfür, şerr sapıklık, batıl ve tuğyana dönmesi zorunlu bir sonuçtur. Bir kişinin akidesi ve imanı, onu kafirlere uymaktan, onları dinlemekten ve onlara güvenmekten alıkoyamıyorsa bu durumu o kişinin gerçekte daha ilk andan itibaren iman etmediğini gösterir. Akide sahibinin, akidenin düşmanlarına dayanması, onların desiselerine kulak vermesi ve direktiflerine uyması ruhsal bozgun belirtisidir. Yenilgi baş gösterdimi de sürecektir. Artık kimse onu sonuçta yenilmekten, topukları üzerinden küfre dönmekten alıkoyamaz. İlk adımlarını atarken bu kötü sonuca varacağını zannetmese de... Mümin, akidesi ve yönetilmesi bakımından, dininin ve önderliğinin düşmanlarına danışma gereğini duymaz. Bir kere onları dinlerse fıtri ve pratik bir olgu olarak artık topukları üzerinde irtidat yolunu tutmuş demektir. İşte yüce Allah, müminleri uyarmakta, bundan sakındırmakta ve iman adına onlara seslenmektedir:
"Ey müminler, eğer kafirlere itaat ederseniz sizleri topuklarınızın üzerinde geriye döndürürler de hüsrana uğrarsınız."
Topukların üzerinden, imandan küfre dönme yıkımından daha büyük zarar var mı? İman zararından sonra hangi kazanç olabilir ki?
Şayet kafirlere uymaya eğilim göstermenin nedeni, onlardan bir koruma ve yardım beklentisi ise, bu bir vehimdir. Ayetlerin akışı, yardım ve korumanın gerçeğini hatırlatarak bunu da reddediyor:
"Oysa Allah'tır sizin mevlanız. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır."
Müminlerin dostluk ve yardım bekleyecekleri merci burasıdır. Allah'ın dost olduğu kimse için O'nun yarattıklarının birinin dostluğuna gerek varmı? Yardımcısı Allah olanın, kulların yardımına ihtiyacı olur mu?
Ayetlerin akışı, müslümanların kalplerini sağlamlaştırmak için kendisine hiçbir otorite, güç ve kuvvet indirilmeyen şeyleri Allah'a ortak koşmalarından dolayı düşmanlarının kalplerine korku salındığını müjdeliyerek bunun ahirette hazırlanan azaptan önce olacağını bildirerek sürmektedir:
"Biz kafirlerin kalplerine korku salacağız. Çünkü onlar kendilerine hiçbir güç verilmemiş olan nesneleri Allah'a ortak koşmuşlardır. Onların gidecekleri yer Cehennemdir. Zalimlerin varacağı yer ne fenadır."
Kafirlerin kalplerine korku salınacağına ilişkin Ulu, Kâdir ve Kahhar olan Allah'ın verdiği söz, savaşın sonu için bir garanti, düşmanlarının yenilgisi ve dostlarının zaferi için bir güvencedir.
Küfrün, imanla karşılaştığı her savaş için geçerlidir bu vaad. Küfredenlerin, korkmadan ve Allah tarafından kalplerine atılan dehşet duygusu harekete geçmeden müminlerle karşılaştıkları vaki değildir. Ancak önemli olan, müminlerin kalplerinde iman ve birtek Allah'a dostluk duygusu gerçeğinin bulunmasıdır. Bu dostluğa sıkı sıkıya bağlı bulunmaları, Allah'ın ordusunun galip olacağı gerçeği konusunda her türlü söylenti ve kuşkudan soyutlanmaları ve kâfirlerin, yeryüzünde Allah'ı aciz bırakamayacakları gibi O'ndan kurtulamayacaklarını da bilmeleridir. Görünüşte bu gerçeğe aykırı bir durum belirdiğinde de Allah'ın ayette geçen sözüne içtenlikle güvenip buna göre hareket etmeleri gerekir. Çünkü, Allah'ın sözü, insanların gözlerinin gördüğü ve akıllarının değerlendirdiği herşeyden daha doğrudur.
Kâfirler korkacaklardır. Çünkü kalpleri gerçek bir dayanaktan yoksundur. Çünkü onlar ne bir güce ne de güçlü birine dayanmaktadırlar. Onlar hiçbir güçleri olmayan tanrılarını Allah'a ortak koşmaktadırlar. Çünkü yüce Allah, bu tanrılara hiçbir güç bahşetmemiştir.
"Kendisine hiçbir güç verilmemiş olan nesneler..." deyimi bazen iddia edilen tanrıları, bazen de kof inançları vasıflandırmak için Kuran'da sıkça rastladığımız köklü ve temel bir gerçeğe işaret eden derin anlamlı bir deyimdir.
Kuşkusuz, herhangi bir düşünce, inanç, kişi veya kuruluş, taşıdığı gizli güç ve caydırıcı otorite oranında, yaşar, hareket alanı bulur ve etkinlik gösterebilir. Bu güç; içindeki "Hakk" mefhumu ile, yani Allah'ın tüm evreni dayandırdığı temeller ve evrende yürürlükte olan Allah'ın koyduğu yasalara uygunluk derecesi ile ölçülür. Bu "Hakk" olma mefhumunu içermesi ile yüce Allah, varlık aleminde gerçek anlamda faal ve etkin olan güç ve otoritesinden ona bahşedecektir. Aksi takdirde, görünürde parlak ve heybetli görünse de son derece hafif boş, zayıf ve çürük olacaktır bu güç.
Müşrikler, (Allah'tan) başka tanrıları çeşitli şekillerde Allah'a ortak koşarlar. Öncelikle, uluhiyetin özelliklerinden herhangi bir şeyi Allah'tan başkasına vermekle meydana gelir bu şirk. Bu özellik, kanun koyma, hayat tarzları ve toplumsal düzenleri için başvurdukları değerleri belirlemek için bu kanunlara uymaya ve bu değerleri benimsemeye zorlamak şeklinde kullar üzerinde kullara egemenlik hakkı tanımaktır. Bu özelliklerin kapsamında bulunan ve onlardan bir parça sayılan sembolik ibadet sorunu bundan sonra gelir.
Peki bu tanrılar, Allah'ın şu evreni dayandırdığı "hakk"tan neye sahip bulunuyorlar? Kuşkusuz yüce Allah, şu evreni sadece bir olan yaratıcısına dayanması için yaratmıştır. Bütün bu yaratıkları da, ortak koşmaksızın kendisine kullukta bulunmaları, hiç tartışmasız kanun ve değerler konusunda sadece kendisine başvurmaları ve O'na bir başkasını eş koşmadan hakkıyla kendisine kulluk etmeleri için yarattı. Bunun için, kapsamlı anlamıyla Tevhidin dışına çıkan herşey, dayanıksız ve boştur. Evrenin yapısındaki gizli "hakk"tan yoksundur. Bu yüzden de çürük ve cılızdır. Ne bir güç ne de bir otoriteye sahiptir. Hayatın akışında hiçbir etkisi söz konusu değildir. Hatta hayat öğelerine ve hayat hakkına da sahip değildir.
İnanç ve düşünce konusunda kendilerine hiçbir güç verilmeyen Tanrıları Allah'a ortak koştuklarından dolayı müşrikler, zayıflık ve boşluğa dayanmaktadırlar. Onlar sonsuza kadar hor ve zayıf çığırtkanlar olacaklardır. Mutlak güç sahibi gerçeğe dayanan müminlerle karşılaştıklarında içlerini hep bir korku saracaktır onların.
Hakk ile batılın karşılaştığı her durumda bu vaadin doğruluğunu buluruz. Kaç kere, silahsız hakk karşısında son derece silahlanmış olarak dikilen batıl, korkaklar gibi büzülmüş, bunca silahlı kalabalığa rağmen her hareketten ve her sesten dolayı titremiştir. Hakk hareket edip saldırıya geçince de, bunca kalabalığına ve hakkın azlığına rağmen Allah'ın vaadini doğrularcasına batılın saflarında; dehşet, korku, parçalanma ve bozgun baş göstermiştir.
"Biz kafirlerin kalplerine korku salacağız. Çünkü onlar kendilerine hiçbir güç verilmemiş olan nesneleri Allah'a ortak koşmuşlardır."
Bu dünyadaki halleri... Ya ahirette?.. Orada da zalimlere yakışan acıklı ve fenâ bir sonuç beklemektedir onları...
"Onların gidecekleri yer de Cehennemdir Zalimlerin varacağı yer ne fenadır."
İşte bu noktada ayetlerin akışı müslümanlara, Uhud savaşındaki bu vaadin doğruluğunu belgeleyen kanıtlara çevrilmektedir. Çünkü savaşın başında zafer onların olmuştu. Müşrikler birer birer öldürülüyordu. Arkalarında birçok ganimet bırakarak kaçmaya başlamışlardı. Bayrakları da yere düşmüş ve bir kadın kaldırıncaya kadar kimse de buna el atmamıştı. Ganimete karşı okçuların nefislerinde zaaf belirip, aralarında çekişerek Peygamberleri ve komutanları Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) emrine karşı gelmeyinceye kadar müslümanların zaferi yenilgiye dönüşmemişti. Burada ayetler dikkati; sahneleri, mekânları, olayları ve koşullarıyla savaşın içine çekmektedir:
"Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hani size sevdiğinizi (zaferi) gösterdikten sonra bozuluncaya, savaş konusunda görüş ayrılığına düşünceye ve itaatsizlik edinceye kadar müşrikleri kırıp geçiriyordunuz. Kiminiz dünyayı kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra sizi deneyden geçirmek için onların başından savdı. Ama yine de sizi affetti. Allah müminlere karşı gerçekten lütuf sahibidir."
"Hani peygamber arkanızdan sizi çağırırken, hiç kimseye bakmadan koşuyordunuz, ne kaybettiğinize ve ne de başınıza gelenlere üzülmeyesiniz diye Allah sizi kederden kedere uğrattı. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
"Sonra o kederin ardından Allah içinizden bir grubu saran üzerinize bir güven duygusu ve bir uyuklama indirdi. Bir grup da kendi derdine düştü. Bunlar Allah hakkında cahiliyye zihniyeti yansıtan gerçeğe aykırı bir düşünce taşıyorlar ve bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı? diyorlardı. Onlara de ki; Hayır, bu tamamen Allah'ı ilgilendiren bir iştir. Aslında sana açıklayamadıkları birşeyi içlerinde saklıyorlar. İçlerinden, `Eğer bu işte bizim bir fonksiyonumuz olsaydı burada öldürülmezdik' diyorlar. De ki; `Eğer evlerinizde de olsaydınız alınlarına ölüm yazılanlar uzanacakları yerleri yinede boylarlardı. Allah gönüllerinizdekini denemek ve kalplerinizdekini arındırmak için bunları başınıza getirdi. Hiç kuşkusuz Allah gönüllerin özünü bilir."
"İki topluluğun karşılaştığı gün, savaştan geri dönenlerinizi şeytan bazı günahkâr duyguları yüzünden ayartmaya girişmişti. Ama Allah onları yine de affetti. Hiç kuşkusuz Allah, affedici ve Halim'dir."
Kuşkusuz, burada Kur'an'ın ifade tarzı, meydandaki hiçbir hareketi, ruhlardaki hiçbir duyguyu, yüzlerdeki hiçbir çizgiyi ve vicdanlardaki hiçbir devinimi belirtmeksizin geçmeyecek şekilde savaş sahnesinin ve zaferle yenilginin dönüşümünün eksiksiz bir tablosunu çizmektedir. İbareler, bir film şeridi gibi gözler önünde geçmekte ve her harekette yepyeni ve canlı bir tablo taşımaktadır. Özellikle dağa tırmanmayı, panik ve dehşet içinde kaçış hareketini ve Resulullah,ın (salât ve selâm üzerine olsun) savaştan dönüp kaçanları ve korkudan dağa tırmananları çağırmasını tasvir etmesinin yanında nefislerin hareketini, müslümanlarda meydana gelen çalkalanma, çeşitli duygular, heyecanlar ve arzuları da tasvir etmektedir. Bunca hareketli ve canlı tablonun yanında, Kur'an'ın üslûbunun ve olağanüstü eğitim metodunun belirmesini sağlayan şu direktifler ve hükümler yer almaktadır:
"Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hani size sevdiğinizi (zaferi) gösterdikten sonra bozuluncaya, savaş konusunda görüş ayrılığına düşünceye ve itaatsizlik edinceye kadar müşrikleri kırıp geçiriyordunuz."
Bu durum, ganimet duygusuna kapılmadan önce müslümanların müşrikleri doğradıkları ya da köklerini kuruttukları, savaşın başlangıcındaydı. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onlara "Sabrettiğiniz sürece zafer sizindir." demişti. Böylece yüce Allah Peygamberinin dilinden verdiği vaadi doğrulamıştı:
"Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu..."
Bu ifade, okçuların durumunu belirtmektedir. Onlardan bir grup ganimet arzusu karşısında zaaf göstermiş, onlarla, Resulullah'ın emrine mutlak itaat etmenin gerektiği görüşünde olanlar arasında çekişme baş göstermiş ve sevdikleri zaferin belirdiğini gözleriyle gördükten sonra isyan etmeye kadar götürmüşlerdi işi. Böylece iki gruba ayrılmış oldular. Bir kısmı dünya ganimetini, diğer bir kısmı da ahiret sevabını istiyordu. Artık kalpleri dağılmış, saflarda ve hedefte birlik diye birşey kalmamıştı. Ganimet arzusu ihlâs cilâsını ve akide savaşlarında bulunması kaçınılmaz olan mutlak dünya malından soyutlanma duygusunu gidermişti. Çünkü akide savaşı başka savaşlara benzemez. Bu savaş, hem savaş alanında hem vicdan da sürmektedir. Vicdandaki savaş kazanılmadan savaş alanında zafer elde etmek mümkün değildir. Bu, Allah için yapılan bir savaştır. Bu yüzden nefsini Allah için arındırmadıkça yüce Allah kimseye zafer nasip etmez.
Allah'ın sancağını yükselttikleri ve O'na dayandıkları halde, ortada bir kapalılık, bozukluk ve karışıklık olmaması için, yükselttikleri sancak adına herşeyden arınıp temizlenmedikçe yüce Allah zafer bahşetmez. Kuşkusuz, açıkca batıl sancağını yükselten batıl taraftarları -Allah'ın bildiği bir hikmetten ötürü- galip gelmişlerdir. Ancak, akide sancağını yükselttikleri halde, içtenlikle O'nun adına herşeyden soyutlanmayanlara yüce Allah, arındırıp temizlemek için onları denemedikçe ebediyyen zafer bahşetmez. Kur'an'ın savaş alanındaki konumlarına işaret ederken müslüman kitleye göstermek istediği budur. Kaypak ve kararsız tutumlarının meyvesi olan acı bir yenilgi ve açık bir yara almış bulunan müslüman kitleye yüce Allah, bunu öğretmek istiyordu.
"...Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu."
Kur'ana Kerim, bizzat müslümanların kendi kalplerinde varlığından habersiz oldukları gizli duygulara ışık tutmaktadır. Abdullah İbn-i Mes'ud (Allah O'ndan razı olsun) şöyle der: "Uhud günü bizim hakkımızda "Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu" ( İbn-i Kesir, tefsirinde rivayet eder ve "İbn-i Mes'ud dışında başka yollardan da rivayet edilmiştir" der. İbn-i Mürdeveyh de tefsirinde bunu rivayet etmektedir.) ayeti inene kadar Resulullah'ın ashabından birinin dünyayı istediğini görmemiştim." Böylece Kur'an, kalpleri ve içindekilerini açıp önlerine koymakta, bir dahaki sefere sakınmaları için yenilginin nereden geldiğini göstermektedir onlara.
Aynı zamanda, karşılaştıkları acıların ve açık sebeplerinden dolayı meydana gelen olayların arka plândaki Allah'ın hikmet ve tedbirinin bir tarafını da onlara göstermektedir.
"...Sonra sizi deneyden geçirmek için onların başından savdı."
Kuşkusuz, orada insanların fiillerinin arkasında, Allah'ın takdiri yeralıyordu. Zaaf gösterip aralarında çekişerek isyan edince yüce Allah, güçlerini, heybetlerinï ve müşrikler karşısındaki dikkatlerini giderdi. Okçuları geçitten geri döndürdü, savaşçıları savaş alanından çevirdi ve böylece hep birlikte kaçmaya başladılar. Bütün bunlar, onları denemek için hazırladığı plana göre meydana geliyordu. Kalplerin gizliliklerini ortaya çıkarmak, ruhları arındırmak ve değineceğimiz gibi safları belirlemek için; zorluk, korku ve yenilgi, öldürülme ve yaralanma ile deniyordu onları yüce Allah.
Böylece, olaylar sebeplerin sonucu meydana geldiği gibi müslümanların kendi hesaplarına göre planlanmış olarak canlanıyordu. Ancak hiçbiri diğeriyle çakışmadan oluyordu bunların. Her olayın bir sebebi ve her sebebin arkasında, latif ve herşeyden haberdar olan Allah'ın plânı vardır.
"...Ama yine de sizi affetti."
Sizde meydana gelen zaaf, çekişme ve isyanı bağışladığı gibi savaştan kaçışınızı, dönmenizi ve irtidatınızı da bağışladı. Kendisinden bir lütuf ve minnetle yaptı bunu. Çünkü kötü bir niyet ve hatada ısrar söz konusu olmayıp beşeri zaaftan kaynaklanıyordu bu hal. Allah'a iman, O'na teslim olmak, önderliğinize ve Allah'ın iradesine teslim olmak çerçevesinde de hata edebilir, zaaf gösterebilirdiniz.
"...Allah müminlere karşı gerçekten lütuf sahibidir."
O'nun metoduna uydukları, O'na kulluk üzere bulundukları, uluhiyetin özelliklerinden herhangi bir şeyi kendileri için iddia etmedikleri, metod, düzen, değer ve ölçülerini O'ndan başkasından almadıkları sürece onları bağışlamak Allah'ın lütfundandır. Onlardan bir hata meydana geldiğinde, zaaf acizlik ya da sürçme ve başka bir nedenden dolayı meydana geleceğinden; deneme, arınma ve ihlâstan sonra Allah'ın bağışlamasıyla karşılaşacaklardır...
Aşağıdaki ayet-i kerime yenilginin canlı ve hareket halindeki bir tablosunu gözler önüne getirecektir:
"Hani peygamber arkanızdan sizi çağırırken, hiç kimseye bakmadan kaçıyordunuz."
Sahnedeki olgunun duygularında derinleşmesi, zaaf, çekişme ve isyan sonucu kendilerinden kaynaklanan davranış ve sonucundan mahcup olup utanmaları için... İbare, birkaç kelimeyle duygusal ve ruhsal hareketlerinin tablosunu çizmektedir. Sahnede büyük bir korku dehşet ve panik içinde dağa tırmanıyorlar. Öyle ki biri diğerine bakamıyor. Çağırınca cevap veremiyor. Üstelik, kalplerini ve ayaklarını titreten "Muhammed öldürüldü" şayiasından sonra, yaşadığına inandırmak için Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) da arkalarından çağırıp duruyordu. Bu, şu kadarcık kelimede gözler önüne getirilen mükemmel bir sahnedir.
Sonuçta yüce Allah, kaçırdıklarına sevinmemeleri ve başlarına gelene üzülmemeleri için kaçmak, kendileri kaçtıkları halde arkalarında direnen sevgili Peygamberini bırakmak ve böylece birtakım yaralar almasına ve üzülmesine neden olduklarından dolayı onların ruhlarına üzüntü salmakla cezalandırıyor. Başlarından geçen bu deney Peygamberinin başına gelen bu acı -ki bu, kendilerine isabet eden herşeyden daha ağır geliyordu- ruhlarını kaplayan bu pişmanlık ve uğradıkları bu üzüntü... Kaçırdıkları bunca menfaati ve başlarına gelen bunca sıkıntıyı küçümsemelerini sağlayacaktır:
"Ne kaybettiğinize ve ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz diye Allah sizi kederden kedere uğrattı..."
Allah, bütün gizliliklerden haberdardır. Sizin yaptıklarınızın hakikatini ve davranışlarınızın nedenini hakkıyla bilir:
"Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
Yenilginin, korku ve dehşetini, Rabblerine ve Peygamberlerine dönen mümin ruhlarda yereden hayret verici bir güven duygusu takip etmişti. Kendilerini, büsbütün kaplayan tatlı bir uykuya teslim etmişlerdi. Bu olağanüstü mucize ifade edilirken, tıkırtısı ve gölgesiyle bu güven ve sükûn atmosferini tasvir etmesi için istikrar, incelik ve yumuşaklık saçıyor adeta.
"...Sonra o kederin ardından Allah üzerinize içinizden bir grubu saran bir güven duygusu bir uyuklama indirdi."
Bu, o mümin kullarını kuşatan ilahi rahmetin sonucu meydana gelen olağanüstü bir mucizedir. Çünkü, bir an için de olsa, korkup kaçışan yorgunları uyku bürüdü mü, bünyelerinde büyü etkisini yapar, onları yeniden yaratır ve niteliği bilinmeyen bir şekilde bünyelerine güven duygusunu serper. Bunu, sıkıntı ve zorluk anında denediğimden söylüyorum. O anda, insanın kısır ifadesinin tasvir edemeyeceği şekilde yüce Allah'ın kuşatıcı ve derin rahmetini hissetmiştim.
Tirmizi, Nesei ve Hakim, Hammad b. Seleme'nin hadisinden, O da Enes'ten, O da Ebi Talha'dan şöyle rivayet ederler: Ebu Talha der ki: "Uhud günü başımı kaldırıp baktığımda onlardan kabuğuna çekilip uyuklamayan biri yoktu."
Ebu Talha'dan yapılan bir başka rivayette "Uhud günü saflarda iken bizi bir uyku basmıştı. Öyle ki kılıcım elimden düşer gibi oluyor ben de tutuyordum. Tekrar düşüyor tekrar tutuyordum" der.
KENDİLERİNİ DÜŞÜNENLER
Diğer gruba gelince onlar; nefisleri kendilerini uğraştırıp daha çok ilgilendiren, cahiliye düşüncelerinden tamamen kurtulamayan, nefislerini içtenlikle Allah'a teslim etmeyen, bütün benlikleriyle O'nun kaderine teslim olmayan, başlarına gelenin imtihan ve arınma için olduğu, yoksa yüce Allah dostlarını düşmanlarına karşı yalnız bırakmayacağı konusunda mutmain olmayan ve yüce Allah'ın, küfür, şer ve batıla nihai galibiyet ve tam zafer vermeyi takdir etmediğine güvenmeyen imanı sarsılmış kimselerdir:
"...Bir grup da kendi derdine düştü. Bunlar Allah hakkında cahiliye zihniyeti yansıtan gerçeğe aykırı bir düşünce taşıyorlar ve `Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?' diyorlardı."
Bu akide, mensuplarına, hiçbir şeyin kendilerine ait olmadığını, tamamen Allah'a ait olduklarını, O'nun yolunda cihada çıktıklarında O'nun için çıktıklarını, O'nun için hareket ettiklerini, O'nun için savaştıklarını, bu cihadda, kendilerine ait başka bir amacın söz konusu olmadığını, Allah'ın kaderine teslim olduklarını, ne şekilde olursa olsun bu kaderden geleni hoşnutluk ve teslimiyetle karşılamalarını öğretmektedir.
Sadece kendilerini düşünenler ve şahıslarını düşünce, değerlendirme, ilgi ve uğraşlarının ekseni durumuna getirenlere gelince bunların ruhlarında iman gerçeği olgunlaşmamıştır. İşte Kur'an'ın burada sözünü ettiği grup bunlardandır. Bunların nefisleri kendilerini uğraştırmış ve sadece kendilerini düşünecek duruma gelmişlerdi. Düşüncelerinde, açığa kavuşmayan bir iş yüzünden kaybettiklerini sanarak büyük bir sıkıntı ve kararsızlık içinde bocalamaktaydılar. İstemeden savaşa itildiklerini, buna rağmen acı bir sınav verdiklerini, öldürülme, yara ve acılardan oluşan ağır bir bedel ödediklerini düşünüyorlardı. Allah'ı gerçek anlamda tanımıyorlardı. Bu yüzden cahiliyede olduğu gibi O'nun hakkında haksız zan yürütüyorlardı. Kendilerine birşey düşmeyen, ancak ölüp yaralanmaları için sürüklendikleri savaşta kaybolacaklarını düşünmeleri, Allah hakkında besledikleri haksız zandan kaynaklanıyordu. Allah'ın, kendilerini yardım edip kurtarmayacağını ve aksine düşmanlarının eline bir kurban gibi teslim edeceğini düşünüyorlardı.
"...Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?" diye sormaları bu yüzdendi. Bu sözleri, kumanda ve savaş çizgisine karşı geldiklerini göstermektedir. Bunlar Medine'den çıkmama görüşünde olup Abdullah b. Ubeyy ile birlikte geri dönmedikleri halde kalpleri bir türlü istikrar ve güvene kavuşmamış kişiler olabilirler.
Ayetlerin akışı, kuşku ve zanlarını sunmayı bitirmeden önce, sordukları işin aslını düzeltmek ve gerçeğini yerleştirmek için şu sözlerini ele âlmaktadır:
"Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı? Onlara de ki; Hayır, bu tamamen Allah'ı ilgilendiren bir iştir."
Bu işte kimseye birşey yok. Ne kendilerine ne de başkalarına... Bundan önce Peygamberine şöyle demişti yüce Allah: "Bu işten sana hiçbir şey yoktur."·(Al-i İmran suresi; 128) Bu dinin işi, yeryüzünde onu yerleştirmek ve düzenini kurma meselesi, kalpleri ona yöneltme konusu... Bunların tümü Allah'ın işidir. Görevlerini yapmak, biatlarına sadık kalmaktan başka bu işte insanın hiçbir müdahalesi söz konusu değildir. Sonrasında Allah, ne şekilde dilemişse öyle olur herşey.
Ayet-i kerime böylece, kuşku ve zanlarını sunmadan önce ruhlarının gizlediklerini açığa çıkarmaktadır:
"Aslında sana açıklayamadıkları şeyi içlerinde saklıyorlar."
Ruhları, vesvese ve kuşkularla doludur. Karşı gelme ve inatçılıkla kuşatılmıştır. "Bu işte bize birşey var mı?" diye sormaları, istemeden bu sonuca geldikleri düşüncesinde olduklarını göstermektedir. Bunun altında kötü idarenin kurbanı olduklarını, şayet savaşı kendileri idare etmiş olsalardı bu sonuca layık olmayacakları düşüncesi yatmaktadır.
"Eğer bu işte bizim bir fonksiyonumuz olsaydı burada öldürülmezdik, diyorlar."
Bu, yenilgiyle yüzyüze geldiklerinde, yenilginin acılarına katlanmak zorunda kaldıklarında, bedelin düşündüklerinden de ağır olduğunu anladıklarında, vicdanlarına baktıklarında, sorunun açık ve oturmuş olmadığını algıladıklarında, kumandanın uygulamalarının ve bu işte bir yetkileri olsaydı böyle olmayacaklarını zannettiklerinde, akide için herşeyden soyutlanmamış tüm ruhlarda depreşen bir vesvesedir. Böyle olunca da düşüncelerindeki bu bulanıklıkla, olayların arkasında Allah'ın elinin ve imtihanda O'nun hikmetinin olduğunu düşünmeleri mümkün değildir. Onların değerlendirmesine göre sorun zarar üstüne zarar kayıp üstüne kayıptır.
İşte bu noktada bütün işler hakkında derin bir düzeltme yeralmakta ve arkasından hayat, ölüm ve sınamanın gerisindeki gizli hikmet hakkında doğru düşünce gelmektedir:
"De ki; `Evlerinizde de olsaydınız alınlarına ölüm yazılanlar uzanacakları yerleri yine de boylarlardı. Allah gönüllerinizdekini denemek, kalplerinizdekini arıtmak için bunları başınıza getirdi. Hiç kuşkusuz Allah gönüllerin özünü bilir."
De ki; şayet siz; evlerinizde olsaydınız, komutanın çağrısına uymayıp savaşa çıkmasaydınız ve her işinizi kendi değerlendirmenize göre yapsaydınız yine de öldürülmesi yazılanlar öldürülecekleri yeri boylarlardı. Herkesin belirli bir eceli vardır, öne alınmadığı gibi ertelenmez de. Aynı şekilde, herkesin belirtilmiş bir yeri vardır, oraya gelip ölmesi kaçınılmazdır. Ecel yaklaştığında, eceli gelen kendi ayaklarıyla ona koşar, öleceği yere kendi adımlarıyla varır. Belirlenen eceline kimse zorla sürüklemez onu, ayrılan ölüm yerine de kimse itmez.
Şu ifadeye bakın: ".. Yatacakları yer"... Buna göre bedenlerinin yere değip rahatladığı, adımların sustuğu ve yeryüzünde dolaşanların sonuçta geldikleri kabir bir yataktır. Hiçbir zaman kavrayamadıkları ancak kendilerini kavrayan ve kendilerini diledikleri gibi idare eden gizli bir etken tarafından sürüklendikleri bir yatak... Bu güçlü etkene teslim olmak kalp için daha huzur verici, ruh için daha sakinleştirici ve vicdan için daha rahatlatıcıdır.
Kuşkusuz bu, arka planda gizli bir hikmeti bulunan Allah'ın kaderidir:
"Allah gönüllerinizdekini deneyden geçirmek ve kalplerinizdekini arıtmak için bunları başınıza getirdi."
Göğüslerdekini açığa vuran, kalplerdekini gideren ve gerçeğini abartısız ortaya çıkaran sınama gibi bir mihenk yoktur. Sınamak; gerçeği ortaya çıkarmak için göğüslerde bulunanları denemek ve bildirmektir. Bu, içinde bir bozukluk ve çürüklük bırakmayacak şekilde kalpleri temizleme ve tasfiye operasyonudur. Ayrıca, içinde bir karışıklık ve kapalılık bırakmaksızın düşüncenin sahihleşip parlamasını sağlar sınav zorluğu.
"Hiç kuşkusuz Allah gönüllerin özünü bilir."
Göğüslerde bulunanlar; onlar için gerekli gizli sırlardır. Bunlar orada gizlenir, sürekli nefse eşlik ederler. Bunları açığa çıkarmadığı gibi gün yüzüne de çıkarmaz. İşte Allah, göğüslerde bulunan bütün bunları bilir. Ancak yüce Allah, olayları hareketlendirip ortaya çıkarmadıkça insanların bilmesinin imkansız olduğu bu sırları onlara da öğretmeyi dilemektedir.
Savaş alanında iki topluluğun karşılaştığı gün yenilip kaçanların içlerinde bulunanı yüce Allah biliyordu. İşledikleri bir günah yüzünden zaaf gösterip geri dönmüşlerdi. Bu yüzden ruhları sarsılmıştı. Şeytan da bu gedikten ruhlarına musallat olmuş ve onları kaydırmak istemişti. Onlar da kayıp düşmüşlerdir:
"İki topluluğun karşılaştığı gün, savaştan geri dönenlerinizi şeytan bazı günahkâr duyguları yüzünden ayartmaya girişmişti. Ama Allah yine de sizi affetti. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve Halim'dir."
Bu ayette, Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kendilerini paylarından yoksun bırakacağı düşüncesine kapıldıkları gibi ganimet arzusuna kapılan okçulara özel bir işaret vardır. Yaptıkları buydu. Ve şeytan da bununla onları kaydırmak istemişti.
Alıntı ile Cevapla
Alt 18 Eylül 2008, 10:21   Mesaj No:18
Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:116
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Ali İmran Suresi Tefsiri

Okçulara işaret yanında; hata işleyen, gücündeki dayanıklılığı yitiren, Allah'la olan bağını gevşeten ölçü ve dayanaklarını terkeden, Allah'la bağını ve O'nun hoşnutluğuna olan bağlılığını bir kenara attığından dolayı kuşku ve vesveselere geniş bir alan bırakan her insan nefsinin düşeceği durumu belirleyen genel bir tasvir söz konusudur burada. Böyle bir durumda şeytan, bu nefsi etkilemek için kolaylıkla kendisine yol bulur. Bu nefsi taşıyan insanı dayanaktan yoksun bırakır artık.
Peygamberlerle birlikte düşmanlar karşısında savaşan ve sadece Rabb'e kul olanların öncelikle günahlardan istiğfar etmesinin sebebi buydu. Bu istiğfar, onları Allah'a döndürmüş, O'nunla bağlarını güçlendirmiş, kalplerindeki kararsızlığı silmiş, orâdaki vesveseleri kovmuş, şeytanın girdiği, Allah'tan kopma, O'nun korumasından uzaklaşma gediğini kapatmıştır. Çünkü şeytan; bu gedikten girerek kendilerini kurtaracak koruyucudan fersah fersah uzaklaştırıp bataklıkta bir başına bırakana kadar tekrar tekrar ayaklarını kaydırmaya çalışmaktadır.
Burada yüce Allah, ràhmetinin kendilerine kavuştuğunu, şeytanın onları kendisinden koparmaya izin vermediğini, dolayısıyle kendilerini bağışladığını bildirmektedir. Burada kendisini onlara -Çok bağışlayan- Gafûr, ve Yumuşaklık sahibi- Halîm olarak tanıtmakta. Ruhlarında O'na yönelme ve bağlılık olduğunu; azgınlık, kopukluk ve kaçaklık duygusunun fıtratlarında olmadığını bildiğini ve böylece hata işleyenleri kovmayıp onları cezalandırmada da acele etmediğini bildirmektedir.
Ölüm ve hayata ilişkin yüce Allah'ın kaderi ve bu konuda kâfir ve münafıkların kötü düşüncelerinin gerçek mahiyetinin açıklanması, müminlere bunlar gibi düşünmemelerine ilişkin bir çağrıyla son bulmaktadır. Ayetlerin akışı müminleri, başka değerlere, acı ve fedakarlıkları daha iyi değerlendiren ölçülere yöneltmektedir:
"Ey müminler, yolculuğa çıkan ya da savaşan kardeşleri hakkında `Eğer onlar yanımızda olsalardı ölmezlerdi ya da öldürülmezlerdi' diyen kafirler gibi olmayız. Allah bu asılsız saplantıyı onların kalplerine çöreklenen acı bir hayıflanmaya dönüştürdü. Oysa can veren de öldüren de Allah'tır. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızı görür."
"Eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz Allah'tan gelecek. olan bağışlanma ve rahmet onların biriktirdikleri dünya nimetlerinden daha hayırlıdır.
Kuşku yok ki ölseniz de öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız."
Bu ayetlerin, savaş konusuyla olan ilişkilerinden de anlaşılacağı gibi bu sözler, savaş öncesinde geri dönen münafıklar ile müslümanlarla ilişki ve yakınlıkları bulunan ve ancak henüz İslâm'a girmemiş Medine'li müşriklere aittir. Böylece bu müşrikler, Uhud'da şehid düşenlerin yakınlarının kalplerine; hasret ve öldürülmelerinin, savaşa çıkmalarının sonucu olduğuna ilişkin bir duyguyu yaymaya çalışıyorlardı. Kuşkusuz bu tür fitneler ve kanlı hicranlar müslüman saflarda; karışıklık ve çalkalanmalara neden olur. Bu yüzden düşünceleri düzeltmek ve tuzakları kuranların boyunlarına geçirmek için bu Kur'anî açıklama yer almaktadır.
Kafirlerin "Eğer yanımızda olsalardı ölmez veya öldürülmezlerdi" sözleri; bolluğu ve darlığıyla tüm hayat ve hayattaki olaylara yön veren kanunlara ilişkin akide sahibi ile ondan yoksun olanın düşünceleri arasındaki temel farkı ortaya çıkarmaktadır. Akide sahibi, Allah'ın kanunlarını kavramış, O'nun iradesini algılamış ve O'nun kaderine güvenmiştir. Allah'ın yazdığından başkasının kendisine isabet etmeyeceğini çok iyi bilmektedir.
Başına birşey gelmişse bu onun kendi hatasından kaynaklanmaktadır. Kendisi için takdir edilmeyen bir şeyin de başına gelmesi söz konusu değildir. Bu yüzden, zorluk anında feryadı basmadığı gibi bolluk karşısında da şımarmaz. Ne bunun ne de şunun için ruhunda bir sıkıntı hissetmez. İş olup bittikten sonra, "bu şekilde" korunmak ya da "şöyle" kazanmak için "böyle" yapmadığına üzülmez. Değerlendirme, planlama, görüş bildirme ve danışmanın zamanı harekete geçmeden öncedir. Kendi bilgisi ve Allah'ın emir ve nehiylerinin sınırları içinde değerlendirip plânladıktan sonra harekete geçtiğinde meydana gelen herşeyi; güven, hoşnutluk ve teslimiyetle karşılar. Çünkü mümin, meydana gelen herşeyin Allah'ın kaderi, planı ve hikmeti uyarınca meydana geldiğine inanmaktadır. Bütün sebepleri bizzat yerine getirmiş olsa da herşeyin Allah'ın takdir ettiği şekilde olacağına kanidir. Bu şekilde teslimiyet, görevi yerine getirmek ve tevekkül arasındaki denge sayesinde insanın adımları doğrulur ve vicdanı huzura kavuşur. Ancak; kalbini Allah hakkındaki bu dosdoğru düşünceden yoksun bırakana gelince o, sürekli bir kararsızlık ve bunalım içindedir. Daima "şayet..", "olmasaydı..", "keşke olsaydım..." ve "eyvah.. "lar içinde bocalamaya mahkumdur.
Yüce Allah -müslüman kitleyi eğitmek için, Uhud savaşı ve orada müslümanların başına gelenlerin gölgesinde- onları, rızık elde etmek için yeryüzünde dolaşırken veya cihada çıkıp savaş esnasında öldürülen bir yakınlarından dolayı üzüntüye kapılan kafirler gibi olmaktan sakındırıyor.
"Ey müminler; Yolculuğa çıkan ya da savaşa katılan kardeşleri hakkında `Eğer onlar yanımızda olsalardı ölmezlerdi veya öldürülmezlerdi' diyen kafirler gibi olmayınız."
Bu sözü, evrende meydana gelen şeyler ve bunlar üzerinde etkin güç olan Allah hakkındaki bozuk düşüncelerinden dolayı söylüyorlar. Çünkü bu kafirlerin Allah ve O'nun hayata egemen kaderiyle bağları kopuk olduğundan görünen sebepler ve yüzeysel koşullardan başka birşey görmeleri mümkün değildir.
"...Allah bunu kalplerinde bir hasret olsun diye bıraktı..."
Kardeşlerinin rızık elde etmek için yeryüzünde dolaşmaya çıkmalarının sonucu öldükleri ya da savaş ve çarpışmadan ötürü öldürüldüklerine ilişkin duyguları... Ölüm veya öldürülmelerinin nedeninin bu yeryüzüne çıkış olayı olduğuna dair inançları sonucu çıkmaktan alıkoymadıklarına üzülmelerini sağlamaktadır. Gerçek nedenin; ecelin gelmesi, ölüm çağrısı, Allah'ın takdiri, ölüm ve hayat hakkındaki kanunu olduğunu bilselerdi üzülmezlerdi. İmtihanı sabırla karşılayıp hoşnutlukla Allah'a yönelirlerdi.
"Oysa can veren de öldüren de Allah'tır."
Hayatı vermek, kararlaştırılan bir zamanda, belirlenen bir ecelle ister evlerinde veya ailelerinin yanında ister rızık elde etmek ya da akide için savaş meydanında olsunlar insanlara verdiğini almak Allah'ın elindedir. Herşeyden haberdar olan O'dur, herşeyi bilip gören O'dur, ceza ve karşılık da O'nun katındadır.
"Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarını görür."
ÖLÜM OLGUSU
Buna göre iş, ölüm veya öldürülme ile bitmiyor, son nokta burası değildir. Şu halde yeryüzündeki hayat yüce Allah'ın insanlara bahşettiği nimetlerin en iyisi değildir. Başka değerler; Allah katında daha üstün değerler vardır:
"Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz Allah'tan gelecek olan bir bağışlanma ve rahmet onların biriktirdikleri dünya nimetlerinden daha bayırlıdır."
"Kuşku yok ki ölseniz de öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız."
Allah yolunda ölmek ve öldürülmek -bu şartla ve bu itibarla- hayattan, insanların hayatta elde ettikleri mal, makam, güç ve dünya metaından daha iyidir. Çünkü, arkasında gelen Allah'ın bağışlaması ve merhameti vardır. Bunlar insanların elde ettiklerinden daha iyidir. İşte Allah, müminleri bu bağışlanma ve merhamete yöneltmektedir. Bu noktada onları, kişisel üstünlüklere ve beşerî değerlere terk etmiyor. Allah'ın yanında bulunanlara da teslim ediyor bizzat kalplerini, kendi rahmetine bağlıyor. Bu da insanların tüm topladıklarından kalplerin bağlandığı tüm değerlerden daha iyidir kuşkusuz.
Herkes Allah'a dönecektir. İster yataklarında veya yeryüzünde dolaşırken ölsünler, ister meydanda çarpışırken öldürülsünler; her durumda O'nun huzurunda toplanacaklardır. Bunun dışında dönecekleri, bundan başka varacakları bir yer yoktur. O halde oradaki farklılık; yapılan iş, niyet, yöneliş ve ilgide söz konusu olabilir. Sonuç ise hep birdir; gerek ölmek, gerekse kesinleşmiş zamanda ve belirlenmiş sürede öldürülmek şeklinde olsun Allah'a dönülecektir. Ve toplanma gününde O'nun huzurunda toplanılacaktır. Dolayısıyla herkesi bekleyen son; Allah'ın bağışlaması ve merhameti ya da öfke ve azabı olacaktır. Ahmakların ahmakı; her durumda öleceği halde, kendine kötü sonucu seçendir.
Böylece kalplerde, ölüm, hayat ve Allah'ın kaderinin gerçek mahiyetleri yer etmektedir. Bu şekilde kalpler, beraberinde kaderin hareket ettiği imtihan, kaderin arka plânındaki hikmet ve imtihan sonrasındaki mükafatla tatmin olmaktadır. Bununla da, savaştaki olaylar ve bu olayların doğurduğu şartlar arasında yapılan gezinti son bulmaktadır.
PEYGAMBERİN ŞAHSİYETİ
Daha sonra ayetlerin akışı, yeni bir konu ile sürüyor. Bu akışın eksenini de Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kişiliği, yüce peygamberlik gerçeği, bu yüce gerçeğin müslüman ümmetin hayatındaki değerï ve bu sayede yüce Allah'ın bu ümmete bahşettiği rahmetin tecelli etmesi oluşturmaktadır. Bu eksenin etrafında, müslüman kitlenin hayatının düzenlenmesi ve bu düzenin temellerine ilişkin İslâm metodundan ve İslâm düşüncesi ile onun dayandığı gerçeklerden, genel anlamda bu düşüncenin ve bu metodun insan hayatındaki değerinden oluşan başka çizgiler de yer almaktadır.

159- Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert, katı kalpli biri olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı. Onları bağışla, kendileri için Allah'tan af dile, yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al, ama karar verince artık Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz Allah kendisine dayananları sever.
160- Eğer Allah size yardım ederse sizi hiç kimse yenemez. Fakat eğer sizi yüzüstü bırakırsa O'ndan başka size kim yardım edebilir? Müminler sadece Allah `a dayansınlar.
161- Hiçbir peygamberin kamu mallarında yolsuzluk yapması söz konusu değildir. Kim bir yolsuzluk yaparsa kıyamet günü yolsuzluk malını taşıyarak gelir. Sonra herkese kazandığı eksiksiz olarak verilir, hiç
kimseye haksızlık edilmez.
162- Allah'ın rızasına uyan kimse, Allah'ın gazabına uğrayan kimse gibi olur mu? Onun varacağı yer Cehennem'dir. Orası ne kötü bir varış yeridir!
163- Onların Allah katındaki dereceleri farklıdır. Allah onların neler yaptıklarını görmektedir.
164- Allah, müminlere kendi özlerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı lütufta bulundu. Bu peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretiyor. Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık içinde idiler.
Bu bölümde yüce peygamberlik gerçeği eksenine sıkı sıkıya bağlı birçok temel gerçeği ve aynı zamanda kısa ifadelerin içerdiği büyük esasları görürüz. Öncelikle Peygamber'in (salât ve selâm üzerine olsun) ahlâkında, kalplerin üzerinde toplanması, ruhların etrafında birleşmesi için hazırlanan şefkatli, hoşgörülü, yumuşak ve güzel tabiatın da somutlaşan ilahi rahmeti görürüz. Aynı zamanda, İslâmî toplum hayatının dayandığı temelin şûra olduğunu ve bunun sonucunun dış görünüşü bakımından acı da olsa yeri geldikçe emredildiğini görürüz. Şûra ilkesinin yanında, verilen kararın büyük bir kararlılık ve kesinlikle uygulanması ve yürütülmesi ilkesini görürüz. Şûra ve uygulamanın yanında, tasavvur, hareket ve düzenlemeyi tamamlayan Allah'a güvenip dayanma gerçeğinin yeraldığını görürüz. Ayrıca Allah'ın çizdiği kaderi görürüz. Herşeyin neticede O'na döneceğine vakıf oluruz. Olaylar ve sonuçları üzerinde kendisinden başka hiçbir etken gücün bulunmadığı gerçeğini de kavrarız. Ganimet konusunda; ihanet, hile ve ihtirastan sakındırmanın yeraldığını görürüz. Değerlerin, ölçülerin, kazanç ve zararın gerçeğini ortaya çıkaran Allah'ın hoşnutluğuna uyanlar ile O'nun hışmına uğrayanların arasındaki kesin farkı gördüğümüz gibi... Bölüm, bu ümmete peygamberini göndermekle yüce Allah'ın yaptığı iyiliğin yüceliğini göstermekle son buluyor. Öyle ki bu iyiliğin yanında, ganimetler gibi çekilen acılar da çok küçük kalır.
Evet bütün bu hususlar şu az sayıdaki ayette toplanmıştır:
"Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert ve katı kalpli biri olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı. Onları bağışla. Kendileri için Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al. Ama karar verince artık Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz Allah kendisine dayananları sever."
Ayetlerin akışı burada Resulullah'a ve O'nun şahsında da Medine'den çıkmak için başta öne atılan, sonra safları karışan ve böylece savaş öncesinde üçte biri geri dönenlere, hitabını tevcih etmektedir. Bunlar daha sonra O'nun emrine karşı gelmiş, ganimet arzusuna yenik düşmüş ve Resulullah'ın öldürüldüğüne ilişkin söylenti karşısında zayıflık göstermişti. Yine bunlar yenilerek topukları üzerinde geri dönmüş, O'nun az kişiyle başbaşa ve yara bere içinde peşlerinde çağırır halde bırakıp, buna rağmen hiç kimseye dönüp bakmamış kişilerdi. Peygamberin gönlünü hoş tutmak, müslümanların da Allah'ın nimetini anlamalarını sağlamak için onlara yönelmekte ve çevresinde kalplerin toplandığı Peygamberin yüce ve şefkatli ahlâkında somutlaşan Allah'ın rahmetini O'na ve onlara hatırlatmaktadır. Böylece O'nun kalbindeki gizli rahmeti harekete geçirmekte ve bu davranış sonucu kalbinde yereden kırgınlığı da gidermektedir. Müminlerin de, bu şefkatli peygamberle kendilerine ulaşan ilahi nimeti duyumsamalarını sağlamaktadır. Sonra Peygamber'i, onları affetmeye, onlar için bağışlanma dilemeye ve meydana gelen sonuçtan ötürü İslâmî hayatın bu temel ilkesini iptal etmeksizin her zaman olduğu gibi onlarla müşavere yapmaya çağırmaktadır.
"Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert ve katı kalpli olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı."
Bu O'nu ve onları kuşatan Allah'ın rahmetidir. Yüce Allah, Peygamberini müminlere karşı şefkatli ve son derece yumuşak kılmıştır. Şayet kaba ve katı kalpli olsaydı etrafında kalpler birleşmez ve çevresinde duygular toplanmazdı. Çünkü insanlar sürekli; şefkatli üstün bir gözetime, güler yüzlü bir hoşgörüye, kendilerini saran bir sevgi atmosferine, bilgisizlikleri, zayıflık ve eksiklikleri yüzünden sıkmayan bir yumuşaklığa ihtiyaç duyarlar. Ayrıca, kendilerine veren; ancak onlardan birşey beklemeyen, üzüntüleriyle ilgilendiği halde kendi derdiyle onları üzmeyen, yanında her zaman, ilgi, gözetim, şefkat, hoşgörü, sevgi ve hoşnutluk buldukları büyük bir kalbe muhtaçtırlar. İşte Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kalbi böyle bir kalpti ve insanlarla birlikte böyle yaşıyordu. Bir kerecik olsun kendi şahsı için onlara kızmadı. Beşeri zaaflarından dolayı onlara karşı kalbinde bir sıkıntı hissetmedi. Hayatın nimetlerinden hiçbir şeyi kendine mal etmedi; aksine, elinde ne varsa hepsini büyük bir hoşgörü ve cömertlikle onlara verdi. Yumuşaklık, iyilik, şefkat ve yüce sevgiyle onları sardı. O'nunla konuşan, O'nu gören hiç kimse yoktur ki, kalbi O'nun büyük ve geniş gönlünden fışkıran sevgi duygularıyla dolmasın.
Bütün bunlar O'na ve ümmetine Allah'ın bir rahmetiydi. Yüce Allah, bütün bunları, bu ümmetin hayatı ve dilediği düzeni yerleştirmek için hatırlatmaktadır.
İSTİŞARE ETME
"...Onları bağışla, kendileri için Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al."
"Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al."
Yüce Allah şu kesin ayetle İslâm toplumunun yöneticisi Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) de olsa, yönetimde "şûra" ilkesini getirmiş oluyor. Bu ayet, müslüman ümmet için "şûra"nın temel bir ilke olduğu ve İslâm düzeninin bundan başka bir ilkeye dayanmadığı konusunun, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin olduğunu vurgulamaktadır. "şûra"nın şekline ve gerçekleşme yöntemlerine gelince; bunlar, ümmetin durumu ve hayat şartlarına uygun olarak değişebilirler. Çünkü "şûra" gerçeğinin -göstermelik değil- uygulandığı her yöntem İslâm'dandır.
Bu hüküm, "Şûra" ilkesinin görünürde acı ve tehlikeli sonuçları ortaya çıktıktan sonra gelmektedir. Açık sonuçlarından biri de, müslüman saflarda bozulmanın ve görüş ayrılıklarının baş göstermesiydi. Müslümanların bazıları Medine'de kalıp düşmanın saldırmasını beklemeyi ve sokak başlarında onlarla savaşmayı öngörüyordu. Başka bir topluluk da cesaret gösterip düşmanı karşılamaya çıkma görüşündeydi. Bu görüş ayrılığının sonunda, safta bozulma baş göstermişti. Çünkü düşman kapıya dayanmışken Abdullah bin Ubey bin Selul askerin üçte biriyle geri dönmüştü. -Kuşkusuz bu, büyük olay ve korkunç bir bozulmaydı: Ayrıca uygulanan taktik; görünüş itibariyle de askerî açıdan sağlıklı bir taktik değildi. Nitekim bu taktik, Abdullah b. Ubey'in dediği gibi eskiden beri uygulanan Medine'yi içerden savunma taktiğine de uymuyordu. Müslümanlar daha sonra meydana gelen Ahzap (Hendek) savaşında bunun tersini uygulamış ve fiilen Medine'de beklemişlerdi. Uhud'da başlarına gelenden ders alarak "Hendek" kazıp, düşmanı karşılamaya çıkmamışlardı.
Kuşkusuz Resulullah, Medine'nin dışına çıkmakla, müslüman safları bekleyen tehlikeli sonuçtan habersiz değildi. Kesinlikle doğru olduğunu bildiği sadık bir rüya görmüş ve bu yüzden Medine'de kalma taraftarı idi. Ailesinden birinin, arkadaşlarından bir kaçının öldürülmesine ve Medine'yi de sağlam bir zırha yormuştu. Kuşkusuz "şûra" sonucu kararlaştırılan görüşü benimsemeyebilirdi. Ancak, gerisindeki acıları, zararları ve kurbanları gördüğü halde bu "şûra"daki görüşe uydu. Çünkü bir ilkenin yerleştirilmesi, bir kitlenin eğitilmesi ve bir ümmetin terbiye edilmesi geçici zararlardan daha önemlidir.
En sakıncalı şartlarda meydana getirdiği bölünme ve savaş sonunda çekilen bunca acıları doğurması karşısında; Nebevî komuta, savaştan sonra "şûra" ilkesini tümden atma yetkisine sahipti yine kuşkusuz. Ancak İslâm, bir ümmet oluşturuyordu, onu eğitip insanlığa önderlik yapmaya hazırlıyordu. Ve yüce Allah, toplumları eğitmek ve onlara gerçek önderliği hazırlamak için, en iyi yöntemin "şûra"ya başvurması olduğunu benimsetiyordu. Bunu sağlamak için sorumluluk taşımaya alıştırmak ve (ne kadar büyük, sonuç bakımından ne kadar acı da olsa) hatalarını düzeltmelerini öğretmek, görüş ve uygulamasının sorumluluğunu taşımasını bilmelerini sağlamak için hata da işlenebileceğini biliyordu. Çünkü hata işlenmedikçe doğru, gerçek anlamda bilinemez. Alıştırılmış ve sorumluluğunun bilincine vardırılacak bir ümmetin inşası söz konusu olunca, zararlar önemsenmez. Halâ bir ümmet vesayet altındaki bir çocuk gibi hayatını sürdürüyorsa bunun hayatındaki hatalar, kaymalar ve zararlar ona bir şey kazandırmıyor, demektir. Bir insanın zararlardan sakınması ona birtakım maddi kazançlar sağlayabilir. Ancak bu insan ruhsal olarak kaybedecektir. Gelişimi ve eğitimi sekteye uğratacaktır. Pratik hayattaki dayanıklılığı bakımından kaybedecektir. Tıpkı, kayıp düşmemesi ya da -Örneğin- ayakkabısını yıpratmaması için yürümekten alıkonulan çocuk gibi...
İslâm bir ümmet inşa edip eğitiyordu. Onu önderlik makamına hazırlıyordu. Bu nedenle, olgunlaşıp pratik hayattaki davranışlarının üzerinden vesayetin kaldırılması için Resulullah'ın hayatındaki pratik uygulama ile eğitilmeleri gerekiyordu. Şayet olgun bir önderliğin varlığı "şûra"ya engel teşkil etseydi, her yandan düşmanlar ve tehlikelerle kuşatılmış ve henüz yeni olgunlaşmakta olan İslâm ümmeti için çok önemli bir sonucu getirebilecek Uhud savaşı gibi en tehlikeli durumlarda buna başvurulmazdı. Ve yine pratik ve fiilen ümmetin oluşmasına engel olsaydı, bunca tehlikeli bulunan bir işte önderlik kurumu Şûra'dan bağımsız davranabilseydi ve olgun bir önderliğin varlığı en tehlikeli işlerde "şûra"nın yerini tutabilseydi, yüce Allah'tan vahiy alan Hz. Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) varlığı müslüman ümmeti o gün "şûra" hakkından yoksun kalmasına neden olabilirdi. Özellikle, müslüman ümmetin oluşması için tehlikeli olan şartların gölgesinde ve beraberinde getirdiği bunca acıdan sonra.. Ancak ilahi vahiye muhatab olan Hz. Muhammed'e, (salât ve selâm üzerine olsun) bu tür olayların meydana gelmesi ve bunca olumsuz şartın varlığı bile hakkı ortadan kaldırmaya yetmemiştir. Çünkü yüce Allah, sonuç ne olursa olsun, zarar ne derece büyük olursa olsun, saftaki bölünme ne kadar tehlikeli olursa olsun, verilen kurbanlar ne denli acı verirse versin ve tehlikeler her yanı sarmış da olsa en kritik işlerde bile "şûra" ilkesinin uygulanmasının gerekli olduğunu biliyordu. Çünkü bunların hiçbiri, pratik hayatta pişmiş, görüş ve uygulamanın sorumluluğunun bilincinde ve farkında olan bir ümmetin oluşmasına engel teşkil edemezler. Bizzat böyle bir ortamda bu ilahî emrin gelmesinin nedeni budur.
"Onları bağışla, kendileri için Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al."
Beraberinde büyük tehlikeler getirse de bu ilkenin her koşulda yerleşmesi gerekir. Uygulanışı sırasında meydana gelen tehlike son derece büyük olsa da, müslüman ümmetin hayatında yer etmesi ve uygulanışı Uhud'daki gibi düşman kapıdayken safta bölünmeye sebep olsa da, müslüman ümmetin hayatından bu ilkeyi kaldırmaya ilişkin korkunç mazeretlerin geçersiz kılınması için... Çünkü doğru yoldaki ümmetin varlığı bu ilkeye bağlıdır. Ve doğru yoldaki ümmetin varlığı da yolda karşılaşılan diğer tüm zararlardan daha önemlidir kuşkusuz.
Üstelik İslâm düzeninin gerçek görüntüsü, ayetin sonunu getirmeden tamamlanmış olmuyor. Ayete baktığımızda görüşler arasında tercih yapmak, bazısını uygulamadan alıkoymanın "şûra" ilkesinin yerine gelmesi için yeterli olmadığını görürüz. Sonuçta Allah'a güvenip dayanmaktan alıkoymamalıdır insanı.
"Ama karar verince artık Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz Allah kendisine dayananları sever."
"şûra"nın görevi, en isabetli görüşü ortaya çıkarmak, ortaya atılan ihtimallerden birini seçmektir. İş bu noktaya varınca "şûra"nın rolü biter artık "uygulama" fonksiyonu devreye girer.
Allah'a güvenip dayanarak kararlaştırılan görüşü büyük bir azim ve kararlılıkla uygulama işi, Allah'ın çizdiği kadere ve sonuçları dilediği gibi yönlendiren Allah'ın iradesine bağlar.
Resulullah, Rabbanî ve Nebevî zırhını giyerken, ümmete "şûra"yı yani görüş bildirmeyi, en tehlikeli ve en büyük işlerde bile uygulama sorumluluğunu taşımayı öğretiyordu. "şûra"dan sonra hareket etme, Allah'a güvenip dayandıktan sonra (sonunu ve varacağı yeri bildiği halde) kendini Allah'ın kaderine teslim etmekten ibaret ikinci zırhını da kuşanıyordu. Böylece çıkış emri uygulandı. Resulullah eve girdi, nereye gittiğini, kendisini ve beraberindeki arkadaşlarını bekleyen acıları ve kurbanları çok iyi bildiği halde zırhını ve silahlarını kuşandı. Ardından Medine'nin dışına çıkmaya taraftar olanlar, Resulullah'ı istemediği bir şeye zorladıklarına ilişkin endişeleri ve tereddütleri ile düşmanı karşılamak veya Medine'de beklemek konusunda dilediği gibi davranması hususunda Resulullah'ı serbest bırakmaları... Evet böyle bir fırsatın doğması bile O'nun kararından döndürmeye yetmedi. Çünkü O, onlara toplu bir ders vermek istiyordu. "şûra" dersini, Allah'a güvenip dayanmak ve O'nun kaderine teslim olmakla beraber azmedip kararlılık göstermek dersini de vermek istiyordu. Onlara "şûra"nın bir zamanının olduğunu, bundan sonra tereddüte, görüş tercih etmeye ve görüşleri yeni baştan değerlendirmeye yer olmadığını öğretmek istiyordu. Çünkü bu, aceleciliğin, edilgenliğin ve bitmez tükenmez kararsızlığın belirtisidir. Oysa yapılacak iş, görüş bildirip "şûra"ya başvurmaktır. Allah'a güvenip dayandıktan sonra azim ve kararlılık göstermektir. Allah da bunu seviyor:
"...Allah kendisine dayananları sever..."
Allah'ın ve O'nun taraftarlarının sevdiği dostluk, müminlerin özenle koruması gereken dostluktur. Hatta bu, müminlerin ayırıcı özelliğidir. Allah'a güvenip dayanmak, her işi sonuçta O'na döndürmek İslâm düşüncesinde ve İslâmî hayatta beliren son denge çizgisidir. Bu, her işin Allah'a döneceğine ve Allah'ın dilediğini yapabildiğine ilişkin büyük gerçekle birlikte hareket etmektir.
Kuşkusuz, bu "Uhud"dan çıkarılan büyük derslerden biridir. Herhangi bir çağda yaşayan özel bir nesil için değil tüm müslüman nesiller için bir tecrübe birikimidir.
Allah'a güvenip dayanma gerçeğinin yerleşmesi ve sağlam temelleri üzerinde yükselmesi için sûrenin akışı, zafer ve bozgun konusunda etkin gücün Allah'ın gücü olduğunu, yardımın o'ndan bekleneceğini, yenilgi konusunda O'ndan korkulacağını, yönelişin O'na olacağını, hazırlık yapıldıktan, sonuçtan el çekip onu tamamen Allah'ın kaderine bağladıktan sonra O'na güvenilip dayanılacağını bildirerek sürmektedir:
"Eğer Allah size yardım ederse sizi biç kimse yenemez. Fakat eğer sizi yüzüstü bırakırsa O'ndan başka size kim yardım edebilir? Müminler sadece Allah'a dayansınlar."
İslâm düşüncesinde, Allah'ın kaderinin mutlak etkinliği ile bu kaderin insanların; davranış, eylem ve işlerinin sonucunun gerçekleşmesi arasında şaşmaz bir denge vardır. Yüce Allah'ın kanunu sonuçların sebeplerden sonra gelmesini öngörmektedir. Ancak sonuçları doğuran bizzat sebeplerin kendisi değildir. Müessir etken Allah'tır. Ve yüce Allah, kaderi ve iradesi uyarınca sonuçları sebeplerden sonraya bırakmıştır. Bu yüzden insandan, görevini yerine getirmesini, çaba sarf etmesini, gereken neyse onu yapmasını istemektedir. Sonra da bunların miktarına uygun sonucu meydana getirmektedir.
Böylece sonuçlar ve akıbetler, Allah'ın dilemesine ve kaderine bağlanmış olur. Çünkü yalnızca O, birşeyin olmasına ve dilediği gibi oluşmasına izin verir. Bu şekilde müslümanın düşüncesiyle eylemi arasında denge sağlanmış olur. O, elinden geldiğince çalışır, çaba sarf eder, bunların sonucu konusunda da Allah`ın kaderine ve iradesine bağlanır. Onun düşüncesinde, sonuçlarla sebepler arasında kesinliğe yer yoktur. Hiçbir işte Allah'ı zorunlu kılamaz.
İşte burada ayet-i kerime, savaşın -hangisi olursa olsun- kaçınılmaz sonuçları olan zafer ve yenilgi konusunda müslümanları, Allah'ın kaderine ve dilemesine döndürmektedir. Onları Allah'ın iradesine ve gücüne bağlamaktadır. Şayet Allah onlara yardım ederse kimse onları yenemez. Bu varlık aleminde yaradan, tam ve mutlak bir gerçektir. Çünkü, Allah'ın kuvvetinden başka kuvvet, O'nun gücünden başka güç ve O'nun dilemesinden başka dileyiş söz konusu değildir. Herşey ve her olay O'ndan kaynaklanır. Ancak tam ve mutlak gerçek olan bu anlayış, müslümanları metodu uygulamaktan, direktiflere uymaktan, yükümlülükleri yerine getirmek ve çaba sarf etmekten alıkoyamaz. Bütün bunlardan sonra da Allah'a güvenip dayanmak zorundadır müslüman:
"Müminler sadece Allah'a dayansınlar."
Böylece müslümanın düşüncesi, Allah'tan başkasından birşey isteme düşüncesinden kurtulmuş olur. O, kalbini doğrudan varlık aleminde etkin olan güce bağlar. Böylece zafer, korunma ve sığınma için ham hayallerden ve boş sebeplerden elini çeker. Sonuçların meydana gelişinde varılacak noktanın gerçekleşmesinde ve her işi hikmeti uyarınca plânlamasında yalnızca Allah'a güvenip dayanır. Bundan sonra da her ne şekilde olursa olsun, Allah'ın takdiriyle meydana gelen herşeyi içtenlikle kabul eder.
Bu teslimiyet İslâm'ın dışında olan her insan kalbinin tanımadığı olağanüstü bir dengedir.
Daha sonra ayet-i kerime; emanete, yönetime, ihanetten sakındırma, hesap gününü hatırlatma ve ruhları hırpalamadan görevi yerine getirmeye sevk etme konusunda bu eksenden çizgiler uzatmak için Nübüvvete ve onun ahlâki, özelliklerine dönmektedir:
"Hiçbir peygamberin kamu mallarında yolsuzluk yapması söz konusu değildir. Kim bir yolsuzluk yaparsa kıyamet günü yolsuzluk malını taşıyarak gelir. Sonra herkese kazandığı eksiksiz olarak verilir, hiç kimseye haksızlık edilmez."
Okçuların dağdaki mevzilerini terk etmesinin nedenleri arasında, Resulullah'ın ganimetten kendilerine pay ayırmayacağı endişesi de yer almaktaydı. Aynı şekilde bazı münafıklar daha önce "Bedir" ganimetlerinden bir kısmının saklandığını söylemiş ve bu konuya Resulullah'ın ismini de karıştırmaktan çekinmemişlerdi.
İşte burada surenin akışı, bütün peygamberlerin ihanet etme ihtimalini ortadan kaldıran bir hüküm yerleştirmektedir. Yani mallardan veya ganimetten herhangi bir şeye el koymaları, askerden bazısına pay ayırmadan diğerleri arasında paylaştırmaları, yahut herhangi bir şeye ihanet etmelerinin söz konusu olmayacağını bildirmektedir:
"Hiçbir peygamberin kamu mallarında yolsuzluk yapması söz konusu değildir."
Olur şey değil. Kesinlikle hiçbir peygamberin özellik, tabiat ve ahlâkında böyle bir şeyin olması mümkün değildir. Buradaki olumsuzluk, eylemin meydana geliş ihtimaline ilişkindir. Helallığını ya da olabilirliğini yasaklamak için değildir. Çünkü peygamberin; güvenilir, adil ve tertemiz tabiatlı oluşu başından itibaren ihanetin meydana gelmesine engeldir. Bir diğer kıraatte (Yeğullu) fiili meçhul sığasıyla okunmaktadır. Bu durumda bir peygambere ihanet edilmeyeceği ve ona uyanların kendisinden herhangi bir şey gizleyemeyeceği anlamı ortaya çıkar. Dolayısıyla herhangi bir şeyde peygambere ihanet etmeye nehyetme söz konusu edilmiş oluyor. Bu kıraat Hasan el-Basri'nin kıraatıdır.
Ardından, emanete ihanet edenlere, kamu malından ya da ganimetten herhangi bir şey gizleyenlere yönelen şu korkunç tehdit yer almaktadır:
"Kim bir yolsuzluk yaparsa kıyamet günü yolsuzluk malını taşıyarak gelir. Sonra herkese kazandığı eksiksiz olarak verilir, biç kimseye haksızlık edilmez."
İmam Ahmed şöyle rivayet eder: Süfyan Zührî'den aktardı. O da Urve'nin şöyle dediğini işitmişti. Ebu Hamîd es-Saîdî anlattı: Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) Ezd kabilesinden İbn-i Uteybe adında birini zekâtları toplamak için görevlendirdi. Adam gelip şöyle dedi: "Bunlar sizin, bunlar da bana hediye edildi. Bunun üzerine Resulullah mimbere çıktı ve şöyle dedi: `Bu iş için görevlendirdiğimiz görevliye ne oluyor da, bunlar sizin, bunlar da bana hediye edildi' diyor. Babasının ya da anasının evinde oturup bekleseydi bunlar hediye edilecek miydi? Muhammed'in nefsi elinde olana and olsun ki sizden biriniz ondan birşey götürürse kıyamet günü hayatında götürdüğü o şeyle gelir. Ya bağıran bir deve, ya böğüren bir sığır ya da meleyen bir koyunla gelir. Sonra biz koltuklarının altını görene kadar iki elini kaldırdı. Sonrada üç kere şöyle dedi: "Allah'ım tebliğ ettim mi?" (Buhari-Müslim)
Bir başka rivayette İmam Ahmed kendi isnadiyle Ebu Hüreyre'den şöyle nakleder:
Alıntı ile Cevapla
Alt 18 Eylül 2008, 10:23   Mesaj No:19
Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:116
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Ali İmran Suresi Tefsiri

"Birgün Resulullah aramızdayken ayağa kalktı ve emanetten sözetti. Emanete ve onu korumaya büyük önem verilmesini istedi. Sonra da şöyle buyurdu: `Sizden birinizin boyunda bağıran bir deve olduğu halde gelip `Ya Resulullah yardım et' demesini istemem. Ona `Allah'a karşı sana hiçbir şey yapamam, çünkü sana tebliğ etmiştim' diyeceğim. `Sizden birinizin boynunda kişneyen bir at olduğu halde gelip `Ya Resulullah yardım et' demesini istemem. Ona `Allah'a karşı sana hiçbir şey yapamam. Çünkü sana tebliğ etmiştim' diyeceğim. Sizden birinizin boynunda altın ve gümüş olduğu halde gelip `Ya Resulullah yardım et' demesini istemem. Ona `Allah'a karşı sana hiçbir şey yapamam, çünkü sana tebliğ etmiştim' diyeceğim." ( Buhari-Müslim)
İmam Ahmed kendi isnadiyle Adiyy b. Umeyre el-Kindî'den şöyle rivayet eder:
"Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyurdu: `Ey insanlar sizden kimi bir konuda vazifelendiririz de bu kişi bir iğne dahi gizlerse bu emanete ihanettir. Kıyamet günü bununla getirilir.' Adiyy der ki: Ensardan siyah derili biri kalktı -mücahid der ki: O Sa'd bin Ubade idi. Şu an O'nu görür gibiyim ve O `Ya Resulullah benden verdiğin işi geri al' dedi. Resulullah `Niçin?' diye sorar. Adam `Şöyle şöyle dediğini işittim' der. Resulullah bunun üzerine şöyle buyurdu: `Aynı şeyi şimdi de söylüyorum. Kimi bir işe görevlendirdiğimizde az çok ne varsa getirsin. Verileni alsın, verilmeyeni bıraksın " (Müslim-Ebu Davud değişik yollardan İsmail b. Ebu Raf'den rivayet etmişler.)
İşte Kur'an ayetleri ve hadisi şerifler müslüman kitlenin eğitimindeki fonksiyonlarını böyle icrâ edip onu hayret verici bir noktaya getirdiler. Onları insanlar içinde benzeri görülmemiş bir şekilde emanete riayet eden, takva sahibi ve her ne şekilde olursa olsun emanete ihanet duygusundan uzak bir topluluk halinde yetiştirdiler. Müslümanlar arasında en basit bir insan bile ganimet olarak eline geçen çok kıymetli bir şeyi alırken, hiç kimse görmediği halde, getirip komutanına teslim edebiliyordu. Müslüman, Kur'an'ın ürkütücü nassına muhatap olmaktan ve kıyamet günü peygamberinin kendisini sakındırdığı korkunç ve utandırıcı durumla karşılaşmaktan korktuğu için bu konuda nefsinde olumsuz bir duyguya yer açmazdı. Müslüman, bu gerçeği pratik olarak yaşıyordu. Ahiret O'nun duygularında yereden bir olguydu. Müslüman heran kendisini, peygamberinin ve Rabbinin karşısında görüp kötü duruma düşmekten titizlikle korunuyordu. Çünkü ahiret, yaşadığı bir gerçekti, uzak bir vaad değil. Hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, herkese kazandığının verileceğini ve kimseye haksızlık edilmeyeceğini çok iyi biliyordu.
İbn-i Cerir Taberi tarihinde şöyle anlatır: "Müslümanlar Medain şehrine girip ganimetleri topladıklarında adamın biri beraberinde bulunan bir malı getirip ganimetleri toplayan kişiye verdi. Ganimetleri toplayan kişiyle orada bulunanlar `Bunun gibisini görmedik. Yanımızda bulunanlar değil buna denk olsunlar, yanına bile yaklaşamazlar. Adama bundan birşey aldın mı?' dediler. `Allah'a andolsun ki onun korkusu olmasaydı bunu asla getirmezdim' dedi. Bunun üzerine adam da bir özellik olduğunu anlamadılar ve `Kimsin?' dediler. `Adımı sizi beni övmemeniz için sizden başkasına da beni methetmemeleri için söylemem; Ancak Allah'a hamd eder O'nun sevabıyla yetinirim' dedi. Peşine bir adam taktılar ve arkadaşlarına gidip kim olduğunu soruşturmasını istediler. Böylece bu kişinin Amr b. Abdi Kay olduğunu öğrendiler." (Taberi Tarihi c.4, s.16)
İşte İslâm, müslümanları bu olağanüstü eğitim yöntemiyle eğitiyordu. Öyle ki bu konuda anlatılanlar nerdeyse efsane sayılacak derecededir.
Daha sonra ayetin akışı ganimet ve ihanet konusundan, değerlerin ölçülmesine geçiyor. Mümin kalbin ilgilenip uğraşmasına yol açan gerçek değeri bildiriyor:
"Allah'ın rızasına uyan kimse, Allah'ın gazabına uğrayan kimse gibi olur mu? Onun varacağı yer Cehennemdir. Orası ne kötü bir varı ş yeridir."
"Onların Allah katındaki dereceleri farklıdır. Allah onların neler yaptıklarını görmektedir."
Bu, gölgesinde ganimetlerin ve çeşitli malların çok küçük kaldığı bir değişimdir. Ayrıca, kalplerin eğitimi, önem verdiği şeylerin yükseltilmesi, ufkunun genişlemesi ve asıl meydandaki gerçek yarışı göstermesine ilişkin olağanüstü eğitim metodundan bir temas örneğidir:
"Allah'ın rızasına uyan kimse, Allah'ın gazabına uğrayan kimse gibi olur mu? Onun varacağı yer Cehennemdir. Orası ne kötü bir varış yeridir."
İşte "değer" budur. İlgi ve seçim alanı burasıdır. Kâr, zarar ortamı burasıdır. Àllah'ın hoşnutluğuna uyan ve onunla kurtuluşa erenle, O'ndan yüz çevirip Allah'ın hışmına uğrayarak böylece Cehenneme (o kötü dönüş yerine) giden arasındaki fark ne kadar açıktır.
Bu ayrı bir derece, bu da apayrı bir derece... Çok farklı şeyler...
"Onların Allah katındaki dereceleri farklıdır."
"Herkes derecesini, hak ederek elde edecektir. Ne bir haksızlık ne de bir kısma, ne tolerans ne de fazlalık...
"Allah onların neler yaptıklarını görmektedir."
Bölüm asıl eksenine: Resulullah'ın kişiliğine, Risaletine ve O'nunla müminlere yapılan iyiliğin büyüklüğüne dönerek son buluyor.
ALLAH'IN LÜTFU
"Allah müminlere kendi özlerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı lütufta bulundu. Bu peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretiyor. Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık içinde idiler."
Bu bölümün şu büyük gerçekle; Peygamber'in (salât ve selâm üzerine olsun) kişisel değeri onunla gerçekleşen ilahi lütfun büyüklüğü, şu ümmetin inşasında, eğitim-öğretiminde, önderliğinde apaçık sapıklıktan, ilim hikmet ve temizliğe dönüşümündeki rolünün gerçeğiyle son bulması... Evet bu sonuç Kur'an'a özgü derin ve değişik işaretleri içermektedir.
Öncelikle ganimetler, ganimet tutkusu, ganimete ihanet ve savaştaki durumun değişmesine, zaferin yenilgiye dönüşmesine ve müslümanlara yapacağını yapmasına doğrudan neden olan bu değersiz işle uğraşma konularına değinmektedir. Çünkü büyük Risalet gerçeğine ve onda somutlaşan büyük lütfa yönelik işarette, gölgesinde tüm yeryüzü ganimetlerinin, eşyalarının ve nimetlerinin anmaya ve değerlendirmeye değmeyecek kadar değersiz ve önemsiz kaldığı, Kur'an'ın eşsiz eğitim temaslarından derin bir temas yer almaktadır. Bu gerçeğin yanında mümin başka şeyleri anmaktan utanır, bunları düşünmek bile yüzünü kızartır; nerde kaldı ki bunlarla ilgilenmek söz konusu olsun.
Sonra savaşta müslümanların başına gelen yenilgi, yara, acı ve zararlardan söz edilmektedir. Çünkü böylesine büyük bir gerçeğe ve onda somutlaşan lütfa değinmek, gölgesinde her türlü acının ve zararın yanında bütün yaralanma ve kurbanların son derece küçük kaldığı Kur'an'a özgü olağanüstü eğitim metodunun derin temaslarından biridir. Böylece lütuf tazim edilmekte, müslümanların hayatındaki herşeye kesinlikle tercih edilen iyilik tamamen belirginleşmektedir.
Sonra... Bu lütfun müslüman ümmetin hayatındaki etkilerine işaret edilmektedir:
"Allah müminlere kendi özlerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı lütufta bulundu. Bu peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretiyor. Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık içinde idiler."
Bu da bir halden diğer bir hale, bir durumdan başka bir duruma ve bir dönemden başka bir döneme geçişi ifade etmektedir. Böylece müslüman ümmet, bu değişimin arka plânındaki yeryüzü tarihi ve insanlık hayatında bu ümmetten büyük bir görev isteyen ve peygamber göndermekle ümmeti bu büyük göreve hazırlayan Allah'ın kaderini kavramış olur. O halde böylesine önemli bir görevi bulunan bir ümmetin şu önemli hedefin gölgesinde basit ve değersiz kalan şeylerle kafasını meşgul etmesi uygun değildir. Şu büyük gayenin gölgesinde rahat ve kolay görünen kurbanlar ve acılarla muzdarip olması yakışık almaz.
Bunlar, ayetlerin akışında hatırlatılan bu lütfun akla getirdiği bazı duygular... Tüm duyguları ve gölgeleriyle kuşatıcı Kur'an ayetini karşılayabilmek için özetleyerek genel bir değiniyle yetiniyoruz:
"Allah müminlere kendi özlerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı lütufta bulundu."
Yüce Allah'ın içlerinden bir peygamber göndermesi ve bu peygamberin "kendilerinden" olması büyük bir lütuftur. Celal sahibi Allah'ın bazı yaratıklarına kendi katından peygamber göndermekle iyilikte bulunması ancak Allah'ın kereminden fışkıracak bir lütuftur. Beşerin hiçbir davranışı bu yüce lütfu karşılayamaz.
Yaratıklarının hiçbirinden karşılık beklemeden sınırsız keremine gark eden yüce Allah'ın onlara ayetlerini ve sözlerini anlatan bir peygamber göndermekle kendilerini saran lütfu olmasaydı, şu insanlar ve şu yaratıklar ne yapabilirlerdi? Yine yüce Allah bu şekilde onlara uyarıda bulunsun ve bu iyiliği yapsın?
Peygamberin "kendilerinden" olması da bu lütfu arttırmaktadır. "onlardan" denilmiyor. Çünkü Kur'an-ı Kerimin kullandığı "kendilerinden" deyimi duygu ve anlam bakımından derin bir kapsayıcılığa sahiptir.
Kuşkusuz peygamberlerle müminler arasındaki bağ, ruhun bir diğer ruhla kurduğu bağdır; bireyle tür arasındaki bağ değildir. Sorun peygamberin onlardan biri olmasıyla bitmez. Sorun bundan çok daha köklü ve yücedir. Sonra, müminler peygamberle kurdukları bu bağa ve Allah'ın bahşettiği yüce ufka iman sayesinde ulaşıp yükselebilirler. Bu da müminlere büyük bir lütuftur. Peygamberin gönderilmesi, ruhlarıyla peygamberlerin ruhu, kendisiyle peygamber arasında bu sevimli bağın olmasına da somutlaşan bu iyilik böyle dahada artmaktadır.
Ardından bu üstün iyilik, ruhlarında, hayatlarında ve tarihlerindeki pratik etkileriyle daha bir belirginleşmektedir:
"Bu peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretiyor."
Yüce Allah'ın kendi katından kendilerine yüce sözleriyle hitap eden bir peygamber göndermekle lütfettiği iyilik en büyük alanda belirginleşiyor.
"Onlara Allah'ın ayetlerini okuyor."
İnsanın yalnızca bu iyiliği düşünmesi bile Allah'ın huzurunda korkup titremesine ve O'nun önünde eğilmesine, sonuçta da şükür ve namaz için secdeye durmasına yeterlidir.
Şayet yüce Allah'ın kendisine ikramda bulunduğunu, kendi sözleriyle hitab ettiğini, kendi zatından ve sıfatlarından ilahlığın gerçek mahiyetini ve özelliklerini öğretmek için hitab ettiğini insan anlarsa Allah'ın büyük ikramını kavramış olur. Sonra kendisinden -şu insandan- şu zayıf ve cılız kuldan onun hayatından, girinti ve çıkıntısından, hareket ve sessizliğinden söz ettiğini, kendisini diriltecek kalbi ve durumu için en uygun olana ulaştırmak için çağırdığını ve genişliği göklerle yer kadar olan Cennete davet için hitap ettiği düşününce daha da iyi anlayacaktır konumunu...
Şu kitaptan fışkıran fazilet, ihsan ve iyilikten başka nedir ki?
Kuşkusuz yüce Allah, alemlerden müstağnidir. Zayıf insan ise fakir ve muhtaçtır. Ancak yüce Allah, bu zayıf yaratığı kuşatıyor, iyiliğiyle sarıyor ve davetiyle destek oluyor. İşte bu zengin zat, fakire hitab ediyor, onu davet ediyor ve davetini tekrarlıyor. İkrama bakın... İlahi lûtfa bakın... Şükür ve ifa ile ödenmeyen şu ihsana şu iyiliğe bakın...
"Onları arındırıyor..."
Onları temizlemekte, yüceltmekte ve arındırmaktadır. Kalplerini düşüncelerini ve duygularını temizlemektedir. Evlerini, eşyalarını ve ilişkilerini temizlemektedir. Hayatlarını, toplumlarını ve düzenlerini temizlemektedir. Onları; çirkin putperestliğin, hurafe ve efsanelerin pisliğinden insanı ve insanlığın anlamını alçaltan tören, arma, alışkanlık ve gelenekler gibi sosyal hayattaki kirli izlerinden temizlemektedir. Cahiliyye hayatından ve onun bulaştığı duygulardan, sembollerden, geleneklerden, değer ve kavramlardan temizlemektedir.
CAHİLİYYET DÖNEMİ
Her cahili düşüncenin etrafına bulaştırdığı birtakım kirleri vardır. Arapların da cahiliyyesi ve bundan kaynaklanan kirli davranışları vardı.
Bu kirli davranışların bir kısmını, yanındaki müslüman muhacirleri kendilerine teslim etmesi için gelen Kureyş'in iki elçisiyle Habeş kralı Necaşî'nin huzurunda karşılaşırken, Necaşî'yle konuşan Cafer b. Ebu Talib tavsif etmektedir:
"Ey Kral biz cahiliyye mensuplarıydık. Putlara kulluk eder murdar eti yerdik. Fuhuş yapar, akrabalık bağlarını keser komşulara kötülük yapardık. Bizden güçlü olanlar zayıfları ezerdi. Yüce Allah bizden soyunu, doğruluğunu, güvenirliğini ve iffetliliğini bildiğimiz bir Peygamber gönderene kadar böyle devam ettik. Allah'ı birlememiz ve sadece O'na kullukta bulunmamız için bizi bir olan Allah'a çağırdı. Bizim ve atalarımızın kullukta bulunduğu O'ndan başka taştan putları bırakmamızı istedi. Doğru sözlü olmayı, emanete riayet etmeyi, sıla-i rahime bağlı kalmayı, iyi komşuluk yapmayı ve haram şeylerden ve kan dökmekten el çekmemizi emretti. Fuhuş yapmamızı, yalan söylememizi, yetim malını yemememizi ve namuslu kadınlara iftira atmamızı yasakladı.
Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadan, kullukta bulunmamızı namaz kılmamızı, zekat verip oruç tutmamızı emretti..."
Cahiliyyedeki iki cinsin ilişki şekillerini anlatan Aişe'nin (Allah O'ndan razı olsun) sözlerinde bu kirli davranışlar belirmektedir. Nitekim Sahih-i Buhari'de de bu aşağılık hayvani ve çirkin durum olduğu gibi anlatılmaktadır.
CAHİLİYYET DÖNEMİNDE NİKÂH
"Cahiliyye döneminde nikâh dört şekildeydi:
a) Birisi, bu günkü insanların yaptığı gibiydi: Bir adam, birinin evlatlığı veya kızını nişanlar, mehrini öder sonra da nikahlardı.
b) Bir diğeri de, karısı hayızdan temizlenince adam karısına, falana git onunla cimada bulun derdi. İlişkide bulunduğu adamdan hamile kaldığı anlaşılıncaya kadar karısından uzak durur, ilişkide bulunmazdı. Hamile olduğu anlaşılınca kocası isterse yaklaşabilirdi. Bunu daha çok cima' edilen adamın soyluluğunu göz önünde bulundurarak yaparlardı. Bu nikaha "istibda" nikahı denirdi.
c) Bir diğer şekli de şöyleydi: On kişiden az olmamak üzere bir grup erkek toplanır bir kadının yanına girerek herbiri onunla ilişkide bulunurdu. Hamile kalıp doğurunca, doğumundan birkaç gece sonra onları çağırırdı. Hiçbiri gelmemezlik edemezdi. Yanında toplanınca kadın onlara şöyle derdi: `İşinizi biliyorsunuz. İşte doğum yaptım. Bu senin çocuğundur ey falan' diye içlerinde sevdiği kişinin adını verirdi. Çocuğunu o adamın soyuna katardı. Adam almamazlık edemezdi.
d) Dördüncü nikâh şekli de; birçok kişi toplanır, bir kadının yanına giderlerdi. Bu kadın geleni geri çeviremezdi. Bunlar fahişeydiler. Kapılarına kendilerini tanıtan işaretler asarlardı. İsteyen bunların yanına girebilirdi. Bunlardan biri hamile kalıp doğurunca yanına toplanırlardı. Tecrübeli birini çağırarak çocuğun babasının tesbitinde bulunurlardı. Çocuğu, tesbit edilen kişinin soyuna katarak çocuğa onun adını verirlerdi. Bundan sonra çocuğu adamın oğlu diye çağırırlardı. Adam bundan kaçınamazdı "
Bu tablonun, insan düşüncesinin aşağılık durumu ve hayvanlara özgü bir konuma düşmesini anlatması bakımından yoruma ihtiyacı yoktur. Bir insanın karısını soylu bir çocuk için "falan"a göndermesi, düşünce bakımından düşeceği en aşağılık durumdur. Tıpkı devesini veya kısrağını ya da hayvanını iyi bir döl elde etmek için damızlık hayvana çektirmesi gibi...
On kişiden aşağı olmamak şartıyla bir grup insanın toplanması, birlikte bir kadının yanına varması, "hepsinin de ilişkide bulunması" ve kadının da çocuğunu onlardan birine nisbet etmesi... Ne aşağılık bir düşünce...
Ya fahişeler -bu da dördüncü şekildi- kuşkusuz tamamen azgınlıktır. Çocuğun fuhşu işleyen erkeklerden birine nisbet edilmesi de çabası. Adam çocuğu alırken hiç utanmazdı. Almamazlık da edemezdi.
Bu hâl, İslâm'ın Arapları temizleyip arındırdığı bir bataklıktır. İslâm olmasaydı gırtlaklarına kadar batmışlardı bu bataklığa.
Cinsel ilişkilerdeki bu çirkef, cahiliyyede kadına ilişkin aşağılık bakışın sadece bir yönünü oluşturmaktadır. üstad Ebu'l-Hasan En-Nedvî "Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti" adlı değerli eserinde şöyle der:
"Cahiliyye toplumunda kadın, hakları yenilen, malları elinden alınan, mirastan yoksun bırakılan, boşandıktan ya da kocası öldükten sonra hoşlandığı biriyle evlenmekten (Bakara suresi; 232) alıkonulan zayıf ve zulme uğrayan bir mal konumundaydı. Eşya ve hayvan gibi miras kalırdı. (Nisa suresi; 19) İbn-i Abbas (Allah O'ndan razı olsun) şöyle rivayet eder. "Bir kişinin babası veya kayınpederi öldüğünde ölenin karısı üzerinde o kişi hak sahibi olurdu. İstese tutabilir ya da mihrini alıp serbest bırakabilirdi. Ölünce de malına el koyardı" Ata b. Rebah: "Cahiliyye devrinde biri ölüp karısı dul kalsaydı, kadını içlerinden bir çocukla evlendirmek üzere tutarlardı." der. Suddi şöyle der: "Cahiliyye devrinde adamın babası, kardeşi veya oğlu ölür de bir kadın geride bırakırsa, varislerden biri önce davranıp kadının üzerine elbisesini atar, kadını, ölen kocasının mihriyle nikâhlamaya, veya başkasıyla nikahlayıp mihrini almaya hak kazanırdı. Ancak kadın daha çabuk davranıp ailesinin yanına giderse kendi başının çaresine bakardı." (Taberi tefsiri, c.4, s.308)
Cahiliyyede kadın değersiz bir yaratıktı. Erkek onun bütün haklarından yararlandığı halde o, hiçbir hakkını kullanamazdı. Mihri elinden alınır ve sırf zarar vermek ve zulmetmek için bekletilirdi. (Bakara suresi; 231) Kocasından haksızlık görür onun tarafından terk edilirdi. Bazan da askıda bırakılırdı. (Nisa suresi; 129) Sırf erkeklerin yiyebildiği, kadınların tamamen yoksun bırakıldığı bazı yiyecekler de mevcuttu.·(En'am suresi; 140) Bir erkek rahatlıkla dilediği kadınla herhangi bir sınırlamaya maruz kalmadan evlenebilirdi. (Nisa suresi; 3)
Kız çocuklarından duyulan nefret onları diri diri toprağa gömecek noktaya gelmişti. Meydanî'nin anlattığına göre Heysem b. Adiy şöyle der: "Arap kabileleri arasında kız çocuklarını diri diri toprağa gömme olayı geçerli bir hadiseydi. Bu işi onda biri yapardı. İslâm geldiği zaman Araplar arasında kız çocuklarının gömülmesi çerçevesinde farklı görüşler yaygındı. Kimisi kıskançlıktan ve namuslarını korumaktan, onlardan dolayı gelecek bir utançtan korunmak için kız çocuklarını gömerdi. Kimisi de mavi gözlü, siyahî, cüzzamlı ve topalları uğursuz saydığından toprağa gömerdi. Bazısı da geçim korkusundan ve fakirlik endişesinden öldürürdü çocuklarını."
İşte böyle, bir zamanlar, görülmemiş bir acımasızlıkla kızlarını öldürüp gömerlerdi. Babanın yolculuğu ya da bir işi nedeniyle gömme işi bazan gecikirdi. Bu durumda çocuk, büyümüş, aklı ermişken gömülürdü. Böyle yapanlar insanı ağlatacak kadar acıklı şeyler anlatmışlardır. Kızlarını bir uçurumdan aşağı atanlar da olmuştur. (Bulüğel-İreb fi Ahval-il-Arap)
Cahiliyye'nin çirkefleri arasında; -diğer tüm çirkeflerin temeli olan- Üstad Ebul Hasan Nedvî'nin de kitabında ana hatlarıyla tasvir ettiği gibi aşağılık, basit şirk ve putçuluk yer alırdı.
Millet en iğrenç şekliyle putçuluk ve putlara kulluğun bataklığına dalmıştı. Her kabilenin, her bölgenin, her şehrin hatta her evin özel bir putu bulunurdu. Kelbî şöyle der: "Mekke'de her ailenin evinde kullukta bulundukları bir putları olurdu. Yolculuğa çıkmak isteyen birinin en son yaptığı şey putunu okşamak olurdu. Dönünce de evine girdiğinde ilk yaptığı şey, önceki gibi putunu okşamaktı. (Kitabu'l Esnam) Putlara ibadette Araplar o kadar ileri gitmişlerdi ki kimisi bu işe bir evi ayırırdı. Özel bir put edinirdi. Bunlara gücü yetmeyense Kâbe'nin önüne ya da hoşlandığı herhangi bir yere taş diker, sonra da Kâbe'yi tavaf eder gibi etrafında dönerdi. Buna "ensab" derlerdi. Kâbe'nin içinde -sırf Allah'a kulluk için kurulan bu evde- ve avlusunda üçyüz altmış tane put bulunurdu. (Buhari) Putlara tapmaktan daha ileri giderek önlerine gelen taşa tapacak duruma gelmişlerdi. Buharî, Ebu Recâ el-Utâridî'den şöyle rivayet eder: "Bizler taşlara ibadet ederdik. Taptığımız taştan iyisini gördüğümüzde onu atar diğerini alırdık. Taş bulamadığımız zaman da biraz toprak yığar, bir koyun getirip sağardık, sonra da tavaf ederdik." (Buhari-Kitabu'l Esnam) Kelbî: "Adam yolculuğa çıkardı. Bir yerde konakladığında dört tane taş alır, içlerinde hoşuna gidene bakar, onu ilah edinirdi. Diğer üçünü de tenceresine sacayağı yapardı. Yoluna devam edince de bırakıp giderdi" der.
Her çağda ve her yerde müşrik milletlerin tümünde olduğu gibi Arapların da meleklerden, cinlerden ve yıldızlardan birçok ilahları vardı. Meleklerin Allah'ın kızları olduğuna inanarak onları Allah katında şefaatçi edinirlerdi. Onlara ibadet eder, Allah'ın katında aracı olduklarını düşünürlerdi. Bunların yanında cinleri de Allah'a ortak koşarlardı. Herhangi birşeye güçlerinin yettiğine herhangi bir şeyde etkilerinin olduğuna inanarak ibadet ederlerdi. Kelbî şöyle der: "Huzâa kabilesinden Medih oğulları cinlere ibadet ederdi. Said: Himyer kabilesi Güneşe, Kinane kabilesi Aya, Temim kabilesi Debran'a, Lalım kabilesi ve cüzzam kabilesi Müşteri Yıldızına, Tay kabilesi Süheyl'e, Kays kabilesi Şi'râ'ya (Sirius), Esed kabilesi "Utarid Yıldızı'na" ibadet ederdi." der. (Tabakâtü'l Ümem, Es-Sâîd)
Bir insanın putperestliğin, kalplerde ve pratik hayata yaydığı pisliği bilmesi, İslâm'ın bu ulusu getirdiği aşamayı; gerek düşüncelerinde gerekse hayatlarında giriştiği temizliği kavraması için bu ilkel ve iğrenç putçuluğu incelemesi yeterlidir. İçine düştükleri pisliklerden biri de, şehirlerinde ve sokaklarında başlıca övünç kaynakları olan; içki, kumar ve genel uğraşlarıdır. Hiçbir zaman üstüne çıkamadıkları bu sınırlı ve yerel düşüncenin özünü basit kan davaları gibi ahlâksal ve toplumsal hastalıklar oluşturuyordu.
"Savaş ve kan dökme" tehlikeli sayılmayacak kadar sıradan bir hal olmuştu hayatlarında. Bekr kabilesi ile Tağlib b. Vail kabilesi arasında savaş baş göstermiş, kırk sene oluk oluk kan akmıştı. Bunun nedeni de: Ma'd kabilesinin başkanı Kuleyb'in, Munkiz'in kızı Besus'un devesinin memesine ok atmasıyla kanın süte karışmasından başka birşey değildi. Cessas b. Mürre Kuleyb'i öldürür, böylece Bekr ve Tağlib arasında savaş başlamış olur. Kuleyb'in Mühellin'in dediği gibi; "Hayatı mahvetti. Anneleri çocuksuz, çocukları da yetim koydu. Dinmez gözyaşları ve defnedilmeyecek kadar çok ceset bıraktı "
"Dahis ve Gabra savaşı da böyle. Bunun nedeni de; Kays b. Züheyr ile Huzeyfe b. Bedr arasında düzenlenen bir yarış yapılıyordu. Kays'ın atı Dahis'i geçerken, Esedîlerden birinin Huzeyfe'yi desteklemek amacıyla önüne çıkarak bir tokat atması. Böylece onu oyalayarak yarışı kaybetmesini sağlamasıdır. Arkasından öldürme ve intikam geldi. Esir alınanlar oldu. Binlerce insan bu şekilde öldürülüp gitti."
Bütün bu olaylar, bunların hayatlarının enerjilerini, böylesine basit ortamlarda sarf etmelerini önleyecek büyük değerlerden yoksun olduğunun göstergesidir. Çünkü, hayat için bir mesajları, beşeriyete sunacakları bir ideolojileri ve kendilerini böylesine basit şeylerle uğraşmaktan alıkoyacak insanlık aleminde üstlendikleri bir rolleri söz konusu değildi. Kendilerini bu ilginç toplumsal pisliklerden temizleyecek bir akideleri de yoktu... İlahi bir akide olmadan insanlar nasıl olgun olabilirler ki! İlgi alanları, düşünceleri ve ahlâkları başka nasıl oluşabilir!
Kuşkusuz cahiliyye aynı cahiliyyedir. Ve her cahiliyyenin pisliği ve iğrençliği vardır. Yeri ve zamanı önemli değildir. Her ne zaman insanların kalpleri, düşüncelerine egemen ilahi bir akideden ve bu akideden kaynaklanıp hayatlarını düzenleyen bir şeriatten yoksun olursa orada birçok cahiliyye şekillerinden biri vardır demektir. Bugün beşeriyetin çamurları içinde yüzdüğü cahiliyye, özü bakımından, İslâm'ın kaldırarak yeryüzünü ondan temizleyip arındırdığı Arap cahiliyyesinden farklı değildir.
Bugün insanlık büyük bir batakhanede yaşamaktadır. Gazetelerine, filimlerine, moda gösterilerine, güzellik yarışmalarına, dans pistlerine, meyhanelerine, radyolarına, çıplak etin sergilendiği çılgın pazarlarına, sanat, edebiyat ve diğer reklam araçlarındaki iğrenç görüntülerine ve hastalık saçan duygularına kadar... Diğer taraftan, faiz düzenine, onun arkasında gizlenen tefeciliğe, mal toplamak ve sömürmek için başvurulan alçakça yöntemlere, yasallık kisvesine bürünmüş şans, hile ve piyango oyunlarına... Öte yandan, her insanı, her aileyi, her düzeni ve insan topluluğunu tehdit eder duruma gelen ahlâksal çöküntü ve toplumsal bozulmalarına... Evet, bütün bunlara bir kere bakmak, şu cahiliyyenin gölgesinde insanlığın sürüklendiği korkunç sonucu anlamak için yeterlidir.
Beşeriyet, insanlığını yiyip bitirmekte, ademiyetini ortadan kaldırmaktadır. O düşük hayvansal aleme katılmak için hayvanların ve hayvansal dürtülerin peşinde sürüklenmektedir. Oysa hayvan bunlardan çok daha pâk, şerefli ve temizdir. Çünkü o, parçalanmaz ve ilahi bir akide ve şeriat bağından yoksun insanların şehvetlere yenilip yüce Allah'ın insanların egemenliğinden kurtardığı ve şu ayet-i kerimede belirttiği gibi mümin kullarına onun çirkefliklerinden temizlemekle lütufta bulunduğu cahiliyyeye tekrar dönüp kokuşmaları gibi kokuşmayan bir fıtrata sahiptir.
Alıntı ile Cevapla
Alt 18 Eylül 2008, 10:23   Mesaj No:20
Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:116
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Ali İmran Suresi Tefsiri

GÜNÜMÜZ CAHİLİYYESİ
"Kendilerine kitap ve hikmeti öğretiyor."
Bu ayetin muhatapları okuma-yazma bilmez cahillerdi. Hem yazmayı bilmezlerdi hem de akli olgunluğa erişmemişlerdi. Herhangi bir alanda, evrensel bilgi ölçütlerinde bir değere sahip bilgileri, herhangi bir konuda evrensel bir değere sahip bir bilgi kaynağından doğan ilgileri olmadığı halde bu Risalet onları dünyaya üstad ve aleme egemen olacakları bir noktaya getirdi. Bir akideden kaynaklanan fikrî, toplumsal ve sistemli bir metoda sahip kişiler oldular. Bu metod o zamanki insanları cahiliyyeden kurtardığı gibi bugün de bunca materyalist bilimsel gelişmişliğine, sınai ürünlerin bolluğuna ve uygar-refah düzeyinin yüksekliğine rağmen, ahlâkî ve toplumsal açıdan eski cahiliyyenin tüm özelliklerini özünde barındıran modern cahiliyyeden, onun, hayatın hedeflerine ilişkin düşüncelerinden ve insanlık için belirlediği amaçlardan bu sefer de yine o kurtaracaktır Allah'ın izniyle.
"...Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık içindeydiler..."
Düşünce ve itikatta sapıklık... Hayat anlayışında sapıklık... Amaç ve yönelişlerde sapıklık... Gelenek ve hayat tarzında sapıklık...
O gün, bu ayete muhatap olan Araplar, kuşkusuz, geçmiş hayatlarını hatırlıyorlardı. İslâm'ın kendilerinde meydana getirdiği değişimin özünü kavramışlardı. Bunun, İslâm olmadan gerçekleşemeyeceğini ve insanlık tarihinde eşine rastlanmayacak bir değişim olduğunu çok iyi biliyorlardı.
Kendilerini, kabile hayatından, kabilesel değerlerden ve kan davalarından kurtaranın İslâm -ama yalnız İslâm- olduğunu kavramışlardı. Sadece bir ümmet olmaları için değildi tabii. Daha çok -bir göz açıp kapama anı gibi kısa bir sürede ve uzun zaman olan hazırlanma gibi birşey olmaksızın- beşeriyete önder olmaları, ideallerini, hayat metodlarını ve düzenlerini beşeriyetin uzun tarihi boyunca eşine rastlanmayacak bir tarzda belirlemeleri içindi bu değişim.
Ulusal konumları belirlediği kadar, siyasal ve uluslararası alanlarda da varlık göstermelerini, her şeyden önce ve önemli olan insani varlıklarını kazandıranın İslâm -ama yalnız İslâm- olduğunu biliyorlardı. İnsanlıklarını yücelten, ademiyetlerini onurlandıran, hayat düzenlerinin tümünü bu onur esasına dayandıran ve yüce Rabblerinin katından bir ihsan ve lütuf olarak gelenin İslâm olduğunu kavrıyorlardı. Bundan sonra bunu bütün beşeriyete sunmuş ve "İnsan"ın nasıl saygın olacağını ve yüce Allah'ın onurlandırmasıyla nasıl onurlanacağını tüm insanlığa öğretmişlerdi. Ne yarımadada ne de başka bir yerde bu konuda kendilerini geçen olmadı. Geçen bölümde değindiğimiz "Şûra" konusu da, yüce Allah'ın kendilerine büyük bir lütfu idi. Bu lütuf bu ilahi metodun bir yönünü oluşturmaktadır.
Onlar, aleme sunacakları bir mesajlarının, beşer hayatına ilişkin bir görüşlerinin ve insan hayatını düzenleyecek bir yöntemlerinin olmasını sağlayan nimetin İslâm -ama yalnız İslâm- olduğunu biliyorlardı. Büyük insanlık tarihinde beşeriyeti ileriye götürecek bir mesaj, bir dünya görüşü ve hayat prensibi olmaksızın varlığını sürdüren bir millet söz konusu değildir.
İslâm, onun varlık hakkındaki düşüncesi, hayat görüşü, toplumsal şeriatı, insan hayatına ilişkin düzeni, gölgesinde "insan"ın mutlu olabildiği bir düzenin oluşması için yerleştirdiği ideal, pratik ve hareketli metodu... Bu özellikleriyle İslâm; Arapların tüm dünyaya sundukları, onunla tanındıkları, saygı gördükleri ve bu sayede önderliği devraldıkları "Özel kimlikleridir"
Bugün ve yarın bundan başka bir kimlik taşıyamazlar. Bunun dışında dünyada onunla tanınacakları bir başka mesajları yoktur. Ya bu mesajı taşıyacaklar, böylece beşeriyet onları tanıyıp saygı gösterecek ya da bunu terk edecekler, sonuçta da -daha önce oldukları gibi- hiç kimse tarafından bilinmeden ve tanınmadan başıboş bir hayat yaşayıp gideceklerdir.
Bu mesajı sunmazlarsa, insanlığa sunacakları başka neleri var ki?
İnsanlığa, edebiyat, sanat ve bilim. alanında dahiler mi sunacaklar? Oysa yeryüzünde diğer halklar onları bu alanda oldukça geride bırakmış. Üstelik beşeriyet, hayatın bir ayrıntısı sayılan bu alanda boğazına kadar "deha" deryasına gömülmüştür. Hayatın bir ayrıntısı sayılan bu alanda bir dahiye ihtiyaç duyulmadığı gibi böyle bir beklenti de söz konusu değildir.
Herkesin önünde eğileceği, onunla sokakları dolduracakları ve ellerindeki ürünle herkesi cezb edecekleri ileri sanayi alanında deha çapta ürünler mi sunacaklar? Bu alanda da birçok halk onları geride bırakmış, öncülük direksiyonunu eline geçirmiştir.
Kendi elleriyle meydana getirdikleri, kendi düşüncelerinin ürünü toplumsal bir felsefî ekol mu, ya da ekonomik ve idari metodlar mı sunacaklar? Yeryüzü bu tür felsefeler, ekoller ve metodlarla dolup taşmaktadır. Bu sapık metodlar sayesinde de büyük bir bedbahtlık içinde yaşamaktadır.
O halde beşeriyete öğretecekleri ve bu konuda öncelikli, ileri ve imtiyazlı sayılacakları ne sunabilirler?
Bu büyük mesajdan başka bir şeyleri yok... Şu eşsiz metoddan başka hiçbir şeyleri yok. Allah'ın kendilerini seçtiği, bununla onurlandırdığı ve bir zamanlar onların eliyle tüm insanlığı kurtardığı bu lütuftan başka hiçbir şeyleri yok. İnsanlık bugün her zamankinden daha çok bu mesaja muhtaçtır. Çünkü insanlık, bedbahtlık, şaşkınlık, bunalım ve iflas bataklığına düşmüştür.
Kuşkusuz geçmişte tüm insanlığa sundukları ve ilgilerini çektikleri yegane nitelikleri sadece budur. Bugün de insanlığa bunu sunabilirler. Bu sayede kurtulabilirler ancak.
Büyük milletlerden herbirinin insanlığa sunduğu bir mesajı vardır. En büyük millet, en büyük mesajı taşıyan, en üstün metodu sunan ve hayata ilişkin yüksek dünya görüşüyle sivrilen millettir.
Araplar bu mesaja sahip bulunmaktadırlar. -Bu hususta onlar asıldırlar, diğer halklar ise onlara ortak konumundadırlar-. Acaba hangi şeytandır onları bu büyük hazineden uzaklaştıran, hangi şeytan?..
Yüce Allah'ın bu millete bir Resul ve Risalet göndermekle bahşettiği lütuf çok büyüktür hem de çok. Onu bu lütuftan, şeytandan başkası uzaklaştıramaz. Ve O, Rabbine karşı bu şeytanı kovmakla sorumludur.
UHUD SAVAŞININ DEVAMI
Ayetlerin akışı, savaşta meydana gelen olayları anlatma ve onları değerlendirmede bir adım daha atmaktadır. Henüz tecrübe süzgecinden geçmemişler, olaylarla yoğrulmamışken, işin pratiğini, kuralların özünü ve kanunlara sarılmayan; varlık, hayat ve akidenin özündeki ciddiyete uymayan hiç kimseyi kayırmayan pratik hayatın ciddiyetini henüz yaşamamışken -müslüman oldukları halde- işin geldiği noktada dehşete kapılmalarını, başlarına gelenin meydana gelişine şaşırmalarını ve iş konusundaki düşüncelerinin davranışlarından dolayı olduğunu ve uygulamalarının tabii bir sonucu olduğunu açıklamaktadır. Ancak onları bu noktada bırakmamakta, -çünkü bu durum, gerçek de olsa nihai gerçek değildir- sebepler ve sonuçların arka plânındaki Allah'ın kaderine, adet ve kanunların ötesindeki iradesine bağlamaktadır. Böylece meydana gelen olaydaki hikmeti kendilerine ve uğruna cihad ettikleri davalarına hayırlı olanın gerçekleşmesine, bu tecrübeyle onların bundan sonrasına hazırlanmasına, kalplerinin arınmasına, saflarının olayların ortaya çıkardığı münafıklardan ayrılmasına ilişkin hadiselerin ötesindeki Allah'ın plânını açıklamaktadır. Her iş, sonunda Allah'ın iradesine ve plânına dayanmaktadır. Böylece Kur'an'ın ince ve derin açıklamasında gizli gerçek, düşüncelerinde ve duygularında iyice olgunlaşmaktadır.

165- Karşı tarafa iki katını tattırdığımız musibet, bu kez sizin başınıza gelince "Bu nereden geldi?" demediniz mi? De ki; "O musibet kendinizden kaynaklandı." Hiç şüphesiz Allah'ın gücü herşeye yeter.
166- İki topluluğun karşılaştığı gün başınıza gelen musibet, Allah'ın izni ile gerçekleşti. Bu musibet, Allah'ın müminleri belirlemesi için meydana geldi.
167- Bir de münafıkları ayırd etmesi içindi. Onlara "Geliniz, Allah yolunda savaşınız, ya da savunma yapınız " denince "Eğer savaşmayı bilseydik, mutlaka peşinizden gelirdik " dediler. O gün onlar imandan çok küfre yakındılar. Kalplerinde olmayan şeyi ağızları ile söylüyorlardı. Hiç kuşkusuz Allah, onların gizli tuttukları duyguları çok iyi bilir.
168- Onlar, evlerinde oturup savaşa katılan kardeşleri için "Eğer bizim sözümüzü dinleselerdi, öldürülmezlerdi"diyenlerdir. De ki; "Eğer doğru söylüyorsanız, ölümü kendi başınızdan savın bakalım."
Yüce Allah; sancağını taşıyan ve akidesine inanan dostlarına yardım etmeyi üzerine almıştır. Ancak bu yardımı, kalplerinde iman gerçeğinin olgunlaşmasına, düzen ve hayat tarzlarında imanın gereklerini yerine getirmelerine, güçleri oranında hazırlık yapmalarına ve imkanları nisbetinde çaba sarf etmelerine bağlamıştır. İşte Sünnetullah budur. Ve Sünnetullah'ta hiç kimse kayırılmaz. Müslümanlar ne zaman bu işlerden birinde bir eksiklik yaparlarsa, bu eksikliğin sonucuna katlanmalıdırlar. Çünkü müslüman oluşları, kendileri için adetin bozulmasını ve kanunun iptalini gerektirmez. Onlar, hayatlarının tümünü Sünnetullah'a uydurmak ve ilahi kanunlar doğrultusunda düzenlemekten dolayı müslümandırlar zaten.
Ancak müslümanlıkları boşa gitmeyecektir, ziyan olmayacaktır. Çünkü teslimiyetleri Allah içindir. Allah'ın sancağını taşımaları, O'na uymaya gayret etmeleri ve O'nun metoduna tabi olmalarından dolayı, hataya uygun düşen, acı, yara ve kayıpları tattıktan sonra bu hatayı iyiliğe çevirmek akidenin daha bir netleşmesi, kalplerin daha iyi arınması, safların iyice temizlenmesi, onları vaad edilen zafere yaklaştırması, böylece hayır ve bereketle sonuçlandırması yüce Allah'ın şânındandır... Müslümanlar hiçbir zaman Allah'ın korumasından, gözetiminden ve yardımından uzaklaştırılmazlar. Aksine, yolda başlarına birtakım darbeler, acı ve sıkıntılar geldikçe, Allah tarafından hep yol azığıyla desteklenmişlerdir.
Bu açıklık ve kesinlikle beraber yüce Allah, meydana gelen olaydan dolayı paniğe kapılıp sorular sorup duran müslüman kitleyi ele almakta, onlara takdirinden kaynaklanan uzak hikmeti açıkladığı gibi kendi davranışlarından kaynaklanan yalçın sebebi de ortaya çıkarmaktadır. Bu arada münafıkları da, ne sakınmanın ne de geride kalıp oturmanın kendisinden koruyamadığı ölüm gerçeğiyle yüzyüze getirmektedir:
"Karşı tarafa iki katını tattırdığımız musibet başınıza gelince `Bu nereden geldi?' demediniz mi? De ki; O musibet kendinizden kaynaklandı. Hiç şüphesiz Allah'ın gücü herşeye yeter."
Müslümanların Uhud'da başlarına bir felaket geldi. Bu acı günde karşılaştıkları bunca yara ve acıların dışında ayrıca yetmiş şehid verdiler. Müslüman oldukları halde Allah'ın düşmanı müşrikler onlara galip geldi. Halbuki onlar müslümandılar ve Allah yolunda cihad ediyorlardı. Fakat aslında bu felaketi tadan müslümanlar, bunun iki katını müşriklere isabet ettirmekle daha üstün durumda idiler; çünkü Bedir günü Kureyş'in ileri gelenlerinden yetmiş tanesini öldürmekle benzeri bir musibeti düşmanlarının başlarına getirmişlerdi.
Müslümanlar aynı galibiyeti Uhud savaşının başlangıcında, henüz Allah'ın ve O'nun Resulünün emrine uyuyorlarken, ganimet arzusu karşısında zaafa kapılmàmışken ve mümin gönüllerde yer etmemesi gereken duygular ruhlarında depreşmemişken tekrar elde ediyorlardı.
Onlar panik içinde sorup duruyorlarken yüce Allah bütün bunları onlara hatırlatıyor ve meydana gelen olayı direkt yakın sebebine döndürüyor:
"...De ki; O musibet kendinizden kaynaklandı."
İş konusunda sarsıntı geçiren, bozulan ve çekişen bizzat sizin nefsinizdir. Allah ve Resulünün şartını yerine getirmeyen sizdiniz. Arzu ve heveslerin etkilediği, kendi nefsinizdi. Resulullah'ın emrine ve savaş stratejisine isyan eden sizdiniz. Bu sonuç meydana gelmesini istemediğiniz şey. Sopra da "bu nasıl olur?" diyorsunuz. Sünnetullah'ta kendi durumunuza uygun olanıyla karşılaştınız. Müslüman veya müşrik olsun insan kendini Sünnetullah'ın işleyişine sundu mu gerekli karşılığı alacaktır. Hiç kimsenin kayırılması için bu kanun bozulmaz. Bir kere, insanın ilk önce Allah'ın sünnetine kendini uydurması, teslimiyetin olgunluk derecesini göstermektedir.
"Hiç şüphesiz Allah'ın gücü herşeye yeter."
Gücünün gereği, sünneti uygulaması, kanunuyla hükmetmesi, her işin hükmü ve iradesi uyarınca hareket etmesi ve varlık alemini, hayatı ve olayları dayandırdığı yasalarını askıya almamasıdır.
Bununla beraber, her işin ötesinde gördüğü bir hikmetten dolayı Allah'ın takdiri yer almaktadır. Meydana gelen her olayın, her hareketin, her gelişmenin ve bütün evrende yeralan her akışın ötesinde Allah'ın takdiri sürekli mevcuttur.
İLÂHÎ KANUN
"Îki topluluğun karşılaştığı gün başınıza gelen musibet Allah'ın izni ile gerçekleşti."
Hiçbir şey rastlantı sonucu ve boşuna meydana gelmemiştir. Faydasız ve başıboş da değildir. Her hareket, şu evrenin yaradılışında planlanmış ve kendisine özgü sebep ve sonuçları olan bir kadere göre hareket etmektedir. Bütün hareketler, -bozulmaz, askıya alınmaz ve hiç kimseyi kayırmaz sağlam adet ve kanunlara uygun meydana gelmekle beraber- belirlenen proğramları plânında gizli bir hikmeti gerçekleştirmekte ve hep birlikte evrenin nihai "proje"sini tamamlamış olmaktadırlar.
İslâm düşüncesi bu alanda, insanlık tarihi boyunca hiçbir düşüncenin ulaşmadığı bir evrensellik ve dengecilik düzeyine ulaşmıştır.
Evrende değişmez bir kanun ve kesin kurallar vardır. Değişmez kanunun ve kesin kuralların ötesinde de etkin bir irade ve serbest ilahi meşiyet vardır.
Bu kanun, kurallar, irade ve meşiyetin ötesinde de herşeyin çerçevesinde cereyan ettiği ince bir hikmet yatmaktadır. Aralarında insan da olmak üzere herşey hakkında hükümran olan bu kanun ve geçerli olanlar da bu kurallardır. İnsan, özgür iradesinin ürünü hareketleri ve kendi düşünce ve değerlendirmesinin sonucu davranışları neticesinde bu kurallarla karşılaşır, böylece kuralların işlemesini sağlar ve onlardan etkilenir. Ancak, bütün bunlar, Allah'ın kaderi ve dileyişi uyarınca meydana gelmekte, aynı zamanda O'nun hikmet ve takdirini gerçekleştirmektedir. İnsanın iradesi, düşüncesi, hareket ve davranışları Allah'ın adet ve kanununun bir parçasıdır. İnsan bütün yaptıklarını bunlarla yapar. Allah, çizdiği kader ve plan çerçevesinde gerçekleştirdiği herşeyi bu adet ve kanun sayesinde gerçekleştirir. Hiçbir şey bu adet ve kanunun dışına çıkamaz. Onlara karşıt olamaz, Allah'ın iradesini ve takdirini bir kefeye, insanın irade ve faaliyetlerini de karşıt kefeye koyanların düşündükleri gibi faaliyetine karşı koyamazlar. Asla!.. İslâm düşüncesinde durum böyle değildir. Çünkü insana; varlığını, düşüncesini, iradesini, takdirini, değerlendirme yeteneğini ve yeryüzünde faaliyet imkânını bahşederken, bunlardan hiçbirini, kendi sünnetine zıt, yüce iradesine muhalif kılmamıştır. Şu büyük evrene ilişkin kaderinin ötesindeki nihai hikmetin dışına da çıkamaz. Ancak yüce Allah, insanın takdir edip idare etmesini, hareket etmesini, etkilenmesini, Sünnetullah'la karşılaşıp onlara uymasını, bu karşılaşmanın insana verilecek karşılığını; lezzet, acı, rahatlık, yorgunluk, mutluluk ve bedbahtlık şeklinde tam olarak almasını, bu karşılaşma ve sonucunun ötesindeki herşeyi kuşatan kaderinin ahenk ve denge içinde gerçekleşmesini sünnetin ve takdirinin bir gereği kılmıştır.
Uhud savaşında meydana gelen bu olaylar, evrensel ve mükemmel İslâm düşüncesi hakkındaki sözlerimize örnektir. Kuşkusuz yüce Allah müslümanlara, zafer ve yenilgi hakkındaki sünneti ve şartını öğretmişti. Onlar da bu sünnet ve şarta aykırı hareket etmişlerdi. Bunun sonucunda da acı ve yaralarla karşılaşmışlardı. Ancak mesele bu noktada bitmiyor, çünkü bu karşı çıkmanın ve acı çekmenin ötesinde, saftaki müminlerle münafıkların ayrılması, mümin kalplerin arındırılması, düşünce bulanıklığından, zaaf ve eksikliklerden temizlenmesine ilişkin Allah'ın kaderinin gerçekleşmesi yer almaktadır.
Bu da işlevi bakımından -acı ve zararın ötesinde- müslümanlar için hayırlı olmuştur. Kuşkusuz bu sonucu, Kanûn-u İlâhî uyarınca elde etmişlerdi. Çünkü Allah'ın metoduna teslim olan, bütün hayatlarında onu uygulayan müslümanlara yardım edip onları gözetmek, sonuçta acılarını tatmış olsalar bile işledikleri hataları nihai hayırlarına bir araç kılmak Allah'ın sünnetidir. Nitekim, acı çekme; arınma, eğitim ve hazırlık için de bir araçtır.
Bu sert ve yalçın konumda müslümanların ayakları rahatlamakta, kalpleri hiçbir kararsızlık, sıkıntı ve şaşkınlık duymadan tatmin olmaktadır. Çünkü onlar, Allah'ın kaderi ile yüz yüzedirler. Hayatlarında O'nun kanunlarıyla hareket etmektedirler. Onlar, yüce Allah'ın gerek kendilerine gerekse çevrelerindekilere dilediğini yapacağını biliyorlar. Çünkü onlar, yüce Allah'ın onunla dilediğini gerçekleştirdiği kaderi için birer hammadde konumundadırlar. İşledikleri tüm yanlışlar ve doğrular -yanlışları ve doğrularından dolayı karşılaştıkları tüm sonuçlar Allah'ın kaderi ve ince hikmeti ile hareket ettiğini ve bu yolda hareket ettikleri sürece de kendilerini iyiliğe doğru götüreceğini gayet iyi biliyorlar:
"İki topluluğun karşılaştığı gün başınıza gelen musibet, Allah'ın izni ile gerçekleşti. Bu musibet, Allah'ın müminleri belirlemesi için meydana geldi."
"Bir de münafıkları ayırd etmesi içindi. Onlara `Geliniz, Allah yolunda savaşınız' denince; `Eğer savaşmayı bilseydik, mutlaka peşinizden gelirdik' dediler. O gün onlar imandan çok küfre yakındılar. Kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlardı. Hiç kuşkusuz Allah, onların gizli tuttukları duyguları çok iyi bilir."
Yüce Allah burada, Abdullah bin Ubey bin Selul ve beraberindekilerin konumuna işaret etmekte ve onları "münafıklar" diye adlandırmaktadır. Bu noktada yüce Allah, onları ortaya çıkarmakta, müslüman safları onlardan temizlemektedir, o günkü gerçek konumlarını belirlemektedir: "...O gün onlar imandan çok küfre yakın idiler..." Orada müslümanlarla müşrikler arasında savaş çıkacağını bilmediklerinden dolayı geri döndüklerini iddia ederken doğru söylemiyorlardı. Gerçek neden bu değildi, onlar: "...kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlar." Tamamen akidenin kontrolüne bırakmadıkları kalplerinde nifak vardır. Kişiliklerini ve beşerî değerlerini, akide ve iman değerlerinin üstüne çıkarmışlardır. Uhud günü Resulullah, (salât ve selâm üzerine olsun) görüşünü kabul etmedi diye ayrılan münafıkların başı Abdullah b. Ubey ne yaptıysa, bundan önce de Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) ilahî bir mesajla Medine ye geldiğinde kendilerinin başkanlıktan yoksun bırakılması ve başkanlığı bu dine ve onun taşıyıcısına vermesi karşısında da aynı davranışı göstermişti. Kalplerde bu vardı. Müşrikler, Medine'nin kapılarına dayanmışken münafıkların geri dönmelerinin sebebi buydu. Kendilerine "Geliniz Allah yolunda savayız ya da savunma yapınız" diyen gerçek müslüman Abdullah b. Haram'a "Eğer savaşmayı bilseydik mutlaka peşinizden gelirdik" diyerek itiraz etmeleri bundandı. İşte bu ayette yüce Allah gerçek durumlarını ifşa ediyor:
"Hiç kuşkusuz Allah onların gizli tuttukları duyguları çok iyi bilir."
Sonra, saflarda ve ruhlarda sarsıntının meydana gelmesindeki konumlarını ortaya çıkararak sürüyor ayet-i kerime:
"Onlar evlerinde oturup savaşa katılan kardeşleri için `Eğer bizim sözümüzü dinleselerdi öldürülmezlerdi' diyenlerdir."
Özellikle başta kavmi arasındaki otoritesini sürdüren, münafıklığı henüz daha ortaya çıkmamış ve müslümanlar arasındaki mevkisinin sarsılmasına neden olan bu vasıfla henüz vasıflandırılmamış Abdullah b. Ubey olmak üzere, diğer münafıklar ayrılık sonucu saflarda ve ruhlarda kargaşa ve sarsıntı meydana getirmekle yetinmiyorlar:
"...Eğer bizim sözümüzü dinleselerdi öldürülmezlerdi" diyerek, savaştan sonra şehid ailesi ve arkadaşlarının kalplerine sarsıntı ve hayıflanma duygularını yaşamaya çalışıyorlardı.
Böylece, ayrılmalarında bir hikmet ve maslahat olduğunu, Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) itaat edip uymakta da bir zarar ve ziyan olduğunu yaymak istiyorlardı. En fazla da, Allah'ın çizdiği kaderi, ecelin kesinliği, ölüm ve hayatın hakikati ve bunların yalnızca Allah'ın kaderine bağlılığı konusundaki saf İslâm düşüncesini bozuyorlardı. Bu yüzden ayet-i kerime, bir taraftan hilelerini bozmak, diğer taraftan İslâm düşüncesini düzeltip onu bulanıklıktan kurtararak kesin ve doğru olanı yerleştirmek suretiyle gerekli karşılığı vermektedir:
"Eğer doğru söylüyorsanız, ölümü kendi başınızdan samız bakalım."
Ölüm, hem cihada çıkan hem de evinde oturanı, hem cesuru, hem korkağı, hülâsa herkesi alır götürür. Ne hırs, ne korunma geri çeviremez ölümü. Korku ve geride beklemek de ertelemez. Bunun en güzel kanıtı tartışma götürmez pratik hayattır. Kur'an-ı Kerimde bu pratik hayatla onlara cevap vermekte, iğrenç hilelerini bozmakta, gerçeği yerine oturtmakta, böylece müslümanların kalplerini sağlamlaştırıp üzerine güven, huzur ve yakîn duygularını akıtmaktadır.
Kur'an-ı Kerim'in savaştaki olayları sunarken, olayların öncesinde, savaşın hemen arefesinde meydana gelen bu olaya -Abdullah b. Ubey ve beraberindekilerin savaştan geri kalmalarını- değinmeyi ertelemesi, oluşun içinde bu noktaya yer bırakması dikkat çekicidir.
KUR'AN EĞİTİMİ
Bu erteleme, Kur'an'ın eğitim metodunun belirgin özelliklerinden birini taşımaktadır. Kuşkusuz bu olayı, yerleştirdiği İslâm düşüncesinin belli başlı kurallarını yerleştirmek, yerleştirdiği gönüllere doğru duyguları oturtmak ve değerler için koyduğu bu ölçüleri belirlemek için ertelemişti. Sonra da "münafıklara", davranışlarına, bundan sonraki uygulamalarına işaret etmektedir. Çünkü ruhlar bu davranışları, doğru düşünceden, doğru ölçütteki doğru değerden sapmanın ürünü bu uygulamaları algılayacak düzeye gelmiştir artık... İmanî düşüncenin ve değerlerin müslümanın nefsinde böyle yer etmesi, düşünce ve değerlerin gerçek mahiyetini, iş ve şahısların gerçek ölçüsünü verecek doğru ölçütlerin bu şekilde yerleştirilmesi gerekmektedir. Bundan sonra, işleri ve şahısları bu ölçüte göre değerlendirir insan... Ve bu saf imanî duyguyla onlara, aydınlık ve doğru hüküm uygulanabilir...
Bu ertelemede, eşsiz Kur'an metodunun bir başka özelliği de gizlidir. Çünkü Abdullah b. Ubey -daha önce değindiğimiz gibi- o ana kadar kavmi arasında saygın bir konumdaydı. Bu yüzden "Şûra" ilkesinin yerleşmesi ve uygulaması toplum içinde itibarı olanların görüşüne başvurmayı gerektirdiğinden Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) kendi görüşüne başvurmadı diye kibirlenmişti. Bu büyük münafığın uygulamaları müslümanların safında sarsıntı ve düşüncelerinde karışıklıklar meydana getirmişti. Nitekim bundan sonra öldürülenlere ilişkin sözleri de gönüllere hasret, duygulara karışıklıklar serpmişti. O'nun davranışlarının ve sözlerinin küçümsenmesi, savaşın öncesinde meydana gelmesine rağmen, Kur'an'ın sunuş tarzında öne alınması ve bu işi yapmaya kalkışanların vasıflarının "münafıklık yapanlar" olarak adlandırılması gerçekten anlamlıdır. Ayrıca bu davranışları şu hayret sigasıyla -münafıkları görmez misin- diye özetlemek ve en büyüklerinin adını veya şahsını anmadan, yine bu davranışı yapmaya kalkışan herkesin, hakettiği gibi iman ölçeğinde onunla eşit durumda olmaları yüzünden surenin akışında başka münafıkları değerlendirdiği gibi münafıklar arasında belirsiz olarak kalması için açıklamaması ve sona bırakması bu eşsiz eğitim metodunun içerdiği bir hikmet olsa gerektir.
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 6 Kişi okuyor. (0 Üye ve 6 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Fizilalil Kuran Tin Suresi Tefsiri-Medineweb MERVE DEMİR Fizilalil Kur'ân 2 30 Nisan 2012 09:50
Fizilalil Kuran Nas Suresi Tefsiri-Medineweb MERVE DEMİR Fizilalil Kur'ân 1 18 Ekim 2009 18:54
Fizilalil Kuran Rad Suresi Tefsiri-Medineweb MERVE DEMİR Fizilalil Kur'ân 4 08 Ekim 2008 13:40
Fizilalil Kuran Hac Suresi Tefsiri-Medineweb MERVE DEMİR Fizilalil Kur'ân 5 08 Ekim 2008 13:03
Fizilalil Kuran Nur Suresi Tefsiri-Medineweb MERVE DEMİR Fizilalil Kur'ân 7 08 Ekim 2008 12:56

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.