|
Konu Kimliği: Konu Sahibi MERVE DEMİR,Açılış Tarihi: 19 Eylül 2008 (18:16), Konuya Son Cevap : 04 Aralık 2017 (21:01). Konuya 27 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
19 Eylül 2008, 18:25 | Mesaj No:11 |
Cvp: Fizilalil Kuran Nisa Suresi Tefsiri SAPIKLIĞI SATIN ALANLAR Şimdi bu dersi oluşturan ayetler gurubunun incelemesine geçiyoruz: Bu ayetlerin birincisi, yahudilerin tutumunu hayret ve kınama ile karşılayan ve ilerde okuyacağımız benzerlerinin ilkini oluşturan bir ayettir. Bu ayette Peygamberimize ve O'nun kişiliğinde yahudilerin sergiledikleri şaşırtıcı ve kınanası tutumun farkına varan, sağduyu sahibi herkese sesleniliyor. Ayeti tekrarlıyoruz: "Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor musun? Bunlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar." "Kendilerine kitap verilmesinin" doğal sonucu hidayete ermeleri idi. Yüce Allah ilk sapıklıklarından kurtularak hidayete kavuşsunlar diye onlara Hz. Musa (selam üzerine olsun) eli ile Tevrat'ı vermişti. Fakat onlar bu kurtarıcı "pay"ı tepiyorlar, hidayeti bırakıyorlar ve yerine sapıklığı satın alıyorlar. "Satın alma" deyimi bilerek ve karar vererek yapılan değiş-tokuş anlamına gelir. Yani yahudilerin ellerinde hidayet var; fakat onlar bu hidayeti bırakarak yerine sapıklığı alıyorlar. Burada bilmeyerek, yanılarak ya da farkında olmayarak yapılan bir hata karşısında değil; bilinçli, kararlı ve kasıtlı bir alış-veriş sözleşmesi karşısındayız. Bu şaşılacak ve kınanacak, son derece acayip ve son derece tuhaf bir durumdur. Fakat yahudiler bu şaşılası ve kınanası noktada da durmuyorlar. Tersine daha da ileri giderek hidayete erenleri sapıklığa düşürmek istiyorlar, çeşitli yöntemler kullanarak ve çeşitli yollardan giderek müslümanları da doğru yoldan çıkarmaya çalışıyorlar. Bu yöntemler ve yollar daha önce Bakara ve Al-i İmran sûrelerinde açıklandığı gibi bu surenin ilerde inceleyeceğimiz ayetlerinde de kısmen açıklanacaktır. Yani bu adamlar sapıklığı kendileri için satın almakla yetinmiyorlar, üstelik çevrelerindeki hidayetin belirtilerini kökten silmeye yelteniyorlar. Böylece ortalıkta ne hidayet ve ne de hidayete ermiş insanlar kalsın istiyorlar. Ayetin gerek ilk gerek ikinci mesajı yahudilerin oyunlarına ve önlemlerine karşı müslümanlara yöneltilmiş bir uyarı ve bir sakındırma niteliği taşır. Aman Allah'ım, ne önlem! Ayrıca müslümanların vicdanlarında kendilerini tekrar sapıklık dönemlerine döndürmek isteyen kötü niyetlilere karşı antipati uyandırılmak isteniyor. Çünkü müslümanlar kavuştukları hidayetin değerini iyi biliyorlar, kendilerini tekrar cahiliye dönemlerine döndürmeye kalkışanlara düşmanlık besliyorlardı. Onlar hem cahiliyeyi ve hem de İslâm'ı yakından bildikleri için cahiliyeden nefret ederek İslâm'ı sevmişler ve bu bilincin sonucu olarak kendilerini şu ya da bu oranda cahiliye döneminin geriliğine döndürmek isteyenlere karşı da nefret duyar olmuşlardır. Kur'an-ı Kerim onlara bu uyarıyı yöneltirken, elbette ki, yüce Allah onların kalplerindeki bu canlı duyguyu biliyordu. Bundan dolayı bir sonraki ayette yahudilerin, müslümanların düşmanları oldukları açıkça dile getirilerek ve bu düşmanca girişim karşısında yüce Allah'ın (celle celâluhu) müslümanları koruması ve desteği altına aldığı gönüllere ferahlık aşılayan bir üslup ile dile getirilerek yahudilerin bu yıkıcı girişimlerine dikkat çekilmek isteniyor. Okuyoruz: "Allah düşmanlarınızı çok iyi bilir. O vekil ve yardım edici olarak size yeter." Böylece Medine'de müslüman cemaat ile yahudiler arasındaki düşmanlık açığa vuruluyor, aleniyete dökülüyor ve saflar iyice belirginleşiyor. Bir önceki ayette bir bütün olan Kitap ehlinin tutumu hayretle karşılanmıştı. Gerçi bu hayret belirtici ifade ile aslında yahudilerin kastedildiği anlaşılıyordu. Ama bir sonraki ayet bu anlaşılırlıkla yetinmeyerek yahudilerin kasdedildiğini açıkça belirtiyor. Sonra yahudilerin bu dönemdeki tutumları, davranışları ve Peygamberimize yönelik edepsizlikleri anlatılıyor. Anlaşılan bu olaylar hicretin ilk yıllarında, yani yahudilerin, Medine'de halâ borularının öttüğü, henüz burunlarının kırılmadığı dönemde meydana gelmiştir. Okuyoruz: Yahudiler içinde öyleleri var ki, bu dine hakaret etmek amacı ile Tevrat'taki kelimeleri değiştirerek ve dillerini ağız boşluklarında burarak `İşittik ve karşı geldik', `Dinle, sözü dinlenmez olasıca!' ve "Raina (Bizi gözet anlamına da gelen eşsesli bir hakaret deyimi)' derler." Yahudiler kaypaklığı yüzsüzlüğü ve yüce Allah'a karşı edepsizliği Tevrat'taki kelimeleri amaçları dışına çıkacak biçimde tahrif etmeye kadar ileri götürdüler. En kabul edilebilir yoruma göre buradaki "tahrif" eylemi, Tevrat'ın metinlerini amaçları dışında yorumlamak anlamındadır. Yahudiler bu tahrif eylemini Tevrat'ta yer alan son peygamberlik misyonuna ilişkin delilleri ortadan kaldırmak, bunun yanısıra son ilâhi kitap olan Kur'an'ın onaylandığı ve böylece her iki kitabın da aynı kaynaktan geldiğine ve bununla bağlantılı olarak Peygamberimizin gerçek peygamber olduğuna kanıt oluşturan hükümleri ve yasaları gözlerden kaçırmak amacı ile yapıyorlardı. Şunu hemen belirtelim ki, insanların arzularına uyum sağlamak amacı ile semavî kitapların metinlerini amaçları ile bağdaşmayacak biçimde yorumlamak; dinlerinden saparak onu bir meslek ve bir geçim amacı haline getiren bütün din adamlarında görülen ortak bir tutumdur. Onlar bu sahtekârlığı her dönemdeki iktidar sahiplerinin keyiflerine ve dinin çerçevesi dışına taşmak isteyen halk yığınlarının arzularına uyum sağlamak için yaparlar. Yahudiler bu çarpıtma sanatının en maharetli ustalarıdırlar. Ama günümüzde İslâm'ı çarpıtmayı meslek edinmiş sahtekârlar arasından bu alanda yahudilere taş çıkartacak olanlar ve onlarla başa baş yarışabilecek olanlar hiç de az değildir! Bunun yanısıra yahudiler kaypaklığı, yüzsüzlüğü, küstahlığı ve Peygamberimize karşı edepsizliklerini "Ya Muhammed, söylediklerini duyduk, fakat onlara karşı geliyoruz. Sana ne inanacak, ne uyacäk ve ne de itaat edecek değiliz" diyecek derece ileriye vardırdılar. Bu küstahça sözler, bu äyetlerin İslâm'ın başlangıç yıllarında indiklerini gösterir. Ayrıca küstahlıklarını edepsizlikleri, ahlâksızlıkları, yüzsüzlükleri ve kaypaklıkları ile de birleştirmekten çekinmeyerek Peygamberimize şöyle diyorlardı: "dinle sözü dinlenmez olasıca!' ve "Raina (Bizi gözet anlamına da gelen eşsesli bir hakaret deyimi)" Yahudiler kullandıkları kelimelerin görünürdeki anlamlarına göre şöyle demiş sayılıyorlardı; "bizi dinlemek zorunda olmayarak dinle (nezaket belirtici bir deyim)" ve "Bize durumumuzu göz önüne alarak, konumumuzu hesaba katarak bak." Onlar kitap ehli idiler ya, İslâm'a puta tapanlar gibi çağrılmaları yakışık almazmış! Kelimelerinin görünürdeki anlamlarına göre bunları söylemek istiyorlardı. Oysa ki, aynı kelimeleri dillerini ağız boşlukları içinde burarak telâffuz edince sözlerinin anlamı şöyle oluyordu; "Dinle, sözü dinlenmez olasıca, duymaz olasıca!". "Raina" kelimesini ağızlarında geveleyip söyleyerek bir hakaret deyimine dönüştürüyorlardı. Görüldüğü gibi küstahlık, edepsizlik, kaypaklık, göz boyayıcılık, sözleri çarpıtma ve ters anlamlarda kullanma hayasızlığı ile karşı karşıyayız. Çünkü karşımızda yahudi var! Yahudilerin bu çirkin marifetleri anlatıldıktan sonra ehli kitaptan olanların nasıl bir tutum takınmaları gerektiği, "kendilerine kutsal kitap payı verilenler"e yaraşan edepli davranışın nasıl olması beklendiği belirtiliyor, arkasından -bütün bu çirkin marifetlerine rağmen- hidayete, iyi karşılığa, ilahi bağışa ve hayırlı sonuca özendiriliyorlar. Tabii ki, eğer doğru yola koyulurlarsa. Fakat ümitlendirmenin yanısıra karakterlerinin özü de açıklanıyor. Bu karakter eskiden de öyle idi, şimdi de öyledir. Okuyoruz: "Oysa eğer onlar (böyle diyeceklerine) `Duyduk ve uyduk', `işit' ve `bize bak' deselerdi kendileri hesabına daha hayırlı ve daha tutarlı olurdu. Fakat Allah kâfirlikleri yüzünden kendilerine lânet ettiği için -pek azı dışında- onlar iman etmezler." Bunlar gerçeğe böylesine açık, böylesine yalın, böylesine dolambaçsız bir şekilde yaklaşmazlar. Eğer gerçeği böylesine açık anlamlı ve kaypaklık amacı içermeyen sözler ile `Duyduk ve uyduk', `işit', `Bak bize' diyerek ifade etselerdi kendileri hesabına daha hayırlı, karakterlerinin ve iç dünyalarının tutarlılığı ve sağlıklılığı için daha elverişli bir tutum benimsemiş olurlardı. Fakat aslında onlar kâfirlikleri, gerçeklere sırt çevirmeleri yüzünden yüce Allah'ın (celle celâluhu) hidayetinden kovulmuşlardır. Bundan dolayı onlar tek-tük bazı istisnalar dışında imana gelmezler. Yüce Allah'ın bu sözü pratikte doğru çıktı. Uzun tarihleri boyunca çok az sayıda yahudi müslüman oldu. Bunlar iyiliği elde etmeye çalıştıkları, doğru yolu bulmak uğruna çaba harcadıkları için yüce Allah'ın hidayete ermelerini dilediği ve kendilerine hayır payı ayırdığı bahtiyar kimselerdir. Bu çok azınlığın dışında kalan ezici yahudi çoğunluğu bin dörtyüz yıl boyunca İslâm ile ve müslümanlar ile sürekli savaş halinde olmuştur. Bu amansız savaş İslâm'ın Medine'de yanı başlarında ortaya çıktığı andan içinde bulunduğumuz şu ana kadar sürmüştür. O andan itibaren yahudiler İslâm'a karşı kesintisiz bir komploculuk, vazgeçmek nedir bilmez bir kör inatçılık içinde olmuşlar; zaman zaman görünen biçim, renk ve yöntem farklılıklarına rağmen bu komploculukları, bu kör inatçılıkları her zaman yürürlükte kalmıştır. Tarih boyunca İslâm'a karşı kurulan bütün tuzakların oynanan bütün iğrenç oyunların arkasında ya doğrudan doğruya yahudi vardır, ya da bu iğrenç düzenbazlığın en büyük payı yahudiye aittir. Çok yönlü milletlerarası haçlılık ve sömürgecilik entrikaları da bu hükmün kapsamı içindedir. YAHUDİLERE HİDAYET ÇAĞRISI Bundan sonraki ayette "kendilerine kitap verilmiş" olanlara -yahudilere sesleniliyor; ellerindeki Tevrat'ı onaylayan Kur'an'a inanmaya çağrılıyorlar; arkasından çirkin marifetlerinin ve inatçılıklarının kaçınılmaz akıbeti olarak yüzleri çarpıtılmakla ve lânete uğramakla tehdit ediliyorlar; bunun yanısıra kendi dinlerinin de temelini oluşturan katıksız Tevhid ilkesinden sapmış olmakla damgalanıyorlar, bu arada yüce Allah'ın kendisine ortak koşanları kesinlikle affetmeyeceğini bilmeleri vurgulanıyor. Bu hatırlatma, aynı zamanda, geniş kapsamlı ilâhi bağışlayıcılığın sınırlarını çizen ve Allah'a ortak koşmanın af kapsamı dışında tutulmaya yol açtığını vurgulayan genel nitelikli bir duyurudur. Okuyoruz: 47- Ey kendilerine kitap verilenler, biz bazı yüzleri çarpıtıp ense taraflarına döndürmeden ya da Cumartesi yasağını çiğneyenleri lânetlediğimiz gibi lânetlemeden elinizdeki kitabı onaylayıcı olarak indirdiğimiz Kur'an'a iman ediniz. Yoksa Allah'ın emri her zaman kesinlikle yerine gelir. 48- Hiç kuşkusuz Allah, kendisine ortak koşma günahını bağışlamaz. Bunun dışında kalan günahları dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa son derece büyük bir iftira günahı işlemiş olur. İlk ayetin girişinde yahudilere, yüce Allah'ın çağrısına ilk olumlu cevap verenlerden olmalarını gerektiren sıfatları ile, ilk müslümanlar arasında olmalarını sağlaması beklenen gerekçeleri ile sesleniliyor. Tekrarlıyoruz: "Ey kendilerine kitap verilenler, elinizdeki kitabı onaylayıcı olarak indirdiğimiz Kur'an'a iman ediniz." Kendilerine kitap verilmiş olduğuna göre bu adamların hidayete ermeleri, doğru yolda olmaları şaşılacak, tuhaf sayılacak bir gelişme değildir aslında. Bunun yanısıra söz konusu kitabı kendilerine vermiş olan yüce Allah, onları ellerindeki kitabı onaylayıcı olarak indirdiği Kur'an'a inanmaya çağırıyor. Bu Kur'an, onların elindeki Tevrat'ı onayladığına göre bu çağrının şaşılacak, garip görülecek bir yanı yoktur. Eğer iman etmek; kanıtlayıcı delile, açık gerekçelere dayalı olarak meydana gelseydi, ilk inananların yahudiler olması gerekirdi. Fakat karşımızdaki yahudi! Bir sürü çıkarları, ihtirasları, bunun yanısıra bir sürü kinleri ve kör inatları var. Yahudi; karakteri gereği, sapık ve ensesi kalın adam demektir. Nitekim Tevrat onlardan "Kalın enseli halk" diye söz ediyor! O bundan dolayı iman etmez. Ama bundan dolayı da şu sert, şu iç karartıcı tehditle yüzyüze geliyor. Tekrarlayalım: "...Biz bazı yüzleri çarpıtıp ense taraflarına döndürmeden ya da Cumartesi yasağını çiğneyenleri lânetlediğimiz gibi lânetlemeden elinizdeki kitabı onaylayıcı olarak indirdiğimiz Kur'an'a iman ediniz." "Yüzleri çarpıtmak (tams)" deyimi, yüzlerin insana ait olduklarını kanıtlayan özellikleri silmek, onları "ense taraflarına döndürmek" ise insanları geri geri yürümeye zorlamak anlamına gelir. Ayetin içerdiği tehdit, herkesin anladığı somut anlamda olabilir. Yani yahudiler gerçekten insan yüzlü görünümlerini yitirecekler ve yüzleri arkaya bakacağı için yürürken gerisin geri gideceklerdir. Cumartesi gününe ilişkin balık evlama yasağını çiğnemiş olan yahudilere verilen lânetlenme cezası da bu adamların fiilen maymun ve hayvan kılığına sokulmaları şeklinde gerçekleşmiş olabilir. Bunun yanında burada sözü edilen "çarpıtma"dan maksat bu adamların vicdanlarındaki hidayet ve basiret izlerini silmek; kendilerini Tevrat'ın inişinden önceki kâfirlik ve cahiliye dönemlerine döndürmek de olabilir. İmandan sonra tekrar kâfir olmak, doğru yolu bulduktan sonra yeniden sapıklığa düşmek öylesine dehşetli bir yüz ve basiret çarpılması, öylesine acı bir geriye dönüştür ki, bütün geriye dönmeler ve döndürülmeler onun yanında hiç kalır. Ayetin maksadı ister o olsun, ister bu olsun; seslendirdiği tehdit gerek katı kalpli donuk yahudi karakterine, gerekse onların aşağılık ve iğrenç davranışlarına uygun, sert ve korkunç bir tehdittir. Bu tehdit ile ürperip kendine gelerek hemen müslüman olan yahudiler vardır. Bunlardan biri ünlü Kââb-ul Ahbâr'dır. Nitekim İbn-i Ebu Hatem'in İbn-i Nufeyl ve Amr b. Vakıd kanalı ile Yunus b. Celîs'e dayanarak bildirdiğine göre Ebu İdris Hulâni şöyle diyor; "Ebu Müslim Halîlî, Kaâb-ul Ahbar'ın hocası idi. Neden bir an önce gidip Peygamberimizi görmüyor diye bu öğrencisini sık sık ayıplardı. Sonunda onu Peygamberimize gidip nasıl bir insan olduğunu görmeye ikna etti" (Olayın bundan sonrasını Kââb-ul Ahbar şöyle anlatır "Binek hayvanımın sırtına atlayıp Medine'ye vardım. O sırada biri Kur'an okuyordu, okuduğu ayet şuydu; `Ey kendilerine kitap verilenler, biz bazı yüzleri çarpıtıp ense taraflarına döndürmeden... elinizdeki kitabı onaylayıcı olarak indirdiğimiz Kur'an'a iman ediniz'. Hemen suya koşup yıkandım. Bu arada `Acaba çarpıldlm mı?' korkusu ile sık sık elimi yüzümün üzerinde gezdiriyordum. Arkasından hemen müslüman oldum. " (Yaygın rivayete göre Kaab-ul Ahbar, Hz. Ömer zamanında müslüman oldu. İbn-i Cerir'e dayanan ve daha güvenilir olduğu belirtilen bu rivayette de Kâab'ın müslüman oluşu bu ayeti işitmesine bağlanıyor.) Bu tehdidi izleyen yorum cümlesinde şöyle buyuruluyor: "Yoksa Allah'ın emri, her zaman kesinlikle yerine gelir." Bu cümle az önceki tehdidi pekiştirir niteliktedir. Ayrıca yahudinin karakterine de uygundur! Bunun arkasından ahirete ilişkin bir başka tehdit geliyor. Bu tehdit, yüce Allah'a ortak koşma suçu dışında kalan günahların önünde İlâhî rahmet kapısı açık olduğu ve yalnız bu ağır suçun kesinlikle af kapsamı dışında olduğunu açıklıyor. Okuyoruz: "Hiç kuşkusuz Allah, kendisine ortak koşma suçunu bağışlamaz. Bunun dışında kalan günahları dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa son derece büyük bir iftira günahı işlemiş olur." Bu ayetin yahudileri katışıksız imana ve Tevhide çağıran üslubûndan O'nun yahudileri yüce Allah'a ortak koşmakla suçladığı anlaşılıyor. Gerçi burada onların Allah'a ortak koşma anlamına gelecek hiçbir sözlerinden ya da davranışlarından bahsedilmiyor. Fakat Kur'an'ın başka ayetlerinde bu konuda ayrıntılı bilgi veriliyor. Meselâ bir ayette onların "Uzeyr, Allah'ın oğludur" dedikleri anlatılıyor. Tıpkı hristiyanların "Mesih (İsa) Allah'ın oğludur" demeleri gibi. Hiç kuşkusuz bu söz Allah'a ortak koşmak(şirk)'tir." (Tevbe Suresi, 30) Bunun yanısıra Kur'an'da bize gerek yahudilerin gerekse hristiyanların "Allah'ı bir yana bırakarak hahamlarını ve papazlarını ilâh edindikleri" anlatılıyor." (Tevbe Suresi, 31) Oysa biz biliyoruz ki, ne yahudiler hahamlarına ve ne de hristiyanlar papazlarına tapınıyorlardı. Yalnız her iki kesim de kendi din adamlarının yasa koyma, helâl kılma ve yasaklama yetkisi taşıdıklarını ileri sürmüşlerdir. Oysa bu yetki sırf yüce Allah'ın tekelindedir, ayrıca bu husus İlahlığın gereklerinden biridir. İşte Kur'an, bu yüzden onları putperest (müşrik) saymıştır. İlerde ayrıntılı biçimde anlatacağımız gibi, bu ilke İslâm'ın tanımına ve imanın şartına ilişkin tutarlı düşünce açısından son derece önemlidir. Her neyse, sözün kısası Peygamberimizin zamanında Arap yarımadasında yaşayan yahudilerin inançları putperestlik hurafeleri ile karışık ve dolayısı ile tek ilâh inancından uzaklaşmıştı. Bu yüzden bu ayette yer alan Allah'ın, kendisine ortak koşma günahı dışındaki günahları dilediklerine bağışlayabileceği, buna karşılık kendine ortak koşma günahını kesinlikle hoşgörü ile karşılamayacağı, eğer bir insan dünyada Allah'a ortak koşar da, bu inancından vazgeçmeksizin yüce Allah'ın huzuruna çıkarsa affedilmesinin asla beklenmemesi gerektiği şeklindeki vurgulamalı açıklama, yahudilere yöneltilmiştir. Allah'a ortak koşma ((şirk)' Allah ile kul arasındaki ilişkiyi keser. Buna göre yüce Allah'a ortak koşan bu kimseler eğer bu sapık inanca bağlı olarak', başka bir deyimle Allah ile ilişkileri kesik olarak dünyadan ayrılırlar ise hiçbir affedilme ümitleri kalmaz. Bir insan düşününüz ki, yüce Allah'a ortak koşuyor, gerek evrenin görünen olaylarında ve gerekse peygamberlerin getirdikleri bilgilerde Allah'ın tekliğini kanıtlayan bunca delil, karşısında dururken bu sapık inançta ısrar ederek öylece ahirete göçüyor. Eğer o insanın yapısında iyilik ve yapıcılık unsurlarından bir teki bile varsa böyle bir şey yapmaz. Demek ki, yapan insanın yapısı geri dönülmez biçimde bozulmuş, Allah'ın lekesiz biçimde kendisine sunduğu fıtratı mahvolmuş, aşağıların aşağısı bir bataklığa yuvarlanmış ve kendi eli ile kendini cehennem hayatına hazırlamıştır. Yüce Allah'a ortak koşmak açık, belirgin ve bariz bir günah; çirkin, küstahça ve son derece ağır bir zulümdür. Bunun dışında kalan bütün küçük ve büyük günahlara gelince yüce Allah onları dilediği kullarına bağışlar. Bunlar tümü ile af kapsamına girerler. Bu affedilme tevbe etme sonucu olabileceği gibï, Peygamberimizden gelen bazı belgeli rivayetlerin bildirdiklerine ,göre tevbe etmeksizin de olabilir. Yeter ki, günahkâr kul, yüce Allah'ın bilincinde olsun O'nun affını umsun, O'nun kendisini affedebilecek güçte olduğundan emin olsun, O kendisini bağışlasa da günah işlemiş olmasının yine de bir kusur olduğunun farkında olsun. Bu durum yüce Allah'ın rahmetinin bitmez-tükenmez olduğunu, affediciliğinin ne bir kapı ve ne de bir kapıcı tarafından engellenemeyeceğini son derece somut olarak gözlerimizin önüne serer. Nitekim Kuteybe'nin, Cerir b. Abdulhamid ve Abdulâziz yolu ile Zeyd b. Vehb'e dayanarak bildirdiğine göre sahabilerden Ebu Zerr (Allah ondan razı olsun) şöyle diyor: Bir gece dışarı çıkmıştım. Baktım ki, Peygamberimiz tek başına yürüyüş yapıyor. Yanında hiç kimse yok. Yürürken yanında bir başkasının olmasını istemediğini düşünerek ay ışığı altında yürümeye koyuldum. Peygamberimiz birden dönerek beni gördü. `Kim o' dedi. `Kurbanın olayım, Ebu Zerr' diye cevap verdim. Bana `Gel, ya Ebu Zerr' dedi. Birazcık yanında yürüdüm. Bir ara bana şöyle buyurdu: "Dünyada zengin olanlar Kıyamet günü fakir olacaklardır. Yalnız yüce Allah'ın hayırlı mal bağışladığı ve bu malı sağlarına, sollarına, önlerine, arkalarına dağıtarak onunla hayırlı işler yapan kimseler müstesna." Biraz daha yanında yürüdükten sonra bana dönerek `Burada otur' dedi ve beni etrafı taşlarla çevrili bir düzlüğe oturttu. Arkasından `Ben geri gelinceye kadar burada otur' dedi. Sonra önümüzde uzanan tek araziye doğru yürüdü ve gözümden kayboldu. Bir süre görünmedi. Bu süre oldukça uzamıştı. Sonunda onun `Zina etmiş, hırsızlık yapmış da olsa..." diye diye bana doğru geldiğini gördüm. Yanıma gelince dayanamadım, `Yä Resulullah, kurbanın olayım, alanın bir kenarında kiminle konuşuyordun. Ben bir ara sana doğru birinïn geldiğini duydum' dedim. Peygamberimiz bana şu cevabı verdi: "O Cebrail'di, alanın kenarında karşıma çıkarak bana "Ümmetine şu müjdeyi ver ki, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ölen kimse cennete girecektir.' Kendisine "Ey Cebrail, hırsızlık yapmış ve zina işlemiş olsa da mı?" diye sordum, `Evet' dedi. Tekrar `Hırsızlık yapmış, zina işlemiş olsa da mı?' diye sordum. Bana `Evet, hatta içki içmiş bile olsa' diye cevap verdi." (Buhari, Müslim) Bu arada İbn-i Ebu Hatem'in, Cabir b. Abdullah'a dayanarak bildirdiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "Allah'a hiçbir ortak koşmaksızın ölen kimse affedilmeye hak kazanır. Allah onu dilerse azaba çarptırır, dilerse affeder. `Allah, kendisine ortak koşma suçunu kesinlikle affetmez. Bunun dışında kalan günahları dilediklerine bağışlar." Öte yandan yine İbn-i Ebu Hâtem'in bildirdiğine göre Abdullah b. Ömer şöyle diyor; "Bizler -Peygamberimizin sahabileri- adam öldürenlerin, yetim malı yiyenlerin, namuslu kadınları zina yapmakla suçlayanların ve yalancı şahitlerin hakkında şüphe etmiyorduk. Fakat `Allah, kendisine ortak koşma suçunu kesinlikle affetmez. Bunun dışında kalan günahları dilediklerine bağışlar' ayeti inince Peygamberimizin sahabileri bu yolda şahitlik etmekten vazgeçtiler." Öte yandan İkrime'nin, Abdullah b. Abbas'a dayanarak bildirdiğine göre Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyuruyor: "Yüce ve Ulu Allah (celle celâluhu) şöyle buyuruyor: `Kim benim günahları affetmeye muktedir olduğumu bilir de, eğer bana ortak koşmuş değil ise günahlarına aldırış etmeden kendisini affederim." (Taberanî) Özellikle bu son hadisin mesajı son derece açıktır. Demek ki, her şeyden önce kalplerin, yüce Allah'ın, gerçek anlamı ile bilincinde olmaları gerekir. Bunun arkasından iyilik, umut, kaygı ve korku bilinçlerine sıra gelir. Herhangi bir günah işlendiğinde eğer gerisinde bu özellikler varsa günahkâr kul, takva ve af kapsamında olduğundan emin olmalıdır. ŞAŞKIN İNSANLAR Daha sonraki ayette, Kur'an-ı Kerim, müslümanların safında Medine yahudileri ile savaşa giriyor. Yüce Allah'ın "seçilmiş halkı" olduklarını sanan, kendi kendilerine övünen ve bir yandan daha önce belirttiğimiz gibi kutsal kitaplarını tahrif eder, Allah'a ve Peygamberimize dil uzatırken, öte yandan ilerde anlatacağımız üzere "Putlara ve Tağut'a" taparken kendilerini kusursuz göstermeye yeltenen bu şaşkınların halı hayretle karşılanıyor. Onların kendilerini kusursuz ilân etmelerinin ve ne kötülük işlerler ise işlesinler, yine de yüce Allah'ın yakınları olduklarını sanmalarının asılsız olduğu vurgulanıyor. Okuyoruz: 49- Şu kendilerini temize çıkaranları görmüyor musun? Oysa Allah dilediği kimseyi arındırır, fakat hiç kimseye kıl payı kadar haksızlık yapılmaz. 50- Baksana Allah'a karşı nasıl yalan uyduruyorlar? Bu tek başına yeterli bir apaçık günahtır. Yahudilerin "Allah'ın seçilmiş halkı" oldukları şeklindeki iddiaları eskidir. Gerçekten yüce Allah, onları kutsal emaneti taşımak ve bu emanetin gerektirdiği misyonu yerine getirmek için seçti. Onları o dönemde yaşayan diğer milletlere üstün tuttu. Mısır Firavun'u ile adamlarını onların hatırı için helâk etti ve kendilerini "kutsal topraklar"a mirasçı yaptı. Fakat yahudiler bir süre sonra yüce Allah'ın sisteminden saptılar, dünyanın amansız zorbaları kesildiler. Yeryüzü, onların kötülüklerini kaldıramaz oldu. Hahamları onlara yüce Allah'ın helâllerini yasaklamaya ve yasaklarını serbest saymaya girişti. Onlar da bu konuda hahamlarına uydular. Yüce Allah'ın tekelinde olan yasaklama ve helâl kılma yetkisinin, çizmeyi aşan hahamları tarafından kullanılmasına karşı çıkmadılar. Yine bu yahudi hahamları yüce Allah'ın şeriatında değişiklik yaptılar. Bu değişiklikleri bir yandan iktidardakilerin ve seçkin azınlığın gönlünü yapmak ve bir yandan da halk yığınlarının isteklerini ve arzularını tatmin etmek için yaptılar. Böylece yahudiler yüce Allah'ı bir yana bırakarak bu şımarık din adamlarını ilâh edindiler. Faiz yemekten kaçınmadılar. Sonunda Allah'ın dini ile ve Allah'ın kendilerine indirmiş olduğu kutsal kitap ile aralarındaki bağlar zayıfladı. Bütün bunlara -ve daha birçok marifetlerine- rağmen tarihleri boyunca yüce Allah'ın evlâtları ve sevdikleri olduklarını, birkaç sayılı gün dışında Cehennem ateşinin kendilerine değmeyeceğini, sadece yahudi olanların doğru yolda olduklarını ve yüce Allah tarafından beğenildiklerini ileri sürmeye devam ettiler. Sanki yüce Allah ile aralarındaki ilişki; akrabalık, soy ortaklığı ve kayırmacılık ilişkisi imiş gibi. Haşa! Yüce Allah bu tür yakışıksız isnadlardan uzaktır, kuşkusuz. Yüce Allah ile O'nun hiç bir kulu arasında akrabalık ve soy ortaklığı ilişkisi söz konusu değildir. O'nun ile kullar arasındaki bağı doğru inanç, iyi amel ve İlâhî sisteme kararlı bağlılık oluşturur. Kim bu bağı, bu ilişkiyi sarsıntıya uğratırsa yüce Allah'ın öfkesine çarpılır. Sapıklık dönemlerinde yüce Allah'ın hidayetine muhatap olan kimseler eğer tekrar eğri yola saparlarsa yüce Allah'ın kendilerine yönelik bu öfkesi, bu gazabı daha ağır olur. Sözünü ettiğimiz yahudilerin, günümüzde, sözde müslüman olan bazı benzerleri var. Bunlar müslüman olduklarını ileri sürüyorlar, kendilerini Peygamberimizin ümmetinden sayıyorlar. Yüce Allah'ın mutlaka kendilerini destekleyerek işgalci yahudileri yurtlarından çıkaracağını bekliyorlar. Ama buna karşılık yüce Allah'ın önerdiği hayat sistemi olan Hak Din'den tamamen kopmuşlar, bu dini hayatlarının dışına atmışlar. Ne aralarındaki anlaşmazlıkların çözüme bağlanmasında ne ekonomik kararlarında, ne sosyal hayatlarını düzenlemede ne ahlâklarında ve ne de geleneklerinde Allah'ın kitabının hakemliğine başvurmuyorlar. Tek müslümanlık kanıtları, taşıdıkları İslâmî isimler ile bir zamanlar gerçek müslümanların doğdukları, Allah'ın dinini uygulamaya geçirdikleri ve hayat sistemini egemen kıldıkları topraklarda yaşıyor olmalarıdır! Okuduğumuz ayette yüce Allah, Peygamberimize kendi kendilerini temize çıkaran yahudilerin durumunun hayret verici olduğunu ifade ediyor. Oysa günümüz "müslümanlar"ının durumu daha hayret verici, daha gülünç ve daha şaşırtıcıdır! Sebebine gelince kendilerini aklama, temize çıkarma, iyiliği Allah'a yakınlığı ve O'nun seçilmiş kulu olmayı kendine mal etme yetkisi insanların yetkisinde değildir. Ancak Allah dilediklerini temize çıkarabilir, aklayabilir. Çünkü O, kalpleri ve davranışları herkesten iyi bilir. Eğer insanlar bu değerlendirme yetkisini Allah'a bırakarak iyi ameller işlemeye yönelirlerse, kof iddialardan uzak dururlarsa yüce Allah (celle celâluhu) insanlara zerre kadar haksızlık yapmaz. Eğer insanlar hiç kendilerini övmeden, alçakgönüllülükle, Allah'tan utanarak, kendilerini aklama ve şişirme iddialarından kaçınarak iyi ameller işleyecek olurlarsa Allah katında aldatılacak, herhangi bir iyi amelleri unutulacak ya da hakları yenecek değildir. Yüce Allah kendi kendilerini aklayan, Allah'ın rızasını kazanmış olduklarını ileri süren yahudilerin yalan söylediklerini, kendisine iftira attıklarını açıkça belirtiyor ve onların bu çirkin marifetini kınıyor. Ayrıca bu davranışın iğrençliğine dikkatleri çekiyor. Okuyoruz: "Baksana, Allah adına nasıl yalan uyduruyorlar? Bu tek başına yeterli bir apaçık günahtır." Burada yine kendimize dönelim. Bizler İslâm kaynaklı isimler taşıyoruz diye ve bir zamanlar gerçek müslümanların yaşadığı topraklarda oturuyoruz diye müslüman olduğumuzu iddia ediyoruz. Oysa İslâm, hayatımızın hiçbir kesimine egemen değildir. Sosyal hayatımızın hiçbir alanında İslâm'a bu yetkiyi tanımıyoruz. Müslüman olduğumuzu ileri sürüyoruz, ama görüntümüz ile, realitemiz ile İslâm'ı lekeliyoruz. yabancılara İslâm'ı antipatik gösteren somut örnekler oluyoruz. Hz. Muhammed'in ümmetinden olduğumuzu söyleyerek yüce Allah'ın seçkin kulları olduğumuzu ileri sürüyoruz. Oysa Hz. Muhammed'in öğrettiği din, Hz. Muhammed'in uyguladığı sistem, hayatımızdan bütün-bütüne kovulmuş ve soyutlanmıştır. Bana kalırsa biz bu halimiz ile aynen yüce Allah'ın tutumlarını şaşırtıcı bulduğunu Peygamberimize anlattığı, Allah adına yalan söylemekle suçladığı ve büyük günah yükü altına girdiklerini belirttiği o yahudilere benziyoruz. Allah yardımcımız olsun! Yüce Allah'ın dini bir hayat sistemidir. Allah'a itaat etmek demek, bu sistemi hayata egemen kılmak dèmektir. Allah'a itaat etmedikçe O'na yakın olunamaz. Şimdi bir bakalım, yüce Allah, O'nun dini ve sistemi nerede, biz neredeyiz? Sonra bir bakalım ki, acaba yüce Allah'ın hallerini hayretle anlattığı, kendi kendilerini aklamakla yüce şahsına iftira atma günahı altına girdiklerini belirttiği o şaşkın yahudiler ile aramızda ne fark var? İlke aynı ilkedir, durum da aynı durum. Hiçbir kul ile yüce Allah arasında soy ortaklığı, akrabalık ve kayırmacılık ilgisi yoktur! KENDİLERİNİ TEMİZE ÇIKARANLAR Ayetlerin akışı içinde kendi kendilerini temize çıkaran bu kimseler hakkında hayret ifade edilmeye devam ediliyor. Çünkü bu şaşkınlar bir yandan; yüce Allah'ın şeriatine dayanmayan, O'nun koyduğu herhangi bir kritere yaslanarak ölçü dışına taşma tehlikesini bertaraf etmemiş hükümlere, ayetin deyimi ile "puta ve Tağut'a" inanırken, öbür yanda; putperestliğe ve putperestlere arka çıkıyor, onlara yüce Allah'ın kitabına sistemine ve şeriatına bağlılık bakımından müslümanlara göre daha doğru yolda olduklarını söylüyorlar. Okuyacağımız ayetlerde onların tutumları karşısında hayret ifade edildikten ve bu gülünç manevraları gözler önüne serildikten sonra sert bir dille kınanıyorlar, aşağılayıcı bir ifade ile yerin dibine batırılıyorlar. Bunların yanısıra karakterlerinde gizli duran kıskançlığa ve cimriliğe parmak basılıyor, bağlıları olmakla övündükleri Hz. İbrahim'in dinine sırt çevirmeleri yanında bu gülünç tutumu takınmalarına yol açan diğer sebepler açığa vuruluyor. Bu kınama ve saldırı kampanyası "Öylelerine alevli cehennem yaraşır" cümlesi ile noktalanan kendilerine yönelik bir cehennem tehdidi ile son buluyor. Şimdi bu ayetleri okuyalım: 51- Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor musun? Bunlar puta ve tağut'a (şeytana) inanırlar ve kâfirler hakkında `Bunların yolu müminlerin yolundan daha doğrudur' derler. 52- Bunlar Allah'ın lânetine uğramış kimselerdir. Allah birine lânet ederse ona yardım edecek birini bulamazsın. 53- Yoksa onların Allah'ın mülkünde bir payları mı var? Eğer öyle olsaydı, insanlara bir çekirdek kırıntısı bile vermezlerdi. 54- Yoksa Allah'ın, lütfunun eseri olarak insanlara bağışlamış olduğu imtiyazı çekemiyorlar, bu yüzden onları kıskanıyorlar mı? Oysa biz İbrahim'in soyundan gelenlere de kitap ve hikmet vermiş, kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık. 55- Fakat İbrahim'in soyundan gelenlerin kimi O'na inandı, kimi de kendisine sırt çevirdi. Öylelerinin hakkından alevli cehennem gelir. Kendilerine "Kitaptan bir pay verilenler"den şunlar beklenirdi: Bunlar herkesten önce Kitaba (Kur'an'a) inanmalıydılar, yüce Allah'ın yol göstericiliğine muhatap olmamış nasipsizlerin kapıldıkları putperestliğe karşı çıkmalıydılar, yüce Allah'ın kitabını hayatlarına egemen kılmalı ve tağutun yoluna koyulmamalıydılar. Tağut; yüce Allah'ın onayına dayanmayan herhangi bir hukuk sistemi ve yüce Allah'ın şeriatınca desteklenmeyen herhangi bir hüküm demektir. Fakat kendi kendilerini aklayan ve yüce Allah'ın sevdikleri olmakla övünen yahudiler, kendilerine yakıştırdıkları bu asılsız konuma ters düşecek şekilde batıla ve putperestliğe uyuyorlar. Çünkü kâhinlerinin peşinden gidiyorlar, kahinlerine ve hahamlarına yüce Allah'ın onayına dayanmaksızın yasa koyma yetkisi tanıyorlar. Aynı anlamda "tağut"a inanıyorlar. Tağut, yüce Allah'ın şeriatı dışında kaynaklanan hüküm anlamındadır. Tağut, sözlük anlamı ile "azgınlık, taşkınlık, ölçü dışına çıkma" demektir. Sözünü ettiğimiz tutum da bir tür taşkınlık ve bir çeşit ölçüyü çiğnemektir. Çünkü yüce Allah'ın tekelindeki imtiyazlardan biri olan egemenliği insanlardan birine yakıştırmaya kalkışıyor. Bunun yanısıra yüce Allah'ın hakka ve adalete bağlayıcı şeriatının kurallarından birinin disiplini altına girmiyor. Bu niteliği ile bu tutum bir taşkınlık, bir kuralları çiğneme olayıdır. Bu tür kural dışı, taşkın hükümlere inananlar, uyum gösterenler ya Allah'a ortak koşmuşlardır ya da doğrudan doğruya kafirdirler. İşte yüce Allah bunların tutumlarını şaşırtıcı buluyor. Çünkü kendilerine kutsal kitap hazinesinden bir pay verildiği halde bu kitabın içeriğine bağlanmamışlardır. Bu şaşkınlar sadece "puta ve Tağut'a" inanmakla kalmıyorlar. Bunun yanısıra yüce Allah'ın kitab verdiği, kendilerine Kur'an'ı gönderdiği müslümanlara karşı kâfirlerin tarafında yer alıyorlar, onlara hak veriyorlar. Tekrarlıyoruz: "Kâfirler hakkında `Bunların yolu, müminlerin yolundan daha doğrudur' derler." İbn-i İshak'ın, Muhammed b. Ebu Muhammed ve İkrime yolu ile Ebu Said b. Cubeyr'e dayanarak bildirdiğine göre Abdullah b. Abbas diyor ki: "Kureyş, Gatafan ve Beni Kureyza kabilelerini müslümanlara karşı birleştirip savaşa sürükleyenler Hayy b. Ahtab, Selâm b. Hakık, Ebu Rafi, Rebü b. Hakık, Ebu Amir, Vehûh b. Amir ve Hevde b. Kasy adlı kişilerdi. Bunlardan Venûh, Ebu Amir ve Hevele Vailoğulları kabilesinden, öbürleri ise Nadiroğullari kabilesinden idi. Bu yahudi heyeti Kureyş kabilesi ile görüşmeye gidince onlara beraberlerinde getirdikleri din adamlarını göstererek şöyle dedi; `Bunlar Yahudi hahamlarıdırlar. İlk kutsal kitabı iyi bilirler. Sorun onlara, sizin dininiz mi, yoksa Muhammed'in dini mi üstündür?' Kureyşlilerin bu yoldaki soruları üzerine yahudi hahamları `Sizin dininiz Muhammed'in dininden daha üstündür. Sizin yolunuz Muhammed'in ve O'nun peşinden gidenlerin yolundan daha doğrudur' diye cevap verdiler. Bunun üzerine yüce Allah `Şu kendilerine kitaptan pay verdiklerimizi görmüyor musun...' diye başlayan ve "... kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık" diye biten ayetler gurubunu indirdi. Bu ayetlerde onlara lânet ediliyor, dünyada ve ahirette desteksiz ve yardımcısız kalmaya mahkûm oldukları bildiriliyordu. Çünkü onlar, Kureyş putperestlerine kendilerine destek sağlamak için gitmişler, bu sözleri de gönüllerini alıp taraftarlıklarını kazanmak amacı ile söylemişlerdi. Nitekim Kureyşliler de yahudilerin bu isteklerini olumlu karşılayarak Hendek (Ahzab) savaşında onların tarafında müslümanlara karşı savaşa girdiler. Peygamberimiz bunlara karşı Medine çevresinde hendekler kazdırdı. Yüce Allah, onların kötülüklerine engel oldu, onları kinleri ile baş başa bıraktı, istedikleri sonucu elde edemediler. Yüce Allah savaşta ağırlığını müminlerden yana koydu. Hiç şüphesiz Allah güçlü ve üstün iradelidir. Gerçi yahudilerin "Putperest Kureyşlilerin dini Hz. Muhammed'in ve O'nun peşinden gidenlerin dininden daha üstündür; putperestlerin yolu, yüce Allah'ın kitabına (Kur'an'a) ve Peygamberine inananların yolundan daha doğrudur" demeleri aslında hayret edilecek bir tutumdur; ama, yahudilere çok görülmez, onlar için normaldir. Onlar hak ile batıl arasında, doğru ile eğri arasında, doğrular ile eğriler arasındaki tutumu her zaman budur. Onların doyumsuz hırsları, yatışmaz arzuları ve dinmez kinleri vardır. Onlar hakkın ve hak taraftarlarının yanında hırslarına, arzularına ve kinlerine destek bulamazlar. Bu yoldaki desteği ve yardımı her zaman ancak batılın, eğrinin ve eğrilik taraftarlarının arasında bulabilirler. Hakkın ve hak taraftarlarının aleyhine geçip batılın ve eğrinin taraftarlarının lehine tanıklık etmelerinin sebebi budur. Onların tutumu her zaman budur ve bu tutumun sebebi de her zaman geçerlidir. Bu yüzden onların "Kureyş putperestlerinin yolu, müminlerin yolundan daha doğrudur" demeleri kendi açılarından mantıklı ve normaldir, süpriz değildir. Yahudiler aynı sözü bu günde söylüyorlar, yarın .da söyleyeceklerdir. Onlar günümüz dünyasının her yerindeki başarılı İslâmî hareketi, denetimleri altındaki propaganda ve yönlendirme araçları ile lekelerler; bu hareketleri gözden düşürüp kuvvet yolu ile ezmek isteyen batıl taraftarlarını olanca güçleri ile desteklerler. Tıpkı ilk İslâmî hareketi gözden düşürmek ve ezebilmek için putperest Kureyşlileri destekledikleri, kendileri ile güç birliği yaptıkları gibi. Fakat iğrenç iki yüzlülüklerinden, hile ve düzenbazlık alanındaki erişilmez maharetlerinden ve zamanımız şartlarının öyle yapmalarını gerektirmesinden dolayı kimi zaman eğriyi ve eğrinin taraftarlarını açıktan açığa övmezler. Sadece hakkı ve hak taraftarlarını karalamakla yetinirler. Batılın hakkı ezmesine, sindirmesine böylesine dolaylı yoldan destek vermeyi uygun görürler. Çünkü günümüzde yahudilerin açık övgüsü, başlı başına bir suçlama gerekçesi ve taşınmaz bir töhmet yükü haline gelmiştir. Bu yüzden eğer desteklerini ve övgülerini açığa vururlarsa İslâmî hareketleri ezmek isteyen, dünyanın her yerindeki gizli ajanları ve onlardan aldıkları direktiflere göre çalışan sinsi zorbalar hakkında kuşku uyandırabilir! Kimi zaman bu sinsi yanıltmacalarını o kadar ileri boyutlara vardırırlar ki kendileri hesabına hakkı ve hak taraftarlarını sindiren ajanları ile göstermelik düşmanlık ve savaş oyunu oynarlar ya da danışıklı propaganda savaşını gündeme getirirler. Amaçları uzun vadeli emellerini gerçekleştiren en sadık, en bağımlı dostlarını tamamen şüpheden uzak tutmaktır. Fakat asla İslâm'ı ve müslümanları karalama, gözden düşürme kampanyasına ara vermezler. Çünkü İslâm'a karşı besledikleri kin o kadar koyu ve katıdır ki, en küçük bir İslâmî diriliş hareketine, hatta böyle bir hareketin gölgesine bile tahammül edemezler. İnsanları yanıltmak ve aldatmak için bile onun varlığına katlanamazlar. Yahudilerin tarih boyunca sergiledikleri karakter, uyguladıkları strateji ve güttükleri amaç aynıdır. İşte yüce Allah bundan dolayı onlara lânet ediyor, kendilerini rahmetinden kovuyor ve desteğinden yoksun bırakıyor. Yüce Allah'ın desteğinden yoksun kalan kimse bütün yeryüzü halkının desteğini ve yardımını kazansa bile aslında destekçisiz ve yardımcısızdır. Okuyoruz: "Bunlar Allah'ın lânetine uğramış kimselerdir. Allah birine lânet ederse ona yardım edecek birini bulamazsın." Günümüzde bütün batılı devletlerin yahudileri desteklediklerini görünce paniğe kapılıp sorabiliriz: Hani Allah onları lânete çarptırdığını vaad etmişti? Hani Allah'ın lânetine uğrayanlar yardımcı ve destekçi bulamazlardı? Fakat bilmeliyiz ki, asıl yardım edici, asıl destekçi insanlar değildir, devletler de değildir. Bu devletlerin ellerinde hidrojen bombaları ve türlü türlü füzeler de olsa bu böyledir. Asıl gerçek yardımcı yüce Allah'tır, iradesi karşısında bütün kullarına diz çöktürme gücünde olan yüce Allah! Bu rakipsiz güç karşısında ellerinde hidrojen bombaları ve çeşit çeşit füzeler bulunan kullar da kim oluyorlar? Yüce Allah ise kendisini destekleyenin destekçisidir. Nitekim O bize "Allah dinini destekleyenleri kesinlikle destekler." buyuruyor." (Hacc Suresi, 40) Yüce Allah kendisine gerçek anlamda inananların, olanca güçleri ile sistemine bağlananların, hoşnutluk ve teslimiyet içinde sisteminin hakemliğine başvuranların yardımcısı ve destekçisidir. Yüce Allah bu ayette kendisine inanmış, sistemine uyan ve şeriatının hakemliğini benimseyen bir ümmete sesleniyor. Bu yüzden bu ümmetin düşmanları olan yahudileri ve destekçilerini küçümsüyor. Yine yüce Allah bu ümmete yardım etmeyi, destek sağlamayı vaad ediyor. Çünkü düşmanlarının, yani yahudilerin yardım edicisi destekleyicisi yoktur. Yüce Allah o günkü müslümanlara karşı vaadini, fiilen gerçekleştirdi. Onun vaadi ancak gerçek müslümanlar hakkında gerçekleşebilir, ancak gerçekten inanmış bir kitle varolunca bunların eli ile bu durum pratiğe yansıyabilir. O halde ateistlerin, putperestlerin ve hristiyanların hep birlikte yahudileri desteklemeleri, arkalamaları karşısında paniğe kapılmayalım ve yılgınlığa düşmeyelim. Onlar her zaman zaten İslâm karşısında, müslümanlar karşısında ve yahudilerin yanında olup onların destekçileri olurlar. Çünkü asıl güç dengesini değiştirecek destek ve yardım bunlarınki değildir. Fakat aynı zamanda Allah'ın yardımını peşin olarak yanımızda bilmek gibi bir yanılgıya da kesinlikle kapılmamalıyız. Çünkü yüce Allah'ın yardım vaadi ancak müslümanlar hakkında ve bu iddiayı ileri süren kimseler gerçek müslüman oldukları gün gerçekleşir. Buna göre müslümanlär -bir kez olsun- gerçekten müslüman olmayı denemeye girişmelidirler. O zaman kendi gözleri ile baksınlar bakalım, ortada yahudileri destekleyen kalacak mı, ya da kalsa bile bu destekçilerin yahudiye bir yararı olacak mı? | |
19 Eylül 2008, 18:26 | Mesaj No:12 |
Cvp: Fizilalil Kuran Nisa Suresi Tefsiri İNSANLIIĞIN BAŞ DÜŞMANLARI Yüce Allah yahudilerin tutumlarını, davranışlarını ve sözlerini hayretle karşıladığını belirttikten ve bu yüzden onları lânetine çarptırıp yalnızlığın perişanlığına mahkûm ettiğini açıkladıktan sonra Peygamberimize ve müslümanlara karşı takındıkları başka bir tutumu kınamaya girişiyor ve yahudilerin müminlere yönelik ilâhi nimeti kıskanmalarını yeriyor. Bu nimet hak Din, zafer ve egemenlik-iktidar nimetidir. İşte yüce Allah'ın tek taraflı bir bağışı olarak müslümanlara karşı sunduğu bu nimet yahudileri kıskançlıktan çatlatıyor. Oysa nimeti veren, yüce Allah'tır, müslümanların bu ilâhi takdirde hiçbir yetki payları yok! Aşağıdaki ayetlerde aynı zamanda yahudilerin pinti karakterlerine, başkalarının elindeki her şeyde gözü kalan çekememezliklerine de parmak basılıyor. Oysa yüce Allah onlara ve atalarına da bol bol nimet bağışladı. Fakat bu ilâhi bağışlar onlara ne cömertliği gösterebildi ve ne de kendilerini kıskançlıktan ve açgözlülükten vazgeçirebildi. Şimdi ayetleri okuyoruz: "Yoksa onların Allah'ın mülkünde bir payları mı var? Eğer öyle olsaydı, insanlara bir çekirdek kırıntısını bile vermezlerdi. Yoksa Allah'ın karşılıksız lütfunun eseri olarak insanlara bağışlamış olduğu imtiyazı çekemiyorlar, bu yüzden insanları kıskanıyorlar mı? Oysa biz İbrahim'in soyundan gelenlere de kitap ve hikmet vermiş, kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık." Aman Allah'ım, ne tuhaf şey! Adamlar, yüce Allah'ın herhangi bir kuluna kendi katından bir nimet bağışlamasını çekemiyorlar. Yoksa bunlar -haşa- yüce Allah'ın ortakları mı? Yoksa O'nun mülkünde, varlığında payları mı var? Bir bölümünü bağışladığı, kullarına karşılıksız akıttığı mülkünde yani. Eğer bu mülkde, bu varlıkta payları olsaydı insanlara bir çekirdek kırıntısını, bir tohum zerresini bile çok görürlerdi. O kadar cimri ve o kadar pintidirler. Ayette geçen "nukre (çekirdek kırıntısı)" çekirdeğin sırtındaki cücük demektir. Eğer yahudinin, yüce Allah'ın mülkünde, varlığında payı olsa pintiliği ve iğrenç bencilliği yüzünden insanlara bu çekirdeğin cücüğünü bile vermeye eli varamazdı. Allah'a hamdolsun ki O'nun, bu mülkte payı yok. Yoksa tüm insanlar yandıydı, kendilerine bir çekirdek cücüğü bile verilmeyecektir. Yoksa yahudilerin hastalığı kıskançlıklarından mı kaynaklanıyor? Yüce Allah'ın Peygamberimize ve müslümanlara bağışladığı imtiyazı mı kıskanıyorlar? Müslümanlara yepyeni bir varoluş kazandıran, onları yeniden doğmuşçasına başkalaştıran, kendilerine diğer insanlardan farklı bir kişilik sağlayan; onlara bir yandan aydınlık, ışık, güven duygusu ve gönül huzuru, öbür yandan temizlik, arınmışlık ve bunların yanısıra prestij ve egemenlik bağışlayan İslâm dinini mi kıskanıyorlar? Evet, yahudilerin içini kemiren kurt, gerçekten bu kıskançlıktır. Üstelik bu din yüzünden arapların üzerine nice yıllardan beri kurmuş olduğu edebî ve ekonomik egemenlik de elden gidiyor; cahil, bölük-pörçük ve birbirleri ile sürekli çatışan zavallı Arapların sırtlarından, onların dinsiz günlerinde sağladığı çık arlar artık hayal olmak üzere! Fakat yüce Allah başkalarına peygamberlik ve yeryüzü egemenliği verdi diye ne yüzle insanları kıskanıyorlar? Çünkü kendileri de Hz. İbrahim döneminden beri ilâhî bağışın denizi içinde yüzüyorlar. Bilindiği gibi yüce Allah gerek Hz. İbrahim'e gerekse soyundan gelenlere kutsal kitap, peygamberlik mevki, egemenlik ve iktidar vermişti. Fakat bu nankörler bu bağışın değerini bilmediler, bu nimete sahip çıkmadılar ve vaktiyle yüce Allah'a verdikleri sözü tutmadılar. Tersine bir kesimi inanmayanlar safına katıldılar. Oysa bu kadar nimete ve bağışa muhatap olan bir milletin bir kesiminin inkâra sapması, kâfir olması yakışık almaz. Okuyoruz: "Oysa biz İbrahim'in soyundan gelenlere de kitap ve hikmet vermiş, kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık. Fakat İbrahim'in soyundan gelenlerin kimi O'na inandı, kimi de kendisine sırt çevirdi." Yüce Allah'ın nimet ve bağışından bol bol pay almışların yine de başkalarını kıskanması, kıskançlık kompleksinin en acı verici tezahürüdür. Sebebine gelince nimetten yoksun olan kimse başkalarını kıskanınca bu duygu yüzünden kınanır, antipatik görülür. İlahî nimetlerden bol bol pay almış kimselerin kıskançlığına gelince bu köklü ve derin boyutlu bir bir şirretliktir. Yahudinin benzersiz ve kendine özgü şirretliği yani. Bundan dolayı bu ayetin son cümlesinde alevli cehennem tehdidi ile karşılaşıyoruz. Bu tehdit, sözünü ettiğimiz iğrenç şirretliğin karşılığı olan cezadır. Okuyoruz: "Öylelerinin hakkından alevli cehennem gelir." Hz. İbrahim'in soyundan gelenlerin arasında kiminin iman ettiği ve kiminin imana sırt çevirdiği belirtildikten sonra gelinen noktada insana davranışlarının karşılığına ilişkin geniş kapsamlı kural ile karşılaşırız. Yalanlayanların ve iman edenlerin karşılığı. Gerek ötekilerin ve gerekse berikilerin görecekleri bu karşılıklar. Her din için ve her zaman geçerli olan bir kural öğretiliyor bizlere. Yalnız bu kural korkunç, tüyler ürpertici bir Kıyamet sahnesinin somut tablosu biçiminde gözlerimizin önüne sunuluyor. Ayetleri okuyalım: 56- Hiç kuşkusuz ayetlerimizi inkâr edenleri ilerde ateşe atacağız. Derileri kavruldukça azabın acısını duysunlar diye kendilerine başka deriler giydireceğiz. Hiç şüphesiz Allah üstün iradelidir, hikmet sahibidir. , 57- İman edip iyi ameller işleyenleri de ilerde içinde ebedi olarak kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğiz. Onlara orada el değmemiş eşler verilecek, kendileri koyu gölgeler altına alınacaklardır. Burada bitmesi söz konusu olmayan bir sahne karşısındayız. Sürekli yenilenen somut bir sahne. Hayalde canlanıyor ve bir daha kaybolmuyor, bir tarafa kayıp gitmiyor. Bu sahnenin hakim imajı korkudur, dehşettir. Fakat sürükleyici, esir edici cazibesi olan bir dehşettir bu. Ayette bu tablo bir tek kelime ile göz önünde canlandırılıyor ve yineleniyor; ...dukça (kullema) kelimesi ile. Tabloya ürperticilik ve korkunçluk kazandıran ifade "Derileri kavruldukça" yan cümleciğidir. Tabloya şaşırtıcılığı ve alışılmış manzaralarla çelişen olağan dışılığı katan ifade de cümlenin öbür yarısı, yani "kendilerine başka deriler giydireceğiz" temel cümleciğidir. Bu ürpertici ve korkunç dehşet sadece bir tek şart cümlesinde odaklaşıyor. Bu kafirlerin cezasıdır. Bütün iman etme sebepleri varken bile bile seçilen kâfirliğin cezası. Yani amaçlanmış, istenmiş bir ceza. O halde davranışa denk düşen bir ceza. Okuyoruz: "Azabın acısını duysunlar diye.." Çünkü Allah, ceza vermeye muktedirdir, kararı yerinde ve hikmete dayalıdır. Okuyoruz: "Hiç şüphesiz Allah üstün iradelidir, hikmet sahibidir." Şimdi bu sahnenin her noktada karşılığı, karşıtı olan bir sahneye çevirelim bakışlarımızı. Yalazı dalga dalga yükselen alevlerin; acı içinde kıvranan, kavrulmuş erimiş derilerin, kavruldukça yanma olayı yeniden yaşasın, çekilen acı yeniden tadılsın diye yerini başkasına bırakan derilerin bu bedbaht, elem dolu sahnesinin karşılığında "İman edip iyi ameller işleyenler"i gönül okşayıcı, serin meltemli bahçelerde gezinirken buluyoruz. Bu bahçenin; "Altlarından nehirler akıyor:" Ayrıca bu sahnede güvenlik ve vurgulamalı bir süreklilik ve kalıcılık buluyoruz: "Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır." Bu bahçelerde, bu bitimsiz ebedilikte bir de el değmemiş eşler çıkıyor karşımıza: "Onlara orada el değmemiş eşler verilecek." Son olarak ılık gölgelerin, bu mutlu tablonun havasında titreştiklerini fark ediyoruz: "Onları koyu gölgelerin altına alacağız." Burada Kur'an'ın "Kıyamet sahneleri"ne ilişkin güçlü, imajlı, etkileyici, derin boyutlu üslûbu uyarınca karşılığın niteliğinde, görüntülerde, figürlerde ve imajda tam bir karşıtlık ile yüz yüzeyiz." (Al-i İmran Suresi, 110) Aşağıdaki ayetler gurubu İslâm ümmetinin temel düzenini oluşturan son derece önemli bir konuyu içeriyorlar. Bu ayetlerin konusu İslâm ümmetinin temel düzeninde somutlaşmış olarak imanın şartı ve tanımıdır. Bu konunun önemi ve ciddiyeti hem konunun kendisinden ve hem de bu ümmetin temel düzeni ile arasındaki ilişkinin ve bütünleşmenin biçiminden kaynaklanıyor. Bu ümmetin yoktan var edicisi ve geliştiricisi, varlık alemine çıkarıcısı Kur'an-ı Kerim'dir. Yüce Allah "Sizler insanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz" buyururken bu gerçeği tam olduğu gibi ifade etmiştir."°' Evet, Kur'an-ı Kerim bu ümmeti yoktan var eden, onu insanlık tarihinin eşsiz-benzersiz ümmeti, ayetin deyimi ile "İnsanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmet" yapmak üzere geliştiren kaynaktır. Diğer söyleyeceklerimize geçmeden önce bu gerçeği, yani Kur'an'ın bu ümmeti yoktan var edip geliştirdiği gerçeğini açıklığa kavuşturmalı, üstüne basa basa vurgulamalıyız. Gerçekten Kur'an'ın bu ümmete yönelik fonksiyonu bir yoktan var etme ve geliştirme fonksiyonudur. Bu fonksiyon bu ümmetin yeniden doğuşu, hatta "insan"ın bambaşka bir kişilikle yeniden doğuşu anlamına gelir. Bu olay sosyal gelişme yolunda bir aşama, evrimleşme yolunda atılmış bir adım, hatta devrimci bir sıçrama değildi. Olay hem arap milleti için ve hem insanlığın tümü için kelimenin tam anlamı ile bir "yoktan varoluş", bir "yeniden doğuş" mucizesi idi. Bu sözlerimizin ışığında cahiliye şiirine ve İslâm öncesi arap kültürünün diğer kaynaklarına bakalım. Bu kaynaklara bir bütün halinde "Arap Divanı" adını veriyoruz. Bu kaynak arapların en yüksek düzeyli ve en kalıcı kültür birikimini içerir. Bu birikim içinde arapların hayata, varlık bütününe, evrene, insana, ahlâka ve insan davranışlarına ilişkin bütün görüşlerine rastlarız. Ayrıca onların hayat kriterleri, duygusal deneyimleri, düşünce ürünleri, kültürel özleri, uygarlık kazanımları, kısacası tüm varoluşları bu divanı oluşturan eserlere yansımıştır. İşte bu divanın içerdiği kültür birikimini, düşünceleri, değer yargılarını, varlık ve hayat görüşünü, evren ve insana ilişkin bakış açısını, hayat ve insana ilişkin değerleri, sosyal düzenleme kurallarını, insan varlığının varlığına ilişkin bakış açısını, bu düşünceye dayanan pratik yasal düzenlemeleri Kur'an'ın ışığında düşünce süzgecinden geçirelim. Sonra gerek İslâm öncesi gerek İslâm dönemi arap pratiğine bakalım. İslâm öncesi dönemin değerlendirmesini sözünü ettiğimiz Arap divanında somutlaşan cahiliye düşüncelerinin ışığı altında, İslâm dönemi pratiğinin değerlendirmesini de ilahi sistemde somutlaşan Kur'an kaynaklı düşüncelerin ışığında yapalım. Gerek bu divanın içerdiği kültür mirasını ve gerekse Arap milletinin eski sosyal pratiğini Kur'an-ı Kerim'in ve İslâm dönemine ilişkin sosyal pratiğin ışığı altında incelenince şu kesin ve belirgin sonuca varırız: İslâm ümmetinin tarih sahnesine çıkışı ne gelişme aşaması ne bir evrim adımı ve ne de bir devrim sıçramasıdır. Bu olay Kur'an-ı Kerim'in yukardaki ayetinde belirtildiği gibi gerçekten bir "ortaya koyma" olayıdır, Allah yapısı bir "ortaya koyma". Son derece şaşırtıcı bir "yoktan var etme", son derece orijinal ve eşi görülmemiş bir "ortaya çıkarma" olayı karşısındayız burada. Sebebine gelince bildiğimiz kadarı ile tarihte ilk ve son defa bir kitabın sayfalarından somut bir ümmet fışkırıyor, tarihte ilk ve son defa kelimelerin arasından hayat "ortaya çıkıyor. Ama aslında ortada şaşılacak bir şey yok. Çünkü sözünü ettiğimiz kelimeler, cümleler, yüce Allah'ın kelimeleri, cümleleri! Tartışma çıkarmak isteyenler, mızıkçılık yapmak isteyenler bize söylesinler bakalım: Bu ümmet, yüce Allah onu kelimeleri-cümleleri aracılığı ile "ortaya çıkarmadan" önce, Kur'an-ı Kerim aracılığı ile onu yoktan var etmeden önce nerede idi? Arap yarımadasında olduğunu biliyoruz. Mesele o değil. Mesele şu: İnsanlık ailesi içindeki yeri, ortak insanlık uygarlığı birikimindeki konumu, insanlık tarihindeki yeri neresi idi? Milletlerarası insanlık masasının neresinde oturuyordu? Bu masaya adını duyuran, damgasını taşıyan ne gibi bir değer sunabilmişti? Bu millet bu din sayesinde varlık sahnesine çıktı. Bu doğru sistem sayesinde oluşumunu gerçekleştirdi. Sonra elindeki yüce Allah'ın kitabı ile ve hayatına damgasını basan ilâhi sistem ile önce kendine çeki-düzen verdi, arkasından bütün insanlığa önder oldu. Dediğimiz gibi bu kitapla ve bu sistem ile. Başka bir şeyle değil. Tarih önümüzdedir işte. Yüce Allah, araplara "Gerçekten size nam sağlayan, öğüt veren bir kitap indirdik size, buna aklınız ermiyor mu?" (Enbiya Suresi, 10) buyurmuştu. Yüce Allah'ın bu vaadi gerçekleşti. Çünkü bu kitaptan kaynaklanan gerekçeler ile bu millet adını dünyaya duyurdu, tarihin gelişiminde rol oynadı, önce "insana yaraşır" bir kişiliği, varoluşu, ikinci olarak da evrensel bir uygarlığı oldu. Oysa bazı budalalar yüce Allah'ın arap milletine yönelik bu nimetine karşı nankörlük etmek istiyorlar. Yüce Allah tüm insanlığa seslenen son sözünü, sonuncu mesajını araplar ve arapça aracılığı ile insanlığa sundu. Bu yolla araplara kişilik, nam, tarih ve uygarlık bağışladı. Fakat sözünü ettiğimiz bazı budalalar yüce Allah'ın bu bağışını inkar etmek istiyorlar, yüce Allah'ın sırtlarına giydirdiği bu kaftanı üzerlerinden çıkarmak istiyorlar; kendilerini nama, şerefe iletmiş olan, hatta aralarından çıkan İslâm ümmeti sayesinde kèndilerini varolma düzeyine yükseltmiş olan bu şerefli sancağı parçalamak yırtmak istiyorlar. Evet, dediğimiz gibi, Kur'an bu ümmeti varlık sahnesine çıkardı ve oluşumunu sağladı. Cahiliye bataklığından tutup çıkardığı İslâm toplumunun bünyesine tasarladığı yeni değerleri yerleştirdi. Bu toplumun hayatında ve fertlerin vicdanlarında bulunan cahiliye değerlerini ve tortularını silip ortadan kaldırdı. Bu toplumun yapısını bu "yeniden doğuş"un esasına göre düzenledi, ya da gerek duyunca yeniden kurdu. Yine Kur'an, bu müslüman toplumla birlikte, bu toplumun safında gerek fertlerinin vicdanlarında ve gerekse sosyal kurumlarında tortular bırakarak göçüp giden eski cahiliye ile ve gerekse Medine yahudilerinin, münafıkların ve Mekke putperestlerinin kişiliklerinde somutlaşan aktüel cahiliye ile iki yönlü bir savaşa girdi. Bu iki savaş aynı zamanda ve aynı alanda cereyan ediyordu. Kur'an-ı Kerim bütün bunları yaparken müslüman cemaate doğru bir düşünce temeli kazandırarak işe başlıyor. Bunun için imanın şartını ve İslâm'ın tanımını açıklığa kavuşturuyor. Sonra da bu düşünce sistemini -doğrudan doğruya bu noktadan- temel düzenine, anayasasına bağlıyor. O temel düzen ki bu toplumun kişiliğini çevresindeki cahiliyenin kişiliğinden ayırıyor, ona insanlar için ortaya çıkarılmış seçkin ümmetin özelliklerini kazandırıyor, ona insanlara mesaj verme, onları yüce Allah'a iletme, ilâhi sistemle bütünleştirme konumu sağlıyor. İşte aşağıda incelemeye çalışacağımız ayetler bu temel düzeni, imanın şartına ve İslâm'ın tanımına ilişkin düşünceden kaynaklanan ve bu düşünce üzerine oturan alt yapıyı ele alıp açıklıyorlar. Bu ayetler bu konuda öncelikle şu noktaları belikliyorlar, şu sorulara kesin cevaplar veriyorlar: Müslüman ümmet hayat sistemini hangi kaynaktan alacaktır? Bu almayı hangi yöntemle gerçekleştirecektir? Başvuru kaynağından alacağı ilkeleri nasıl anlayacak, nasıl yorumlayacaktır? İnsanlar tarafından farklı biçimde yorumlanan ve haklarında nass bulunmayan yeni meseleler, yeni problemler bu kaynağa nasıl dayandırılacaktır? Müslüman ümmet hangi otorite mercilerine niçin itaat edecektir? Bu mercicilerin otoritesi, yaptırım gücü nereden kaynaklanır? Okuyacağımız ayetler, bu soruların ortaya çıkaracağı ilkelerin "imanın şartı ve İslâm'ın tanımı" olduklarını belirtiyorlar. Bu şartlar yerine gelince bu ümmetin siyasi alt yapısı ile inancı, parçalanmaz ve elementlerine ayrılmaz bir bütünlük içinde kaynaşmış olur. İşte aşağıda okuyacağımız ayetler bu son derece önemli konuyu, kuşkunun gölgesine bile yer vermeyen bir netlikle açıklığa kavuşturuyor. Ayetleri okuyunca bu problemin ne kadar kesin bir üslupla ortaya konduğunu görecek ve kendi kendimize "Bir müslüman bu hükümleri nasıl tartışma konusu yapabilir?" diyerek bu konuda tereddüde düşenlere şaşacağız. Okuyacağımız ayetlerden biri, müslüman ümmete diyor ki: Peygamberler, insanlara -Allah'ın izni çerçevesinde- itaat edilmek üzere gönderildi, yoksa sırf aldıkları mesajı duyurmak ve insanları ikna etmek için gelmediler Okuyalım: "Biz gönderdiğimiz her peygamberi, Allah'ın izni ile, mutlaka kendisine itaat edilsin diye gönderdik." Yine bu ayetlerden birinde İslâm ümmetine deniyor ki: İnsanlar -ilke olarak- yüce Allah'ın sistemini hakem, yargı mercii olarak kabul etmedikçe mümin olamazlar. Bu sistem, ilk önce Peygamberin verdiği kararlarda somutlaşır, O'ndan sonrada Kur'an ve sünnet kaynakları halinde varlığını devam ettirir. İnsanların mümin sayılabilmeleri için bu sistemin hakemliğine başvurmaları da tek başına yeterli değildir, aynı zamanda bu kaynağın vereceği hükümleri teslimiyetle, gönül hoşnutluğu ile benimsemelidirler. Okuyoruz: "Hayır hayır, Rabbine andolsun ki, onlar aralarında doğan anlaşmazlıklarda senin hakemliğine başvurmadıkça sonra da vereceğin karara, gönüllerinde hiç bir burukluk duymaksızın, kesin bir teslimiyetle uymadıkça mümin olamazlar." İşte imanın şartı ve İslâm'ın tanımı budur. Bu ayetlerin bir başkası da müslüman cemaate şu mesajı veriyor: Tağut'un, yani yüce Allah'ın dışındaki herhangi bir yargı merciinin hakemliğine başvurmaya kalkışanlarını, gerek bizim peygamberimize ve gerekse daha önceki peygambere inandıkları biçimindeki iddiaları geçersizdir, makbul değildir. Bu iddiaları asılsızdır, Tağutun hakemliğine başvurmaları bu sözü askıda bırakmaktadır, çürütmektedir. Okuyoruz: "Gerek sana gerekse senden öncekilere indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürenleri görmüyor musun? Bunlar tanımamakla, karşı çıkmakla emredildikleri Tağut'un hakemliğine başvurmak istiyorlar. Şeytan onları koyu bir sapıklığa düşürmek istiyor." Yine bu ayetlerin birinde müslüman ümmete, yüce Allah'ın indirdiği hükümlerin ve Peygamberimizin hakemliğine sırt çevirmenin bir münafıklık belirtisi olduğu söyleniyor. Okuyalım: "Onlara `Allah'ın indirdiğine ve Peygambere geliniz' dendiğinde o münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün." Yine bu ayetlerden birinde müslüman cemaate şu mesaj veriliyor: Kur'an-ı Kerim'e uyarak Allah'a, sünnete uyarak Peygambere" iman şartının ve İslâm tanımının kapsamı içinde yer alan, mümin devlet adamlarına itaat etmek, bu cemaatın iman dayanaklı sistemini ve temel yasasını oluşturur. Okuyoruz: "Ey müminler Allah'a, Peygamber'e ve sizden olan devlet yetkililerine itaat ediniz." Aynı ayetin devamında da müslüman cemaate verilen direktif şudur: Sosyal şartların değişmesi sonucu önüne çıkan tartışmalı konuları ve haklarında kesin delil bulunmayan, yeni ortaya çıkmış meselelerin çözümünü Allah'a ve Peygamber'e, yani Kur'an'a ve sünnete havale ediniz. Okuyalım: "Herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüğünüzde o meselenin çözümünü Allah'a ve Peygambere havale ediniz." Eğer bu ilkeye uyulursa İlâhi sistemin sürekli egemenliği, hayatın yeni ve tartışmalı meselelerine ilişkin çözüm üretme fonksiyonu Kıyamete kadar garantiye alınmış olur. Bu ilk müslüman ümmetin temel yasasını, siyasî altyapısını oluşturur. Bunsuz mümin olunamaz. Bu gerçekleşmedikçe müslüman olunamaz. Çünkü bu ilke belirtilen şartlara bağlı bir itaati, İslâm toplumunun ileri ve farklı aşamalarında ortaya çıkacak olan yeni problemlerin yüce Allah'a ve Peygamberimize havale edilmesini, kesin ve tartışma götürmez biçimde imanın şartı ve İslâm'ın tanımı saymaktadır. Okuyalım: "Eğer Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanmışsanız..." Yukarda "Hiç kuşkusuz Allah, kendisine ortak koşma suçunu bağışlamaz. Bunun dışında kalan günahları dilediklerine bağışlar" (Nisa Suresi, 48) ayetini incelerken yapmış olduğumuz açıklamayı tekrar hatırlayalım. Orada ağırlıklı olarak ?u nokta üzerinde durmuştuk. Yahudiler, yüce Allah'ı bir yana bırakarak hahamlarını ilâh edindikleri gerekçesi ile Allah'a ortak koşmakla, müşrik olma damgasını yiyorlar. Oysa onlar bildiğimiz somut anlamda hahamlarına, din adamlarına tapmıyorlar. Yaptıkları şu: Hahamların bazı şeyleri helâl ve bazı şeyleri de yasak saymalarını kabul ediyorlar. Hahamlara ilke olarak egemenliğin kaynağı olma, yasa koyma yetkisini tanıyorlar. İşte bu gerekçe ile Allah'a ortak koşmuş sayılıyorlar. O Allah'a ortak koşma ki, yüce Allah onun dışında kalan bütün günahları affediyor. İşlenen günah "zina, hırsızlık, içki içmek" gibi büyük günahlardan biri bile,olsa af kapsamı dışında tutulmuyor. Böylece meselenin özü önce yüce Allah'ı tek ilâh bilmeye, arkasından O'nun egemenliğini ortaksızlığını tanımaya, ilâhlığın bu önemli karakteristiğini yüce Allah'ın tekelinde görmeye dayandırılmış oluyor. Ancak bu çerçeve içinde müslümanın müslüman kalması, müminin müminlik niteliğini taşımaya devam etmesi mümkündür; ancak bu çerçeve içinde müslüman, küçük-büyük her türlü günahının affedilmesini bekleyebilir. Bu çerçevenin dışı ise yüce Allah'ın kesinlikle affetmeyeceğini bildirdiği müşrikliktir, Allah'a ortak koşma suçudur. Çünkü yüce Allah'ı ilâhlıkta tek bilmek ve egemenlikteki yetkisinin sınırsızlığını tanımak imanın şartı ve İslâm'ın tanımının gereğidir. Yüce Allah işte bu gerekçe ile "Eğer Allah'a ve Ahiret gününe gerçekten inanmışsanız..." buyuruyor. Az sonra okuyacağımız ayetler gurubunun ana eksenini bu hayati konu oluşturur. Ayetlerin bunun yanısıra işledikleri diğer önemli konu müslümanların adalet ve ahlâk ilkelerini ilâhi sistemin doğru ve tutarlı esasları uyarınca yeryüzüne egemen kılmak hususundaki görevleridir. Okuyoruz: "Allah size emanetleri, onları taşıyabilecek olanlara yüklemenizi ve insanlar arasında hüküm verirken adalete uygun hüküm vermenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor! Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işiten ve görendir." Böylece okuyacağımız ayetlerin içeriklerinin ana hatlarına kısaca değinmiş olduk. Şimdi bu ayetleri teker teker ele alarak ayrıntılı biçimde incelemeye çalışalım: 58-Allah size emanetleri, onları taşıyabilecek olanlara yüklemenizi ve insanlar arasında hüküm verirken adalete uygun hüküm vermenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor! Hiç kuşkusuz Allah işiten ve görendir. Bu iki görev, müslüman cemaatın hem yükümlülükleri hem de ahlak kurallarıdır. Emanetleri, onları taşıyabilecek yetenekte olanlara yüklemek ve "insan"lar arasında adalete uygun, yüce Allah'ın sistemi ve direktifleri uyarınca hüküm vermek. Emanetler, "en büyük emanet"le başlar. Yüce Allah'ın, insan fıtratına sunduğu, insan hamurunun mayasına kattığı, "göklerin, yeryüzünün ve dağların yüklenmekten kaçınmalarına, ağırlığından ürkmeleri"ne rağmen "insan"ın omuzlarına aldığı emanet. Bilinçli, iradeli, istikametli ve yoğun bir çaba ile yüce Allah'ı bulma, bilme ve O'na inanma emaneti. Bu insan fıtratına özgü bir emanettir. İnsan dışında kalan canlı-cansız bütün varlıklara gelince yüce Allah onlara kendine inanmayı, kendine varmayı, kendisini tanımayı, kendisine kulluk etmeyi, kendisine uymayı ilham yolu ile empoze etmiş, onları evrensel yasalarına uymaya zorlamıştır. Bu konuda onların bilinçli, iradeli, istikametli ve yoğun bir çaba harcamalarına gerek bırakmamıştır. Yalnız insan fıtratına, insan aklına, insan bilgisine, insan iradesine, insan yönelişine ve yoğunluklu insan çabasına, yine kendi yordamı ile Allah'a ulaşma görevini yüklemiştir. "Allah'ın yardımı ile" diyoruz. Çünkü yüce Allah "Bizim uğrumuzda cihad edenleri kesinlikle yollarımıza iletiriz" buyuruyor." (Ankebut Suresi, 69) İşte bu emaneti insan yüklendi ve gereğini yerine getirmekle yükümlü olduğu emanet budur. Yüce Allah'ın yerine getirilmelerini emrettiği diğer emanetler, bu "en büyük emanet"in dalları olarak karşımıza çıkar. Bu ikinci derecedeki emanetlerin biri bu dini tanıtma, onun için tanıklık etme emanetidir. Bu emanetin ilk aşaması kişilik aracılığı ile tanıtma, tanıklık etme görevidir. Yani müslüman öyle bir kişilik örneği ortaya koymalı ki, bu dinin canlı tanığı olmalı, bilinci ve davranışları ile onun tercümanı olmalıdır, insanlar bu inanç sistemini onun kişiliğinde somutlaşmış görerek "Bu ne güzel, ne iç arındırıcı vè yararlı bir inanç sistemi! Taraftarlarının vicdanlarını ne örnek bir ahlâk ve olgunlukla yoğuruyor!" demelidirler. Müslümanın başkalarına böyle dedirtebilmesi kişilik aracılığı ile yapılan ve dışa dönük etkisi kısa zamanda görülen bir tanıtma, bir tanıklık yapma olur. Müslümanın bu dini kişiliğinde özümlemesinden ve yapısında somut ifadeye kavuşturmasından sonra tanıtmanın ikinci aşamasına sıra gelir. Bu aşama insanları bu dine çağırma, onlara bu dinin üstünlüğünü ve seçkinliğini tanıtma aşamasıdır. Mümin, İslâm'ı sadece kendi şahsında uygulamakla ve uygulamanın sağlayacağı tanıtma imkânı ile yetinemez. Bunun yanısıra insanları bu dine çağırmakla da yükümlüdür. Bu yükümlülüğü yerine getirmedikçe omuzlarındaki bu dini tanıtma, anlatma emanetini yerine getirmiş sayılamaz. "En büyük emanet" ağacının dallarını oluşturan ikinci derecedeki emanetler arasında şunları sayabiliriz: İnsanlar arasında sağlıklı ilişkiler kurma, hiç kimsenin hakkını çiğnememe emaneti; alış-verişlerde, sözleşmelerde, verilmek üzere alınan her türlü eşyada güveni bozmama emaneti; yönetenlere ve yönetilenlere yönelik nasihat, doğruyu söyleme emaneti; ailede ve toplumda çocuklara bakma, onları iyi yetiştirme emaneti; toplumun dokunulmaz haklarını, mallarını ve sınır boylarını kollama-gözetme emaneti; kısacası hayatın bütün alanlarında ilahi sistemin insanlara yüklediği görevleri yerine getirme emaneti. Bu saydıklarımızın tümü yukarda okuduğumuz ayetin yaygın anlamlı kapsamına giren ve bu nitelikleri ile yerine getirilmeleri yüce Allah'ın emri olan emanetlerin başlıcalarıdır. "İnsanlar" arasında adalete uygun hükümler verme görevine gelince yüce Allah bu görevi tüm "insanları" içerecek biçimde kayıtsız, yaygın ve geniş kapsamlı tutuyor. Başka bir deyimle İslam'ın istediği adalet sadece müslümanlar arasında geçerli olacak ya da müslümanlar dışında bir de kitap ehlini şensiye altına alarak diğer insanları kapsamı dışında tutacak sınırlı bir adalet değildir. İslâm'a göre adalet, her insanın, sırf "insan" olmasından kaynaklanan doğal hakkıdır. Bu sistemde adalet hakkının tek gerekçesi insanın "insan" olmasıdır. İnsan niteliği olduğuna göre insanlar arasında adalet dağıtılırken mümin-kafir, dost-düşman, siyah derili-beyaz derili, arap-arap olmayan ayırımı yapılamaz. Müslüman ümmet, insanlar arasında hüküm verme görevi ile karşılaşınca onlar arasında adalet uyarınca hüküm etmekle yükümlüdür. Adalet ilkesinin böyle ayırımsız, böyle kayırmacasız uygulamasını insanlık sadece İslâm'ın eli altında, müslümanların egemenlik dönemlerinde, İslâm toplumunun insanlığa önderlik ettiği yerlerde ve zamanlarda görebilmiştir. İslâmdan önce ve İslâm'ın egemenlik yetkisini yitirdiği andan itibaren insanlık, böylesine onurlu, böylesine herkesi kucaklayan bir adalet düzeni ne görmüş ve ne de tadını tadabilmiştir. Bütün insanların ortak sıfatı olan "insan"likan başka hiçbir nitelik gözetmeyen adalet uygulaması, müslümanların söz sahibi olmadıkları toplumlarda ve dünyada tatlı bir rüya olmaktan ileri gidemez. İslâm'da toplumsal hayatın temelini nasıl -geniş kapsamı ve bütün anlamları ile- emanet oluşturuyorsa egemenliğin, hükümranlığın temelini de adalet oluşturur. Emanetleri, taşıyabilecek olanlara yüklememizi ve insanlar arasında adalete uygun hükümler vermemizi emreden ifadeleri izleyen yorum cümlesi bize bu ilkelerin yüce Allah'ın öğüdü ve direktifi olduğunu, O'nun ne güzel öğütler ve direktifler verdiğini hatırlatıyor. Okuyoruz: "Allah size ne güzel öğüt veriyor!" Bu ilahi cümle üzerinde birazcık durarak onun üslubundaki incelikleri, anlatımının içerdiği esprileri irdelemeye çalışalım: Bilinen sözdizimi kurallarına göre bu cümle "Ne güzeldir size Allah'ın verdiği öğüt!" şeklinde olur. Fakat ayetteki cümle yapısında "Allah" kelimesi başa alınarak özne yapılıyor ve cümlenin diğer kelimeleri yüklem konumunda bu özneye bağlanıyor. Böylece verilen öğüt ile yüce Allah arasında son derece güçlü bir bağ olduğu mesajı veriliyor. Ayrıca bu cümlede şu incelik de dikkatimizi çekiyor. Burada "öğüt" değil, "emir" söz konusudur. Fakat "emir" denmiyor da onun yerine "öğüt" deniyor. Çünkü öğüt, emre göre kalbi daha çok etkileyen, vicdana daha çabuk işleyen; gönüllü, arzulu ve saygılı uygulamaya dönüşmeye daha elverişli bir mesaj türüdür. Bu cümleyi ayetin sonunda yer alan yorum cümlesi izliyor. Bu cümle ayetin içeriğini yüce Allah'a, O'nun yönetimine, O'nun korkusuna ve O'na yöneltilen umuda bağlıyor. Okuyoruz: "Hiç şüphesiz Allah işiten ve görendir." Ayette emanetleri lâyık olanlara yükleme ve insanlar arasında adalete uygun hükümler verme yükümlülükleri dile getirilmişti. Bu yükümlülükler ile yüce Allah'ın "işitici ve görücü" oluşu arasında hem açık, dolaysız ve hem de esprili, düşündürücü bir uyum, bir çağrışım var. Sebebine gelince, yüce Allah, adalete ve emanete ilişkin meseleleri "işitir" ve "görür". Ayrıca adalete ilişkin uygulamalar titiz bir "dinleme" ve görme duyarlığım, olayları iyi değerlendirme yeteneğini, şartları ve olguları tutarlı biçimde göz önünde bulundurmayı, bunların yanısıra şartların ve dış olguların derinine inen bir irdeleme çabasını gerektirir. Son olarak da bu iki emir, herşeyi "bilen" ve "gören" yüce Allah'tan geliyor. İmdi, emanetin ve adaletin ölçüsü, kriteri nedir? Bu ilkeler hayatın bütün alanlarında, bütün faaliyetlerinde hangi yönteme göre kavramlaştırılacak, tanımlanacak, belirlenecek ve uygulanacaktır`? Acaba emanet ve adalet kavramlarının belirlenmesini, uygulama ve gerçekleştirme yöntemlerini insanların geleneklerine, uzlaşmalarına, akıllarının yargılarına ya da keyfi isteklerine mi bırakacağız? Akıl, insanın doğruyu bulma ve bilgi edinme araçlarından biridir. Bu niteliği ile önemli bir ağırlığı ve değeri vardır. Bu doğru. Fakat insan aklı, pratikte belirli bir toplumda yaşayan fertlerin ve gurupların, çeşitli faktörlerin etkisi altında olan akılları demektir. yani ortada mutlak bir kavram olarak "insan aklı" diye adlandırabileceğimiz bir yetenek yoktur. Bunun yerine "benim aklım", "senin aklın", "falancanın ya da filâncanın aklı", belirli yerlerde ve dönemlerde yaşayan "belirli insan guruplarının akılları" vardır. Bu ayrı ayrı akıllar da çeşitli faktörlerin etkisi alımda kimi zaman bu tarafa ve kimi zaman şu tarafa doğru eğilim göstermekle yakınlaşmaktadırlar. Buna değişmez bir ölçü gereklidir. Bu çok sayıda aklın hakemliğine başvuracağı, hükümlerinde ve düşüncelerindeki doğru ve yanlışları terazisinde belirleyeceği, yargılarında ve tasarımlarındaki saçmalıkları, taşkınlıkları, yanılgıları ve yetersizlikleri miheng taşına göre tespit edeceği ortak bir kritere ihtiyacı vardır. Bu noktada aklın değeri, fonksiyonu şudur: Bu keyfi arzulara göre eğilim değiştirmeyen, değişik faktörlerin etkisi altında yön değiştirmeyen kararlı ölçekte ve sabit kriterde tartılacak hükümlerinin ortaya çıkacak olan göreceli ağırlıklarını bilecek olan araç yine odur, başka bir deyimle akıl, kendisi hakkında verilecek olan yargıyı yine kendisi onaylayacaktır. Bu alanda insanların kendileri tarafından ortaya konacak ölçülere, kriterlere güvenemeyiz, bel bağlayamayız. Çünkü bu ölçülerin kendileri de bozuk olabilir. O zaman bütün değerler alt-üst olur. insanlar mutlaka dediğimiz nitelikte değişmez, sağlam bir ölçeğe başvurmak zorundadırlar. İşte yüce Allah bu değişmez ölçüyü bizzat ortaya koyuyor. İnsanlar için ortaya konan bu ilâhi ölçü, emanet ve adalet de dahil olmak üzere bütün değer yargılarına, bütün hükümlere ve hayatın bütün alanlarına ilişkin faaliyet türlerine değişmezlik ve istikrar kazandırır. Okuyoruz: 59- Ey müminler, Allah'a itaat ediniz; Peygambere ve sizden olan devlet yetkililerine de itaat ediniz. Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüğünüzde o meselenin çözümünü Allah'a ve Peygamber'e havale ediniz. Bu sizin hesabınıza en hayırlı ve en iyi akıbet vaad eden bir tutumdur. Bu kısa ayette yüce Allah bir yandan imanın şartını ve İslâm'ın tanımını açıklarken aynı zamanda müslüman toplumun temel düzenini, egemenliğin dayanağını ve siyasî otoritenin kaynağını belirliyor. Bu saydıklarımızın tümünün başlangıç ve bitiş noktası şudur: Hükümler sırf yüce Allah'tan alınacaktır. Kuşaktan kuşağa ve toplumdan topluma değişen sosyal hayatın dalgalanmaları sırasında ortaya çıkacak olan ve haklarında Kur'an'da ve sünnette kesin kanıt bulunmayan; kendileri ile ilgili değişik yargılar, değişik görüşler ve farklı yorumlar ileri sürülen ayrıntılı meselelerin çözümü yüce Allah'a havale edilecek; böylece farklı akılların, farklı görüşlerin ve farklı yorumların hakemliğine başvuracakları değişmez bir ölçü, oynamaz bir kriter elde edilecektir. İnsan hayatına ilişkin büyük-küçük, önemli-önemsiz her konuda, her meselede "egemenlik", hüküm verme yetkisi sırf yüce Allah'a aittir. Yüce Allah bu amaçla bir şeriat belliyerek onu Kur'an-ı Kerim'in ayetlerine dökmüştür. Sonra bu Kur'an'ı insanlara anlatacak bir peygamber göndermiştir. Bu peygamber "havadan konuşmuyor". O halde O'nun sünneti (sözleri ve uygulamaları) yüce Allah'ın şeriatının bir parçasıdır. Yüce Allah'a itaat etmek zorunludur. Şeriat ortaya koymak O'nun ilâhlığının en belirgin özelliklerinden biridir. O halde O'nun koyduğu şeriatın uygulanması, yürürlüğe konması zorunludur. Mü'minler öncelikle yüce Allah'a itaat etmekle yükümlüdürler. Arkasından Peygambere itaat etme yükümlülüğü gelir. Çünkü Allah'ın elçiliği, Allah'tan aldığı mesajı kullara iletme sıfatını taşıyor. Bu sıfatı yüzünden O'na itaat etmek, O'nun aracılığı ile bu şeriatı göndermiş olan Allah'a itaat etmenin vazgeçilmez gereği, bir uzantısıdır. Ayrıca Peygamber, sünneti aracılığı ile bu şeriatı açıklıyor. Buna göre O'nun sünneti, O'nun hükümleri ve direktifleri uygulanması zorunlu olan şeriatın ayrılmaz bir parçasıdır. İmanın varlığı ve yokluğu bu itaatin ve bu uygulamanın varlığına ya da yokluğuna bağlıdır. Bunun böyle olduğunu yukarda okuduğumuz ayetin şu şart cümlesi söylüyor: "Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız..." Üçüncü derecedeki zorunlu itaat merci olan devlet yetkililerine (Ululemr'e) gelince okuduğumuz ayet bunların kimliğini açıkça belirliyor. Okuyalım: "... Ve sizden olan devlet yetkililerine itaat ediniz." Yani bu devlet yetkilileri bu ayette açıklanan iman şartını ve İslâm tanımını kişiliklerinde gerçekleştirmiş müminlerden olacaklar. Bu ayette açıklanan iman şartı ve İslâm tanımı -bildiğimiz gibi- şu ilkeleri içerir: Yüce Allah'a itaat etmek, Peygambere itaat etmek, ilke olarak egemenliği ve insanlar için yasa koyma yetkisini sırf yüce Allah'a tanımak, çözümlerini kesin kanıtlara bağladığı meselelerde O'nu tek hüküm kaynağı bilmek; bunların yanısıra haklarında kesin kanıt bulunmayan ve insanlar arasında farklı görüşlere ve yorumlara yol açan meseleleri de O'na havale etmek, bu meseleleri nassların genel ilkeleri ışığında çözmeyi benimsemek. Okuduğumuz ayet, yüce Allah'a ve Allah'ın elçisi olması gerekçesi ile Peygamber'e itaat etmeyi temel ve asıl görev sayarken devlet yetkililerine itaat etmeyi Allah'a ve Peygamber'e itaat etmeye bağlı bir görev kabul ediyor. Nitekim cümlenin söz edilişinde yüce Allah'tan ve Peygamberden önce "İtaat ediniz" emrine yer verildiği halde devlet büyüklerinden önce bu emir anlamlı kelimeye yer verilmiyor, buradaki emredicilik anlamı "ve" bağlacı eki ile ifade ediliyor. Böylece devlet yetkililerinin "sizden" olmaları, iman şartının ve İslâm tanımının kapsamı içinde bulunmaları belirtildikten sonra bu sözdizimi yolu ile onlara yöneltilecek itaatin Allah'a ve Peygamber'e itaat etmeye dayalı olduğu bir daha vurgulanmaktadır. Bütün bu kayıtlamalardan ve belirlemelerden sonra şu sonuç ortaya çıkıyor. "sizden" olan devlet yetkililerine yönelik itaat, yüce Allah'ın şeriatı ile, haram olduğu nassla kanıtlanmayan ve tartışma konusu olup da şeriatın ilkelerine vurulduğu takdirde haram olmadığı sonucuna varılan direktifler ile sınırlıdır. Öte yandan sünnet. bu itaati kesin ve net bir şekilde belirliyor. Nitekim sahabilerden Ameşin bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: "İtaat, İslâm'a uygun emirler içindir." (Buhari, Müslim) Sahabilerden Yahya el-Kattan'ın bildirdiğine göre de Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "Müslüman, günah işlemekle emr olunmadıkça aldığı emre -hoşuna gitse de gitmese de- uymakla, amirlerine itaat etmekle yükümlüdür. Fakat eğer günah işlemekle emr olunursa bu emre uyması, itaat etmesi söz konusu değildir." (Buhari, Müslim) Bu arada sahabilerden Ümm-ü Husayn'ın bildirdiğine göre Peygamberimiz bu konuda şöyle buyuruyor: "Başınıza bir köle bile geçirilse, sizleri Allah'ın kitabı uyarınca yönettiği sürece, sözünü dinleyiniz, kendisine itaat ediniz." (Müslim) Böylece İslâm, her müslümanı gözetleyici, denetleyici bir koruyucu konumuna getiriyor. Müslüman Allah'ın şeriatının ve Peygamberinin sünnetinin koruyucusu, nefsinin ve aklının denetleyicisi, dünyaya ve ahirete ilişkin geleceğinin denetleyicisidir. İslâm, müslümanı çobanı tarafından ne tarafa sürülürse o tarafa giden, çobanının keyfine uyan, boyun eğen bir hayvan sürüsünün üyesi durumuna düşürmüyor. Çünkü sistem bellidir, itaatin sınırları bellidir. İtaat edilecek olan şeriat, uyulacak olan sünnet birdir; birden çok olması, farklılıklar arz etmesi ve uygulayıcı olan ferdi tereddütler içinde bocalatması söz konusu değildir. Hakkında açık kanıt bulunan meselelerde durum budur. Hakkında kesin kanıt bulunmayan meseleler ile de karşılaşabiliriz. Zaman geçtikçe, ihtiyaçlar geliştikçe toplumdan topluma gidildikçe birtakım farklı problemler ve yeni meseleler ortaya çıkabilir. Bu meseleleri ve problemleri çözecek kesin nasslar bulamayabiliriz, ya da kesin nass şurda dursun, bunlar hakkında hiçbir nass bulunmayabilir. Bunların yanısıra bu meseleler ve problemler konusunda akıllar, görüşler ve yorumlar anlaşmazlığa düşebilir. İslam bu durumlarda da toplumu şaşkınlığın kucağında, ölçüsüz, kılavuzsuz yolsuz ve yordamsız bırakmamıştır, tersine bu ayrıntılı problemlerin şeriat çerçevesi içinde nasıl çözüleceğini sisteme bağlamıştır. Okuduğumuz ayetin kısa bir cümlesinde içtihat (bilimsel araştırma) yöntemi, tüm yönleri ile ortaya konmuş, bu yöntemin sınırları çizilmiş ve hangi temele dayandığı ortaya konmuştur. Okuyoruz: "Eğer herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, o meselenin çözümünü Allah'a ve Peygamber'e havale ediniz." Yani bu meseleleri dolaylı biçimde uyarlandıkları nasslara havale ediniz. Eğer dolaylı biçimde uyarlanacakları nasslarda bulunmazsa o zaman onları yüce Allah'ın sistemindeki, şeriatındaki genel ilkelere havale ediniz. Bazı madrabazların söylemeye yeltendikleri gibi bu yöntem belirsiz, karanlık ve insan aklının içinden çıkamayacağı derecede karmaşık bir yöntem değildir. Çünkü İslâm'ın, hayatın bütün önemli kesimlerini kapsamlarına alan, son derece net genel ilkeleri vardır. Bu genel ilkeler hayatın bir meselesi için bu dinin ölçülerini, kriterlerini özümlemiş müslüman vicdanlara yabancı gelmeyecek genel çerçeveler çizerler. Ayetin devamını okuyoruz: | |
19 Eylül 2008, 18:26 | Mesaj No:13 |
Cvp: Fizilalil Kuran Nisa Suresi Tefsiri "Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız." Sözünü ettiğimiz yüce Allah'a, Peygamber'e ve Allah'ın şeriatı ile peygamberimizin sünnetine bağlı devlet yetkililerine inanma, tartışmalı meselelerin çözümünü Allah'a ve Peygambere havale etme uygulamaları, bunların hepsi bir arada, Allah'a ve ahiret gününe inanmanın hem şartı hem de vazgeçilmez gerekleridirler. Buna göre işin başında bu şart yoksa iman yok demektir. Eğer sonradan imanın bu vazgeçilmez sonucu ile iman arasında bir kopuktuk doğarsa yine iman ortadan kalkmış olur. Ayet, bu meseleyi böylesine şartlı bir kesinliğe bağladıktan sonra ona bir kere de "öğüt", özendirme ve sevdirme yöntemi ile yaklaşıyor., Tıpkı emanet ve adalet konularını işleyen yukardaki ayette yapıldığı gibi. Hani o ayet de adaleti ve emaneti sevdiren, teşvik eden bir yorum cümleciği ile noktalanıyordu. Okuyalım: "Bu sizin hesabınıza en hayırlı ve en iyi akıbet vaad eden bir tutumdur." Bu tutum sizin için en yararlı, size geleceklerin en iyisini vaad eden bir tutumdur. Hem dünyada hem ahirette yararlıdır. Hem dünya hem de ahirete ilişkin geleceğinizin en iyisi bu yoldadır. Yani bu yöntemi uygulamanın ucunda sadece yüce Allah'ın rızası ve ahiret sevabı yoktur. Gerçi bu sonuç tek başına son derece önemli ve heyecanlandırıcı bir sonuçtur. Ama bu yöntemi uygulamak, bunun yanısıra, gerek fertlerin ve gerekse toplumun bu dünyadaki yakın vadeli geleceği açısından da en yararlı sonucu beraberinde getirir. Bu yöntemin anlamı "insan"ın yüce Allah'ın ortaya koyduğu sistemin avantajlarından yararlanmasıdır. Herşeyi yaratan, yoktan var eden, her yaptığı yerinde olan, herşeyi bilen ve gören, her şeyden haberdar olan Allah'ın sisteminden yani. Bu sistem insan bilgisizliğinden, insan keyfiliğinden, insan yetersizliğinden ve insan ihtiraslarından arınmış bir sistemdir. Bu sistemde hiçbir ferdi, hiçbir sosyal sınıfı, hiçbir ırkı, hiçbir milleti, hiçbir kuşağı başka bir kuşağa karşı kayırmanın yeri yoktur. Çünkü yüce Allah, herkesin Allah'ıdır. Onun herhangi bir ferdi, herhangi bir sosyal sınıfı, herhangi bir ırkı herhangi bir milleti veya herhangi bir kuşağı diğerlerine karşı kollama, arkalama tutkusuna -haşa ve kellâ- kapılması söz konusu değildir. Bu sistemin diğer bir avantajı, başka bir üstünlüğü ise insanın yaratıcısı olan yüce Allah'ın eseri oluşudur. Yüce Allah, insan fıtratının özünü ve gerçek ihtiyaçlarını herkesten iyi bilir. Bunun yanısıra bu fıtratın girintili-çıkıntılı dehlizlerini, kuytu köşelerini, ona nasıl seslenileceğini ve nasıl yola getirileceğini de herkesten iyi bilir. Buna göre uygun sistem bulayım diye tecrübe çöllerinde -haşa ve kellâ- taban tepmesi söz konusu değildir. Ayrıca insanları bu uçsuz-bucaksız çölün kumsallarına başıboş salarak onları bu acı tecrübelerin bedelini ödemek zorunda da bırakmaz. İnsanlar maddi buluş ve üretim alanında diledikleri denemelere girişebilirler. Bu alan insan aklı önünde uzanan son derece zengin bir alandır. İnsan aklı da bu ilâhi sistemin nasıl uygulanacağını irdelemek ile farklı akıllar arasında tartışma konusu olan meselelerin kıyas metoduna esas olacak olan yönlerini kavramaya çalışmalıdır. Bu alanlar insanın girişeceği tecrübî çalışmalar için ve akıl yürütmesi için yeterince geniştirler. Bu sistemin diğer bir avantajı, üstünlüğü, in.,anın da içinde yaşadığı evrenin yaratıcısının eseri oluşudur. Bu durum insana, kuralları evrenin doğal yasaları ile uyumlu bir sistemi garanti eder. İnsan bu sistemi benimseyince, bu doğal yasalarla çatışmaya girişmez. Tersine bu yasalarla uyuşur, onları onaylar ve onlardan yararlanır. Bağlısı olduğu sistem bütün bu girişimlerinde ona yol gösterir, onu korur. Bu sistemin başka bir avantajı, üstünlüğü, insana yol gösterdiği, onu koruması altına aldığı gibi, aynı zamanda ona onurlu ve saygın bir yer verir, aklına sistem içinde çalışma alanı açar. Sistemin akla ayırdığı ilk çalışma alanı nasslarını kavramaya, yorumlamaya yönelik bilimsel çalışmadır, içtihaddır. Arkasından haklarında nass bulunmayan meselelerin çözümünü varolan nasslara ya da İslâm'ın genel ilkelerine havale etme çalışmasına sıra gelir. Bunun da arkasından insan aklının asıl çalışma dalına, insan aklının kesin egemenliği altına verilen temel uğraş alanına sıra gelir. Bu alan, evrende bilimsel araştırma yapma, maddi buluş ve üretim konularında başarılı adımlar atma alanıdır. Ayetin son cümlesini bir de bu anlattıklarımızın ışığı altında düşünerek okuyalım: "Bu sizin hesabınıza en hayırlı ve en iyi akıbet vaad eden bir tutumdur." Yüce Allah ne kadar doğru söylüyor! Ayetlerin akışı içinde imanın şartına ve İslâm'ın tanımına, müslüman ümmetin siyasi altyapısına ve kanun koyma yöntemine ilişkin bu genel kural belirlendikten sonra bu genel kuraldan saptıkları halde mümin olduklarını ileri sürenlere dönülüyor. Bunlar Allah'ın şeriatı dışında bir kaynağı, "tanımamakla, karşı çıkmakla emredildikleri Tağut'un" hekimliğine başvurmakla imanın şartına ve İslâm'ın tanımına ters düşmüş oluyorlar. İşte bu tür kimselere dönülerek tutumlarının şaşırtıcı olduğu belirtiliyor, bunlar kınanıyorlar, kendileri gibi olanlarla birlikte şeytanın saptırma girişimleri konusunda uyarılıyorlar, yüce Allah'a ve Peygamberimize çağrılıp da bu çağrıya yan çizdiklerinde takınmış oldukları tavrın münafıklık olduğu açığa vuruluyor, ayrıca Tağut'un hakemliğine başvurmaları da imandan çıkmak, hatta daha baştan iman çerçevesi içine girmemek olarak niteleniyor, bunun yanısıra bu kınanmış yönteme uymalarının sonucunda başlarına bir sıkıntı gelince, karşılarına bir musibet çıkınca sığındıkları boş ve asılsız mazeretler anlatılıyor. Bütün bu yaptıklarına rağmen, yüce Allah, Peygamberimize bu adamlara karşı hoşgörülü davranmasını, kendilerine öğüt vermesini öneriyor. Bu ayetler grubu yüce Allah'ın, peygamberleri ne amaçla gönderdiğini açıklayarak son buluyor. Peygamberlerin gönderilişinin amacı, halkın onlara itaat etmesidir. En sonunda da imanın şartı ve İslâm'ın tanımı kesin ve açık bir dille, bir kere daha ifade ediliyor. Okuyoruz: 60- Gerek sana ve gerekse senden öncekilere indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürenleri görmüyor musun? Bunlar karşı çıkmakla, tanımamakla emredildikleri Tağutun hakemliğine başvurmak istiyorlar. Şeytan onları koyu bir sapıklığa düşürmek istiyor. 61- Onlara `Allah'ın indirdiğine ve Peygamber'e geliniz' dendiğinde o münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün. 62- Peki, nasıl oluyor da kendi elleri ile işledikleri kötülük yüzünden başlarına bir musibet gelince sana koşarak `Biz sadece iyilik yapmak, uzlaşma sağlamak istemiştik' diye Allah adına yemin ederler. 63- Allah onların kalplerindeki kötü duyguları iyi bilir. Onlara aldırış etme, öğüt ver, kendileri hakkında içlerine işleyecek etkili sözler söyle onlara. 64- Biz gönderdiğimiz her peygamberi, Allah'ın izni ile, mutlaka kendisine itaat edilsin diye gönderdik. Eğer onlar nefislerine zulmettiklerinde sana gelerek Allah'tan af dileselerdi ve Peygamber de onlar adına af dileseydi, Allah'ı tevbeleri kabul edici ve merhametli olarak bulacaklardı. 65- Hayır, hayır! Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda senin hakemliğine başvurmadıkça sonra da vereceğin karara, gönüllerinde hiçbir burukluk duymaksızın, kesin bir teslimiyetle uymadıkça mümin olamazlar. Acaba okuduğumuz bu ayetler hangi dönemin insanlarını ve olaylarını gündeme getiriyor? Ayetlerde kullanılan üslubun özelliğinden anladığımız kadarı ile burada bize münafıklığın hayli pervasız olduğu ve yahudilerin münafıklar ile işbirliği halinde çalıştıkları bir dönemden, yani Hicret sonrasının ilk yıllarından söz ediliyor. Burada yüce Allah'ın şeriatı dışındaki bir kaynağın, yani Tağut'un hakemliğine başvurmak istedikleri açıklanan kimselerin kimler olduğuna gelince bunlar münafıkların bir kesimi olabilirler. Nitekim yukarda okuduğumuz ayetlerin ikincisinde yer alan ve onların tutumlarını açıklayan sözler bu ihtimale güç kazandıracak niteliktedir. Bunun yanısıra bu adamlar yahudilerin bir kesimi de olabilirler. Çünkü yahudiler, gerek kendi aralarında ve gerekse Medine halkı ile aralarında çıkan anlaşmazlıkların çözüme bağlanması için Allah'ın kitabının hakemliğine çağrılıyorlardı. Bu adamlar kimi zaman Tevrat'ın ve kimi zaman da -bazı olaylarda görüldüğü üzere- doğrudan doğruya Peygamberimizin hakemliğine çağrıldıkları zaman bu kaynakların hakemliklerini reddederek o günün cahiliye geleneklerinin hakemliğine başvuruyorlardı. Fakat biz ilk ayette yer alan "Gerek sana ve gerekse senden öncekilere indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürenler" şeklindeki açıklamayı göz önüne alarak ilk var sayımımızı tercilı ediyoruz. Çünkü yahudiler Peygamberimize indirilen kitaba (Kur'an'a) inandıklarını hiç ileri sürmemişlerdi. Gerek Peygamberimize ve gerekse daha önceki peygamberlere inandıklarını ileri sürenler münafıklardı. Müslüman gibi görünme politikası güden bu iki yüzlü kimseler İslâm inancının gereği olan bütün peygamberlere inanma şartını sözde yerine getiriyorlardı! Ayetlerde kimler kasdedilmiş olursa olsun bu olayların Hicretin ilk yıllarında, yani Beni Kurayda ve Hayber olaylarında yahudilerin burunları henüz kırılmadan ve yahudilerin etkinliklerini kaybetmelerinin sonucunda münafıkların Medine'deki nüfuzu henüz sarsılmadan önceki günlerde meydana geldikleri kesindir. Her neyse, biz bu ayetlerde şu noktaları buluyoruz: Burada imanın şartı ve İslâm`ın şartı tam, kesin ve net bir şekilde sınırlandırılıyor. Yüce Allah "Tanımamakla emredildikleri Tağut'un hakemliğine başvurmak isteyenler"in mümin olmadıklarına, imanları olmadığına bizzat tanıklık ediyor. Yine bizzat yüce Allah aralarındaki meselelerin çözümünde Peygamberimizin hakemliğine başvurup O'nun vereceği kararı -zorlama ve yetersizlik sonucu olarak değil gönüllü, istekli ve arzulu olarak kabul etmeyenlerin iman çerçevesi içine giremeyeceklerine, mümin sayılamayacaklarına yemin ediyor. Şimdi tek tek ayetleri incelemeye,çalışalım: "Gerek sana ve gerekse senden öncekilere indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürenleri görmüyor musun? Bunlar karşı çıkmakla, tanımamakla emredildikleri Tağut'un hakemliğine başvurmak istiyorlar. Şeytan onları koyu bir sapıklığa düşürmek istiyor." Şu şaşkınların şaşkınlıklarına bak! Bunlar mümin olduklarını iddia ediyorlar, sonra da bir anda iddialarını yine kendileri çürütüveriyorlar. Bunlar bir yandan "Sana ve senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürüyorlar" sonra da sana ve senden önceki peygamberlere indirilen kitapların hakemliğini benimsemiyorlar. Bunun yerine başka bir kaynağın, başka bir sistemin, başka bir hüküm merciinin hakemliğine başvurmak istiyorlar. Tağut un hakemliğine başvurmak istiyorlar. Sana ve senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara dayanmayan; ölçüsünü, kriterini sana ve senden önceki peygamberlere indirilen mesajlardan almayan bir hüküm kaynağının yargısına boyun eğiyorlar. Böyle bir hüküm kaynağı, hem ilâhlığın başta gelen yetkisini kendisine yakıştırdığı için ve hem de hiçbir değişmez kritere bağlı olmadığı için "tağut"tur, yani azgınlık ve taşkınlıktır. Bu adamlar bu işi bilmeyerek, yanılgıya düşerek yapmıyorlar; tersine yargısına başvurdukları bu tağutun hakemliğine başvurulmasının yasak olduğunu kesin olarak biliyorlar. Çünkü "ona karşı çıkmaları, onu tanımamaları emredilmiştir". O halde mesele bilmemek ya da yanılgıya kapılmak meselesi değil. Tersine ortada inatçılık ve kasıt vardır. Bundan dolayı bu iddiaları ani "sana ve senden önceki peygamberlere indirilen mesajlara inandıkları" şeklindeki iddiaları geçersizdir, asılsızdır. Bu işin arkasında onları geriye dönme ihtimaline açık kapı bırakmayacak derecede koyu bir sapıklığa düşürmek isteyen şeytan vardır. Okuyoruz: "Şeytan onları koyu bir sapıklığa düşürmek istiyor." İşte bu adamların, Tağut'un hakemliğine başvurmak istemelerinin ardında yatan sebep budur. Onların, Tağut'un hakemliğini istemelerini sağlayan ve bu yüzden imanın çerçevesinin ve İslâm'ın tanımının dışına düşmelerine yol açan faktör budur. Sebep, işte budur. Yüce Allah onlara bu sebebi açıklıyor. Belki uyanıp bu sapık yoldan dönerler diye. Bu sebebi müslüman cemaate de açıklıyor. Bu adamları kimin kışkırttığını, arkalarında kimin olduğunu bilsinler diye. Bir sonraki ayette bu adamlar, yüce Allah tarafından Peygamberimize ve daha önceki peygamberlere indirilen mesajlara, hani o inandıklarını ileri sürdükleri mesajlara çağrıldıklarında nasıl bir tavır takındıkları anlatılıyor. Okuyoruz: "Onlara `Allah'ın indirdiğine ve Peygamber'e geliniz! dendiğinde o münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün." Fesübhanellah! Şu münafıklık kendini ele vermeden edemiyor. Fıtratın yalın mantığı ile çelişkiye düşmeden edemiyor. Yoksa münafıklık olmazdı zaten. Neden derseniz, fıtratın yalın iman mantığı insanın, inandığı kaynağın ve inandığı kimsenin hakemliğini benimsemesini gerektirir. Allah'a ve Allah'ın indirdiği mesaja, Peygamber'e ve O'na indirilen kitaba inandığını ileri süren bir kimse Allah'ın emri, yasası ve sistemi uyarınca yargılanmaya çağrılınca fıtratın yalın mantığına göre bu çağrıyı tam bir gönül coşkunluğu ile kabul etmesi gerekir. Böyle bir adamın bu çağrıya sırt çevirmesi, onu geri çevirmesi, fıtratın yalın mantığına ters düşer. Ayrıca bu çelişkili durum ortada bir münafıklığın varolduğunu açığa vurur, adamın mümin olduğunu ileri süren iddiasının yalan olduğunu kanıtlar. İşte yüce Allah, Allah'a ve Peygambere inandıkları halde Allah'ın ve Peygamberin sisteminin hakemliğine razı olmayan, tersine bu sistemi benimsemeye çağrılınca ondan köşe-bucak kaçan sözleri, özlerine uymaz kimseleri sözünü ettiğimiz yalın fıtrat mantığına göre yargılıyor, hesaba çekiyor! Bir sonraki ayette bu adamların davranışlarına yansıyan şu münafıklık belirtisine parmak basılıyor. Bu adamlar ya Allah'ı ve Peygamberi benimsesinler amacı ile kendilerine yapılan çağrıyı kabul etmedikleri için ya da Tağut'un hakemliğine başvurmaya eğilimli oldukları için başlarına bir musibet, bir felâket gelince hemen birtakım münafıkça bahaneler ileri sürerek münafıklıklarını mazur göstermeye kalkışırlar. Okuyoruz: "Peki, nasıl oluyor da kendi elleri ile işledikleri kötülük yüzünden başlarına bir musibet gelince hemen sana koşarak `Biz sadece iyilik yapmak, uzlaşma sağlamak istemiştik' diye Allah adına yemin ederler." Bu musibet, bu adamların ne mal oldukları o günkü müslümanlarca anlaşılmış olması sebebi ile başlarına gelmiş olabilir. Çünkü böyle olunca onlar müslümanların kınamalarına, toplumdan soyutlama girişimlerine ve horlamalarına maruz kalmış olabilirler. Bu da normal bir tepkidir. Çünkü müslüman toplum, Allah'a ve Allah'ın indirdiği mesaja, Peygamber'e ve O'na inen kitaba inandığını iddia ettiği halde yüce Allah'ın şeriatı dışında bir kaynağın hakemliğine başvurma eğilimi gösteren, ya da Allah'ın sistemine göre yargılanmaya çağrılınca bu çağrıya sırt çeviren kimselerin kendi içinde bulunmasına dayanamaz, katlanamaz. Böyle bir çelişkiye ancak fertlerinde İslâm'dan ve imandan eser kalmamış olan, iman namına elinde sadece bu adamlarınki gibi birtakım asılsız iddialar ile İslâm namına sadece kuru isimler kalmış olan toplumlar katlanabilirler! Ya da bu adamlar yüce Allah'ın adil nizaını dışındaki bir kaynağın hakemliğine başvurdukları için zulme uğruyorlar, bu anlamda başlarına musibet geliyor, bunun üzerine aralarında doğan bir problemin çözümünü Tağut'un hakemliğinden beklemiş olmalarının sonucu olarak pişman olmuş, hayal kırıklığına uğramış olabilirler. Yahud söz konusu musibeti başlarına indiren doğrudan doğruya yüce Allah'tır. Düşünsünler de doğru yola gelsinler diye kendilerini bir sınavdan geçirmek istemiştir belki. Adamların başlarına gelen musibetin sebebi ne olursa olsun, Kur'an alaycı bir dille soruyor? O zaman durum nice olur diye! Bu adamlar bu durumda Peygamberimizin yanına gidince ne yaparlar? Okuyoruz: "Biz sadece iyilik yapmak, uzlaşma sağlamak istemiştik' diye Allah'ın adı üzerine yemin ederler." Son derece gülünç, komik bir durum. Adamlar yaptıklarının farkında olarak Peygamberimizin yanına gidiyorlar, fakat kendilerini bu davranışa iten asıl faktörü Peygamberimize açıklamaya cesaretleri, daha doğrusu niyetleri olmadığı için yalan yere yemin ediyorlar. Tağut'un -bu olayda belki de geleneksel cahiliye yasalarının- hakemliğine başvurmak istemelerinin tek amacı iyilik yapmak ve uzlaşma sağlamaktır diye! Bu iddialar yüce Allah'ın sistemini ve şeriatını bir yana bırakıp başka bir kaynağın hakemliğine başvuranlar tarafından her dönemde ileri sürüle gelmiştir. Böyleleri kargaşalığa, sıkıntıya ve acılara yol açmaktan kaçındıkları için yüce Allah'ın şeriatının hakemliğine başvurmadıklarını söylerler; bu tutumları ile farklı unsurları uzlaştırmak, çeşitli görüşleri ve çelişik inançları bağdaştırmak istediklerini sözlerine eklerler. Bu sözler, mümin olmadıkları halde mümin olduklarını söyleyen kaypak münafıkların ileri sürecekleri asılsız bir bahanedir. Durum her zaman ve her yerde tıpatıp aynıdır. Yüce Allah, bu kimselerin sırtlarına giydikleri bu iğreti kaftanı üzerlerinden soyup çıkarıyor, Peygamberine onların yüreklerinde gizli tuttukları niyetleri ve duyguları bildiklerini haber veriyor. Bu arada bütün bunlara rağmen Peygamberimize bu adamlara karşı yumuşak davranmasını, kaypaklıklarını görmezlikten gelerek onlara öğüt vermesini öneriyor. Okuyoruz: "Allah onların kalplerindeki kötü duyguları iyi bilir. Onlara aldırış etme, öğüt ver, kendileri hakkında içlerine işleyecek etkili sözler söyle onlara." Bunlar gerçek niyetlerini ve duygularını saklayarak bu bahaneleri ileri süren, bu mazeretlerini uyduran kimselerdir. Allah vicdanların saklı birikimlerini ve kalplerin titreşimlerini herkesten iyi bilir. Fakat o günlerin münafıklara karşı güdülen politikası bu kimselere göz yummayı, yumuşak davranmayı, öğüt vermeyi ve eğitici çabaları devam ettirmeyi gerektiriyordu. Okuduğumuz ayetin son cümlesine dikkatleri yeniden çekmek istiyoruz: "Onlara, kendileri hakkında içlerine işleyecek etkili sözler söyle." Bu ifade şaşırtıcı derecede başarılı bir tasvirle önümüze son derece somut bir tablo getiriyor. Söz sanki bir ok gibi doğrudan doğruya vicdanlara yöneltiliyor ve yine doğrudan doğruya kalplere saplanıp oturuyor. Bu ayet, bu adamları, sapık yollarından dönmeye, tevbe ederek doğru yola koyulmaya, yüce Allah'ın ve Peygamberin himayesine sığınarak güvene kavuşmaya özendiriyor. Tağut'un hakemliğine başvurma eğilimi göstermiş olmalarına, Allah'ın ve Peygamberimizin hakemliğini benimsemeye çağrıldıklarında Peygamberimizden köşe-bucak kaçmış olmalarına rağmen eğer kirli geçmişlerinden kopmaya karar verirlerse kendilerine kucak açılacağı mesajı veriliyor. Çünkü tevbe kapısı açıktır. Yüce Allah'a dönme fırsatı henüz kaçmış değildir. Eğer onlar günahlarından dolayı yüce Allah'tan af dilerler ve Peygamber de onlar adına Allah'tan af dilerse bu dilekler kabul edilir. Fakat, okuyacağımız ayet, bütün bunlardan önce bir temel kuralı belirliyor. O kural şudur: Yüce Allah, peygamberlerini -kendi izni çerçevesinde insanlardan itaat görmek üzere gönderdi. Onları emirlerine karşı gelinsin diye göndermediği gibi sadece öğüt verici olsunlar, sadece yol göstermekle yetinsinler diye de göndermedi. Okuyoruz: "Biz gönderdiğimiz her peygamberi, Allah'ın izni ile, mutlaka kendisine itaat edilsin diye gönderdik. Eğer onlar nefislerine zulmettiklerinde sana gelerek Allah'tan af dileselerdi ve Peygamber de onlar adına af dileseydi Allah'ı, tevbeleri kabul edici ve merhametli olarak bulacaklardı." Bu ayetin baş tarafı son derece önemli bir gerçeği dile getiriyor. Peygamber sadece bir "vaiz" değildir. O söyleyeceğini söyledikten sonra geçip giden, sözleri havada uçuşup kaybolan, hiçbir otoriteye, hiçbir yaptırım gücüne sahip olmayan sıradan bir hatip değildir. Nitekim insanları bu dinin mahiyeti ve peygamberlik misyonunun özü konusunda yanıltmak isteyen bazı düzenbazlar böyle söylüyor. Bunun yanısıra "Din"in ne demek olduğunu kavrayamamış olan bazı sığ düşünceliler bu meseleyi böyle anlıyorlar. Oysa din, bir hayat sistemi; örgütleri ile, yasal düzenlemeleri ile, kurumları ile, değer yargıları ile, ahlâk sistemi ile, edep kuralları ile, ibadetleri ve törenleri ile gerçek anlamda dört dörtlük bir hayat sistemidir. Bütün bunlar peygamberlik makamının bir otoriteye sahip olmasını gerektirir. Sistemi hayata geçirecek yöneltecek bir otoritenin, bir yürütme gücünün olmasını kaçınılmaz kılar. Yüce Allah, peygamberleri -kendi izni, kendi şeriatı çerçevesi içinde- dinin sistemini pratiğe yansıtmak konusunda insanlar tarafından itaat edilsin diye gönderdi. Onları bu hayata yön vermesini dilediği sistemin yürürlüğe girmesini sağlamak için gönderdi. Kendi izni ile sınırlı olmak şartı ile itaat edilsin diye göndermediği bir tek peygamber yoktur. Buna göre Peygambere itaat etmek, aslında yüce Allah'a itaat etmek demektir. Yüce Allah, peygamberleri sırf vicdanları etkilesinler, diye sırf klasik ibadetleri ve dini törenleri insanlara öğretsinler diye göndermiş değildir. Böyle bir varsayım, bu dine ilişkin asılsız bir kuruntu olur. Yüce Allah'ın peygamber göndermekteki hikmeti ile bağdaşmaz. Bu hikmet pratik hayatta belirli bir sistemi egemen kılmaktır. Yoksa peygamberlerin sadece vaizlik görevi yapmakla yetindikleri, söyleyeceklerini söyledikten sonra başka hiçbir şeyle ilgilenmeyerek geçip gittikleri bir dünya, bu günkünden çok daha berbat olurdu. Küstahların her türlü ölçüyü pervasızca çiğnedikleri, alçakların her türlü alçaklıklarını rahatlıkla sahneye koydukları bir dünya olurdu. Bundan dolayı İslâm tarihi bilinen gelişim çizgisini izledi. Yani bir çağrı, bir tanıtma-duyurma, bir düzen koyma, bir egemenlik kurma tarihi oldu. Bu süreci Peygamberin yerini alan halifelerin yönetimi izledi. Bu hilâfet yönetimi şeriatın ve kurulmuş düzenin gücüne dayanarak şeriatı ve düzeni ayakta tutmaya, Peygambere yönelik itaate süreklilik kazandırmaya, yüce Allah'ın peygamberleri göndermekteki muradını gerçekleştirmeye çalıştı. Bundan başka "İslâm" ya da "din" ile anılabilecek bir yol, bir sistem yoktur. "Din" ve "İslâm" adı ile varolan tek yol, tek sistem pratik hayatta ve düzende gerçekleşen peygambere yönelik itaattir. Bu pratik hayat sosyal şartlara bağlı olarak şu ya da bu oranda değişikliğe uğrayabilir. Fakat temeli ve özü değişmez kalır. O temel ve öz ki, o olmadan İslâm olmaz. Bu özün, bu temelin ana maddelerini şöyle sıralayabiliriz: Yüce Allah'ın sistemine teslim olmak; Peygamberin sistemini uygulamak; yüce Allah'ın şeriatının hakemliğini benimsemek; Yüce Allah katından getirdiği mesajlar konusunda Peygambere itaat etmek; ilâhlık yetkisinin sadece Allah'ın tekelinde olduğunu kabul etmek, başka bir deyimle "Lâilâheillallah (Allah'tan başka ilâh yoktur)" ilkesine tanıklık etmek; buna bağlı olarak yasa koyma yetkisinin sırf Allah'a ait bir yetki olduğunu ilkesel bir yaklaşımla kabul etmek, bu yetkiden başka hiçbir güce en ufak bir pay ayırmamak; şu ya da bu oranda Tağut'un hakemliğini benimsememek; haklarında nass bulunmayan yeni ve tartışmalı meselelerin çözümünü yüce Allah'a ve Peygambere havale etmek. Bu sistemden saparak "kendilerine zulmedenler"in önünde, yüce Allah'ın, Peygamberimizin dönemindeki yahudileri yararlanmaya çağırdığı, özendirdiği fırsat vardır. Okuyoruz: "Eğer onlar nefislerine zulmettiklerinde sana gelerek Allah'tan af dileselerdi ve Peygamber de onlar adına af dileseydi, Allah'ı tevbeleri kabul edeci ve merhametli olarak bulacaklardı." Yüce Allah her zaman tevbe edenlerin tevbelerini kabul eder. Allah yanlış yoldan dönenlere karşı her zaman merhametlidir. Bu ayette O, bize bu sıfatlarını tanıtıyor ve kendisine sığınanların, günahlarından dolayı af dileyenlerin tevbelerini kabul edeceğini, üzerlerine merhametini yağdıracağını vaadediyor. Bu ayetin kapsamına ilk girenlerin önünde Peygamberimize kendileri adına af dilemesi fırsatı vardı. O fırsat geçti. Fakat yüce Allah'ın kapısı sürekli açık ve O'nun vaadi her zaman geçerlidir. Hiçbir zaman ne bu kapı kapanır ve ne de vaadin süresi dolar. O halde isteyen gelsin, azmeden öne atılsın. Okuduğumuz bu ayetler gurubunun sonunda daha önce de sözünü ettiğimiz kesin ifadeli mesajla karşılaşıyoruz. Bu mesajın girişinde yüce Allah kendi zatı üzerine yemin ediyor. Arkasından karşısına çıkan her meselede Peygamberimizi hakem tutarak O'nun vereceği her kararı gönlünde hiçbir burukluk duygusu hissetmeksizin, hiçbir duraksama belirtisi göstermeksizin tam bir gönül rızası ile kabul etmeyen kimsenin kesinlikle mümin sayılamayacağını açıklıyor. Okuyoruz: "Hayır hayır, Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda senin hakemliğine başvurmadıkça, sonra da vereceğin karara, gönüllerinde hiçbir burukluk duymaksızın, kesin bir teslimiyetle uymadıkça mümin olamazlar." Kendimizi bir kere daha iman şartı ve İslâm'ın tanımı ile karşı karşıya buluyoruz. Bu şartı ve bu tanımı bizzat yüce Allah ortaya koyuyor ve onu yüce zatı üzerine yemin ederek perçinliyor. Artık bundan sonra imanın şartı ve İslâm'ın tanımı konusunda hiç kimsenin söyleyebileceği bir söz, hiç kimsenin getirebileceği bir yorum olamaz. Bundan sonra ancak demogoji yapılabilir ki, ona da kulak asılmaz, değer verilmez. Bu konuda ortaya konabilecek bir demogoji örneği şudur: "Yüce Allah'ın bu sözü belirli bir zamana bağlıdır ve sadece belirli bir grup insan hakkında geçerlidir!" Bu iddia, İslâm'ı hiç kavramamış olanların, Kur'an-ı Kerimin üslubu hakkında hiçbir şey bilmeyenlerin sözüdür. Bu yüzeysel yorumun tersine, yüce Allah'ın bu sözü İslâm'ın genel karakterli gerçeklerinden biridir, yeminle perçinlenerek ifade edilmiştir, hiç bir kayıtla sınırlı değildir. Peygamberimizi hakem tutma zorunluluğu, sadece sağlığında O'nun kendisini hakem tutma zorunluluğudur diye bir kuruntuya kapılma ya da bu kuruntuyu başkalarının zihinlerine aşılamak tamamen yersiz ve gerekçesizdir. Söz konusu olan Peygamberimizin şeriatını ve sistemini hakem tutma zorunluluğudur. Yoksa öyle olsaydı Peygamberimizin ölümünden sonra Allah'ın şeriatine ve Resulullah'ın sünnetine hiç yer kalmazdı. Bu görüşü Hz. Ebu Bekir döneminde en sapık dönekler (mürtedler) ileri sürünce Hz. Ebu Bekir bu gerekçe ile onlara karşı savaş açmıştı. Hatta bundan çok daha azını yapanlara, yani Peygamberimiz ölünce zekât verme zorunluluğu konusunda Allah'a ve Peygambere itaat etmekten vazgeçmeye kalkışanlara, Peygamberimizin bu konudaki hükmüne karşı çıkanlara karşı savaş açmıştı. "İslâm"ın varlığını kanıtlayabilmek için yüce Allah'ın şeriatının ve Peygamberimiz tarafından verilen hükmün hakemliğine başvurmak yeterlidir. Ama bu kadarı "iman"ın varlığını kanıtlamaya yetmez. İmanın varlığını kanıtlayabilmek için bu şartın beraberinde gönül hoşnutluğu, kalb teslimiyeti ve iç rahatlığı da bulunmalıdır. İşte "İslâm" ve "İman" budur. Buna göre herhangi bir kimse müslüman ve mümin olduğunu iddia etmeden önce kendisi nerede, İslâm nerededir ve yine kendisi nerede, iman nerededir, buna iyi bakmalıdır. Bu ayetlerin akışı ïçinde Peygamberimizin hakemliği kabul edilmedikçe, arkasından vereceği karara gönül hoşnutluğu ile teslim olunmadıkça mümin olunamayacağı vurgulandıktan sonra söz şu gerçeğe getiriliyor: İnsanların benimsemeye çağrıldıkları bu sistem, başka kaynağa başvurmaksızın tek başına hakem tutmakla yükümlü tutuldukları bu şeriat, gönül rızası ile kabul etmeleri kesinlikle kendilerinden istenen bu yargı düzeni kolay bir sistem, hoşgörülü bir şeriat ve merhametli bir yargı düzenidir. Bu sistem insanlara kapasiteleri dışında bir yükümlülük getirmiyor, onları zora koşmuyor, göze alamayacakları bir fedakârlıkta bulunmalarını istemiyor. Çünkü yüce Allah insanın zayıf olduğunu biliyor ve bu zayıflığa merhameti ile karşılık veriyor. Yüce Allah biliyor ki, eğer insanlara çok ağır yükümlülükler yüklerse bunları çok az kimse yerine getirir. Allah insanları sıkıntıya sokmak, onları günaha düşürmek istemez. Bundan dolayı onlara ağır, çoğunluğu görevini yerine getirmeye ve günahkâr olmaya sürükleyecek derecede zor yükümlülükler önermemiştir. Eğer insanlar yüce Allah'ın önerdiği kolay yükümlülükleri üstlenseler ve yüce Allah'ın kendilerine verdiği öğütleri dinleseler hem dünyada hem ahirette büyük bir mutluluğa kavuşurlardı, yüce Allah onları hidayeti ile desteklerdi. Nitekim O, azimle, iyi niyetle, çaba ile, iradesi ile, gücünün sınırları içinde hidayet peşinde koşan herkesin yardımcısı ve destekçisidir. Okuyoruz: 66- Eğer onlara "canlarınızı feda ediniz " ya da "yurtlarınızdan çıkınız " diye emretmiş olsaydık, pek azı dışında, bunları yapamazlardı. Oysa eğer onlar kendilerine verilen öğütleri tutsalardı, bu haklarında hayırlı ve güvenceli bir tutum olurdu. 67- O zaman onlara tarafımızdan büyük bir mükäfat verirdik. 68- Kendilerini kesinlikle doğru yola iletirdik. Bu sistem, her normal yaratılışlı, sağlıklı fıtratlı insanın üstesinden gelebileceği derecede kolaydır. Normal olarak çok az kimsede bulunan olağanüstü, süper gayretlerin varlığını gerektirmez. Bu din böylesine küçük bir azınlığa gelmedi, bütün insanlara geldi. İnsanlar yükümlülüklerini yerine getirebilme açısından farklı madenler, değişik renkler gibidirler. Farklı dereceli zümreler oluştururlar. Oysa bu din tümüne kendilerinden istenen görevleri yapma ve sakındırıldıkları günahlardan uzak kalabilme imkânını tanımaktadır. Okuduğumuz ayetlerin ilkinde sözü edilen "cana kıyma" ve "yurttan çıkma" eylemleri iki ağır yükümlülük örneğidir. Eğer yüce Allah insanlara bu yükümlülükleri emretseydi, pek az kimse dışında onları yapabilen bulunmazdı. Bunlar emredilmedi. Çünkü yükümlülüklerin amacı insanların ezici çoğunluğunun gücünü aşmak, ezici çoğunluğu cendereye sokmak değildir. Tersine ilâhi sistemin amacı yükümlülüklerini herkesin yerine getirmesi, herkesin onların gereğini yapabilmesi normal ve ruhen sağlıklı herkesin iman kervanına katılmasıdır. Fakat bu kalabalık, geniş kapsamlı ve uzun konvoylu İslâm ümmeti kervanının ilerleyiş süreci boyunca farklı vicdanları, farklı gayretleri, farklı yeteneklerin hakkettikleri yerleri alma ve bu farklı zümreler ümmeti, bir bütün olarak yetiştirip ilerletmeleridirler. Nitekim İbn-i Cureycin, Musenna İshak Ebu Ezher yolu ile İsmail'e dayanarak bildirdiğine göre sahabilerden Ebu İshak Subeyî şöyle diyor "Eğer onlara `canlarınıza kıyınız..." diye başlayan ayet inince arkadaşlarımızdan biri `Eğer bize böyle bir emir verilseydi, onu yerine getirirdik. Bizi böyle bir yükümlülükten muaf tutan Allah'a hamdolsun' dedi. Bu söz Peygamberimizin kulağına varınca O, şöyle buyurdu: "Benim ümmetim içinde öyleleri var ki, kalplerindeki iman yalçın dağlardan bile daha sarsılmazdır." | |
19 Eylül 2008, 18:27 | Mesaj No:14 |
Cvp: Fizilalil Kuran Nisa Suresi Tefsiri Bu arada İbn-i Ebu Hatem'in, Musab b. Sabit'e dayanarak bildirdiğine göre Musab'ın amcası Amr b. Abdullah b. Zübeyr şöyle diyor; "Eğer onlara canlarınızı feda ediniz! ya da `yurtlarınızdan çıkınız' diye emretmiş olsaydık, pek azı dışında, bunları yapmazlardı" ayeti inince Peygamberimiz "Eğer böyle bir emir gelseydi, Abdullah b. Revaha bu emri yerine getirenlerden biri olurdu" buyurdu. Yine İbn-i Ebu Hatem'in -halkalarını saydığı bir rivayet zincirine dayanarak- bildirdiğine göre sahabilerden Şurayh b. Ubeyd diyor ki; "Peygamberimiz `Eğer onlara canlarınızı feda ediniz diye emretmiş olsaydık...' diye başlayan ayeti okuyunca eli ile Abdullah b. Revaha'yı göstererek `Eğer Allah bu yükümlülüğü emretseydi, bu adam onu yerine getiren azınlık içinde yer alırdı." buyurdu. Peygamberimiz adamlarını son derece sağlam, derinlikli ve net bilgilerle tanıyordu. Her birinin özelliklerini, kendilerinden bile daha iyi biliyordu. Peygamberimiz dönemi tarihinde (sirette) O'nun kendi adamlarını, bunun yanısıra savaştığı kimseleri ve kabileleri, uzmanlık derecesine varan bir bilgi ile tanıdığını gösteren birçok örnek vardır. Çevresinin şartlarını ve insanlarını şaşılacak bir duyarlılıkla gözetleyen üstün yetenekli bir komutanın bilgisidir bu. Bu konu henüz gerektiği gibi incelenmiş değildir. Şimdi konumuz bu değil. Şimdiki konumuz Peygamberimizin eğer ağır yükümlülükler emredilseydi, ümmetinin içinde bunların üstesinden gelebilecek olanların bulunduğunu bildiği idi. Fakat Peygamberimiz bunun yanısıra şu dinin sırf bu küçük insan azınlığı için gelmediğini de biliyordu. Yüce Allah bizzat yarattığı bu insanın yapısını ve gücünün sınırlarını biliyordu. Bundan dolayı bütün insanlar için gelişmiş o:an bu dinde iyi niyetli, normal yaratılışlı, sağlıklı fıtratlı, amacı Allah'a itaat etmek olan, küstah ve umursamaz olmayan herkesin kolaylıkla yapabileceği görevleri emretti. Bu gerçeği vurgulamak insanı çözülmeye, hayvanlık düzeyine inmeye ve pislik böceği gibi çamurda debelenmeye çağıran yıkıcı yaygaralara karşı koymak açısından özellikle önem taşır. Bu yaygaraların iddiasına göre insanın "realite"si, karakteristik yapısı, yaratılışı ve kapasitesi budur. Din "idealist" bir çağrıdır, o şu dünya pratiği içinde gerçekleşmek için gelmedi, onun yükümlülüklerini bir kişi yapabilirse yapamayan yüz kişi vardır. Bu iddia yalandır, bir; aldatıcıdır, iki; cahilcedir, üç. Çünkü bu iddia, insanı yaratan ve ona bu dinin yükümlülüklerini emreden yüce Allah'ın bildiği, tanıdığı gibi insanı bilip tanıma imkânından yoksundur. Yüce Allah bu kapsamlı bilgisi ile bu yükümlülüklerin sıradan insanın kapasitesini, gücünün sınırlarını zorlamadıklarını biliyor. Çünkü bu din, seçkin bir azınlığa gelmedi ki! Gerekli olan şey sıradan insanın gayretli, samimiyeti ve yola koyulması, ilk adımı atmasıdır. O zaman yüce Allah'ın, görevini yapanlara yönelik vaadi devreye girer. Okuyoruz: "Oysa eğer onlar kendilerine verilen öğütleri tutsalardı, bu haklarında hayırlı ve güvenceli bir tutum olurdu." Görüldüğü gibi insana düşen sadece yola koyulmak, ilk adımı atmaktır. Arkasından yüce Allah'ın yardımı, yola devam etmeyi güvenceye bağlayan desteği imdada yetişir. Bunu büyük mükâfat izler, onu da doğru yola iletmek izler. Yüce Allah doğru söylemiştir. Allah kullarını -haşa- aldatmaz, onlara yerine getirmeyeceği vaadlerde bulunmaz, onlara sadece doğru olanı söyler. "kim yüce Allah'tan daha doğru sözlü olabilir?!" (Nisa Suresi, 87) Yalnız bu sistemin kolaylığı "istisnai kolaylık (ruhsat)" demek değildir. Yani bu dindeki istisnai kolaylıkları bir araya getirerek sırf bunların toplamını hayat sistemi haline getirmek değildir vurgulamak istediğimiz kolaylık. Bu dinde normal emirler (azimetler) de vardır, istisnai kalaylıklar (ruhsatlar) da. Normal emirler asıldır, istisnai kolaylıklar geçici şartlar içindir. Kimi zaman bazı samimi ve iyi niyetli dâvetçiler, insanları bu dine çekebilmek için bu "istisnaî kolaylıklar"a sarılırlar, onları bir araya getirerek meydana getirdikleri toplamı insanlara din diye sunarlar, arkasından onlara "Bakınız, bu din ne kadar kolaydır" derler! Bir de bazı yağcılar var. Bunlar devlet yetkililerinin ve halk yığınlarının ihtiraslarını pohpohlamak, keyfi doyuma erdirmek peşindedirler. Bu amaçla İslâm'ın hükümleri ve nassları arasında "sızma noktaları" ararlar ve bulabildikleri bu sızma noktalarının toplamını din diye ortaya koyarlar. Bu din ne odur ve ne de budur. O normal emirleri ile ve istisnai kolaylıkları ile (azimetleri ve ruhsatları ile) parçalanmaz bir bütündür. O bu niteliği içinde insanlar için kolaydır, sıradan insan eğer gayret ederse onun gereklerini yerine getirebilir ve insan oluşunun sınırları içinde kendine özgü kemal, olgunluk derecesinin son noktasına ulaşabilir. Tıpkı aynı bahçede yetişen meyvaların, kendilerine özgü olgunluğa ermeleri gibi. İçinde üzüm, şeftali, armut, dut, incir ve salatalık yetişen bir meyva bahçesi düşünelim. Bu meyvaların hepsinin tadı aynı olmaz. Ama bu meyvalardan herhangi biri kendine özgü olgunluk düzeyine erince, tadı bir başka meyvadan azdır diye, "olgunlaşmadı" hamdır denemez. Bu dinin bahçesinde bakla da, salatalık da, zeytin de, nar da, elma da, ayva da, üzüm de, incir de yetişir ve hepsi de olgunlaşır. Tatlıları ve sululuk oranları farklı olur, ama hepsi de olgunlaşır, kendileri için mümkün olan kemal derecesinin son noktasına ulaşırlar. Bu Allah'ın tarlasında, Allah'ın gözetimi altında ve Allah'ın sağladığı kolaylıklar eşliğinde gerçekleşen bir ilâhi üretim sürecidir. Sıra bu dersin sonunu oluşturan iki ayete geldi. Bu iki ayette ruhlarda, gönüllerde çok sevilen bir nimetin, tatlı bir hazzın özlemi, coşkunluğu ve cazibesi canlandırılıyor. Ahirette peygamberler ile, dosdoğrularla (sıddıklarla) şahitlerle ve diğer seçkin iyi kullarla bir arada olma nimeti ve hazzı. Okuyoruz: 69- Allah'a ve Peygamber'e itaat edenler var ya, bunlar Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberlerle, dosdoğru kullarla, şehidlerle ve iyilerle birlikte olurlar. Bunlar ne iyi arkadaşlardır! 70- Bu Allah'ın bağışıdır. Allah herşeyi yeterince bilir. Bu okşayıcı mesaj, her kalbin duygularını coşturur. İçinde zerrece iyilik bulunan, kurtuluş tohumu barındıran, yüce Allah'ın yakınlarında onurlu bir beraberliğin simgelediği yüksek bir makama tırmanma özlemi ile yanıp tutuşan her kalbi heyecanın şevki ile kanatlandırır. Bu yüce seçkinler gurubu ile birlikte olmak yüce Allah'ın tek yanlı bir bağışıdır. Hiç bir insan sadece iyi ameli ile, sırf ibadeti ile bu yüce makama erişemez. O yüce Allah'ın geniş kapsamlı, gürül gürül akışlı , e yaygın bir lütfundan başka bir şey değildir. Sözlerimizin burasında ömrümüzün bir kaç dakikasını Peygamberimizin sahabileri ile baş başa yaşamamız yerinde olur. Bu seçkin müminler, ahirette de peygamberimiz ile birlikte olmanın özlemi ile yanıp tutuşuyorlar. Aralarında öyleleri var ki, Peygamberimize karşı beslediği coşkun aşk yüzünden O'ndan ayrı düşmeyi düşünemiyor bile! Oysa O, henüz dünyada ve onların arasındadır. İşte bu sırada bu ayetler iniveriyor, bunun üzerine bu yakıcı aşkın ateşi yatışıyor üzerine su serpilmiş gibi oluyor bu soylu aşkın ve bu dalgalanan yalazın. İbn-i Cerir'in, İbn-i Humeyd ve Yakub Sekemı yolu ile Cafer b. Ebu Muğıre'ye dayandırarak bildirdiğine göre sahabilerden Said b. Cubery şöyle diyor: "Bir gün Medine yerlilerinden (Ensardan) bir arkadaşımız Peygamberimizin yanına geldi, arkadaşımız üzgündü. Bunun üzerine Peygamberimiz kendisine "Ey falanca seni üzgün görüyorum, sebebi nedir? diye sorduğu Arkadaşımız "Düşündüğüm bir şey var da onun için üzülüyorum' dedi. Peygamberimizin "Nedir o düşündüğün şey?" diye sorması üzerine arkadaşımız şunları söyledi: "Hergün sabahleyin yanına geliyor ve ancak gece olunca yanından ayrılıyoruz. Bütün gün yüzüne bakıyor, seninle birlikte oturuyoruz. oysa sen yarın Peygamberlerin yanına yükseltileceksin ve biz artık sana ulaşamayacağız". Peygamberimiz arkadaşımızın bu sözlerine hiçbir karşılık vermedi. Fakat bir süre sonra Cebrail geldi ve `Allah ve Peygamber'e itaat edenler var ya, bunlar Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberlerle...' diye başlayan ayeti getirdi. Bunun üzerine Peygamberimiz, o arkadaşımıza haber salarak kendisine bu müjdeyi iletti." Öte yandan Ebu Bekir b. Murdeveyh'in bildirdiğine göre Peygamberimizin eşi Hz. Aişe şöyle diyor: "Bir defasında adamın biri Peygamberimize gelerek şöyle dedi; `Ya Resulullah, ben seni kendimden, ailemden, çoluk-çocuğumdan daha çok seviyorum. Bazan evdeyken hatırıma geldiğinde kendimi tutamayarak sana geliyor, seni görüyorum. Benim ve senin ölümünü düşününce senin cennete girip diğer peygamberlerin yanına yükseleceğini biliyor, eğer ben de cennete girersem seni göremeyeceğimden korkuyorum! Peygamberimiz, adamın bu sözlerine hiçbir karşılık vermedi. Bunun üzerine bir süre sonra `Allah'a ve Peygamber'e itaat edenler var ya, bunlar Allah'ın nimetine eriştirdiği Peygamberlerle, dosdoğru kullarla, şehidlerle ve iyilerle birlikte olurlar. Bunlar ne iyi arkadaşlardır!' ayeti indi." Bu arada Akl b. Ziyad'ın, Yahya b. Kesir yolu ile Ebu Seleme b. Abdurrahman'a dayanarak bildirdiğine göre sahabilerden Rebie b. Kaab Eslemi şöyle diyor `Bir gece Peygamberimizin yanında yatmıştım. Sabah olunca helâ ve abdest suyunu hazırlayıp önüne koydum. Bunun üzerine bana `bir dilekte bulun' buyurdu. Kendisine `Ya Resulullah, cennette seninle birlikte olmak istiyorum.' diye cevap verdim. `Başka bir isteğin yok mu?' diye sordu. `Hayır, tek dileğim bu' dedim. Bunun üzerine bana `O halde çok çok secdeye vararak kendin için bana yardımcı ol' buyurdu." (Müslim) Ayrıca bir gurup sahabiden tevatür yolu ile nakledildiğine göre bir defasında Peygamberimize sevdiği kimselere katılamayan, onlarla birlikte olma imkânı bulamayan kimsenin durumu soruldu. Peygamberimiz bu soruyu "İnsan, sevdikleri ile birliktedir" diye cevaplandırdı. Sahabilerden Enes b. Malik diyor ki; "Müslümanlar bu söze sevindikleri kadar hiçbir şeye sevinmemişlerdi." (Buhari) Evet, bu mesele sahabilerin kalplerini ve ruhlarını çok meşgul ediyordu. Ahirette Peygamberimiz ile birlikte olma meselesi yani. Çünkü dünyada O'nunla bir arada olmanın erişilmez tadına varmışlardı! Bu mesele, aynı zamanda yüce Peygamberimizi sevmenin tadına erişen her müslümanın kalbini meşgul eder. Okuduğumuz son hadiste bu bakımdan ümit, güven ve ışık vardır. CİHADA KOŞUN! Bu bölümde yer alan ayetlerin erken bir dönemde nazil olduğu görüşünü tercih ediyoruz. Bu da Uhud savaşı sonrası Hendek savaşından önceki dönem olabilir. Bu ayetlerin ortaya koyduğu müslüman topluluğun görünümü bizi bu sonuca götürmektedir. Bu görünüm, müslüman safta henüz olgunlaşmamış yahut iman etmemiş ve iki yüzlülük yapan çeşitli grubların varlığına işaret etmektedir. Bu da gösteriyor ki o dönemdeki müslüman topluluğun durumu omuzlarına yüklenen büyük görevi yerine getirmek ve gerek itikadi düşüncelerde gerekse düşmanla girişilen savaşta bu büyük görevin düzeyine yükselmek için eğitim, direktif, uyarı ve cesaretlendirme konusunda büyük çabalar gerektirmiştir. Vardığımız bu sonuçlar, diğer bir gerçeği, bu safta yüksek zirvelere çıkan ve bu düzeye yükselmek için büyük aşamalar kat eden ve sonuçta da bu düzeye ulaşan örnek müslümanların varlığı gerçeğini görmezlikten gelmemizi gerektirmiyor. Ancak biz bir bütün olarak "müslüman saf"lardan söz ediyoruz. Karışık, ancak uyum söz konusu olmayan bir yapı gibi... Bu haliyle bu müslümanların, düzen ve uyumunu sağlayacak bir çabayı gerektirdiği ileride görülecek Kur'an ayetlerinden anlaşılmaktadır. Bu direktiflerden ortaya çıkan işaretler incelendiğinde müslüman kitlenin çoğu zaman unuttuğumuz beşeri görünümüyle yüzyüze gelmemizi sağlar. Bir bakıyoruz, bu kitlenin birtakım zaaf ve kuvvet noktaları vardır. Bu arada Kur'an'ın, aynı anda, hem beşeri zaafları, hem cahilî kalıntıları dile getirdiğine, hem de düşman kamplarla nasıl bir savaşa tutuştuğuna şahid oluyoruz. Böylece diri ruhlarda ve pratik alemde fonksiyonunu yerine getiren Kur'an'ın eğitim metodunu da görüyoruz. Ayrıca -farklı dereceler, ayrı özelliklere sahip ve ilk defa cahiliye bataklığından birer birer toplanan- bu kitleyi Resulullah'ın son günlerinde gördüğümüz insan fıtratının elverdiği oranda uyumlu bir hale getirerek olgunlaştırıp yüceltmek için bu sistemin sarf ettiği düzenli çabanın bir yönünü de görüyoruz. Bunları bu şekilde görmek bize yararlı olacaktır. Hem de çok.. İnsan ruhunun özelliklerini ve bu ruhun Resulullah'ın Kur'an metoduyla eğittiği en hayırlı toplumda örneğini görmemiz zaaf ve güç yeteneklerini kavramamızda yararlı olacaktır. Kur'an'ın eğitim metodunun özelliklerini, bu ruhları nasıl ele aldığını onlara nasıl şefkatle eğildiğini, pratik alemde kendi özelliğini koruyarak hareket ettiğini gördüğümüz gibi farklı düzeylerde farklı örnekleri içeren müslüman kitleye nasıl bir uyum kazandırdığını algılamamız da yararlı olacaktır. Kendi durumumuzu ve insan topluluklarının durumunu bu seçkin kitlede somutlaşan insan ruhunun pratiği ile kıyaslamak da yararlı olacaktır. Böylece ruhumuzda bir takım zaaf noktalarının varlığını algıladığımızda karamsarlığa kapılıp tedavi yönüne gitmeyi ve çaba sarf etmeyi elden bırakmamış oluruz. Aynı şekilde ilk müslüman kitle -bütün üstünlüklerine rağmen- aşağılık durumdan yüksek zirvelere yükselme çabamızda hareket tarzlarına baş vurmaksızın sırf hayallerimizde uçuşan düşlerden ibaret kalmamış olur. Kuşkusuz bütün bunlar, yararlanabileceğimiz tecrübe birikimleridir. -Kur'an'ın gölgesindeki hayattan- çıkardığımız bu tecrübelerle Allah'ın izniyle bir çok iyilikler elde etmiş oluruz. Bu derste yer alan ayetlerden anladığımız kadarıyla o günkü müslüman safta: A- Allah yolunda cihad etmekte ağır davrananlar ve başkalarını da alıkoyan kişiler vardı. Bu kişiler, müslümanların başına bir musibet gelmiş kendileri de kurtulmuşsa bunu ganimet sayarlardı. Yok eğer müslümanlar büyük ganimetler elde etmiş kendileri de cihada çıkmadıkları için ganimetten pay almamışlarsa bunu da büyük bir kayıp olarak kabul ederlerdi. Bu halleriyle ahirete karşılık dünyayı satın almışlardı. B- Aralarında canlarını kurtarmak için hicret edenler de vardı -Mekke'de cihad emri gelmeden savaşmak ve düşmanı püskürtmek için yiğitlik gösterenler olduğu gibi- Medine'de cihad emri verildiğinde bu kişiler paniğe kapılıp yüce Allah'ın kendilerine biraz süre tanımasını ve o anda savaş emrini vermemesini dilemişlerdi. C- Kendilerine bir iyilik dokunduğunda bunu Allah'tan bilip bir kötülük dokunduğunda ise bunu Hz. Peygamber'den bilenler vardı. Elbette bu anlayışın nedeni yüce Allah'a olan güçlü imanları değildi. Bununla "Önderlik makamı"nı yaralamayı ve etrafında birtakım kuşkular oluşturup yaymayı amaçlıyorlardı. D- Resulullah'ın huzurunda iken itaat ettiğini belirten ve fakat oradan ayrılır ayrılmaz, söylediğinin dışında şeyler geveleyip duranlar vardı. E- Birtakım söylentilere ilgi duyanlar da vardı. Bağlı olduğu "Önderlik mevkii"nden doğruluğunu araştırmadan, bu söylentileri müslüman safta yayıp bir takım karışıklıklara neden olurlardı. F- Bütün emir ve direktiflerin yüce Allah'tan kaynaklandığından kuşku duyanlar vardır. Bunlardan bir kısmını, kendisine bir vahiy gelmeksizin Hz. Peygamberin uydurduğunu zannediyorlardı. G- Bu arada -gelecek konunun başında görüleceği gibi- müslüman cemaatin ikiye bölünmesini gerektirecek kadar bazı münafıkları savunanlar da vardı. Bu da iman düşüncesinde ve "Önderlik makamı"nın düzenlemesinde, uyumun olmadığını -bir taraftan müslüman topluluğun "Önderlik makamı"nın görevi ve böyle durumlarda bu makamla ilişkileri konusunda toplu bir anlayışa sahip olmadıklarını- göstermektedir. Bunların tümü, münafıklardan bir grup olabileceği gibi her ne kadar kimisi muhacirlerden olsa bile imanî kişilikleri olgunlaşmamış imanla zaafı bulunanlardan da olabilirler. Ancak Medine'de Yahudilerin, Mekke'de müşriklerin ve yarımadada fırsat kollayan tüm arapların düşmanlıkla kuşatmış bulunduğu müslüman safta böylesine bir veya iki grubun yer almasının uzun bir eğitim ve cihad sürecini zorunlu kılacağı ve birtakım karışıklıkları doğuracağı muhakkaktır. Bu derste, cihaddan ve bu eğitimden örnekler göreceğiz. Ruhlarda ve safta gizlenmiş hastalıkların; dikkat, derinlik ve eğitimini Kur'an metoduyla yerine getiren cemaatin önderi Hz. Peygamber'in sabrında somutlaşan sabırla tedavi edildiğine şahid oluyoruz. 1- İhtiyatın emredildiğini görüyoruz. Mücahid müslümanların müfreze (seriye) ya da cihadla ilgili diğer bir görev için çıktıklarında teker teker çıkmamaları silahlı müfrezeler, (seriye) bölükler ya da hep birlikte düzenli bir ordu şeklinde çıkmaları emredilmektedir. Çünkü içinde yaşadıkları bölge (âdeta) mayınlı bir bölgeydi. Her taraftan düşmanlarla kuşatılmışlardı. Üstelik aralarında gizli münafıklar ya da münafık ve yahudilerin barındırdığı düşman casuslar da bulunmaktaydı. 2- Cihad'a çıkmakta ağır davrananların bu tutumlarını nefret ettirici bir tarzda gözler önüne seren tasvirle karşılıyoruz. Bu tasvirde; isteksizlik, ucuz menfaatleri sevmek ve durumların değişmesiyle renkten renge girmek gibi özellikler öne çıkmaktadır. Ayrıca Mekke'deyken savaş için istekli görünenlerin Medine'de savaş emri verildiğinde paniğe kapılmalarının da garip karşılandığını görmekteyiz. 3- Yüce Allah'ın kendi yolunda savaşanlara büyük bir mükafat ve iki sonuçtan birini vaad ettiğini görüyoruz. "Allah yolunda savaşıp öldürülen veya galip gelen kimseye büyük bir mükafat vereceğiz." 4- Kur'an-ı Kerimin, müslümanları yönelttiği savaşta gözetilmesi gereken en şerefli niyet, en üstün hedef ve en soylu amacın tasviriyle karşılaşmaktayız. "Niye Allah yolunda ve `Ey rabbimiz bizi şu zalimlerin yaşadığı beldeden çıkar, bize kendi katından bir kurtarıcı ve bir destekçi gönder' diye yalvaran ezilmiş erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?" 5- Aynı şekilde Kur'an-ı Kerim'in, kâfirlerin boş gayeleri ve zayıf dayanaklarının yanında, müminlerin uğrunda cihad ettikleri en yüce gayeyi ve en sağlam dayanağı tasvir edişiyle de karşılaşıyoruz: "Müminler Allah yolunda kafirler Tağut (şeytan) uğrunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi-düzeni zayıftır." 6- Kur'an-ı Kerim'in bozuk duyguların ve zayıf davranışların kaynağını oluşturan bozuk düşünceleri tedavi etmede uyguladığı yöntemi de görüyoruz. Bir kere dünya ve ahiretin hakikatını "De ki; dünya zevki kısa sürelidir, ahiret ise sakınanlar için daha iyidir. Orada kıl payı kadar bile haksızlığa uğramazsınız" demek suretiyle açıklamakla bir kere, kişi ne kadar ihtiyatlı davranırsa davransın, cihattan ne kadar geri kalırsa kalsın ölümün kesin olduğu ve takdir edilen zamanda uygulanacağını "Nerede olursanız olun surlarla tahkim edilmiş kalelerin içinde bile olsanız, ölüm sizi bulur". diye belirtmektedir. Ayrıca Allah'ın kaderi ve insanları fiillerinin gerçek mahiyetini beyan ederek: "Eğer onlar bir iyilikle karşılaşırsa `Bu Allah'tandır' derler, ama başlarına bir kötülük gelirse `Bu senin yüzündendir' derler. Onlara de ki: Hepsi de Allah'tandır. Niye bu adamlar kendilerine söylenen sözü anlamaya yanaşmıyorlar?" "Karşısına çıkan her iyilik Allah'tandır başma gelen her kötülük de kendindendir." şeklinde açıklayarak bu itikadï düşünceyi doğrultma yönüne gitmektedir. 7- Kur'an'ın, yüce Allah ile peygamberi arasındaki bağı ve peygambere itaatin Allah'a itaat olduğu gerçeğini güçlendirdiğini görüyoruz. Ve bu Kur'an'ın bütünüyle Allah'tan geldiğini zihinlere yerleştirmekte ve onları kaynağın birliğine dalalet eden Kur'an'daki mükemmel birliği düşünmeye çağırmakta: "Kim peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur..." Bunlar Kur'an'ı hiç incelemiyorlar mi? Eğer o Allah'tan başkası tarafından gelseydi içinde mutlaka birçok çelişkiler bulurlardı" buyurarak şüpheleri ;gidermektedir. 8- Daha sonra Kur'an-ı Kerim'in -yanlış anladıkları haberlerden dolayı titreyenlerin durumunu tasvir ettikten sonra- onları, toplumun önderlik makamına ilişkin düzeninin temeliyle uyuşan en sağlıklı yola yönelttiğini görmekteyiz. "... Oysa eğer o haberi peygambere ya da başlarındaki kendi yetkililerine götürseler, aralarındaki yorum yapmaya yetenekli olanlar onun mahiyetini anlarlardı." 9- Sonra Kur'an, kendilerini hidayete erdirmek suretiyle yüce Allah'ın üzerlerindeki nimetini hatırlatarak böyle bir yola baş vurmanın sonucundan korkutmaktadır. "Eğer Allah'ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, küçük bir azınlık dışında hepiniz şeytana uyardınız." Yüce Allah'ın; peygamberine -tek başına da olsa- cihad etmesini ve müminleri savaşa teşvik etmesini emrettiğini görüyoruz. Ayrıca peygamberin sadece kendisinden sorumlu olduğunu, savaşı ise yüce Allah'ın üzerine aldığını bildirdiğini duyduğumuzda çeşitli yöntemlerle bu denli bir çabayı gerektiren müslüman kitlenin hayatındaki bu görünümlerin doğurduğu kargaşayı algılayabiliriz. "Allah yolunda savaş. Sen sadece kendinden sorumlusun. Mü'minleri de savaşmaya teşvik et de ola ki Allah kafirlerin ağır baskılarını geri püskürtür. Hiç kuşkusuz Allah'ın kahrı öldürücü, darbesi pek şiddetlidir." Bu üslûpta, kalpleri coşturan, azmi hareketlendirip arzuyu harekete geçiren ve insanın Allah'ın kahredici gücüne güvenmesini sağlayan bir duygu yer almaktadır. Kur'an-ı Kerim birçok alanda müslüman kitle ile birlikte savaşa girişiyordu. En başta da nefis alanında; kuşkulara, vesveselere, kötü düşüncelere, cahiliye tortularına ve -münafıklık veya sapıklıktan kaynaklanmasa bile- beşerî zaaflara karşı savaşa girişiyordu. Kur'an-ı kerim, müslüman kitleyi güçlülük seviyesine ve safta uyum aşamasına ulaştırmak için Rabbanî metodla eğitimini sürdürüyordu. Bu, uzak olduğu kadar uzun vadeli bir hedeftir. Çünkü bir toplumda son derece güçlü kimselerin bulunması bir çok zayıf tuğlaların safta yer almasına engel değildir. O halde farklı seviyeler arasında bir uyum oluşturmak zorunludur. Bu da büyük mücadelelerle yüzyüze gelmeyi zorunlu kılmaktadır. Şimdi ayetleri ayrıntılarıyla inceleyelim. SAVAŞ İÇİN HAZIR OLUN 71- Ey müminler savaş hazırlıklarınızı yapınız ve sonra da ya bölük bölük ya da hep birlikte savaşa çıkınız. 72- İçinizde bu görevi gayet ağırdan alanlar var. Eğer bir musibet (başarısızlık-yenilgi) ile karşılaşırsanız `Allah bana lütfetti de onlarla birlikte bulunmadım' der. 73- Buna karşılık Allah size bir zafer kazandıracak olursa sanki daha önce aranızda hiçbir tanışıklık, hiçbir dostluk yokmuş gibi `keşki ben de onlarla birlikte olsaydım da ben de büyük başarıya erseydim' der. Bu, iman edenlere yönelik bir tavsiyedir. Metodlarını belirleyen ve yollarını aydınlatan yüce Önderlik makamından bir tavsiye... İnsan Kur'an'a başvurduğunda hayret eder. Kişi bu kitabın, -genel anlamda- müslümanlara "savaş stratejisi" olarak bilinen genel bir savaş taktiği belirlediğini görecektir. Bir başka ayette ïman edenlere şöyle demektedir: "Ey iman edenler size yakın bulunan kafirlerle savaşın, sizde şiddet bulsunlar" (Tevbe Suresi, 123). Kur'an burada, İslâmî hareketin genel plânını çizmektedir. Şu ayette ise, iman edenlere: "...Savaş hazırlıklarınızı yapınız ve sonra da bölük bölük ya da hep birlikte sava a çıkınız'' demektedir. Burada da uygulanacak planın ya da "taktiğin" bir yönünü açıklamaktadır. Enfal suresindeki ayetlerde ise bu taktiğin başka yönleri anlatılmaktadır. " . Şayet onları savaşta yakalarsan; yapacağın baskı ile arkalarındakini dağıt, belki düşünürler". (Enfal Suresi, 57) İşte böyle. Müslümanlara sadece bazı ibadetleri, sembolleri öğretmiyor. Dini bu şekilde miskince algılayan bazı insanların düşündüğü gibi sırf bazı görgü kuralları ve ahlâk ilkelerini de bildirmiyor. Müslümanın hayatını bir bütün olarak ele aldığını ve insan hayatının karşılaştığı tüm pratik koşulları karşıladığını görüyoruz. Bu yüzden insan hayatı üzerinde, eksiksiz bir tasarruf yetkisi istemektedir. Müslüman ferdin ve toplumun bir bütün olarak hayatının bu metodun ürünü ve onun tasarrufu ile direktifleri altında olmasından başkasını kabul etmemektedir. Daha açık bir ifadeyle müslüman fert ve toplumun; hayatları için değişik hayat metodlarını, sembolik davranış, kulluk, ahlâk ve görgü kuralları için Allah'ın kitabını ekonomik, toplumsal, siyasi ve uluslararası işlemler için de başka birinin kitabı ya da mutlak anlamda insan düşüncesinden kaynaklanan ayrı bir metod edinmesini kabul etmemektedir. Kuşkusuz insan düşüncesinin görevi; -bu surenin geçen dersinde yüce Allah'ın çizdiği şekilde- yenilenen hayat olaylarına ve gelişen sorunlara uygun ayrıntılı hükümleri ve hayat düzenlerinin tümünü Allah'ın kitabından almaktadır başka değil. Aksi takdirde imandan ve İslâmdan söz edilemez. Bu durum, daha başka imanın ve İslâm'ın varolmadığını göstermektedir. Çünkü başka din uyduranlar hiçbir zaman iman etmiş sayılmazlar. İslâm'da en başta söylenen Allah'tan başka hükmeden yoktur, O'ndan başka kanun koyucu yoktur anlamlarına gelen "Allah'tan başka ilâh yoktur" şehadet cümlesi ilk kabul edilen ilkedir. Bunun aksine davranış kişilerin İslam'ın temellerini kabul etmediklerini göstermektedir. İşte bakın Allah'ın kitabı müslümanlara, uygulayacakları ve o zamanki konumları gereği dışarıdan bir çok düşman, içerden de münafıklar ve müttefikler yahudiler arasındaki varlıklarına uygun düşen savaş taktiklerinde bir yönünü çizmektedir. Önce onları uyarıyor: "Ey müminler savaş hazırlıklarınızı yapınız." Topluca düşmanlarınıza karşı hazırlıklı olun. Özellikle, ayette sonra sözü edilecek olan safta cihad konusunda ağır davranan ajanlara karşı uyanık olun. "... Ya bölük bölük ya da hep birlikte savaşa çıkınız." Ayette geçen -Subât- kelimesi -Subeh- kelimesinin çoğuludur ve topluluk anlamına gelmektedir. Kastedilen mana, `Teker teker cihada çıkmayın'dır. Savaşın gerektirdiği şekilde küçük birlikler veya bütün bir ordu şeklinde çıkınız. Çünkü her tarafa yayılmış düşmanlar sizden tek başına çıkmış olanları avlayabilirler. Bu düşmanlar hele bir de İslâm cemaati maskesini giymişlerse. Nitekim bu düşmanlar, münafık ve yahudilerin şahsında Medine'nin kalbine yerleşmişlerdi. | |
19 Eylül 2008, 18:28 | Mesaj No:15 |
Cvp: Fizilalil Kuran Nisa Suresi Tefsiri CİHADI AĞIRDAN ALANLAR "İçinizde bu görevi ağırdan alanlar var. Eğer bir musibet (başarısızlık-yenilgi) ile karşılaşırsanız `Allah bana lütfetti de onlarla birlikte bulunmadım' der." Buna karşılık Allah size bir zafer kazandıracak olursa sanki daha önce aranızda hiçbir tanışıklık hiçbir dostluk yokmuş gibi `keşki ben de onlarla birlikte olsaydım da ben de büyük bir başarıya erseydim' der." Düzenli birlikler halinde ya da hep birlikte çıkın, kiminiz savaşa çıkarken -şu anda olduğu gibi- kiminiz de ağır davranmasın. Her zaman hazırlıklı olun. Sadece dış düşmanlara karşı değil, aynı şekilde oyalanan, ağır davranan ve geride kalan kişilere karşı da uyanık olun. Bunlar ister kendilerini oyalasınlar -yani oturup ağır davransınlar- ister başkalarını da beraberlerinde oyalasınlar fark etmez. Geride kalıp ağır davrananların yapa geldikleri şey hep budur.. Buradaki "Leyebtıenne" kelimesi, ağırlığı ve telafuzu zor olması bakımından seçilmiştir. Gerçekten dil, bu kelimenin harflerini ve vurgusunu sonuna kadar telaffuz etmekte son derece zorlanmaktadır. Çünkü kelimenin zorluğu sona doğru daha bir artmaktadır. Kuşkusuz bu kelime vurgusundaki bu zorluk ve ağırlık beraberindeki psikolojik hareketi eksiksiz bir şekilde tasvir etmektedir. Bu da tek bir kelimeyle bütün durumu çizen Kur'an'ın edebi tasvirinin eşsiz örneklerindendir.' "İçinizde bu görevi ağırdan alanlar var." cümlesinin yapısı, "sizden" ağır davranan -müslüman sayılan- bu kişilerin, ağırdan alma işini eksiksiz yerine getirdikleri, bunda ısrar ettikleri ve bu konuda çaba sarf ettiklerini göstermektedir. Bu da cümlede çeşitli tekit yöntemleriyle ifade edilmektedir. Bütün bunlar bu grubun ağırdan almayı ısrarla sürdürdüğünü, bu durumun müslüman safta olumsuz etki bıraktığını ve müslümanlara çok çektirdiğini göstermektedir. Bu yüzden ayet, özelliklerini ortaya çıkaran projektörünü onların üzerine ve ruhlarının içlerine tutmakta ve`Kur'an'ın olağanüstü tasvir yöntemiyle iğrenç hakikatlerini çizmektedir. İşte bütün sebepleri, özellikleri, davranış ve sözleriyle onlar... İşte onlar, bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilmişlerdir. Mikroskop altına konulmuş gibi niyet ve sırlar, sebep ve etkenler birer birer ortaya çıkarılmıştır. İşte onlar Resulullah döneminde ve her zaman ve mekandaki durumlarıyla. İşte onlar, zayıf ve renkten renge giren münafıklar... Aynı zamanda küçük değerlerin adamı... Doğrudan kişisel çıkarlarından daha üstün bir gaye, sınırlı ve küçük kişiliklerinden daha yüce bir ufuk tanımazlar bunlar. Bütün dünyayı bir tek eksen etrafında döndürürler. Bu eksen de bir an bile unutmadıkları kendi kişilikleridir. Onlar. ağırdan alırlar, son derece yavaş davranırlar. Meşhur deyimiyle "değneği ortasından tutmak" için niyetlerini de açıklamazlar. Kâr ve zarara ilişkin düşünceleri, tam da zayıf ve zelîl münafıklara yakışır bir düşüncedir. Savaştan geri kalırlar... Şayet mücahidler bir sıkıntıya uğrasa, ya da bir imtihandan geçseler, geride kalanlar sevinmeye başlarlar. Cihaddan kaçışlarını ve imtihandan kurtuluşlarını bir nimet sayarlar. "Eğer bir musibetle karşılaşırsanız, `Allah bana lütfetti de onlarla birlikte bulunmadım' derler." Geride kalıp kurtulmalarını emrinden çıkıp oturdukları Allah'ın, kendilerine bahşettiği dini bir nimet saymaktan utanmazlar. Oysa böyle durumlarda kurtuluş hiç bir zaman Allah'ın nimeti sayılamaz. Çünkü emrinden çıkmakla, Allah'ın nimetine ulaşılmaz, görünürde bu durum kurtuluş gözükse de... Evet, bu hâl bir nimettir Allah ile ilişkileri bulunmayanların yanında... Yüce Allah'ın kendilerini niçin yarattığı kavrayamayanların ve emrine itaat etmek ve hayat metodunu yeryüzünde gerçekleştirmek suretiyle Allah'a kullukta bulunmayanların yanında. Karınca gibi ayaklarının altındaki şeyden yüce ufuklara kadar hiçbir şeyi algılamayanların yanında nimettir kaçış. Allah yolunda, O'nun hayat metodunun gerçekleşmesi ve O'nun sözünün yücelmesi için cihad anında başa gelen musibetin bir üstünlük ve Allah'ın seçmesiyle olduğunu algılamayanların yanında nimettir. Kuşkusuz bu üstünlüğü yüce Allah, onları dünya hayatında beşerî zaafların üzerine çıkarmak ve yüce bir hayatla onurlandırarak dünyaya bağımlılıklarından kurtarmak için kullarından dilediğine özgü kılar. Çünkü hayat onlara değil, onlar hayata hükmederler. Bu kurtuluş ve yükselme ile yüce Allah, onları ahiret günü şehidlerin makamında kendi yakınında bulunmaya lâyık görmektedir. Kuşkusuz bütün insanlar ölürler; Ancak, şehidler sadece Allah yolunda şehadete ererler. Bu da Allah'ın büyük bir lütfudur. Ancak diğer durum söz konusu olursa... Allah'tan gelecek herşeyi kabullenmeye hazır bir şekilde savaşa çıkan mücahidler galip gelirlerse... Zafer ve ganimet elde ederek Allah'ın diğer lütfuna nail olurlarsa... İşte pişmanlık duyarlar. Tabii ki, kâr ve zarara ilişkin kısır ve küçük anlayışlarına göre kârlı... "Buna karşılık Allah size bir zafer kazandıracak olursa sanki daha önce aranızda hiçbir tanışıklık, hiçbir dostluk yokmuş gibi `keşki ben de onlarla birlikte olsaydım da ben de büyük bir başarıya erseydim' derler." Onlar, ganimet ve sağ salim dönüş gibi küçük başarıları "büyük başarı" olarak değerlendirirler. Mü'min ise, ganimet ve sağ salım dönüşü kötü karşılamaz, aksine bunları Allah'ın takdiri olarak algılar. Mü'min bela istemez, ancak Allah'tan sağlık-afiyet nasip etmesi dilenir. Bununla beraber mü'minin genel düşüncesi, Kur'anî ifadenin kötüleyici ve nefret ettirici bir şekilde ortaya koyduğu, cihaddan kaçan insanların düşüncesinden farklıdır. Kuşkusuz mü'min belâ istemez, aksine Allah'tan sağlık ve esenlik ister. Ancak cihada çağrıldığında -ağırdan almadan- cihada çıkar. Allah'tan iki sonuçtan birini isteyerek çıkar: Zafer ya da şehadet. Her ikisi de Allah'ın lütfudur. Her ikisi de büyük başarıdır. Ya Allah ona şehidlik nasip eder. O da Allah'ın kendisine verdiğini hoşnutlukla kabul eder ve Allah'ın katındaki şehitlik makamıyla sevinir. Ya da ganime; ve sağ salim geri dönüşü nasip eder. O zaman da Allah'ın lütfuna karşı şükreder v°e Allah';n yardımıyla sevinir. Bu sevinç ölmeden döndüğü için değil... İşte bu, yüce Allah'ın müslümanların yükselmesini istediği ufuktur. İçlerinde yaşayan ve cihada karşı ağır davranan grubun nefret ettirici tablosunu çizip,safta üslenen oyalayıcı kişileri ortaya çıkarırken onlara karşı uyanık olmalarını sağlamaktadır, düşmanlarına karşı uyanık olmaları gerektiği gibi... O zaman müslüman kitleye yönelik bu sakındırma ve uyarının ötesinde, Kur'an'ın bu birkaç kelimesinde her zaman ve mekanda görüle gelen bir insan tipi çizilmektedir. Müslüman kitle, bu gerçeği sürekli bünyesinde barındıracaktır. Buna göre safta her zaman benzeri kişiler bulunacaktır. Ancak ümitsizliğe düşmemek lazım, hazırlıklı olup yola devam etmek gerekir. Eksiklikleri tamamlamak, zaafları tedavi etmek, adımlar, duygu ve hareketler arasında uyum sağlamak için sürekli bir eğitim, direktif ve çaba zorunludur. DÜNYAYI AHİRET KARŞILIĞINDA SATANLAR Daha sonra ayetlerin akışı, ağırdan alıp toprağa bağlananları bu bataklıktan çıkarıp kurtarmakla sürüyor. En iyiye ve en kalıcıya yani ahirete yönelme duygularını canlandırıyor. Dünyayı satıp karşılığında ahireti satın almaya yöneltiyor. Her iki durumda da onlara Allah'ın lütfunu ve iki sonuçtan biri vaad ediliyor: Zafer ve Şehadet... 74- Öyleyse dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda öldürülür veya galip gelirse biz ona ilerde büyük bir ödül vereceğiz. " Allah yolunda savaşsınlar. Çünkü İslâm bu yolun dışında bir başka savaş tanımaz. Ganimet ve egemenlik uğrunda yapılan savaşı kabul etmez. Kişisel ya da ulusal üstünlük için yapılan savaşı onaylamaz. İslâm, toprak işgal etmek ve ahaliyi baskı altında tutmak için savaşmaz. Sanayi hammaddesi bulmak, ürünleri için pazarlar elde etmek, sömürge ve yarı sömürgelerde kapital elde etmek uğruna savaşmaz. Herhangi bir kişinin, ailenin, sınıfın, devletin, milletin veya ırkın üstünlüğü için savaşmaz, sadece Allah yolunda, yeryüzünde O'nun sözünü yüceltmek uğruna, O'nun sistemini hayata yerleştirmek için insanlığı bu sistemin iyiliklerinden ve "insanlar arasında" uyguladığı mutlak adaletinden yararlandırmak sonra da bu Rabbanî ve insanî, evrensel ve kapsamlı sistemin gölgesinde her kişiyi dilediği inancı seçmede özgür bırakmak için savaşır. Müslüman; Allah'ın sözünü yüceltmek, O'nun sistemini hayata egemen kılmak için Allah yolunda savaşa çıkıp öldürülse şehid olur. Şehitlerin Allah katındaki makamına kavuşur. Ancak -bu hedefin dışında- diğer bir hedef için çıkmışsa "şehid" olarak adlandırılmaz. Mükâfatını da Allah'tan beklememelidir. Uğruna savaştığı hedefin sahibinden beklemelidir. Onu "şehit" olarak nitelendirenler Allah'a yalan iftirada bulunuyorlardır. Yüce Allah'ın insanları temize çıkardığı yolun dışında kendilerini ve başkalarını temize çıkarmaya çalışıyorlar. Kuşkusuz bu Allah'a büyük bir iftiradır. O halde dünyayı satıp karşılığında ahireti satın almak isteyenler -bu anlamda- Allah yolunda savaşsınlar. O zaman her iki durumda da Allah'tan büyük bir lutfa nail olacaklardır. Allah yolunda öldürülenle bu uğurda galip gelen eşittir. "Kim Allah yolunda öldürülür veya galip gelirse biz ona ilerde büyük bir ödül vereceğiz." Bu ifade ile Kur'an'ın sunuş metodu ruhları, yüceltmeyi ve her iki durumda da Allah'ın büyük lütfuna bağlamayı amaçlamaktadır. Böylece, korktukları ölüm ve arzuladıkları ganimet gözlerinde değerini kaybeder. Çünkü hayatın ya da ganimetin Allah'ın büyük lütfunun yanında hiçbir değeri olamaz. Nitekim ahiret karşılığında dünyayı satın alıp, dünya karşılığında ahireti satın almamak suretiyle yaptıkları zararlı alış-verişten de nefret ettiriyor. "İşterâ" kelimesi zıt anlamlara gelir. Genellikle "Bey"' salmak anlamında kullanılır. Böyle bir alış-veriş yaptıklarında, savaş alanında ganimet elde etseler de etmeseler de her halukârda zarardadırlar. Ahiretin yanında dünyanın ne değeri var? Allah'ın lütfunun yanında ganimet malının lâfı mı olur? Çünkü Allah'ın lütfu malla beraber başka şeyleri de kapsar. Sonra ayetlerin akışı müslümanlara yönelmektedir. Cihada çıkmada ağır davrananlara yönelik anlatım ve tasvir üslubunu bırakan bütün müslüman kitleye yönelik hitap üslûbunu kullanmaya başlıyor. Kurtulmayı istedikleri zulüm ve düşmanlık yurdundan kendilerine bir çıkar yol göstermesi için Allah'a yalvardıkları halde dinlerinden ve inançlarından dolayı kaçıp İslam ülkesine hicret edemeyen ve bu yüzden Mekke'de Müşriklerin elinde büyük zorluklar çeken ezilmiş erkek, kadın ve çocuklar karşısında ruhların insancıllığını ve kalplerin duyarlılığını harekete geçirmek amacıyla onlara yönelmektedir. Onlara bu şekilde yönelmesinin bir diğer gerekçesi de, oyalanmadan ve ağırdan almadan koşmalarını istediği savaşta gözetecekleri en üstün amacı, en onurlu gayeyi ve en güzel hedefi göstermektir. ALLAH YOLUNDA SAVAŞMAYANLAR 75- Niye Allah yolunda ve `Ey rabbimiz, bizi şu zalimlerin yaşadığı beldeden çıkar, bize katından bir kurtarıcı, kendi katından bir destek i gönder' diye yalvaran ezilmiş erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz. Allah yolunda savaşmaktan ve durumları ile müslümanın hami etini mü'minin onurunu ve genel anlamda insanlığın acıma duygusunu etkileyecek bir tabloda sunulan bu ezilmiş erkek, kadın ve çocukları kurtarmaktan nasıl geri kalabilirsiniz? Bu zavallılar çok ağır imtihan ve fitnelere maruz kalıyorlar. Çünkü onlar, inançları ve dinleri yüzünden bunca eziyete uğratılıyorlar. İnanç konusunda eziyet çekmek mal, toprak, can ve ırz konusunda mihnet çekmekten çok daha ağırdır. Burada insan, varlığının en başta gelen özelliğinde çile çekmektedir. İzzet-i nefs, namus, mal ve topraktaki hak bundan sonra gelir. Mazlum kadının ve zayıf çocuğun tablosu son derece etkileyici bir tablodur. Kendilerini savunamayan -özellikle bu savunma din ve inanç uğruna olursa- yaşlıların tablosu da bundan az etkileyici değildir. İşte bu tablo bütünüyle Cihad çağrısı esnasında gözler önüne serilmektedir. Bu da yeterli oluyor. Bunun için bu feryatlara karşılık vermekten çekinmek kınanmaktadır. Bu üslûp, derin etkili, duygu ve bilinçte uzun süre silinmeyen izler bırakan bir üslûptur. Burada İslâm'ın, memleket, toprak ve vatan düşüncesine biraz değinelim. "Zalimlerin yaşadığı belde..." olarak nitelendirilen ve İslâm'ın oradaki ezilmiş müslümanları kurtarmak için savaşı zorunlu gördüğü yer. bu konumuyla "Dâru'l-harp" -savaş ülkesi- sayılan Mekke'ydi. Bu derece hararetle oradaki müşriklerle savaşmaya çağrılan yurdu. Ayrıca ezilmiş müslümanlar da ordan çıkmak için bu denli içten dua ediyorlardı. Orada Allah'ın şeriatı ve hayat metodu egemen olmadığı, müminler dinlerinden dolayı eziyete, inançlarından ötürü işkenceye uğradıkları sürece oranın memleketleri olması İslâm açısından durumunu değiştirmez. Orası bizzat kendileri açısından "Savaş ülkesi"dir. Onu savunmak cihad anlamındaki bir savaş değildir elbette. Oradaki müslüman kardeşlerini kurtarmak için savaşabilirler ancak. Çünkü müslümanın koruyacağı sancak inancıdır. Uğruna savaşacağı toprak parçası ise, İslâm düzenini hayat metodu edinen "İslam ülkesi"dir. Bunun dışındaki tüm vatan anlayışları İslâm dışı cahiliye anlayışlarıdır. Bu tür düşünceleri İslâm tanımaz. MÜMİNLER ALLAH YOLUNDA CİHAD EDER Sonra, ilgileri uyandırmak, gayretleri harekete geçirmek, yolu aydınlatmak ve her grubun uğruna ortaya koyacakları çabaları, değerleri, gaye ve hedefleri açıklamak için diğer bir psikolojik yönlendirme yer almaktadır. 76- Müminler Allah yolunda, kafirlerse Tağut (şeytan) uğrunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşınız. Çünkü şeytanın hilesi-düzeni zayıftır. İlk dokunuşta insanlar yol ayrımında duruyorlar. Bir anda hedefler çiziliyor, çizgiler açığa çıkarılıyor, insanlar, iki ayrı sancağın altında, iki ayrı gruba bölünüveriyor. "Mü'minler Allah yolunda savaşırlar..." "Kâfirlerse Tağut (şeytan) uğrunda savaşırlar." Müminler Allah yolunda, O'nun hayat metodunu gerçekleştirmek, şeriatını yerleştirmek ve Allah adına "insanlar arasında" adaleti uygulamak için savaşırlar, başka bir isim altında değil. Yüce Allah'ın tek başına ilah olduğunu bu yüzden tek başına hükmetmesi gerektiğini kabul ederek... Kafirlerse Tağut uğrunda Allah'ın metodunun dışında değişik hayat metodlarını gerçekleştirmek, -Allah'ın izin vermediği- değişik şeriatleri yerleştirmek ve yine -Allah'ın izin vermediği- değişik değerleri oturtmak ve Allah'ın mizanı dışında değişik ölçüler dikmek için savaşırlar. İman edenler, Allah'ın dostluğuna, korumasına ve gözetimine dayanarak dururlar. Farklı sancakları, hayat metodları, şeriatları, yolları, değer ve ölçütleriyle kafirler, şeytanın dostluğuna dayanıp dururlar. Onlar bütün farklılıklarına rağmen şeytanın dostlarıdırlar. Yüce Allah, müminlere şeytanın dostlarıyla savaşmalarını, onların ve şeytanın hilesinden korkmamalarını emretmektedir. "... O halde, şeytanın dostlarıyla savaşınız. Çünkü şeytanın hilesi-düzeni zayıftır." Böylece müslümanlar sarp bir arazide sırtlarını sağlam bir temele dayıyorlar. Allah için savaşmanın vicdan rahatlığı içindedirler. Bu savaşta herhangi bir çıkarları söz konusu değildir. Şahıslarına bir pay ayırmazlar. Ulusları, ırkları, akraba ve aşiretleri için hiçbir hedef gütmezler. Bu savaş tek başına Allah içindir. O'nun hayat metodu ve şeriatı uğrunadır. Onlar, bâtılı hakka galip getirmek için savaşan batıl ehli bir kavimle karşılaşıyorlar. Çünkü batıl ehli, beşerin uydurduğu cahiliye sistemlerinin -zaten insanların koyduğu her sistem cahiliyedir- Allah'ın sistemine galebe etmesi için savaşırlar. İnsanların koyduğu cahiliye kanunlarının -zaten insanların koyduğu tüm kanunlar cahiliyedir- hükümran olması için savaşırlar. Yine batıl ehli kendi uydurdukları hükümlerin -Halbuki kendilerinin verdikleri tüm hükümler zulümdür- hükümran olması için savaşırlar. İnsanlar arasında uygulamakla yükümlü oldukları Allah'ın adaletinin galip gelmesi için savaşırlar. İşte müminler, yüce Allah'ın kendilerini koruyacağına ve karşılaştıkları kavmin dostunun şeytan olduğuna ve böylece son derece zayıf olduklarına inanarak savaşa girişiyorlar. Onlar bunun yanında şeytanın hilesinin zayıf olduğunu da biliyorlar. Bu yüzden, daha savaşa başlamadan, müminin duygusunda savaşın gidişi ve sonucu bellidir. Savaşta şehit düşse de o, sonuca güvenmektedir. Galip gelse, gözleriyle zaferi görse de görmese de büyük mükâfattan emindir. Her iki durum da eşittir kendi nazarında. İşte bu her iki duruma ilişkin gerçek düşünceden ilk müslüman toplumun hayatında meydana gelen ve Allah yolunda cihad tarihinin kaydettiği bir çok olağan üstlükler gerçekleşmiştir. Tarih boyunca birçok nesillerde bunun örnekleri görüle gelmiştir. Bunları burada sıralamamız mümkün değildir. Çünkü o kadar çok ve yaygındır ki... Tarihte bilinen kısa bir dönemde İslâm'ın olağanüstü yayılışı bu düşünceden kaynaklanmıştır. Kuşkusuz bu düşünce, İlahi metodun, düşman kamplara karşı müslümanlara kazandırdığı üstünlüğün bir yönünü oluşturmaktadır. Nitekim bu cüzde daha önce bu üstünlüğe işaret etmiştik. Bu düşüncenin oluşması da, Kur'an'ın mümin ruhlarda giriştiği eksiksiz ve kapsamlı savaşın bir yönünü oluşturmaktadır. Kur'an, müminlerle birlikte sayı, hazırlık ve malca üstün düşmanlarla da savaşa girişmektedir. Böylece düşmanlar bu yönden de geride kalırlar, yenilmeleri de kaçınılmaz oluyor. Biz bu düşüncenin oluşması ve sağlamlaşması için Kur'anï eğitim metodunun sarf ettiği çabayı görebiliyoruz. Bu kolay bir iş değildir. Sadece dille söylenen kelimelerden ibaret değildir bu çaba. Aksine ruhun cimriliğini -ne pahasına olursa olsun- hayata düşkünlüğünü ve kâr-zarara ilişkin kötü düşüncesini tedavi etmek için sürekli bir çabadır bu. İşte aşağıdaki derste bu tedavinin ve sürekli çabanın devamı yer almaktadır. MÜSLÜMANLAR İÇİNDE BİR GRUP İNSAN Bundan sonra ayetlerin akışı, müslümanlardan bir grubun veya bir çoklarının -bir kısmının Mekke'deyken savaşmaya izin verilmediği dönemlerde işkence ve zulme uğratıldıkları zaman Müşriklerle savaşmak için izin isteyen Muhacirler olduğu rivayet edilmektedir. Ki o zaman kesin olarak yalnız Allah'ın bildiği nedenlerden dolayı savaşa izin verilmemişti. Ancak daha sonra değinileceği gibi bu hikmetin bir yönünü bilmekte yarar vardır. -Medine'de İslâm'ın bir devlet olduğunda ve yüce Allah, savaş izninin hem müslümanların hem de tüm insanlığın yararına olduğunu bilip savaş emrini verdiğinde -Kur'an'ın tasvir ettiği gibi- bu adamların "Allah'tan korkar gibi ya da bundan bile daha fazla, insanlardan korkup "Ey Rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz kıldın, bize biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı?" dedikleri durumlarını hayretle karşılamak suretiyle sürmektedir. Bunlar; bir iyilik gördüklerinde "Bu Allah'tandır" bir kötülük gördüklerinde ise Resulullah'a "Bu senin yüzündendir" diyenlerdir. Yanından çıkana kadar Resulullah'a itaat ettiklerini belirtip ondan sonra da söylediklerinden farklı şeyler kuranlardırlar. Sır ya da tedbir hususunda bir emir aldıklarında hemen yayan kişilerdir bunlar. Evet bunların durum ve ruhsal hareketlerini, görülen ve algılanan bir sahne gibi tasvir eden Kur'an'ın ifade tarzı ile son derece hayret verici bir şekilde gözler önüne sermektedir. Nitekim Kur'an hem bunların, hem de başkalarının, ölüm-hayat, ecel-kader, hayır-şer, kâr-zarar, kazanç-kayıp, ölçü ve değerlere ilişkin düşünce ve algılayışlarını düzeltmekte, bunların gerçek mahiyet ve hakikatlerini canlı ve etkili bir şekilde tasvir eden kendine özgü ifade tarzıyla açıklamaktadır. 77- Daha önce kendilerine `savaştan uzak durun, namazı kılın ve zekatı verin' direktifi verilmiş olanları görmüyor musun? Şimdi üzerlerine farz kılınınca, onların; Allah'tan korkar gibi ya da bundan bile daha fazla, insanlardan korkan bir grubu "Ey Rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz kıldın, bize biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı? dediler. Onlara de ki; Dünya zevki kısa sürelidir. Ahiret ise sakınanlar için daha hayırlıdır. Orada kıl payı bile haksızlığa uğramazsınız. 78- Nerede olursanız olun, surlarla tahkim edilmiş kalelerin içinde bile olsanız, ölüm sizi bulur. Eğer onlar bir iyilikle karşılaşırlarsa `bu Allah'tandır' derler, ama başlarına bir kötülük gelirse `bu senin yüzündendir' derler. Onlara de ki; Hepsi Allah'tandır. Niye bu adamlar kendilerine söylenen sözü anlamaya yanaşmıyorlar? 79- Karşına çıkan her iyilik Allah'tandır. Başına gelen her kötülük de kendindendir. Biz seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Buna şahit olarak Allah yeter. 80- Kim peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Kim ona sırt çevirirse bilsin ki biz seni onların başına korucu olarak göndermiş değiliz. Şu dört ayetlik grupta sözü edilen kişiler, bu dersin başında: "Sizden bu görevi ağırdan alanlar var" diye sözü edilen kişilerdir. Buna göre bütün konu bu davranışların ve bu sözlerin kaynağını oluşturan münafıklardan bu grubun etrafında odaklaşmaktadır. Bu görüşü tercih edebiliriz. Çünkü, bu ayetler grubunda münafıklık belirtileri açıkça görülmektedir. Müslüman safta yer alan münafık gruplardan bu tür söz ve davranışların çıkmış olması da hem tabiatlarına hem de geçmişlerine uygun düşmektedir. Nitekim Kur'an' n akışı, ayetler demeti arasında sağlam bir kaynaşma meydana getirmektedir. Ancak, "... Daha önce, `Savaştan uzak durun, namazı kılın ve zekatı verin' direktifi verilmiş olanları görmüyor musun? Şimdi üzerlerine farz kılınınca..." diye tanımlanan kişilerden söz eden ayetlerden birincisi -Münafıkların sıfatlarını belirtir konunun yakınlığı ve akış benzerliği açıkça görülse de- bütün ayetlerin münafıklardan söz ettiğine itibar emekte tereddüt etmemize neden oldu. Bunların -münafıkların dışında zayıf imanlı- muhacirlerden bir grup hakkında nazil olduğu görüşünü kabul etme eğilimindeyiz. Çünkü zayıflık münafıklığın yakın belirtisidir. Bununla beraber, bu dört grubun dışındaki ayetler demeti, gerek bizzat müslüman safta üslenen münafık gruplardan birini ve gerek genel anlamda tüm münafıkları nitelendirsin, onlardan kaynaklanan söz ve davranışları ortaya koymaktadır. Bu noktada, birinci ayetler grubunun üzerinde durmamızın ve bunların zayıf imanlı veya henüz imani düşünceleri olgunlaşmamış ve inancın işaretleri kalplerinde ve akıllarında iyice açığa kavuşmamış kişileri vasf ettiğini kabul etmemizin nedenine gelince... Bunun nedeni, Mekke'deyken kendilerine savaş izni verilmeyip "...Savaştan uzak durun, namazı kılın, zekatı verin..." dendiği dönemde müşriklerin eziyetlerini savmak için yiğitlik gösterip heyecana kapılanların muhacirlerden bir grup olmasıdır. Bir an için Akabe biatında -şayet emrederse- münafıklarla savaşmak istediklerini Resulullah'a bildiren ve "biz savaşmakla emr olunduk" karşılığını alan yetmiş iki kişinin bu durumunu göz önünde bulundursak bile, Akabe biatına katılmış Ensar'dan. bu gurubu ne geri kalan ayetlerde sözü edilen münafıklar, ne de ilk ayetler grubunun tanımladığı zayıf imanlılarla bir tutmamızı gerektirmez. Çünkü bu örnek insanlarda hiçbir zaman bir münafıklık veya zayıflık belirtisi görülmemiştir. Allah tümünden razı olsun. Bu durumda en yakın ihtimal, bu ayetler grubunun -Medine'de kendilerini güvencede hissedip eziyetlerden kurtulan- savaş sorumluluğu karşısında ruhlarında zayıflık baş gösteren muhacirler hakkında olması geri kalan sıfatlar ise onlardan çok münafıklarla ilgili olmasıdır. Çünkü -beşeri zaaflarını kabul etsek bile- bu Muhacirlerden herhangi birinin iyilikten başka Resulullah'a kötülük isnat ettiğini veya huzurunda itaat ettiğini söyleyip geceleyin söylediklerinin dışında şeyler planladığını söylemek ağır gelmektedir bize. Bununla beraber, güvenlik veya korkuya ilişkin haberleri yaymak gibi bir sıfatlarının olmasını da uzak görmüyoruz. Bu ise düzenli bir eğitim olmayışını gösterir, münafıklığı değil. Doğrusu... -Bütün bu ayetler karşısında- kesin bir şey söylemeyecek bir konumdayız. Hatta, muhacirlerden bir grup hakkında nazil olduğu söylendiği gibi münafıklardan bir grup hakkında da indiği söylenen ilk ayetler grubuna ilişkin de kesin bir şey söylemediğimiz gibi. Bu yüzden, muhacirleri, cihad karşısında oyalanmak ve geçen ayetlerde sözü edilen müminlerin başına gelen iyilik ve kötülükten kaçınmak gibi özelliklerden, iyiliği değil de kötülüğü Resulullah'a isnad etmek ve sadece iyiliği Allah'a havale etmek gibi bir tutumdan ve Resulullah'ın emrine uymayıp geceleyin komplolar düzenlemek gibi davranışlardan uzak görmek suretiyle ihtiyatlı davranıyoruz. Ayetlerin akışını bu şekilde bölmek, Kur'an'ın üslûbunu takip eden ve -uzun bir beraberlikten dolayı- Kur'an'ın ifade tarzını kavrayanlara zor gelse de... Yardım Allah'tandır. CİHAD KAÇKINLARI "Daha önce kendilerine `savaştan uzak durun, namazı kılın ve zekatı verin' direktifi verilmiş olanları görmüyor musun? Şimdi üzerlerine farz kılınınca, onların Allah'tan korkar gibi ya da bundan bile daha fazla insanlardan korkan, bir grubu `Ey Rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz kıldın, bize biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı?' dediler. Onlara de ki: Dünya zevki kısa sürelidir. Ahiret ise sakınanlar için daha hayırlıdır. Orada kıl payı haksızlığa uğramazsınız." "Nerede olursanız olun, surlarla tahkim edilmiş kalelerin içinde bile olsanız, ölüm sizi bulur..." Yüce Allah, bu insanların durumunu hayret ettirici bir şekilde ifade ediyor. Mekke de müşriklerden işkence, zulüm ve fitne gören bu insanlar, Allah'ın dilediği bir hikmetten dolayı savaş izni verilmemişken yiğitlik gösterip savaş konusunda acele ediyorlardı. Allah'ın takdir ettiği uygun zamanda uygun şartlar oluşup -Allah yolunda- savaş emri verildiğinde ise bunlardan bir grubu şiddetli bir panik ve korku alıyor. Öyle ki savaşmakla emr olundukları insanlardan -oysa onlar da insandırlar- zâtı gibi hiç kimsenin azab edemediğini, O'nun gibi hiç kimsenin bağ vuramadığı Kahhar ve Cebbar olan Allah'tan korkar gibi "ya da bundan bile daha fazla korkuyorlar". Üzüntü, korku ve panik içinde "Ey rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz kıldın?" diyorlar. Bir müminin böyle bir soru sorması çok gariptir. Bu onun bu dinin yükümlülükleri ve görevleri hakkındaki düşüncesinin açıklığa kavuşmadığını gösterip, bu isteklerinin ardından bitkin ve düşkün bir güvence istiyorlar. "Bize biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı?" Bu ağır ve korkunç yükümlülükle karşılaşmadan önce bir süre daha bekletseydin?. ' İnsanlar arasında aşırı yiğitlik gösterenler, çabucak heyecanlanıp ortaya atılanlar, iş ciddiyete binip olay karşısına geldiğinde ise en çabuk paniğe kapılan ve korkup hezimete uğrayanlardır. Hatta bu bir kuraldır da. Çünkü heyecan, öne atılma ve aşırı yiğitlik çoğu zaman sorumluluğun hakikatini değerlendirmemekten kaynaklanır; cesaret, dayanıklılık ve dirençten değil. Dayanma gücünün azlığından kaynaklanır. Sıkıntı, işkence ve yenilgiye dayanamamaktan... Bu dayanıksızlık, yükümlülüklerini değerlendirmeksizin onları hareket, savunma ve galibiyet arzusuna yöneltir. Bu yükümlülüklerin; değerlendirdiklerinden daha ağır, düşündüklerinden daha zor olduğunu görünce de paniğe kapılan, kaçıp dağılan ilk grubu oluştururlar bunlar. Bu arada, kendilerini tutanlar, zaman zaman uğradıkları sıkıntı ve işkencelere dayananlar işin gerektirdiği hazırlığı yapıp hareketin doğurduğu yükümlülüklerin hakikatini ve ruhların bu yükümlülükleri yerine getirme gücünü bilenler dayanırken, sabrederken, işin gerektirdiği hazırlığı yapıp acele etmezken; hemen öne atılanlar ve heyecanlanıp yiğitlik gösterenler onları zayıf sanırlar. Acele etmemeleri ve işleri ölçüp biçmeleri hoşlarına gitmez. Tabii ki hangi grubun daha dayanıklı olduğu ve hangisinin uzak görüşlü olduğu savaş alanında açığa kavuşur. Genel kanıya göre ayetlerin kastettiği grup; Mekke'de dayanılmaz işkencelerin yaktığı ve bu işkenceleri onurlarına yediremeyen zümredir. Bu yüzden gayrete gelip Resulullah'tan kendilerini savunmak ve onurlarını korumak için savaş izni vermesini istemişler. Ancak Resulullah bu konuda; yavaş yavaş, bekleyerek, eğitim, hazırlık ve uygun zamanı gözetmek şeklinde Rabbinin emrine uyuyordu. Daha sonra bu grup Medine'de kendilerini güvencede hissedip artık işkence ve horlanma ile karşılaşmayıp olaylardan şahıslarına bir zarar dokunmaz olunca savaşın gereğine inanmaz veya en azından savaşın zorunluluğuna bir neden görmez oldular. " . Şimdi üzerlerine savaş farz kılınınca, onların Allah'tan korkar gibi ya da bundan bile daha fazla, insanlardan korkan bir grubu "Ey Rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz kıldın, bize biraz mühlet tanısaydın olmaz mıydı? dediler." Bu grup bizzat mü'minler de olabilir. üzüntü ve yakarışla Allah'a yönelmeleri bunun kanıtıdır. Kuşkusuz bunu da hesaba katmamız gerekir. Çünkü henüz olgunlaşmamış bir düşünceye sahip biri, bu dinin yeryüzündeki görevini algılayamaz ve cihadın kişilerin, ulusların ve ülkelerin korunmasından daha önemli olduğunu bilemez. Bu dinin fonksiyonlarının arasında; Allah'ın insanlar için seçtiği hayat metodunu yeryüzüne yerleştirmek vardır. O'nun adil düzenini dünyanın dört bir yanında kurmak ve Allah'ın davasının karşısında hudutların kapanmasını engellemek veya yeryüzünün herhangi bir yerinde fertlerle dâvâ arasında engel olmaya çalışanları bertaraf etmek gerekir. Yine kendi isteğiyle dinini seçenin bundan dolayı -ne şekilde olursa olsun rızkını temin edip yaşamını sürdürmesini sağlamak için yeryüzünde otorite sahibi etkin bir güç oluşturmak da gerekir. İşte bütün bunlar kişilerin işkenceye uğratılıp uğratılmamasından çok daha önemli şeylerdir. O halde -hatta hiçbir tehditle karşılaşmadan varlıklarını sürdürdüklerini farz etsek bile- Medine'deki güvenli ortam müslümanların oradaki görevlerinin bitmesine ve cihattan el çekmelerine neden olamazdı. Henüz olgunlaşmamış iman, kişinin kendini işin dışında görmesine neden olabilir. Sadece Allah'ın emrine kulak vermek, onun illet (neden) ve maul (bağ), sebep ve müsebbib (var eden) -sorumlusu hikmetini bilsin veya henüz algılamamış olsun- onun son söz olduğunu kabul etmek ve belirtileri henüz açığa kavuşmamış bir düşünce mümine bu dinin yeryüzündeki fonksiyonunu ve -mümin olarak- kendi görevini ve kendisinin yüce Allah'ın bu hayatta dilediği şeyi onunla uyguladığı kaderinden bir parça olduğunu öğretebilir. Bu yüzden Kur'anî akışın tasvir ettiği böyle bir tutum kendisinden kaynaklanınca bu şekilde hayret ve bu denli nefretle karşılanması zorunludur. Ancak yüce Allah -Mekke'de- zalimleri yenmek, düşmanı püskürtmek ve güç kullanarak işkenceleri bertaraf etmek için müslümanlara niçin izin vermemişti. Birçokları bunu yapabilirdi. Zayıf veya ezilmiş kişiler değillerdi. O zaman azınlıkta olmalarına rağmen kendilerine yönelik saldırılara karşı koymaktan aciz değillerdi. Bazı müslümanların çekilmez işkence ve azaba uğratılmasına, bu işkencelerin kiminin gücünü aşmasına, kimisini dininden bile döndürmesine ve kimisinin de uzun süren işkencelere dayanamayıp baskılar altında can vermesine rağmen; savaştan uzak durmanın, namaz kılıp zekât vermenin ve sabredip dayanmanın hikmetine gelince... Bunun hikmetini kesin bir şekilde belirleyecek değiliz. Böyle bir durumda Allah'ın bize açıklamadığı bir hikmeti uydurmuş oluruz. Allah'ın emirlerine birtakım sebep ve illetler farz etmiş oluruz. Bunlar gerçek sebep ve illetler olmayabilir de olabilir de. Ancak bunların ötesinde yüce Allah'ın, içinde bizim için hayır ve iyilik olduğunu bildiği, fakat bize açıklamadığı başka sebep ve illetler de olabilir. Müminin herhangi bir yükümlülük veya yüce Allah'ın açık, kesin ve kat'î bir sebebini bildirmediği Allah'ın şeriatından herhangi bir hüküm karşısındaki tavrı budur. Bu hükmün veya yükümlülüğün yerine getiriliş hikmetine ilişkin aklının algıladığı ve güzel gördüğü tüm düşünceleri birer ihtimal olarak değerlendirmek gerekir. Bir kişinin Allah'ın koyduğu hükümlere ilişkin bilgisi, aklı ve düşüncesi ne kadar güvenilir olursa olsun, gördüğü şey için "hikmeti budur", nass olarak Allah'ın dilediği hikmet bundan ibarettir, "Bunun ötesinde ve bundan başka birşey söz konusu değildir" diye kestirip atması doğru değildir. Bu titizlik, Allah'a karşı takınılması gereken edebin gereğidir. Bu bir şeyin tabiatı ve hakikatını ilişkin Allah'ın ilmi ile insanların bilgisi arasındaki farklılığın zorunlu bir sonucudur. İşte biz, cihadın Mekke'de farz edilmeyip Medine'de farz edilmesinin hikmetini bu zorunlu edep tavrı çerçevesinde ele alıyoruz. Görebildiğimiz hikmet ve sebepleri zikrediyoruz. Ancak bunların sırf birer ihtimal olduğunu biliyoruz. Bunun ötesini Allah'a bırakıyoruz. Ondan başka kimsenin bilmediği ve açık bïr nassla belirleyip haber vermediği sebep ve illetleri, emrinin zorunlu bir sebebi olarak görmüyoruz. Bunlar, bir çalışmanın sonucu ortaya konan sebeplerdir. Yanlış ta olabilir doğru da. Bunları azaltmak mümkün olduğu gibi çoğaltmak da mümkündür. Ancak zamanın akışıyla birlikte meydana gelen olayların bize gösterdiği sonuçlara uygun olarak Allah'ın hükümlerini düşünmekten başka bir şey yapamayız. | |
19 Eylül 2008, 18:29 | Mesaj No:16 |
Cvp: Fizilalil Kuran Nisa Suresi Tefsiri MEKKE'DE CİHADA NİÇİN İZİN VERİLMEDİ? 1- Bunun nedeni, Mekke döneminin, belli bir ortamda, belli bir ulusu, belle koşullarda eğitip hazırlama dönemi olabilir. Böyle bir ortamda yapılacak eğitim ve hazırlığın hedeflerinden biri; Arap insanını, kendi şahsına veya kendisine sığınan birine karşı işlenen haksızlıklar gibi geleneksel olarak dayanamayacakları şeylerde sabırlı olmalarını sağlamaktır. Ancak bu şekilde benliklerinden kurtulup nefislerinden arınabilirlerdi. Şahıslarına veya kendilerine sığınanları hayata bakışlarına bir eksen edinmeyecek, hayattaki hareketlerinde bunların bir etkisi olmayacaktı. Aynı şekilde sinirlerini kontrol etmeleri için de eğitiliyorlardı. Böylece -tabiatlarında olduğu gibi- ilk etken karşısında parlamayacak, heyecanlandırıcı bir şey görür görmez heyecana kapılmayacaklardı. Bu şekilde karakterlerinde ve davranışlarında denge sağlamış olacaktı. Bir de düzenli bir toplum hayatına uymaları için eğitiliyorlardı. Hayatlarına ilişkin herhangi bir konuda müracaat ettikleri bir önderleri vardı artık. Her ne kadar alışkanlıklarına ve geleneklerine aykırı da olsa. Bu önderin emrinin dışında bir tutum takınamayacaklardı. Bu nokta, düzensiz kabile hayatından farklı, ileri uygar ve yönlendirici önderlik makamına boyun eğen "İslâm Toplumu"nu inşa ederek Arap insanının hazırlanmasının temel taşını oluşturmaktadır. 2- Bir başka nedeni, Kureyş gibi gurur ve onuruna düşkün ortamlarda barışçı davetin daha etkili ve daha kolay olması da olabilir. Böyle bir dönemde, savaşla birlikte davayı sunmak onları daha çok inatlaşmaya ve Dahıs, Gabra ve Besus gibi uzun yıllar süren ve birçok kabilenin yok olmasına neden olan savaşları gibi meşhur Arap ayaklanmalarına benzer yeni kanlı ayaklanmalara neden olabilirdi. Artık İslâm, zihinlerinde ve hatıralarında bu yeni ihtilallerle birlikte anılır olacaktı. Bu yüzden hiçbir zaman hidayete yanaşmayacaklardı. İslâm bir dava olmaktan çıkıp bir isyana, bir intikam hareketine dönüşecekti. Daha işin başında, düşüncesi bir daha hatırlanmamak üzere unutulup gidecekti. 3- Bir başka nedeni, her evde bir çarpışma ve bir savaş alanı oluşturmaktan kaçınmak da olabilir. Çünkü orada müminleri cezalandıran, işkenceye uğratan genel ve düzenli bir otorite söz konusu değildi. Her kişinin velisi bu işi üstlenmişti. Onları cezalandıran, işkence eden ve "terbiye eden" (!) bu efendilerdi. Böyle bir ortamda savaş iznini vermek her evde bir çarpışma ve savaş alanı meydana getirmek olacaktı... Sonra da "İşte İslam budur" diyeceklerdi. İslâm "Savaştan uzak durun" emrini verdiği halde bile bunu söylemişlerdi. Nitekim, Kureyş propagandacıları kalabalık arasında, hac veya ticaret için gelen çevre Arapları arasında "Muhammed, kavmini ve aşiretini böldüğü yetmezmiş gibi baba ile oğlun arasını açıyor" diyorlardı. Ya bir de her evde ve her mahallede oğulların babalarını, kölelerin efendilerini öldürmelerini emretmiş olsaydı durun ne olacaktı? 4- Bir başka neden de, Yüce Allah'ın ilk müslümanları dinlerinden dolayı işkenceye uğratan, onları cezalandıran ve onlara eziyet edenlerden birçoğunun İslâm'ın samimi birer askeri hatta komutanı olacağını bilmesi de olabilir. Nitekim Ömer b. Hattab bunlardan biri değil miydi? 5- Başka bir nedeni de, Arapların kabile ortamında; işkencelere direnen ve çekinmeyen mazlumlara yardim etmeyi övünç vesilesi kabul etmeleri olabilir. Özellikle bu eziyet aralarındaki şerefli kişilere karşı olursa... Bu husustaki görüşü destekleyen birçok olay meydana gelmiştir: Nitekim İbni Duğne -eşraftan bir insan olan- Ebu Bekir'in (Allah ondan razı olsun) Mekke'den çıkıp hicret etmesine gönlü razı olmamış, bunu Araplar için bir utanç kabul etmişti. Ebu Bekir'e komşusu olmasını ve himayesini önermişti. Bu örneklerden bir başkası da, uzun süre aç kaldıktan ve zorlu sıkıntılar çektikten sonra Haşim oğullarından Ebu Talip mahallesine karşı başlatılan boykot kararının kaldırılmasıdır. Oysa köklü uygarlıklara sahip başka toplumlarda; eziyetlere karşı sessiz kalmak; alaya alınmak, maskara olmak ve toplum tarafından hor görülmek bunları gerçekleştiren işkenceci, zalimin saygınlık kazanmasına neden olurdu. 6- Bir başka neden ise, o zaman müslümanların sayısının az olması ve Mekke'de kuşatılmış durumda olmaları da olabilir. İslâm çağrısı henüz yarımadanın geri kalan bölgelerine ulaşmamıştı, sadece bazı dağınık bilgiler yayılmıştı etrafa. Diğer kabileler, Kureyş'le bazı mensupları arasında baş gösterecek çarpışmada tarafsız kalmayı yeğliyordu. Böylece sonuca göre tavır takınmayı düşünüyorlardı. Böyle bir durumda meydana gelen bir savaş -kendisiyle savaşanlardan kat kat fazlasını öldürmüş olsalar bile- azınlık durumdaki müslüman kitlenin toptan öldürülmesiyle sonuçlanırdı. Şirk yine devam edecek ve müslümanlar yok olacaktı. Yeryüzünde İslâm düzeni kurulmayacak ve pratik varlığı söz konusu olmayacaktı. Oysa İslam; bir hayat metodu, pratik ve gerçek bir hayat düzeni olmak için gelmiş bir dindir. 7- Ayrıca o sıralarda bütün bu endişeleri bir yana bırakıp savaş emrini ve eziyetleri savaş iznini vermeyi gerektirecek zorlayıcı ve kaçınılmaz bir zorunluluk da söz konusu değildi. Çünkü bu davada -o zaman- esas olan unsur "Davetin varlığıydı". Evet davet Resulullah'ın şahsında varlığını sürdürüyordu. O'nun şahsı da Haşim oğullarının kılıçlarının gölgesindeydi. Ona uzanmaya yeltenen her el kesilme tehdidiyle karşı karşıya kalırdı. Yürürlükte olan kabile düzeni, Hz. Muhammed'e (salât ve selâm üzerine olsun) el uzatmak isteyen kabilelerin Haşim oğullarıyla savaşmalarını gerektirirdi. Böylece davetçinin şahsiyeti yeterince korunuyordu. Dolayısıyla davetçi, kabileci düzenin gereği olarak, davetini Haşim oğullarının kılıçlarının gölgesinin altında sürdürüyordu. Davasını saklama veya gizleme gereğini duymuyordu. Kâbe'deki Kureyş toplantılarında, Safâ tepesinde ve genel toplantılarda davetini yürütmesine engel olmaya kimse cesaret edemezdi. Ağzını kapatmaya, kaçırmaya, hapsetmeye veya öldürmeye kalkışamazdı. Kimse dininin bazı gerçeklerini söylememesi veya bazısından vazgeçmesi konusunda zorlayıcı bir söz sarf edemezdi. Nitekim, Tanrılarına dil uzatmaktan vazgeçmesini istemelerine rağmen vazgeçmemiş, babalarının, atalarının dinlerini kınamaktan ve onların cehennemde olduklarını söylemekten vazgeçmesini istemelerine rağmen susmamıştır. Bazı geleneklerine uyması, kendilerinin de İslâm'ın bazı ibadetlerine uymaları şeklindeki karşılıklı täviz yani karşılıklı hoşgörülü olmayı önermelerine rağmen Resûlullah böyle bir yumuşamaya yanaşmamıştır. Kısacası İslâm çağrısı, Haşimoğullarının kılıçlarıyla korunan Resulullah'ın şahsında eksiksiz olarak varlığını sürdürüyordu. Dilediği yerde, dilediği şekilde Rabbinin çağrısını tam manasıyla duyurabiliyordu. Bu yüzden savaşmakta acele etmeyi gerektirecek zorlayıcı unsur söz konusu değildi. Davaya destek olan ve yayılmasına yardımcı olan böyle bir ortamda bu imkânları görmezlikten gelmenin gereği de yoktu. Bu değerlendirmelerin tümü -zannettiğimiz kadarıyla- eğitime hazırlıklarının tamamlanması, bu ortamda takip edilen stratejinin tüm imkanlarından yararlanılması ve müslümanların, uygun zamanda gelecek önderlik makamının emrinin beklentisi içinde olmaları, şahıslarını sorunun dışında tutmaları, kendilerine bir pay çıkarmamaları, tamamen Allah için ve O'nun yolunda hareket etmeleri için müslümanlara savaştan kaçınmalarını namaz kılıp zekat vermelerini emreden yüce Allah'ın takdir buyurduğu hikmetlerin bazısını olu tururlar. Nitekim "İslâm çağrısı" varlığını sürdürüyordu. Ayaktaydı, fonksiyonunu yerine getiriyordu. Hem de korunup himaye edilerek... Uygulanan bu taktiğin gerisindeki hikmet ne olursa olsun, savaş izni verildiği anda, daha önce yiğitlik gösteren birtakım kimselerin eteklerinin tutuşacağı da bir gerçektir: ' " . Şimdi üzerlerine savaş farz kılınınca, onların; Allah'tan korkar gibi ya da bundan bile daha fazla insanlardan korkan bir grubu `Ey rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz kıldın bize biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı?' dediler." Müslüman safta böyle bir grubun yer alması, kargaşanın meydana gelmesine neden oluyordu. Aynı şekilde paniğe kapılan ve telaşlanan bir grupla, kalpleri sağlam ve mutmain -bütün zorluklarına rağmen- cihadın yükümlülüklerini vakar, güven, kararlılık ve yiğitlikle karşılayan, ancak uygun zamanda hareket etmesini bilen müminler arasında uyumsuzluğun oluşmasına neden oluyordu. kuşkusuz, bir şeyi yerine getirmek, yiğitlik göstermek gerektiği zamanda söz konusu oluyorsa gerçek yiğitliktir. emir verilmeden önce yiğitlik göstermek heyecan ve gereksiz gürültüden başka birşey değildir. Tehlike anında kaybolup gider. İşte Kur'an, bu durumu ilahi metoduyla tedavi etmektedir: KISA SÜRELİ DÜNYA ZEVKİ " . Onlara de ki; Dünya zevki kısa sürelidir. Ahiret ise sakınanlar için daha hayırlıdır. Orada kıl payı kadar bile haksızlığa uğramazsınız." "Nereden olursanız olun, surlarla tahkim edilmiş kaleler içinde bile olsanız, ölüm sizi bulur.'! Bu adamlar ölümden korkuyorlar ve yaşamak istiyorlar. Bu yüzden zillet dolu bir üzüntüyle yüce Allah'ın biraz daha süre tanımasını ve yaşamaktan bir parça daha yararlanmalarını müsaade etmesini arzuluyorlar. Kur'an bu duyguları kaynağından tedavi ediyor. Ölüm ve ecel hakikatını ilişkin düşünce bulanıklığını gideriyor. Okuyalım: "... De ki; Dünya zevki kısa sürelidir." Bütün dünya zevkleri... Dünyanın tümü... Öyleyse günlerin, haftaların, ayların veya yılların ne önemi var? Bütün uzunluğuna rağmen dünya hayatındaki zevk az bir şey olduktan sonra. Günler, haftalar, aylar ve seneler boyu sürecek zevki kim gerçekleştirebilir ki? Bütün zevkleri ve bütün uzunluğuyla dünya az bir şeydir. "... Ahiret ise sakınanlar için daha hayırlıdır." Bir kere dünya yolun sonu ve yolculuğun bitimi değildir. Ötesinde ahiret vardır. Oradaki zevk gerçek zevktir. -Hem oradaki zevk daha uzun sürelidir Öyleyse daha iyidir. "Sakınanlar için daha hayırlıdır." Takva, sakınma ve korkunun hatırlatılması geliyor ardından. Takva Allah için olmalıdır. Çünkü sadece O, sakınılmaya layıktır. Ondan korkulur, insanlardan değil. O insanlar ki az önce, "Allah'tan korkar gibi hatta ondan bile daha fazla" onlardan korkarlar denmişti. Kuşkusuz Allah'tan korkan, insanlardan korkmaz. Allah korkusuyla kalbini donatan kişi, kimseden korkmaz. Zaten Allah dilemedikçe ona ne yapabilirler ki? "... Orada kıl payı kadar bile haksızlığa uğramazsınız." Öyleyse, dünya zevkinden bir pay kaçırdılarsa, bu onların aldatıldıklarını, haksızlığa uğradıklarını ve zulüm gördüklerini göstermez. Çünkü ahiret vardır. Gerçek mükafat vardır. Dünya ve ahiretin bu son hesabında alınacak mükâfatta, zulüm ve haksızlık söz konusu olamaz. Ancak -bütün bunlara rağmen- bazı insanlar, ahirete inandığı ve oradan hayırlı mükafat beklentisi içinde olduğu halde yeryüzündeki hayatlarının birkaç gün daha uzamasına can atarlar. Özellikle şu grupta olduğu gibi bu durum imanın olgunlaşması aşamasında söz konusu olursa... Burada diğer bir hüküm yer almaktadır. Bu; ölüm-hayat, ecel-kader ve bunların bu derece paniğe kapıldıkları bu denli insanlardan korktukları savaşla olan ilişkilerin gerçek mahiyetleri konusundaki düşünceleri doğrultmaktadır. "Nerede olursanız olun, surlarla tahkim edilmiş kalelerin içinde bile olsanız, ölüm sizi bulur." Ölüm, takdir edilmiş zamanında kesinlikle meydana gelir. Ölümün savaş ve barışta kişinin sığındığı yerin sağlam oluşu veya az sağlam oluşu ile bir ilgisi yoktur. O halde savaş izninin geciktirilmesi ölümü geciktiremez. Aynı şekilde cihatta insanlarla karşı karşıya gelmek de belirlenen süresinden öne alamaz ölümü. Bu ayrı bir şey, öbürü ayrı bir şeydir. Aralarında hiçbir ilgi söz konusu değildir. Burada ölüm ve ecel, Allah'ın takdir ettiği süre ve bu s,ürenin dolması arasında bir ilgi vardır, başka herhangi bir ilgi mevcut değildir. O halde savaşın gecikmesini istemenin, savaşta veya savaş dışında insanlardan korkmanın bir anlamı yoktur. Bu ikinci ifade ile Kur'an'ın eğitim metodu, bu konuda zihinlerde baş gösteren tüm kuşkuları, karmaşık düşüncenin doğurduğu tüm korku ve dehşeti tedavi etmektedir. Ancak bu, insanın hazırlıklı olmaması ihtiyatlı davranmaması, gücü yettiğince hazırlık yapmaması, tedbir almaması ve sakınmaması anlamına gelmemelidir. Daha önce yüce Allah'ın hazırlıklı olmayı emrettiğini görmüştük. Başka yerlerde müslümanlardan korku namazı ve benzeri hususlarda ihtiyatlı davranmalarını emretmektedir. Başka surelerde yığınak ve hazırlık yapmalarını buyurmaktadır. Ancak bütün bunları yapmak ayrı, ölüm ve eceli bunlara bağlamak apayrı bir şeydir. Kuşkusuz hazırlıklı olmak, yığınak yapmak uyulması gereken emirlerdir. Gizli ve açık hikmetleri vardır. Ötesinde Allah'ın bir planı söz konusudur. -Bütün hazırlık ve ihtiyata rağmen- ölüm ve belirlenen süresi arasındaki ilgiye ilişkin doğru düşünce de uyulması gereken diğer bir emirdir. Bunun da gizli ve açık hikmetleri vardır. Bunun da ötesinde Allah'ın bir planı vardır kuşkusuz. Ölçü ve denge... Her tarafıyla yakınlık...Ve her tarafta uyum... İşte İslam budur. İslam'ın fert ve toplum hayatında uyguladığı eğitim metodu budur. Muhacirlerden bu gruba ilişkin sözler burada son bulup, İslâm toplumuna dağılmış gruplardan bir diğerinden söz açılmış olsa gerektir. Kuşkusuz müslümanlar hem bunlardan hem de başkalarından meydana geliyordu. Ayetlerin akışı kesintiye uğramamış, aralık verilmemiş ve bundan sonra başka bir gruptan söz açılmıştır. Her ne kadar bu gruba ilişkin sözler burada sona ermiştir diye bir durak yapılmamış olsa da biz konuya daha önce yaptığımız değerlendirmeler ışığında devam ediyoruz. Birinci grup hakkındaki sözler bitmiştir. "Eğer onlar iyilikle karşılaşırlarsa `Bu Allah'tandır' derler. Ama başlarına bir kötülük gelirse `Bu senin yüzündendir' derler. Onlara de ki; Her ikisi de Allah'tandır. Niye bu adamlar kendilerine söylenen sözü anlamaya yanaşmıyorlar." "Karşına çıkan her iyilik Allah'tandır. Başına gelen her kötülük de kendindendir. Biz seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Buna şahit olarak Allah yeter." "Kim peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Kim ona sırt çevirirse, bilsin ki biz seni onların başına koruyucu olarak göndermiş değiliz Bu sözleri sarf edenler yani karşılarına çıkan iyiliği Allah'a, başlarına gelen kötülüğü ise Hz. Peygambere dayandıranlar konusunda bir kaç görüş ileri sürülebilir. Birincisi: Bunlar, Resulullah'tan dolayı uğursuzluğa uğradıklarına inanıyorlardı. Onu (haşa) kendileri için bir uğursuzluk kabul ediyorlardı. Başlarına bir kötülük gelmişse O'nun yüzündendir. Yıl kurak geçmişse, koyunlar doğurmamışsa, bir çarpışmada yenilmişlerse bunu Resulullah'ın uğursuzluğuna bağlarlardı. Şayet bir iyilikle karşılaşmışlarsa bunu da Allah'a dayandırırlardı. İkincisi: Bunlar bilerek Resulullah'ın önderliğini yıpratmayı istiyorlardı. Böylece emrettiği yükümlülüklerden kurtulmuş olacaklardı. Savaş yükümlülüğü bunlar arasındaydı -ya da en başta geleniydi- Zayıf kişiler olduklarını, bu yüzden savaşı karşılamaktan korktuklarını söyleyeceklerine bu dolambaçlı yola başvuruyorlar. `Karşılaştığımız iyilik Allah'tandır. Başımıza gelen kötülükse Resulullah ve O'nun emirlerinden başka bir şeyden kaynaklanmıyor' diyorlardı. İyilik-kötülük kâr veya zarardan kastettikleri ise yakın ve görünürdeki şeylerdi kuşkusuz. Üçüncüsü: Bu düşünce, hayatta kendileri ve tüm insanların başına gelen şeylerin hakikatına ve bunların yüce Allah'ın iradesiyle olan ilişkilerine, Resulullah'ın emirlerinin mahiyeti ve peygamberin yüce Allah'la olan bağının ne olduğu gerçeğine ilişkin sahip oldukları kötü bir düşüncedir. Üçüncü görüş -şayet doğruysa- ölüm ve ecelin hakikatına ilişkin kötü düşünceleri, Allah'tan korkar gibi hatta daha da fazla insanlardan korkmalarına neden olan ve bu yüzden "Ey Rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz kıldın, bize biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı?" diyen muhacirden bir grubu yakıştırmak mümkündür. Bununla beraber biz, burada söz konusu edilenin başka bir grub olduğu düşüncesindeyiz. Bunların durumu anlatılan görüşlerin tümüne veya aralarında şu üçüncü görüş de olmak üzere bir kısmına uygun düşmektedir. Kuşkusuz şu ayetlerin ele aldığı mesele, kelâm ve felsefe tarihinde "kaza ve kader" veya "cebir ve ihtiyar" olarak bilinen büyük "problemin" bir yönünü oluşturmaktadır. İşte burada geçen ayet, insanlardan bu grubun durumunu düzeltmek, onlara gereken cevabı vermek ve düşünceleri düzeltmek içindir. Ancak Kur'an, içinde bir düğüm ve kapalılık bırakmadan sade ve açık bir şekilde ele almaktadır meseleyi. Öyleyse biz de olduğu gibi ve Kur'an'ın ele aldığı şekilde aktaralım: "Eğer onlar bir iyilikle karşılaşırlarsa `Bu Allah'tandır' derler ama başlarına bir kötülük gelirse `Bu senin yüzündendir' derler. Onlara de ki: Her ikisi de Allah'tandır. Niye bu adamlar kendilerine söylenen sözü anlamaya yanaşmıyorlar?" Evrende meydana gelen herşeyin, insanların başına gelen tüm olayların ve insanlardan kaynaklanan tüm hareketlerin ilk ve tek yaratıcısı yüce Allah'tır. İnsanlar bir şey düşünebilir veya girişimde bulunabilirler. Ancak, -hangisi olursa olsun- herhangi bir fiilin meydana gelmesi ancak Allah'ın dilemesi ve takdiriyle mümkündür. Buna göre, iyilik veya kötülüğün oluşmasını ve bunların başlarına gelmesine -kendileri gibi bir insan ve tıpkı kendileri gibi yaratılmış olduğu halde Resulullah'a dayandırmak doğru bir mantık değildir. Bu tutum bu konudaki bilgi yetersizliklerini göstermektedir. Kuşkusuz insan, yüce Allah'ın iyiliği gerçekleştirdiğini gösterdiği araçlarla iyiliği gerçekleştirmeye yönelir ve çabalar. Bununla beraber iyiliğin fiilen gerçekleşmesi yüce Allah'ın dilemesi ve takdiriyle tamamlanır. Çünkü, eşya ve olayları meydana getiren, evrendeki vakıaların oluşmasını sağlayan Allah'ın gücünden başka bir güç değildir. O halde -insanın başvurduğu araçlar, yöneliş ve çabasıyla- iyiliğin gerçekleşmesi İlâhî irade ile mümkündür. Yine insan, kötülüğü gerçekleştirmeye yönelir ya da kötülüğün oluşmasını gerektiren bir davranışta bulunabilir. Ancak kötülüğün fiilen meydana gelmesi, temelde varolması Allah'ın kudret ve takdiriyle mümkündür. Çünkü bu evre de eşya ve olayları meydana getiren Allah'ın gücünden başka bir güç yoktur. Buna göre her iki durumda da olayın var oluşu ve gerçekleşmesi Allah tarafındandır. Bu, birinci ayetin,belirlediği bir gerçektir. İkinci ayete gelince: "Karşına çıkan her iyilik Allah'tandır. Başına gelen her kötülük de kendindendir." Bu da başka bir gerçeği açıklamaktadır. Birinci gerçeğin sahasına girmeyen ona benzemeyen bir gerçektir. Bu, başka bir vadidedir. Buraya kadar konuya bir açıdan bakılmaktadır. Kuşkusuz yüce Allah, bir metod koymuştur. Bir yol açmıştır, iyiliği göstermiş ve kötülükten sakındırmıştır. İnsan bu metoda uyup bu yolu takip ederse, iyilik için çalışıp kötülükten sakınırsa, yüce Allah "Bizim için çaba sarf edenlere yollarımızı gösteririz." (Ankebut Suresi, 69) buyurduğu gibi hidayete ermesi için yardımcı olur. Böylece insan iyiliğe ulaşmış olur. Ulaşılan sonucun dışarıdan insanların kazanç saydıkları görünüşlere benzemesine önem vermez bundan sonra. Bu, Allah'ın mizanında fiilen iyiliktir. Ve bu Allah katındandır. Çünkü metodu koyan, yolu açan, iyiliği gösterip kötülükten sakındıran Allah'tır. Şayet insan, Allah'ın koyduğu metoda uymaz, O'nun açtığı yolu takip etmez, gösterdiği iyiliği elde etmeye çalışmaz ve sakındırdığı kötülükten korunmazsa, o zaman da başına felâketler gelir. Gerek dünyada gerek ahirette ve her ikisinde de gerçek anlamda bir kötülük. Bu da insanın kendindendir. Çünkü Allah'ın metoduna ve O'nun yoluna uymayan insanın kendisidir. Bu anlam birinci anlamdan farklıdır. Sahası da birinciden ayrıdır. Sanırız bu gayet açıktır. Ancak bu; iyiliğin ve kötülüğün gerçekleşmesini ve meydana gelişlerinin Allah'ın gücü ve takdirinden başka bir güçle mümkün olmadığına ilişkin birinci gerçekten bir şey değiştirmez. Çünkü yapılan, meydana gelen ve olan her şeyi yapan meydana getiren ve yaratan yüce Allah'tır. Bu, meydana gelen ve olan şeyde insanların istek ve çalışmaları ne olursa olsun...(Bu ayetlerin bir yönünü. yansıttığı ve hatırlattığı probleme; Cebir (zorunluluk) ve ihtiyar (Serbest olma) problemine gelince: Acaba, insandan kaynaklanan veya insanın başına gelen olaylarda insanın iradesi ne derece etkindir? Aralarında insanın iradesi niyet ve davranışı da olmak üzere olan herşeyi meydana getiren yüce Allah'ın iradesi olduğuna göre nasıl olur da insanın ceza ve mükafat görmesine neden olan bir iradesi söz konusu olabilir? Ve bu problemden kaynaklanan daha bir çok soru... Kur'an ayetleri, "Meydana gelen herşey Allah'ın iradesi ve takdiriyle meydana gelir" diyor. Aynı zamanda "İnsan irade eder ve hareket eder, bu ifade ve hareketiyle de hesaba çekilir" der. Kuşkusuz Kur'an bütünüyle Allah'ın sözüdür. Bir kısmının diğer kısmıyla çelişmesi mümkün değildir. O yukarıdaki iki ifade arasında belirgin bir ilişki bulunmalıdır. Aynı şekilde Rabbani iradenin ve ilâhi takdirin alanına tecavüz etmeden, insanın ceza ve mükafat görmesini gerektirecek şekilde irade ve hareketinin bir sahası bulunmalıdır. Ama nasıl? İşte bunu açıklamak mümkün değildir. Çünkü insan aklı, yüce Allah'ın fiillerinin içerdiğini kavrayacak kapasitede değildir.)' Ardından Resulullah görev ve hareketinin sınırları, insanların O'na karşı ve O'nun insanlara karşı konumu açıklanmakta ve en sonunda iş tamimiyle yüce Allah'ın iradesine bağlanmaktadır: "Seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Buna şahid olarak Allah yeter." "Kim Peygamber'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur. Kim O'na sırt çevirirse bilsin ki, biz seni onların başına koruyucu olarak göndermiş değiliz." Peygamberin görevi, mesajını tebliğ etmektir. İyilik veya kötülük meydana getirmek değil. -Daha önce de değindiğimiz gibi-bunlar Allah'ın işidir. Onun görevini yapmak üzere gönderilmiş bir peygamber olduğuna Allah şahittir. " Buna şahit olarak Allah yeter." İnsanların Peygambere karşı durumları ise şöyledir; O'na itaat eden Allah'a itaat etmiş olur. Çünkü Allah ile Resûlünü ayırmak mümkün değildir. Allah'ın sözü ile Resûlünün sözü de farklı değildir. Kim de karşı çıkıp yakalanmak suretiyle yüz çevirirse hesap ve ceza açısından işi, yüce Allah'a kalmıştır. Peygamber onu hidayete zorlamak, dine girmesi için ona baskı yapmak üzere gönderilmemiştir. İsyan ve sapıklıktan korumakla yükümlü değildir. Böyle birşey peygamberin görevleri arasında yer almaz, zaten buna gücü de yetmez. Bu açıklamayla başlarına gelen şeyin özüne ilişkin düşünceleri düzeltilmiş oluyor. Buna göre hiçbir şey Allah'ın iradesi ve takdiri dışında gerçekleşemez. İyi veya kötü -hangi anlamda olursa olsun, isterse yüzeysel kendi gördüklerine göre, ister işin gerçekten olduğu şekliyle olsun- başlarına ne gelmişse Allah`tandır. Çünkü Allah`tan başka hiç kimse herhangi bir şeyi yapamaz, meydana getiremez, yaşatamaz ve var edemez. -Allah'ın mizanında- gerçekten iyilik olan birşey başlarına gelmişse bu Allah tarafındandır. Çünkü bu Allah'ın metodu ve yol göstericiliğiyle gerçekleşmiştir. -Allah'ın mizanında- gerçekten kötülük olan birşey karşılarına çıkmışsa bu da kendilerindendir. Bunun nedeni de Allah'ın metodundan sapmaları ve O'nun yol göstericiliğine sırt çevirmeleridir. Peygamberin ilk ve son görevi peygamberliktir. Ne bir şeyi yoktan ortaya koyabilir, ne meydana getirebilir ve ne de yaratabilir. Yaratma, yapma ve meydana getirme gibi İlâhlığın özelliklerinde Allah'a ortäk olamaz. O Allah'tan kendisine geleni tebliğ etmekle yükümlüdür. O halde emrettiği şeye tâbi olmak, Allah'a uymaktır. Zaten peygambere uymanın dışında Allah'a uymanın başka bir yolu da yoktur. Peygamber; tebliğ edip açıkladıktan sonra, karşı çıkıp yüz çevirenler için hidayet meydana getirmek veya onları karşı çıkmak ve yüz çevirmekten alıkoymak zorunda değildir. -Bu şekilde- belirgin, geniş, açık ve net olan hakikatler düşünceyi kurup bilinci rahatlatarak, yüce Allah'ın bu kitleyi eğitme, büyük ve tehlikeli rolüne hazırlama işleminin bir yönünü oluşturacaktır. MÜSLÜMANLARIN SAFLARINDA BİR GRUP Bundan sonra ayetlerin akışı -müslüman safta yer alan- başka bir grubun durumunu anlatmaktadır. Yoksa bunlar da; yeni hareketleri, ek özellikleri hatırlatılan o münafık grubundan mıdır? Çünkü anlatımla birlikte davranışın kınandığı da görülmektedir. Tabii kınanmanın yanında eğitim, direktif ve düzenleme amacı da güdülmektedir. Bütün bunlar, birkaç ayette ve sayılı ibarelerde yer almaktadır: 81- Yüzüne karşı ` peki" derler. Fakat onların bir gurubu yanından ayrıldıktan sonra geceleyin aleyhinde sana verdikleri sözle bağdaşmayan komplolar kurarlar. Hiç şüphesiz Allah onların geceleri kurdukları komploları yazıyor. Sen onlara aldırış etme, Allah'a güven. Vekil olarak Allah sana yeter. 82- Bunlar Kur'an'ı hiç incelemiyorlar mı? Eğer o Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, içinde mutlaka birçok çelişkiler bulurlardı. İnsanlardan bazısı Rasulullah'ın yanında Kur'an'ı ve içindeki yükümlülükleri duyunca "Peki, baş üstüne" diyorlardı. Bu şekilde; kapsamlı ve genel... Mutlak surette itaat ortaya konuyor. İtiraz söz konusu değil, anlaşılmayan, açıklanması istenen istisna edilmesi gereken bir şey yok. Ancak Resulullah'ın yanından çıkar çıkmaz onlardan bir grup söyledikleri şeylerden bir kısmını yerine getirmemek ve bunların yükümlülüğünden kurtulmak için planlar hazırlıyorlardı. Yoksa ayet-i kerime, tüm müslümanların durumunu tasvir ettikten sonra özel durumları ve uygulamaları bulunan bir grubu mu tasvir ediyor? Buna göre şu anlam çıkar: Bütün müslümanlar, topluca "Peki, baş üstüne" diyorlardı. Ancak onlardan bir grup Resulullah'ın yanından -ki onlar da o münafık gruptu- çıkar çıkmaz dediklerinden farklı şeyler tasarlıyorlardı. Bu, aynı zamanda müslüman saftaki karışıklığı da çizen bir tablodur. Çünkü müslüman kitle her alanda var gücüyle savaşa girişmişken, içinde üslenen bu tür davranışlarda bulunan bu adamlar her halûkarda müslüman saffı incitip karışıklığa neden oluyorlardı. Yüce Allah Peygamber ve saftaki samimi müslümanlara güvence veriyor. Gözlerinin komplo ve hileler tasarlayan bir grubun üzerinde olduğunu belirtmekle güvence veriyor onlara. Müslümanların, yüce Allah'ın komplocu ve hilebaz grubu gözlediğini bilmeleri kalplerini sağlamlaştırmakta ve bu grubun şantaj ve komplolarıyla kendilerine hiç bir zarar veremeyeceğine inanmalarını sağlamaktadır. Hem bu, komplocu ve şantajcılara bir tehdit ve vaattir de. Öyle kaçıp kurtulamazlar, iflah olamazlar. "... Allah onların geceleri kurdukları komploları yazıyor." Yüce Allah'ın Peygamberini münafıklara karşı uygulamaya yönelttiği taktik, onları dış görünüşlerine göre -gerçek niyetlerine göre değil- değerlendirmek, aldırış etmemek, işledikleri suçları görmezlikten gelmektir. Bu taktik, en sonunda onları yıpratmış ve zayıflatmıştır. Nitekim geri kalanları gitgide zayıflık ve mahcupluğa mahkûm olmuşlardır. İşte burada bu taktiğin bir yönü yer almaktadır. "... Sen onlara aldırış etme." Onları görmezlikten gelmeye ilişkin bu direktifin yanında, Allah'ın vekilliğine ve komplolarına karşı kendisini koruyacağına güvenilmesi gerektiği de yer almaktadır. ALLAH'A GÜVENMEK " Allah'a güven... Vekil olarak Allah sana yeter." Evet... Vekil olarak Allah yeter. Vekili Allah olana hiçbir zarar dokunmaz. Ne şantajlar, ne komplolar, ne de tuzaklar ona hiçbir şey yapamaz. Sanki, bu grubun, Peygamberin huzurunda herkesle birlikte; "Peki itaat ettik deyip çıkarken dedikleriyle bağdaşmayan komplolar kurmasının nedeni... Sanki bunun nedeni, Rasulullah'ın emrettiklerinin kaynağından kuşkulanmaları ve Kur'an'ı O'nun uydurduğunu sanmalarıdır.. Bunun gibi bir kuşku bir an için söz konusu oldu mu verilen emrin ve yükümlülüğün tüm otoritesi yok olup gider. Kuşkusuz bu ağırlık verilen emrin Allah'ın kelamı olduğuna ve Peygamber'in kendi arzusuna göre konuşmadığına kesin ve tam inanmaktan kaynaklanmaktadır. Bu gerçeğe ilişkin tekrarlanan sağlam ve kesin pekiştirmenin nedeni budur. Burada Kur'an onlara bir yol gösteriyor. Bu da; insanı ve insan aklını onurlandırmada, kullarına son derece iyilikte bulunan yaratıcının bahşettiği ve bu beşeri oluşum ve idraki saygın kılmada İlahî metodun ulaştığı bir zirvedir. Kur'an'ı anlamayı, bizzat onların anlayışlarına ve akıllarının düşünme yeteneğine bırakmaktır. Onlara olaylara doğru bir bakış açısı metodunu belirlemekte ve bu metoda uydukları sürece gözden kaçırmayacakları bir mucize de göstermektedir. Bu mucize bu yönden Kur'an'da bütün açıklığıyla gözler önündedir. Diğer yönüyle insan aklı tarafından da rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Kur'an'ın Allah katından gelişini kanıtlayışı da tartışma götürmez bir gerçektir: "Bunlar hiç Kur'an'ı incelemiyorlar mı? Eğer Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı içinde bir çok çelişkiler bulacaklardı." KUR'AN ÜSLÛBUNUN GÜZELLİĞİ Bu sunuş ve direktifte, -daha önce değindiğimiz gibi- insana, onun anlayış kişiliğine verilen onurun son noktası yer almaktadır. Ayrıca bu şekilde kavramaya çalışmak; anlayışları yormayan ve son derece kolay bir yöntemdir. Hem -daha önce değindiğimiz gibi- bunun tartışma götürmez bir kanıtı da vardır. Mutlak, kapsamlı ve eksiksiz ahenk; bu Kur'an'ı inceleyen herkesin farkına varacağı bir olgudur. Ancak akıllar ve nesiller seviyeleri ve imkanları oranında bunu algılayabilirler. .Bununla beraber her akıl ve nesil -gücüne, kültürüne, tecrübe ve takvasına göre- güç, kültürü, tecrübe ve takvası oranında bir yönünü kavrayabilir. İşte o nesilde yer alan bu grup da, algıladığı şeylerle muhatap oluyordu. Kapasitesine göre kavramak suretiyle tutumunu gerçekleştirebiliyordu. Öncelikle bu mucize... Çelişkinin olmayışı mucizesi ya da uyum mucizesi, Kur'an'ın ifade tarzında ve sanatsal yöntemlerinde belirginleşmektedir. İnsan sözünde, üstünlük ve düşüklük, başarı ve başarısızlık, sağlamlık ve zayıflık, boşluk ve bayağılık, hafiflik ve ağırlık, parlaklık ve sönüklük gibi insanların özelliklerini gösteren bir çok nitelik yer alır. Bu özelliklerin başında da "değişkenlik" ve bir durumdan diğer bir duruma geçişte göze çarpan sürekli farklılıktır. Bütün bunlar, insanların sözünde; bir edebiyatçının, bir düşünürün, bir sanatçının, bir politikacının veya bir askerî komutanın yaptıklarına yahut açıkça insan damgası taşıyan herhangi bir sanata bakıldığında hemen görülebilecek özelliklerdir. Bunlar; "değişkenlik" ve "farklılık"tır. Gözle görülen bu gerçeğin aksinin "değişmezlik" ve "uyum" olduğu bütün açıklığıyla gözler önündedir. -Bu da Kur'an-ı Kerim'de yer alan bir mucizedir- Biz şu anda sadece sözlü ifade ve üslûp şeklinden söz ediyoruz. -Bu kitapta tek bir düzey göze çarpmaktadır -Ele aldığı konu değiştikçe düzeyin şekli de değişir- . Ancak yüksek düzeyi ve ufku hep birdir. İfade tarzındaki eksiksizlik düzeyler farklı olsa bile insanların yaptığı şeylerdeki durumun aksine değişiklik ve farklılık göstermeden sürmektedir. Kur'an-ı Kerim İlahi sanatın mührünü taşımaktadır. Bu yüzden sanatkârına ve durumdan duruma değişmeyen ve durumu farklılık göstermeyen varlığa işaret etmektedir. Farklılığın bulunmayışı mucizesi... Mutlak, kapsamlı ve eksiksiz uyum.. Bunlar sonra ibarelerin taşıdığı ve ifade tarzının belirlediği insan ruhunun ve toplumların eğitim metodunda bu metodun içeriği ve sayısız yönlerinde göze çarpmaktadır. Gerek fert, gerekse fertlerden oluşan toplum olarak insanlık yeteneklerini düzenleme metodunda nesillerin ve bu metodun değişmesiyle toplumların hayatında ortaya çıkan değişik yönleri ve koşulları karşılayışında bu uyum görülebilir. İnsan idrakini güçlendirme ve kavrama işleviyle birlikte, değişik güç enerji ve ürünlerini ele alış metodunda- her toplum, nesil ve düzeydeki insan varlığı, bu varlığın içinde yaşadığı evren, dünyası ve ahireti ve her ikisiyle ilişkilerinde gerek her ferdin ve gerekse şu evrende yaşayan genel anlamda "insan"ın dünyasında ortaya çıkan sayısız koşullar arasında uyum meydana getirme metodunda açıkça görülebilir bu mucize... Allah'ın sanatı ile insan sanatı arasındaki fark, sözlü ifade ve edebi tarz bakımından bu denli açık olduğuna göre; düşünce, yasal düzenleme ve şeriat açısından daha açık olur. Hiç bir beşerî dünya görüşü, hiçbir beşeri ekol yoktur ki sınırlı bakış ve görüş, geçici olarak geçici problemlerden etkilenme; görüşlerde, ekol ve hareket tarzlarındaki çelişkileri görememek gibi insanî özellikleri bünyesinde barındırmasın. Nitekim bu çelişkiler -er veya geç- onları ortaya koyanlar arasında bir çarpışmaya neden olmaktadır. Çünkü onlar bir bütün olarak insanlık kişiliğinin bazı özelliklerini ve teker teker sınırlı kavrama yeteneğinden ve onda meydana gelen herşeyi bilmemesi bir yana, o anda meydana gelen herhangi bir şeyin ötesini de bilmemesinden kaynaklanan onlarca, yüzlerce eksiklik ve farklılık gibi insanın bir çok özelliğini hesaba katmaktan acizdirler. Bu yüzden insan kişiliğinin bazı özelliklerinin incinmesine neden olurlar. Bunların aksi, Kur'an'ın kapsamlı, eksiksiz ve kökleri sağlam metodunun ulaştığı düzeydir. Bu da tıpkı -değişmezliğine rağmen- sınırları dahilinde hareketliliğe izin veren kâinattaki ilâhi kanunlar gibi değişmezdir. Ufukları bu denli geniş olan bu mucizeyi inceleyip kavrama olayı tüm idrakler ve tüm nesiller için bir değildir. Aksine her idrak kavrama noktasında bir diğeri ile çelişecektir. Her nesil anlama bakımından payına düşeni alıp geri kalan ufukları, bilgi ve deneyimi herhangi bir yönünde ileriye gitmiş nesillere bırakacaktır. Bununla beraber -diğer şeylerdeki birçok ayrılıklar gibi- bu mucizeyi kavrama konusundaki tüm beşeri ihtilafların ötesinde her idrakin ve her neslin üzerinde birleştikleri hususlar da olacaktır. Bu da, şu sanatın ayrı, insan sanatının ise apayrı bir şey olduğu ve bu sanatta ayrılık ve tutarsızlık bulunmadığı aksine birlik ve uyum bulunduğu gerçeğidir. Bundan sonra insanlar bu uyumun; ufuklar, boyut ve çeşitlerini algılama noktasında birbirlerinden ayrılırlar. Düşündüğü sürece her insanın yanılmayacağı bu aşamada yüce Allah; her kişi, her toplum ve her nesile olduğu kadar konuyu bu gruba da havale etmektedir. Herkesin ortaklaşa idrak ettiği bu aşamada yüce Allah Kur'an'la hükmetmeyi, inançlarını "Bu Kur'an'ın Allah'tan geldiği" ve ondan başkasından gelmesinin mümkün olmadığı esasına dayandırmayı onlara bırakmaktadır. Bu konuda ve dinin bütün emirlerinde insan idrakinin sahasını belirlemek için burada biraz durmamız yerinde olur. Yüce Allah'ın, bu şekilde tasarruf yetkisini vermekle insana bahşettiği onur; gurura kapılmasına, güvenilir sınıra tecavüz etmesine, koruyucu duvardan kurtulup çöllerde kılavuzsuz kalmasına neden olmamalıdır. Kuşkusuz Kur'an-ı Kerim'de yer alan bu direktiflerin boyutlarını kavramak zordur. Bu yüzden eski-yeni bir grup İslâm alimi insan idrakine, bu dinin emirlerinde nihaî hükmetme yetkisini vermeye başladılar. Giderek bütün insan idrakini Allah'ın şeriatına denk bir konuma hatta ona egemen bir konuma getirdiler. Oysa durum böyle değildir. Şu ulu cihaz, -beşerî kavrama cihazı- kuşkusuz, yüce Allah'ın bir lütfudur. Bu yüzden ilk gerçeği algılama işi ona bırakmaktadır. Bu dinin yüce Allah'ın katından geldiği gerçeği... Çünkü bu noktada kavramasını kolaylaştıran kanıtlar vardır. -Beşerî kavramanın yol göstericiliği bu dinin Allah katından geldiğine yeterli bir kanıttır aslında. Bu büyük temel bu şekilde kabul edilince bu idrakin mantıksal sonucu olarak, bu dinde yer alan her şey de kabul edilir. Bundan sonra gizli olan hikmetini kavraması veya kavramaması önemli değildir. Çünkü emir Allah katından geldiği sürece hikmeti kesinlikle ortaya çıkacaktır. O halde hemen bulunulan ortamda "Menfaatin" gerçekleştiğini görmek önemli değildir. Çünkü Allah'tan geldiği sürece "menfaat" de kesinlikle gerçekleşecektir. İnsan aklı da Allah'ın şeriatına denk değildir; -nerde kaldı ki ona egemen olsun- Çünkü insan aklı, sınırlı bir boyutta eksik şeyler kavrayabilir ancak. Sorunlara her açıdan bakması ve her çıkarı göz önünde bulundurması ne şimdi ne de bütün tarih boyunca mümkün değildir. Oysa Allah'ın şeriatı herşeyi kuşatmaktadır. O halde şeriat konusunda hüküm vermeyi ve şeriatın değişmez ve kesin hükümlerini değerlendirmeyi insan idrakine bırakmak doğru değildir. İnsan idrakinden; en fazla, hükmün anlamını ve uygulanışını kavraması istenir, hükümdeki yarar ve yararsızlığı araştırması değil. Aslında hükmün Allah'tan gelmesiyle yarar gerçekleşmiştir. Ancak insan aklının araştırma imkanı, hakkında hüküm bulunmayan; fakat hükmü gerektiren konularda doğmaktadır. Bunun yöntemi de daha önce açıklanmıştı. Konuyu Allah'a ve O'nun Rasulüne havale etmek... Hükmü anlamaya çalışmanın, üzerinde durmanın yanında içtihadın gerçek sahası burasıdır. Yoksa ayetin anlamında bir hikmet varmıdır yok mudur diye araştırmak insan aklına verilen bir yetki değildir. İnsan aklının esas sahası evrensel kanunları öğrenip maddî alemde yeni harikalar bulmaktadır. Bu da yeterince geniş bir alandır. Kendisi için uygun olan bir sahada yüce Allah'ın ona bahşettiği onur oranında insan idrakine saygılı olmamız gerekir, yoksa çöllerde kılavuzsuz kalakalırız. Ya da yolun bilinmezliklerinden habersiz bir şekilde yol alan kılavuzun elinde kalırız. Bu da kılavuzsuz yol almaktan çok daha tehlikelidir kuşkusuz.' | |
19 Eylül 2008, 18:33 | Mesaj No:17 |
Cvp: Fizilalil Kuran Nisa Suresi Tefsiri BİR BAŞKA GRUP Surenin akışı başka bir grubun durumunu tasvir etmekle sürüyor. Yahut müslüman kitlede yer alan bir grubun başka bir tutumunu vasf etmektedir: 83- Onlar güvene ya da korkuya ilişkin bir haber alınca onu hemen yayarlar. Oysa eğer o haberi peygambere ya da başlarındaki kendi yetkililerine götürseler, aralarındaki yorum yapmaya yetenekli olanlar onun mahiyetini anlarlardı. Eğer Allah'ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, küçük bir äzınlık dışında hepiniz şeytana uyardınız. Bu ayetin çizdiği tablo, İslâm cephesinde yer alan, ruhları henüz düzene alışmamış, cephede kargaşa bulunduğuna ilişkin dedikodu çıkarmanın, bunun doğuracağı sonuçları ve bunun bir felaket olacağını kavrayamayan bir grubun tablosudur. Bunlar henüz olayları yorumlama seviyesine ulaşamamışlar ve durumun ciddiyetini de kavrayamamışlardır. Bunlar, dilden dökülen, ağızdan çıkan bir kelimenin gerek kişi için gerekse mensubu bulunduğu toplum için akla gelmeyecek ve hiçbir şekilde telâfisi mümkün olmayacak sonuçlar doğurabileceğini bilmiyorlar. Ya da -belki de İslâm cephesinde gerçek anlamda ve eksiksiz bir desteğin nasıl olacağını bilmiyorlar. Böylece her dedikoduya ilgi duymak, duyulanı orada burada anlatmak, dilden dile aktarıp yaymak gibi şeyleri rahatlıkla yaparlar. Bu dedi-kodunun güven veya korkuyla ilgili olması fark etmez. Çünkü her ikisinin dedikodusu da mahvedici tehlikelere nedendir. Örneğin hazırlığını yapmış uyanık ve düşmanın her hareketini izleyen bir cephede güvenle ilgili bir söylenti çıkarmak... Böyle bir kampta güvenle ilgili bir söylenti çıkarmak -uyanık olunması konusunda ne kadar emir verilirse verilsin bir tür gevşekliğe neden olur. Çünkü tehlike var endişesinden kaynaklanan uyanıklık, sırf verilen emirlerden kaynaklanan uyanıklıktan farklıdır. Böyle bir gevşeklik ölüm getirir. Gücüne güvenen ve bu güvenden dolayı da ayakları sabit olan bir kampta korku söylentisini çıkarmak da öyle. Korku söylentisi burada kargaşa, bozguna ve korkudan sakınma endişesinden doğan gereksiz hareketlere neden olur. Kuşkusuz bu da felakettir. Hangisi olursa olsun; henüz düzenini veya önderlik makamına bağlılığını ya da her ikisini birden tamamlamamış kampın özellikleridir bunlar. Bu çizginin ve her iki özelliğin, iman, idrak ve bağlılık bakımından farklı düzeylerde grupları kapsayan o günkü müslüman kitlede yer aldığı belli olmaktadır. İşte Kur'an'ın ilahi eğitim metoduyla tedavi ettiği bu kargaşadır. Kur'an, müslüman kitleye doğru yolu göstermektedir. "Oysa eğer o haberi peygambere ya da başlarındaki kendi yetkililerine götürselerdi, aralarındaki yorum yapmaya yetenekli olanlar onun mahiyetini anlarlardı." Yani şayet onlar güven veya korkuya ilişkin kendilerine ulaşan haberleri, beraberindeyse Resulullah'a emirlerine götürmüş olsalardı; bu gerçeği yorumlamaya, çelişen haberler ve yoğun kuşkular arasında sonuç çıkarmaya yetenekli olanlar haberin gerçeğini öğrenirlerdi. Mü'min bir yetkilinin -iman şartı ve bağıyla- kumanda ettiği müslüman orduya mensup iyi bir askerin görevi; bir haber işittiğinde koşup onu Peygamberine veya yetkilisine haber vermesidir. Arkadaşlarına veya bu haberi ilgilendirmeyen kişilere söyleyip yayması değil. Çünkü gerçeği yorumlamaya yetkili olduğu kadar -kesinleştikten sonra- haberin yayılıp yayılmamasının yararlı olup olmadığını değerlendirmeye mümin komuta merkezi yetkilidir. İşte böyle eğitiyordu Kur'an... Mü'min yetkililere inanıp bağlanmayı böyle oturtuyordu. Bir tek ayette, hatta ayetin bir bölümünde ordu düzenini bu şekilde öğretiyordu. Ayet-i kerime, güven ya da korkuya ilişkin bir haber duyan ve bu haberi kesinleşmeden, araştırmadan ve komuta merkezine bildirmeden etrafına söyleyip yayan bir askerin tuhaf bir tablosunu çizmekle başlıyor ve devamında belirttiğimiz eğitimi gerçekleştiriyor. Ayetin sonu ise, bu konuda kalpleri yüce Allah'a bağlamakta, O'nun lütfunu hatırlatıp bu lütfa karşı şükretmeye yöneltmektedir. Bu kalpleri, pusuda bekleyen ve Allah'ın lütfu ve rahmeti olmadıkça kalpleri bozan şeytana uymaktan sakındırmaktadır. " ..Eğer Allah'ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, küçük bir azınlık dışında hepiniz şeytana uyardınız." Bütün bu yükü taşıyan, sorunu tüm yönleriyle ele alan, vicdan ve gönüllere yerleştiren, aynı zamanda direktif ve talimatını veren bir tek ayettir. Çünkü Allah katından gelmiştir o. " . Eğer o Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, içinde mutlaka birçok çelişkiler bulurlardı." ALLAH YOLUNDA SAVAŞIN Ayetlerin akışı, ve hayattaki konumuna etki eden saftaki kusurları düzelttikten sonra -bu düzeltme konunun başından beri sürmektedir- şimdi de konuda sözü edilen savaşa teşvik konusunda zirveye ulaşıyor. Bu zirve, şahsi sorumluluktur. Kişi, ağırdan almak ve desteklememek şeklinde bu sorumluluktan geri kalamaz. Ne saftaki kargaşa ne de yolun engelleri geride kalmasına neden olamaz. Tek başına da olsa savaşması için hitap Rasulullah'a yöneltilmektedir. Çünkü o cihatta kişisel sorumluluğundan başka bir şeyle yükümlü değildir. Bu arada müminleri savaşa teşvik etmesi de emredilmektedir. Böylece gönüllere güven ve zafer ümidi estirilmektedir. Çünkü savaşı yönlendiren yüce Allah'tır. Şüphesiz ki Allah'ın azabı ve darbesi çok şiddetlidir: 84- Allah yolunda savaş. Sen sadece kendinden sorumlusun Müminleri de savaşmaya teşvik et de ola ki Allah kafirlerin ağır baskılarını geri püskürtür. Hiç kuşkusuz Allah'ın kahrı, öldürücü darbesi pek şiddetlidir. Bu ayetten, -öncekiyle bağlantılı olarak- o günkü müslüman kitlenin bir çok belirtilerini gördüğümüz gibi her zaman için insan ruhunun bazı karakteristik özelliklerini de görüyoruz: a- Müslüman safta baş gösteren kargaşanın boyutlarını, ağırdan almanın, engel olmanın ve alıkoymanın derin izlerini görüyoruz. Öyleki, Resulullah'ı tek başına da olsa Allah yolunda savaşmakla yükümlü tutmak ve sadece kendisinden sorumlu olduğunu belirtmek böylece müminleri teşvik etmesini istemeyi gerektirecek derecede ve teşvikte neden olacak bir düzeye ulaşmıştı bu davranışlar. Buna göre, onların uyması ve uymaması Resulullah'ı cihad görevinden alıkoymamalıdır. Her ne kadar topluca çağrısına uymamaları söz konusu olmasa bile, meseleyi bu şekilde ortaya koymak, bu yükümlülüğü bu şekilde coşturmanın zorunluluğunu göstermektir. Bunun ötesinde -tabiatıyla- ayet-i kerime İslâm düşüncesinin temel ve değişmez bir gerçeğini, her ferdin tek başına hesap vereceği gerçeğini de içermektedir. b- Aynı şekilde, o gün müşriklerle savaşmaktan duyulan korku ve çekilen zorlukların boyutlarını da görüyoruz. Öyle ki yüce Allah, en sonunda müminlerin ümidini; kendisinin savaşı üstleneceğine, kafirlerin baskısını önleyeceğine, müslümanların sadece kafirleri müslümanlara baskı yapmaktan alıkoymak konusunda O'nun kudretinin örtü olacağına bağlamaktadır. Bu arada yüce Allah, kendi azabının daha şiddetli ve darbesinin daha öldürücü olduğunu vurgulayarak gücünü göstermektedir. Kuşkusuz bu sözler, o günkü kafirlerin son derece etkin baskılarını ve müslüman safta saldıkları korkuyu göstermektedir. Bu durum Uhut ve Hendek savaşları arasındaki dönemde söz konusu olması muhtemeldir. Çünkü bu dönem Medine'deki müslüman kitlenin, münafıklar, yahudilerin tuzakları ve müşriklerin baskısı altında geçirdiği en zor dönemdi. Müslümanlar arasında İslâm düşüncesinin yeterince olgunlaşmadığı, netleşmediği ve uyuma kavuşmadığı bir dönemdir. c- Ayrıca, kendisine zor gelen bir yükümlülük altına sokulan insan ruhunun Allah'a, O'na güvenmeye, O'ndan yardım dilemeye, O'nun güç ve kuvvetine dayanmaya olan güçlü ilgisini de göstermektedir. Çünkü tehlike doruğa çıkınca bunun dışındaki, tüm takviye yöntemleri işe yaramaz olur. Bunların tümü İlâhi metodun başvurduğu gerçeklerdir. Çünkü bu ruhları yaratan Allah'tır. Nasıl eğitileceklerini, nasıl güçlendirileceklerini, nasıl coşturulacaklarını ve ne reaksiyon göstereceklerini en iyi bilen O'dur. CİHAD ETME YÜKÜMLÜLÜĞÜ Peygamber'in müminleri, konunun sonunda sözü edilen savaşa teşvik etmesi ve dersin başında da Uhud'a çıkmayı ağırdan alan ve başkalarını da alıkoyanların hatırlatılması münasebetiyle aracılık konusunda direktif, öğüt ve yardımlaşmayı kapsayan genel bir kural yerleştirilmektedir. 85- Kim iyi bir işe aracı olursa kendisinin de o iyilikte bir payı olur. Kim bir kötülüğe aracı olursa onun da kötülükte bir sorumluluk payı olur. Allah herşeyin karşılığını verir. " Allah yolunda savaşmak için insanları cesaretlendiren, teşvik edip yardımlaşan kişinin davanın ecir ve etkilerinde bir payı vardır. Ağırdan alıp başkalarını da alıkoyanlarsa bundan ve sonuçlarından sorumludurlar. Metinde geçen "kifl" (günah) kelimesi, bunu yapanların bu davranışlarının sonuçlarından sorumlu olduklarını ilham ettirmektedir. İyi olsun kötü olsun her aracılık için geneldir bu ilke. Ayrıntılı bir olay üzerine genel bir kural yerleştiren, aynı şekilde bireysel bir olguyu genel ilkeye bağlayan Kur'an'ın metodu uyarınca bu genel ilke de özel koşullar nedeniyle hatırlatılmış oluyor. Bütün işleri... Herşeyin rızkını veren ya da herşeye gücünü bahşeden Allah'a bağlamak.. Evet bu, ayetin sonunda yer alan "makît" kelimesini açıklamaktadır. "Allah herşeyin karşılığını verir." Ardından, ayetlerin akışı, aracılığı anlattıktan sonra, selam verildiğinde onu daha iyisiyle veya benzeriyle karşılama konusuna dönmektedir. Selâm; gerekli kurallarına uyulduğu sürece toplumun hayat çarklarının rahatlıkla dönmesini sağlayan ilişkilerden birisidir. Toplumsal atmosferde, selam ile daha önce açıklanan aracılık arasında yakın bir ilişki vardır: 86- Size bir selam verildiğinde ona daha güzeli ile ya da aynısı ile karşılık veriniz. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi hesaba katar. İslâm, müslüman toplumun belirginleştiği özel bir selam getirmiştir. Böylece toplumun taşıdığı tüm çizgileri hatta günlük basit çizgiler bile farklı ve belirgin olmuştur. Öyle ki bu çizgiler, başka toplumların karakteristik çizgileri ve işaretleri arasında silinip yok olmaz. İslâm selâmı; "Es selâmualeyküm" veya "Esselâmu aleyküm ve rahmetullah" ya da "Esselamü aleyküm ve rahmetullahi ve berakatuhu" şeklinde belirlemiştir. bunlara karşılık verme; daha güzel bir şekilde ve kelimeleri arttırmak şeklinde olacaktır. -Ancak üçüncüsü hariç çünkü arttırılacak bir şey kalmamıştır- Buna göre birincinin karşılığı: "Ve aleyküm selam ve rahmetullah" ikincisinin ise, "Ve aleyküm selam ve rahmetullahi ve berakâtuhu" üçüncüsünün ise "Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berakâtühü"dur. Bu yüzden benzeriyle karşılık vermek yeterlidir. Evet bu husus Resulullah'tan bu şekilde rivayet edilmiştir. Şu selam ayetinde gizli hikmetlerin önünde biraz duralım: Öncelikle selâm, İslâm'ın kendine özgü kanunları ve düzeni olduğu gibi özel işaret ve gelenekleri de olması için müslüman topluma kazandırmak istediği farklı bir özelliktir. Nitekim kıble değişikliğinden söz ederken bu özellikten müslüman toplumun akidesiyle olduğu kadar kıblesinin belirginleşmesi hususunda söz etmiştik. Bu konu Fi zılal'de Bakara suresinde ele alınmıştı.' İkinci olarak selâm; müslüman kitleyi oluşturan fertler arasındaki sevgi ve yakınlık bağlarını güçlendirmeye yönelik sürekli bir çabadır. Kuşkusuz selamı yaygınlaştırmak ve selâma daha güzeliyle karşılık verme, bu bağların oluşması ve güçlenmesi için en iyi araçlardır. Nitekim Resulullah'a "hangi iş hayırlıdır?" diye sorulmuş, O da "Yemek yedirmen ve tanıdığın, tanımadığın kimselere selâm vermendir"' buyurmuştur." (Buhari) Bu, öncelikle müslüman toplum arasında selamı yaygınlaştırmaya ilişkindir. Ve bu sünnettir. Verilen selâma karşılık vermek ise bu ayete göre farzdır. Kalplerin temizlenmesi, tanışmayanların tanışması ve birbirlerine bağlı bulunanların arasındaki bağın güçlendirilmesi konusunda bu geleneğin pratik etkileri göz önünde bulundurulduğunda bu işe verilen önemin değeri de anlaşılır. Bu, böylesi geleneklerin toplumda bıraktığı etkileri göz önünde bulundurup olağanüstü sonuçlarını inceleyenler tarafından rahatlıkla algılanabilecek bir gerçektir. Üçüncü olarak selâm, öncesinde sonrasında yer alan savaş ayetlerinin arasında rahatlatıcı bir esintidir. Belki de bununla da İslam'ın esas temeline yani barışa işaret etmek istenmiştir. Çünkü İslâm barış dinidir. Ve o, geniş ve kapsamlı anlamıyla yeryüzüne, insan fıtratının Allah'ın metodu üzere istikamet bulmasından kaynaklanan barışı yerleştirmekten başka bir şey için savaşmaz. TEVHİD İNANCI Bu ders, İslâm düşüncesinin başlıca temelini belirtmekle başlıyor; Tevhid ve yüce Allah'ın uluhiyette birlenmesi... Münafıklara karşı davranışlarında iki gruba ve görüşe bölünen müslüman safın bu tavrı sergilendikten sonra, müslüman toplumun değişik kamplarla nasıl bir davranış içinde olacağına ilişkin çeşitli hükümler bu temelin üzerine bina edilmektedir. -Buradan, Medine'de oturanların dışında münafıklardan özel bir topluluğun varlığı anlaşılmaktadır. Böylece, bu hükümler, -ve bu sergileme- bir bütün olarak İslâm düzeninin dayandığı temel kurallarına dayandırılmaktadır. Rabbanî metod bir hüküm veya direktif belirlediğinde bu temel hep hatırlatılır. Farklı kamplara karşı sergilenecek davranış biçimlerine ilişkin bu hükümler, -insanlık tarihinde ilk defa- İslâm'ın uluslararası ilişkilerin düzenlenmesi ve bu ilişkiler için, kılıç zoru, kuvvet mantığı ve geçici kanundan başka temeller edinilmesi konusunda yerleştirdiği temel kuralların bir yönünü oluşturmaktadır. Avrupa, uluslararası kanunu ve onun uzantısı sayılan Uluslararası tüm düzenlemeleriyle bu konuya ancak Miladî on yedinci yüzyılda (Hicri onbirinci yüzyıl) el atabilmiştir. Ancak, bütünüyle bu kanun kağıt üzerinde kalmaktan öteye gitmemiştir. Bu düzenlemeler de tamamiyle, arkasında Uluslararası ihtirasın gizlendiği araç ve soğuk savaş için birer basamak olmuşlardır. Bunlar hakkın ve adaletin gerçekleşmesinden ziyade denk kuvvetlere sahip devletlerin çekişmeleri sonucu ortaya çıkmışlardır. Ancak ne zaman bu denge bozulmuşsa Uluslararası kanunların bir değeri ve Uluslararası düzenlemelerin kayda değer bir işlevi söz konusu olmamıştır. İnsanlar için gönderilen Rabbanî sistem olan İslâm'a gelince, Uluslararası ilişkilerin esaslarını Miladi yedinci yüzyılda (hicri birinci yıl) belirlemiştir. Bunları, zıt güçlerin zorlaması söz konusu olmaksızın kendiliğinden belirlemiştir. Bunları, kendisi uygulamak ve müslüman toplumun diğer topluluklarla gireceği ilişkilere dayandırmak için ortaya koymuştur. Böylece -cahiliye mensubu- diğer paktlar kendisiyle bu ilkeler uyarınca ilişkide bulunmasalar da İslâm insanlık için adalet sancağını yükseltmeyi ve onlara yolun işaretlerini belirlemeyi istemiştir. Kuşkusuz, ilk defa bu ilkeleri İslâm belirliyordu. Uluslararası ilişkilere ilişkin bu kurallar, konuları ve münasebetleri bakımından Kur'an sureleri arasında dağılmış durumdadırlar. Ancak bunlar Uluslararası ilişkiler için eksiksiz bir kanun oluştururlar. Böylece İslâm cephesi ile; savaşanı, barışanı, anlaşanı, tarafsızı ve savaşanın, veya barışanın ya da tarafsızın müttefikiyle tüm diğer kamplar arasında baş gösterecek her durumu kapsamaktadırlar. Burada bu ilke ve hükümleri sunacak değiliz. (Bu, Uluslararası hukuk uzmanı birinin üstleneceği bağımsız bir araştırma konusudur.) Ancak biz, bunlardan şu derste geçen ayetlerde yer alanlarını sunacağız. Bunlar da aşağıdaki gruplarla kurulacak ilişkilerle ilgilidirler. 1- Medine'de oturmayan münafıklar. 2- Müslümanların anlaşma halinde olduğu bir kavimle ilişkide bulunanlar. 3- Dinlerini bırakmamakla beraber ne müslümanlarla, ne de kavimleriyle savaşmaktan hoşlanmayan tarafsızlar. 4- Akideyle oynayanlar. Medine`ye gelirken müslümanlıklarını, Mekke'ye girerken de küfürlerini açıklayanlar. 5- Müslümanlar arasında meydana gelen yanlışlıkla adam öldürme veya ülkeleri ve ulusları ayrı kişilerin bilerek adam öldürmeleri durumları. Uluslararası boyutta kurulacak ilişkilere ilişkin ilkelerin bir yönünü oluşturan bu gibi durumlar hakkında kesin ve açık hükümler bulacağız. Diğer yönü ise, değişik ilişkileri ele alan geri kalan hükümler de anlatılmaktadır. Kur'anî akışın başladığı İslâm'ın ve çeşitli yönleriyle İslâm düzeninin dayandığı en başta gelen kuralla başlıyoruz biz de. 87- Kendisinden başka İlah olmayan Allah, sizleri geleceği kuşkusuz olan Kıyamet günü kesinlikle bir araya getirecektir. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir? İster ruhların eğitiminde, ister toplumun oluşturulmasında, ister bu toplumun kanun ve düzeninin belirlenmesinde, ister bu kanunlar müslüman kitlenin iç düzeni ya da bu kitlenin diğer toplumlarla ilişkilerinde uyduğu uluslararası düzeniyle ilgili olsun, Rabbani sistem her zaman adımlarına Allah'ın birliği ve uluhiyette teklik ile başlamaktadır. Bu yüzden iç ve dış ilişkilerin temel kurallarının bir bölümünü içeren şu ayetler demetinin de bu şekilde başladığını görüyoruz. Aynı şekilde, ahirete inanmak ve orada onları dünyada bahşettiği amel ve deneme fırsatları konusunda hesaba çekmek için bir olan Allah'ın insanları toplayacağına inanmak hususunda bu metod adımlarına ruhları eğitmek ve onlara, kanun ve direktifler ile hayattaki tüm hareketleri karşısında içlerinde duyarlılık yerleştirmekle başlıyor. Buna göre dünyadaki büyük-küçük her şeyden hesap verilecektir. İşte bu, kanun ve düzenin uygulanabilmesi için en sağlam güvencedir. Çünkü bu, ruhun derinliklerinde gizli bir bekçidir, gözetmeciler uyusa ve idareciler gafil olsa da o hep uyanıktır. Bu Allah'ın sözüdür, bu da onun vaadi: "Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?" Bu sistemin eğitim yöntemine işaret ettiği kadar müslüman kitlenin hayatındaki pratik itikadî düşünceye de işaret eden kalplere yönelik bu ifadeden sonra... Evet, bu dokunuştan sonra ayetlerin akışı, münafıkların takındığı cıvıklığı, müslüman kitlenin onlara karşı kararlı olması gereken yerde kararlı olmayışı ve müslümanların -daha sonra açıklayacağımız gibi Medine dışındaki bir gurup münafık konusunda ikiye bölünmelerinin ne denli kötü bir durum olduğunu belirtmekle başlıyor. Nitekim bu ifade, o gün müslümanlar arasında bazı uyumsuzlukların söz konusu olduğunu gösterdiği gibi İslâm'ın, işlerin açıklığı ve kesinliğinin zorunlu olduğunu göstermektedir, 88- Niye münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz? Oysa Allah, onları iki yüzlü tutumlarından dolayı aşağılığa mahkum etmiştir. Allah'ın saptırdığını, siz doğru yola mı iletmek istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığına sen çıkış yolu bulamazsın. 89- Onlar kendileri gibi sizin de kâfir olmanızı arzu ederler. Bu yüzden Allah yolunda hicret etmedikleri sürece onlardan hiçbirini dost edinmeyiniz. Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayınız, bulduğunuz yerde öldürünüz, hiç birini dost veya müttefik. edinmeyiniz. " Bu münafıklar hakkında çeşitli rivayetler yapılmıştır ancak en önemlileri iki tanesidir: İmam Ahmet şöyle der: Bize Behz anlattı, O'na da Şu'be, Adiy b. Sabit'in şöyle dediğini anlatmıştır: Bana Abdullah b. Yezit, Zeyd bin Sabit'ten anlattı: Resulullah Uhud'a çıktığında onunla çıkan bazı insanlar geri döndüler. Resulullah'ın arkadaşları bunlar hakkında ikiye ayrıldılar. Bir grup "Şunları öldürelim" diğer grup "Hayır onlar mümindir" diyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Niye münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz.." Resulullah (salât ve salâm üzerine olsun); "Demirci körüğü demirin kirini nasıl gideriyorsa o da pislikleri giderir, buyurdu." Buhari, Müslim Şu'be'den rivayet ettiler.) Avfi ibni Abbas'tan şöyle rivayet eder: Bu ayet, müslüman olduklarını söyleyen ancak müşriklere yardımcı olan bir kavim hakkında indi. Mekke'den bazı ihtiyaçlarını temin etmek için dışarı çıkmışlardı. "Şayet Muhammed'in arkadaşlarıyla karşılaşırsak onlardan bize bir zarar gelmez" diyorlardı. Müminler bunların Mekke'den çıktıklarını haber alınca, bir grup "Korkakları öldürmek için atlara binin; çünkü onlar, düşmanlarınıza yardım ediyorlar." Diğer bir grup da "Subhanallah! -veya bunun gibi bir şey söylediler- Hicret edip yurtlarını terk etmediler diye sizin söylediklerinizi söyleyen bir kavmi öldürecek misiniz? Kanlarını ve mallarını helal mı sayacağız?" diyordu. Bu şekilde iki gruba ayrılmışlardı. Bu arada Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) yanlarındaydı; Ancak iki gruptan herhangi birine müdahalede bulunmuyordu. Bunun üzerine "Niye münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz?" ayeti indi. (İbn-i Ebu Hatem rivayet etmiştir. Ancak Ebu Seleme b. Abdurrahman İkrime, Mücahit-Dahhak ve diğerlerinden de benzeri rivayetlerde yapılmıştır.) İsnad zinciri ve tarihi bakımından birinci rivayet daha güvenilir olmakla beraber tarihsel olguya dayanarak ikinci rivayetin içeriğini tercilı ediyoruz. Çünkü Medine münafıklarıyla savaşmaya ilişkin herhangi bir em,ir söz konusu olmamıştır. Hz. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) ne onlarla savaşmış ne de onlardan öldürmüştür. Aksine onlarla ilişkide değişik bir yöntem uygulanmıştır. Bu yöntem; görmezlikten gelme, toplumun kendiliğinden onları dışlaması ve onları aldatan ve umutlandıran yahudilerin önce Medine'den sonra da bütün Arap yarımadasından çıkarılmasıyla çevrelerindeki dayanakların kesilmesiydi. Ancak burada onların esir edilmesine ve görüldükleri yerde öldürülmelerine ilişkin kesin bir emir görmekteyiz. Bu da gösteriyor ki bunlar, Medine'deki münafıklardan ayrı bir gruptur. Bazıları, onların esir edilmelerine ve öldürülmelerine ilişkin emir, yüce Allah'ın "... Allah yolunda hicret etmedikleri sürece onlardan hiçbirini dost edinmeyiniz. Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayınız, bulduğunuz yerde öldürünüz" emriyle kayıtlanmıştır, derler. Bu âyet-i kerimede içinde bulundukları bir durumdan vazgeçmeleri için bir tehdit yer almaktadır. Oysa Medine'deki münafıklar geri dönmüş olmalarına rağmen Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onlar hakkında bu emri uygulamamıştır. Ancak "hicret edene kadar..." kelimesi, bu grubun Medine'li olmadığını aksine Medine'ye hicret etmeleri istendiğini kesinlikle göstermektedir. Kuşkusuz bu, Mekke fethinden önceydi. Bilindiği gibi -Mekke fethinden önce hicret; küfür diyarından (ülkesinden) İslam diyarına (ülkesine) göç etmek, müslüman kitleye katılmak ve onun hayat düzenine boyun eğmek olarak algılanıyordu. Bunun aksi bir davranış kafirlik ya da münafıklık olarak tanımlanıyordu. Nitekim surenin akışında yer alan gelecek derste hiçbir mazeret yokken (oralı olsalar bile yani esas vatanları olsa dahi) kendilerine göre "Daru'l-küfür" ve "Daru'l-Harp" olan Mekke'de kalan zayıf müslümanların konumuna yönelik şiddetli kınamaların yer aldığını göreceğiz. Bütün bunlar i!<inci rivayetin tercihini desteklemektedirler. Buna göre bu münafıklar Mekke'de -ya da çevresinde- yer alan bir gruptu. Ağızlarıyla İslâm olduklarını söylüyorlardı. Ancak davranışlarıyla da müslümanların düşmanlarına yardımda bulunuyorlardı. Ayetlerde, münafıklar konusunda iki gruba bölünen mü'minlerin bu davranışlarının ve bu tutumlarının hoşnutsuzluk ve şaşkınlıkla karşılandığını görmekteyiz. Ayrıca durumu bütün gerçekliğiyle düşünmeleri konusundaki direktif ve münafıklarla ilişkilerinde şiddetli ve kesin bir ifade de yer almaktadır. Bütün bunlar o zamanlar -ve benzeri her durumda- müslüman safta cıvıklık tehlikesinin olduğunu göstermektedir. Evet, "nifak ve münafıklara bakışta" bir cıvıklık vardı, çünkü bu dinin hakikatını algılamada da cıvıklık söz konusuydu. Müslümanlardan bir grubun "Subhanallah! -veya bunun gibi bir şey- Hicret edip yurtlarını terk etmediler diye sizin söylediklerinizi söyleyen bir kavmi öldürecek misiniz? Kanlarını ve mallarını helal mı sayacağız?" demeleri ve durumun bütün belirtilerine ve münafıkların "Şayet Muhammed'in arkadaşlarıyla karşılaşırsak onlardan bize bir zarar gelmez" sözlerine rağmen olayı "Müslümanların söylediklerini söylemek" olarak algılamaları, öte yandan müminlerden diğer bir grubun olaya başka açıdan bakması "Düşmanlarınıza yardım ediyorlar" diyerek bu şekilde düşünmeleri imanın hakikatı konusunda büyük kavram kargaşalığının göstergesidir. Oysa böylesi koşullarda tam bir açıklık ve kesin bir netlik gerekmektedir. Çünkü açıkça müslümanların düşmanı olanlara yardım etmek gibi pratik bir davranışın yanında dille söylenen bir söz, münafıklıktan başka bir şey değildir. Burada hoşgörüye ve görmezlikten gelmeye yer yoktur. Çünkü bu, bizzat düşüncede cıvıklığın olduğunu göstermektedir. İşte Kur'an ayetinin hayret ve nefretle karşıladığı ve iyice açıklamaya özen gösterdiği tehlike budur. Medine'deki münafıkları görmezlikten gelme konusunda böyle bir durum söz konusu olmamıştı. Çünkü düşünce açıktı; onlar münafıktır. Ancak onlarla ilişkilerde özel bir strateji belirlenmişti. Dış görünüşlerine göre değerlendirmek ve bir süre görmezlikten gelmek. Bu ise; Müslümanlardan bir grubun münafıklarla savaşmasından farklı bir şeydir. Çünkü onlar, müslümanların söylediği sözlerin aynısını söylemelerine ve dilleriyle "Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed Allah'ın Resûlüdür" şehadetinde bulunmalarına rağmen müslümanların düşmanlarına yardım ediyorlardı. Ayetin başında yer alan şiddetli (hoş karşılamama) nedeni, bir grup müslümanın anlayışındaki bu cıvıklık ve münafıklar konusunda müslüman safta baş gösteren bir ayrılıktır. Ardından şu münafıkların konumlarının gerçeğine yönelik ilahî açıklama yer almaktadır. "Oysa Allah, onları iki yüzlü tutumlarından dolayı aşağılığa mahkum etmiştir." Kötü niyetlerinden ve kötü davranışlarından dolayı yüce Allah, onların içinde bulundukları durumlarını bu şekilde belirlemişken münafıklar konusunda niye iki gruba ayrıldınız? Bu, onların durumlarını açık bir şekilde ortaya koyan yüce Allah'ın şahitliğidir. Onlar içlerinde gizledikleri ve işledikleri kötülükler yüzünden kaçınılmaz olarak bu kötü duruma düştüler. Ardından başka bir kınama yer almaktadır. "...Allah'ın saptırdığını, siz doğru yola mı iletmek istiyorsunuz" Bu söz, münafıklara hidayete ermeleri için fırsat verilmesini îma ettiren ve düşmanlığı bir kenara bırakan hoşgörülü grubun sözleri hakkında olabilir. Böylece yüce Allah, kötü davranışları ve çirkin tutumlarıyla bu durumu hakkeden bir kavim hakkındaki bu düşünceyi reddetmiş oluyor: "Allah'ın saptırdığına sen çıkış yolu bulamazsın." Kuşkusuz Allah sapıkları saptırır. Yani bizzat sapıklığa yöneldikleri, bu uğurda çaba sarf ettikleri ve bunu amaçladıkları sürece sapıklık içinde kalmalarını sağlar. Bu durumda ondan uzaklaştıkları, başka bir yol tuttukları, yardım ve hidayeti bir kenara bıraktıkları ve yolun işaretlerini inkâr ettikleri için hidayet yolu yüzlerine kapanmıştır. Ayetin akışı münafıkların konumunu daha bir belirginleştirme konusunda bir başka adım atıyor. Buna göre onlar; kendi sapıklıklarıyla kalmıyorlar, çaba ve niyetleriyle yüce Allah'ın kendilerini sapıklıkta bırakmasını hakketmekle kalmayıp bir de müminleri saptırmayı arzuluyorlar. "Onlar kendileri gibi sizin de kâfir olmanızı arzu ederler." Müslümanların söylediklerini söylemelerine ve müslümanların düşmanlarına yardımda bulunmak gibi bir davranışın yalanladığı şehadet cümlesini tekrarlamalarına rağmen onlar kâfirdirler. Üstelik onlar bu noktada durmak istemezler. Çünkü kafir, yeryüzünde imanın ve müminin varlığından hoşlanmaz. Müslümanları küfre döndürmek, herkesi aynı duruma getirmek için hareket lazımdır, çalışma lazımdır. Çaba sarf edip tuzaklar kurmak zorunludur. İşte bu, adı geçen münafıkların konumlarının hakikatına ilişkin ilk açıklamadır. Bu açıklama, iman düşüncesinden cıvıklığı giderip onu birbiriyle uyuşan söz ve hareketin meydana getirdiği apaçık bir temele dayandırmaktadır. Yoksa, çevresinde yalan ve münafıklığa tanıklık eden bunca kanıt varken dille söylenen kelimelerin hiçbir değeri yoktur. KÜFÜR EHLİ Kur'an-ı Kerim; "... Onlar kendileri gibi sizin de kâfir olmanızı isterler" buyurmaktadır. Müminlerin duygularına güçlü olduğu kadar ürpertici bir üslupla temas etmektedir. Küfürden sonra imanın lezzetini yeni yeni tatmışlardı. Cahiliyedeki duygular, konumları ve toplumsal hayatlarıyla İslâm'daki durumları arasındaki değişimi ruhlarında görüyorlardı. Duyguları ve pratik hayatlarındaki bu açık ve bariz fark; kendilerini bu iğrenç ve İslâm'ın bir bir çekip çıkardığı cahiliye bataklığına döndürmek isteyenlere karşı düşmanlık beslemeleri için yeterliydi. Çünkü İslâm onları bu bataklıktan kurtarmış, yüksek zirvelere doğru yükseltmiştir. Bu yüzden Kur'an metodu bu gerçeğe dayanmaktadır. Münafıklardan kaynaklanan kendilerine yönelik bu iğrenç ve korkunç tehlike karşısında müminlerin, uyanık olmaları ve dirençli olmaları gereken bir anda bu gerçekle yüzyüze getirmektedir: " . Bu yüzden Allah yolunda hicret etmedikleri sürece onlardan hiçbirini dost edinmeyiniz. Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayınız, bulduğunuz yerde öldürünüz, hiçbirini dost ve müttefik edinmeyiniz." Ayetin müslümanların onlardan dostlar edinmelerini yasaklamasından anlıyoruz ki, Medine'deki müslümanların ruhlarında ailesel ve kabilesel ilişki ve bağlar sürmektedir. -Bu ilişkilerde ekonomik çıkarlar da göz önünde bulundurulmuş olabilir- İşte, Kur'an'ın eğitim metodu bu kalıntıları gidermekte, müslüman ümmet için ilişkilerini dayandıracağı yeni kurallar belirlediği gibi düşüncesinin temel kurallarını da yerleştirmektedir. Kur'an onların, ümmet oluşunu aşiret ve kabile, kan ve yakınlık ilişkilerine dayanmadığını bildiriyor. Yani bölgede ve aynı şehirde yaşamanın doğurduğu bağlara yahut ticaret ya da ticaret akışı ekonomik çıkarların belirlediği ilgilere dayanamayacağını, aksine ümmetin akideye ve ondan kaynaklanan toplumsal düzene dayanacağını öğretiyordu. Bu yüzden İslâm ülkesinde (dar-ul İslâm) müslümanlarla kendileri dışındaki küfür ülkesinde (dar-ul harp) kalanlar arasında dostluk söz konusu olamaz. O gün için dar-ul harp, ilk muhacirlerin yurdu Mekke'ydi. Dolayısıyla dilleriyle İslâm kelimesini söyleyenler hicret edip müslüman topluma -yani İslâm ümmetine- katılmadıkları sürece onlarla dostluk yoktur. Hicretlerinin Allah uğruna ve Allah yolunda olabilmesi için inançları uğrunda hicret etmelidirler, başka bir gaye için değil. Bu şekilde net ve bu derece kesin... Başka bir kuşkunun, ya da çıkarın veya hedefin karışmasına imkan bırakmayacak kadar açık.. Şayet bunu yayarlarsa, ailesini, yurtlarını ve çıkarlarını dar-ul harp'te -savaş ülkesi- bırakıp, İslâm akidesinden kaynaklanan ve İslâm şeriatına dayanan İslam düzeniyle yaşamak için İslâm ülkesine -dar-ul İslam- hicret ederlerse, evet bunu yapacak olurlarsa İslâm toplumunun bir üyesi ve İslâm ümmetinin bir yurttaşı olurlar. Bunu yapmayıp hicret etmekten kaçınırlarsa, bundan sonra, davranışların yalanladığı sözlerin hiçbir değeri yoktur. "Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayınız, bulduğunuz yerde öldürünüz, hiçbirini dost ve müttefik edinmeyiniz." Kuşkusuz İslâm, kendisine, muhalif inançlara mensup kişilere son derece hoşgörülü davranır ve hiçbir zaman onları kendi akidesini kabul etmeye zorlamaz. Onlar -İslâm düzeni ve devleti himayesinde yaşarken bile- İslâm'a muhalif inançlarını yaşama hakkına sahiptirler, müslümanları kendi taraflarına çekmeye çalışmadıkları ve İslâm'a hakaret etmedikleri sürece... Kur'an-ı Kerim'de, ehl-i kitaptan kaynaklanan bu tür hakaretlerin hoşnutsuzlukla karşılandığına ilişkin hükümler yer almaktadır. Bununla beraber, günümüzde bazı cıvık görüşlerin ileri sürdüğü gibi İslâm, kendi himayesinde yaşayan, kendisine itiraz eden gerçeklerini örten ve hakkı batılla karıştıran kişileri kendisine inanmaya zorlamadığı kuşkusuzdur. İslâm onları inancını kabullenmeye zorlamaz, bununla beraber hayatlarını, mallarını ve kanlarını korumayı üzerine alır. Onlarla müslümanlar arasında bir ayırım gözetmeksizin İslâm yurdunun nimetlerinden yararlandırır. Genel düzenle ilgili sorunların dışında kendi şeriatlarını uygulamalarına müsaade eder. İslâm, inanç konusunda kendisine muhalif oldukları gün gibi aşikâr olanlara karşı bu derece hoş görülüdür. Ancak dilleriyle İslâm kelimesini söyleyen fakat davranışlarıyla bunu yalanlayanlara karşı aynı hoşgörüyü göstermez. Allah'ı birlediklerini, ondan başka ilah olmadığına tanıklık ettiklerini söyleyenler sonra da hakimiyet ve insanlar için kanun koymak gibi ilahlığın en belirgin özelliğini iddia edenlere ve bu iddialarını tanıyanlara hoşgörülü davranmaz. İslam ehl-i kitabı müşrik olarak tanımlamaktadır. Çünkü "Onlar hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu İsa'yı Allah'tan başka Rabbler edindiler." Onlar haham ve papazlarına taptıkları için değil, onların koyduğu helal ve haramlara uyuyorlardı. İslâm, münafıklardan, bir grubun mü'min olarak nitelendirilmesine de hoşgörülü davranmaz. Çünkü onlar "Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) Allah'ın Resulü olduğuna tanıklık etmiş sonra da küfür ülkesinde kalıp müslümanların düşmanlarına yardımcı olmuşlardır. Çünkü buradaki hoşgörü, hoşgörüden çok cıvıklıktır. Evet İslâm, hoşgörü akidesidir; Ancak, cıvık bir inanç değildir. O, ciddi bir düşünce ve ciddi bir düzendir. Ciddiyetse, hoşgörüye değil cıvıklığa karşıdır. İlk müslüman kitleye yönelik Kur'an metodunun bu uyarı ve dokunuşlarında bir açıklık ve bir mesaj vardır. Sonra müslümanların, düşmanlarına yardım eden münafıklardan bu gruba ilişkin bu hükümden -esir alma ve öldürme hükmü- müslüman kitle ile aralarında -ateşkes veya zimmet gibi- bir sözleşme bulunan bir kampa sığınanlar istisna edilmektedir. Böyle bir durumda sığındıkları veya bağlandıkları topluma göre muamele görürler. 90- Yalnız sizinle arasında anlaşma bulunan bir gruba sığınan ya da sizinle ve tuttukları grupla savaşmayı içlerine sindiremeyerek size başvuran Yahudiler bu hükmün dışındadır. Allah dileseydi onları üzerinize saldırtır, onlar size savaş açarlardı. Eğer size sataşmaz, savaş açmaz, barış teklifi getirirlerse Allah onlara karşı herhangi bir eyleme girişmenize izin vermemiştir. Bu hükümden, temel sistemiyle çelişmediği sürece imkan bulduğu her durumda İslâm'ın barışı tercih ettiği açıkça görülmektedir. Ancak tebliğ ve seçme özgürlüğü bulunmalıdır. Müslümanların güvenliğinin sağlanmasıyla birlikte davet hareketini engelleme söz konusu olmamalıdır. Müslümanlar eziyetlere maruz kalmamalıdır. Bizzat İslâm davası, donukluk ve tehlikeyle karşı karşıya bulunmamalıdır. Bu yüzden -zimmet veya ateşkes gibi- sözleşmeli toplumlara sığınan, onlara bağlanan ve aralarında yaşayan kişiler de bu toplumlar statüsüne tabidirler. Onlar gibi muamele görürler. Onlarla yapılan barışın kapsamına girerler. Kuşkusuz bu, şu hükümlerde somutlaşan açık ve belirgin barış ruhudur. Aynı şekilde esir alma ve öldürme hükmünden bir diğer grup da istisna edilmektedir. Bunlar, kavimleriyle müslümanlar arasında meydana gelen savaşta tarafsız kalmayı tercilı eden kişiler, kabileler ya da toplumlardır. Bunlar kavimleriyle birlik olup müslümanlarla savaşmaktan hoşlanmazlar. Aynı şekilde müslümanlarla birleşip kendi kavimleriyle de savaşmayı istemezler. Bu yüzden, şunlara ya da bunlara dokunmaktan dolayı duydukları sıkıntı yüzünden her iki gruptan da ellerini çekerler. "... Sizinle ve tuttukları grupla savaşmayı içlerine sindiremeyerek size başvuran yahudiler bu hükmün dışındadır." Böylece İslâm'ın, müslümanlara ve davalarına saldırmaktan vazgeçenler ile müslümanlarla yahut onlarla savaşanlar arasında tarafsız kalmayı yeğleyenlere karşı savaşmaktan kaçınıp barışı istediği açıkça görülmektedir. Ne müslümanlarla ne de kendi kavimleriyle savaşmaktan hoşlanmayan kişiler Yarımada da, hatta bizzat Kureyş içinde de mevcuttu. Ancak İslâm, onları yanında veya karşısında yer almaları için zorlamadı. Buna rağmen karşısında yer almalarını da istemiyordu. Kendilerini İslâm'a girmekten alıkoyan engeller ortadan kalkınca İslâm'a girmelerini istiyordu. Nitekim öyle de oldu." (Bu hükümler, pratik denemelerden sonra yarımadada iki dinin bir arada yaşayamayacağı anlaşılınca Tevbe suresindeki ayetlerle değiştirilmiştir (nesh edilmiştir).) Yüce Allah savaşmaktan hoşlanmayan tarafsızlar hakkında bu tavrı takınmayı müslümanlara sevdirirken, durumlarında olabilecek ikinci bir tavrı açıklamaktadır. Kuşkusuz -bu şekilde savaşmaktan hoşlanmayan tarafsızlar olacaklarına- yüce Allah onları müslümanlara musallat edip düşmanlarıyla birlikte onlarla savaştırabilirdi. Ancak yüce Allah bu şekilde onları vazgeçirdi. O halde barış en uygunudur. En iyisi onları bulundukları durumda bırakmaktır. "Allah dileseydi onları üzerinize saldırtır, onlar size savaş açarlardı. Eğer size sataşmaz, savaş açmaz, barış teklifi getirirlerse Allah onlara karşı herhangi bir eyleme girişmenize izin vermemiştir." İşte Kur'an'ın hikmetli eğitim metodu, bu grup hakkında böyle bir tavır takınmaktan hoşlanmayan yiğit müslümanların ruhlarını bu şekilde okşamaktadır. Bu tavırdaki yüce Allah'ın lütuf ve planını, müslümanların omuzlarındaki yükü kat kat arttıracak düşmanlık ve eziyetlerin bir kısmını kaldırdığını açıklayarak okşamaktadır. Onlara, sunulan iyiliği almalarını, tepmemelerini ve kendilerinden uzak bir yol tutan kötülükten kaçınmalarını ve onunla karşılaşmamalarını öğretmektedir. Ancak bunların hiçbiri dinlerinde tefrite kaçtıklarını, inançlarında gevşek olduklarını ve basit bir barış uğruna razı olduklarını ifade etmez. Kuşkusuz İslâm, ucuz bir barışı müslümanlara yasaklamaktadır. Çünkü İslâm'ın amacı, ne pahasına olursa olsun savaştan kaçınmak değildir. İslâm, dâvânın ve müslümanların hiçbir hakkını feda etmeyen bir barışı hedeflemektedir. Ferdî ve kişisel hakları değil elbette, yüklendikleri ve bu sayede müslüman ismini aldıkları bu sistemin hakları kastedilmektedir. Bu sistemin, yolunda çağrısının duyurulmasına ve yeryüzünün her köşesinde insanlara ulaşmasına mani olan her engelin kaldırılması onun başta gelen hakkıdır. Yeryüzünün her köşesinde -kendisine bu çağrı ulaşmış- dileyen her kişi hiçbir zarar ve işkenceye uğramaksızın bu dine rahatlıkla girebilmelidir. Ayrıca, ne şekilde olursa olsun ona inananlara zarar vermeyi düşünenleri korkutacak bir gücün bulunması da zorunludur. Bundan sonra barış esastır. Cihad ise kıyamete kadar sürecektir kuşkusuz. Ancak burada bir diğer grup vardır ki, İslâm onlara aynı hoşgörüyü göstermiyor. Bunlar ilk grup gibi zararlı bir münafık grubudur. Ne bir ant(aşmaya uyuyorlar ne de müslümanlarla antlaşma bulunan bir kavme bağlanırlar. O halde İslâm serbesttir. Bunları da önceki münafıklar gibi bir uygulamaya tabi tutar. 91- Bir de hem sizden ve hem de tuttukları gruptan yana güven içinde olmak isteyen başka birtakım kimselere rastlayacaksınız. Bunlar ne zaman fitneye, bozgunculuğa itilseler ona balıklama dalarlar. Eğer bunlar sizden uzak durmaz size barış teklifi getirerek savaştan el çekmezlerse onları yakalayınız ve nerede bulursanız öldürünüz. Onlara karşı size apaçık bir yetki verdik. İbn-i Cerir Mücahit'ten şöyle nakleder: Bu ayet Mekkeli bir topluluk hakkında inmiştir. Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) gelip görünürde müslüman olduklarını söylerlerdi. Sonra da Kureyşlilerin yanına dönüp tekrar putlara taparlardı. Bu şekilde hem burada hem de orada kendilerini güvenceye almak istiyorlardı. Şayet vazgeçip ıslah olmazlarsa öldürülmeleri emredildi. Bunun için yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Eğer bunlar sizden uzak durmaz size barış teklifi getirerek savaştan el çekmezlerse onları yakalayınız ve nerede bulursanız öldürünüz. Onlara karşı size apaçık bir yetki verdik." Böylece hoşgörü ve bağışlamanın yanında İslâm'ın kesinlik ve ciddiyetten oluşan bir diğer yönünü de görmüş oluyoruz. Tabii ki, bunun yeri ayrı diğerinin yeri ayrıdır. Bunu belirleyecek olan durumun özelliği ve realitesidir. İslâm'ın bu ikï özelliğini bu şekilde görmek, müslümanın duygusunda olduğu kadar İslâm düzeninde de bir denge meydana getirmek için bir güvencedir. (Zaten İslâm düzeninin temel ve baslıca özelliği budur). Bazı katı kimseler çıkıp olayı sertlik, yiğitlik, şiddet ve heyecan olarak algılarsalar kuşkusuz bu İslâm değildir. Aynı şekilde, laubali, cılız ve İslâm için cihad etmekten kaçınan bazı kimseler çıkıp sanki İslâm töhmet kafesindeymiş onlar da tehlikeli ithamları bertaraf ediyorlarmış gibi tavır takınırlar. İşi; hoşgörü, barışı görmezlikten gelme, bağışlama ve salı İslâm yurdunu ve müslüman toplumu savunmak olarak algılarlar. Davanın hiçbir engelle karşılaşmadan yeryüzünün her tarafına duyurulma özgürlüğünün ve yeryüzünün herhangi bir köşesinde İslâm inancını kabul etmek isteyen bir kişinin güvenliğinin sağlanması ve İslâm inancını benimseyen -benimsemeyen tüm insanların gölgesinde güvencede olduğu üstün düzenin ve kanunun egemen olması olarak düşünmemeleri de İslâm değildir. Uluslararası ilişkilere ilişkin hükümlerin bir kısmı duyurulup açıklanmış oldu böylece. | |
19 Eylül 2008, 18:35 | Mesaj No:18 |
Cvp: Fizilalil Kuran Nisa Suresi Tefsiri ÖLDÜRME HUSUSU Bunlar, müslümanların diğer kamplarla ilişkilerinde söz konusu olan hükümlerdir. Müslümanların birbirleriyle olan ilişkilerine gelince; ülkeleri farklı da olsa -nitekim her zaman müslümanların farklı ülkelerde yaşaması mümkündür- aralarında öldürme ve savaş söz konusu olamaz. Öldürme; ancak hadd veya kısas cezaları nedeniyle olabilir. Çünkü müslümanla başka bir müslüman arasındaki inanç bağına baskın çıkacak hiçbir neden olamaz. Bu yüzden, aralarında bu kadar sağlam bir bağ varken müslümanın müslümanı öldürmesi düşünülemez. Olsa olsa yanlışlıkla olabilir. Ancak yanlışlıkla adam öldürmek için birtakım kanunlar ve hükümler belirlenmiştir. Bilerek adam öldürmenin telafisi yoktur. Çünkü bu, hesapların ötesindedir. İslâm'ın sınırlarının dışında bir olaydır. 92- Bir müminin diğer bir mümini öldürmesi düşünülemez. Bu ancak yanlışlıkla olabilir. Kim yanlışlıkla bir mümini öldürürse mümin bir köle azad etmesi ve ölünün ailesine diyet ödemesi gerekir. Eğer ölenin ailesi diyeti bağışlarsa bu gereklilik ortadan kalkar. Eğer ölü size düşman bir kavme mensub bir mümin ise o zaman mümin bir köle azad etmek gerekir. Eğer anlaşmalı olduğunuz kavimden ise ailesine fidye ödemek ve mümin bir köle azad etmek gerekir. Bunları bulamayan kimse Allah'ın tevbesini kabul etmesi için aralıksız bir ay oruç tutar. Hiç şüphesiz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir. 93- Kim bir mümini bile bile öldürürse onun cezası içinde ebedi olarak kalmak üzere Cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lanet yağdırmış ve kendisi için büyük azap hazırlamıştır. Bu hükümler dört durumu kapsamaktadır. Üç tanesi yanlışlıkla adam öldürmeyle ilgilidir. Bu da, bir ülkede -İslâm ülkesinde- yaşayan müslümanlar arasında olabileceği gibi farklı uluslardan oluşan değişik ülkelerde yaşayanlar arasında da olabilecek bir durumdur. Dördüncü durum ise, bilerek adam öldürmeyle ilgilidir. Bunu ise Kur'an'ın üslûbu daha baştan uzak bir ihtimal olarak görmektedir. Böyle bir şey olamaz. Çünkü, bu dünya hayatından hiçbir şey, bir müslümanın bilerek akıttığı diğer bir müslümanın kanına denk değildir. Dünya hayatındaki hiçbir şey, bir müslümanın diğer bir müslümanı bilerek öldürecek kadar aralarındaki ilişkiyi gevşetemez. İslâm, müslümanlar arasında öylesine sağlam, derin, büyük, üstün ve güçlü bir ilişki meydana getirmiştir ki, hiçbir zaman bu derece tehlikeli bir şekilde zedelenmesine müsaade edilmez. Bu yüzden konuya, yanlışlıkla adam öldürmenin hükümlerinden giriliyor. "Bir müminin diğer bir mümini öldürmesi düşünülemez. Bu ancak yanlışlıkla olabilir." İslâm anlayışına göre olabilecek tek ihtimal budur. Aynı zamanda realiteye göre de tek ihtimal budur. Çünkü müslümanın varlığı diğer bir müslümanın yanında büyük bir olaydır. Gerçekten büyük bir olay... Son derece büyük bir nimettir. Bir müslümanın böyle bir nimeti tepmesi, bilerek ve kasten bunu ortadan kaldırmaya kalkışması düşünülemez. Şu unsur... Müslüman unsuru yeryüzünde var olan en üstün unsurdur. İnsanlar içinde bu unsurun üstünlüğünü en iyi algılayan yine kendisi gibi bir müslümandır kuşkusuz. O halde öldürmek suretiyle bu unsuru yok etmeye kalkışamaz bir müslüman. Bunu müslümanlar bilir. Ruhlarında ve duygularında hissederler bu gerçeği. Bunu yüce Allah, bu akide ve bağla öğretmiştir onlara. Onları Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) etrafında birleştirerek yakınlaştırmış sonra da, kalplerini olağanüstü bir şekilde kaynaştıran yüce Allah'ın birliğinde toplamıştır. Ancak yanlışlıkla adam öldürme meydana geldiğinde, ayetlerin akışının hükümlerini açıkladığı şu üç durum söz konusu olur: Birinci durum: Ailesi İslâm ülkesinde yaşayan bir mümini öldürmek. Bu durumda, mümin bir köle azat etmek ve ölünün ailesine diyet vermek gerekmektedir. Mümin bir köle azat etmeye gelince; bu tamamen öldürülen mümin bir kişiye karşılık müslüman topluma mümin bir kişi kazandırmak amacına yöneliktir. Aynı zamanda bu, İslâm'ın köleleri hürleştirme hareketinin de bir gereğidir. Diyet ise; ruhlarda intikam duygusunu yatıştırmak, bu acıyı yaşayanların gönlünü almak bir de ölüm nedeniyle kaybettikleri bazı menfaatlerine bir karşılıktır. Bununla beraber İslâm, ölünün ailesine -gönülleri razı oluyorsa bağışlamayı telkin etmektedir. Çünkü bu, müslüman topluma egemen olan şefkat ve hoşgörü atmosferine daha uygun bir tavırdır. "Kim yanlışlıkla bir mümini öldürürse mümin bir köle azad etmesi ve ölünün ailesine diyet ödemesi gerekir." İkinci durum: Dar-ul harpte (savaş ülkesinde) yaşayıp İslâm'a karşı savaşan bir aileye mensup mümin bir kişiyi öldürmek. Böyle bir durumda; İslâm'ın kaybettiği öldürülmüş bir mümin kişinin yerine geçmesi için mümin bir köle azat etmek gerektir. Ancak müslümanlarla savaşan aileye diyet ödemek doğru değildir. Bu müslümanlara karşı savaşlarında onlara bir tür yardım olacaktır. Burada ölünün ailesini hoşnut etmenin ve onların sevgisini kazanmanın imkanı da yoktur. Çünkü onlar İslâm'la savaşıyorlar, müslümanlara düşmandırlar. Üçüncü durum: Zimmet ve ateşkes sözleşmesiyle müslümanlarla anlaşmış bir kavme mensup bir mümini öldürmek. Aslında böyle bir durumda öldürülenin mümin olması şartı belirtilmemiştir. Bazı müfessir ve fıkıhçılar ayeti mutlak olarak algılamış ve öldürülen mümin olmasa bile, mümin bir köle azat etmeyi -anlaşmalı- ailesine de bir müslümanın diyetini vermeyi zorunlu görmüşlerdir. Çünkü müminlerle anlaşmış olmaları kanlarını tıpkı müslümanların kanı gibi dokunulmaz kılmaktadır. Ancak gördüğümüz kadarıyla, söz bir mü'minin öldürülmesinden açılmıştır. "Bir müminin diğer bir mümini öldürmesi düşünülemez; bu ancak yanlışlıkla olabilir." sonra öldürülen bir mümine ilişkin çeşitli durumlar açıklanmaktadır. Her ne kadar ikinci durum için "Eğer ölü size düşman bir kavme mensup bir mümin ise o zaman mümin bir köle azad etmek gerekir." ifadesi kullanılmışsa da bunun burada yinelenmesi öldürülenin düşman bir kavme mensup olmasından kaynaklanmaktadır. Üçüncü durumda mü'min bir köleyi azat etmeye ilişkin hüküm de bu anlayışı desteklemektedir. Buna göre öldürülenin mü'min olması ona karşılık mü'min bir köle azat etmeyi gerektirmektedir. Yoksa iman şartı aranmaksızın mutlak anlamda bir köle azat etmekle yetinilirdi. Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) anlaşmalı kavimlere mensup ölülerin diyetini ödediği haber verilmiştir. Ancak öldürülenler sayısınca mü'min bir köle azat ettiği anlatılmamıştır. Bu durumda diyetin zorunlu olduğu anlaşılmaktadır. Bu da Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) pratik uygulamasıyla belirlenmiştir, bu ayetle değil. Bu ayetlerin kapsadığı tüm durumlar;'ister İslâm ülkesinde yaşayan mü'min bir kavme mensup olsun, ister dâr-ul harp'te (savaş ülkesi) yaşayan ve müslümanlarla savaşan düşman bir kavme mensup olsun, isterse de müslümanlarla aralarında zimmet ya da ateşkes antlaşması bulunan bir kavme mensup olsun bir mü'minin öldürülmesine ilişkindirler. Ayetlerin akışında bu durum açıkça görülmektedir. Yanlışlıkla adam öldürmek böyle. Bilerek öldürmeye gelince; bu imanla birlikte işlenmeyecek kadar büyük bir suçtur. Diyet ödemek ve köle azat etmek keffaret olamaz bu suça. Cezası da Allah'ın azabına bırakılır. "Kim bir mü'mini bile bile öldürürse onun cezası içinde ebedi olarak kalmak üzere cehennemdedir. Allah ona gazap etmiş, lânet yağdırmış ve kendisi için büyük azap hazırlamıştır." Bu suç sadece bir kişiyi -haksız yere- öldürmekten ibaret değildir, aynı zamanda yüce Allah'ın iki müslümanın arasına yerleştirdiği, güçlü, sevimli, şerefli ve ulu bağları da öldürmektir. Bu, bizzat imanı ve akidenin kendisini ortadan kaldırmaktır. Bu yüzden, birçok konuda şirke yakın kabul edilmiştir. Bazıları -aralarında İbn-i Abbas da olmak üzere- bu suçtan tevbe etmenin kabul olunmayacağı görüşündedirler. Ancak bazıları da yüce Allah'ın "Allah, kendisine ortak koşma suçunu kesinlikle bağışlamaz. Bunun dışındaki suçları dilediğine bağışlar.." (Nisa Suresi. 116) ayetine dayanarak tevbe eden katilin de bağışlanacağı görüşündedirler. Ayette geçen "huld (sonsuzluk)" kelimesini de "uzun zaman" olarak yorumlamışlardır. Müslüman olmadan önce ilk defa İslâm'ın eğitimini görenler, babalarını, oğullarını ve kardeşlerini öldürenleri -müslüman olarak- yeryüzünde dolaşırken görüyorlardı. Kuşkusuz bazılarının ruhlarında acı bir burukluk baş gösterirdi. Ancak hiç biri onları öldürmeyi düşünmezdi. Bir kere bile düşünmezlerdi. Heyecanın, kahrolmanın ve acının en şiddetli anlarında bile böyle bir duyguya kapılmazlardı. Hatta İslâm'ın onlar için belirlediği herhangi bir hakkı kısmayı bile akıllarına getirmezlerdi. Yanlışlıkla bile olsa adam öldürmekten sakındırmak ve mücahidlerin kalplerini Allah ve O'nun yolunda cihaddan başka tüm duygulardan arındırmak için yüce Allah, savaşa çıktıklarında biriyle savaşmaya veya onu öldürmeye başlamadan önce durumun açıklığa kavuşmasına fırsat vermelerini ve sözle ifade edilen İslâm'ın zahiriyle yetinmelerini emretmektedir müslümanlara. Çünkü burada dille söylenen kelimeyi yalanlayan fiilî bir kanıt söz konusu değildir. 94- Ey müminler Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyice emin olmadan silah çekmeyiniz. Size selam verene, dünya hayatının malına göz dikerek `sen mü'min değilsin' demeyiniz. Zira asıl bol ganimetler Allah katındadır. Bir zamanlar siz de öyle idiniz de Allah'ın lütfu ile mümin oldunuz. O halde silah çekmeden önce durumu iyice anlayınız. Hiç şüphesiz ne yaparsanız Allah ondan haberdardır. Bu ayetin nüzûl sebebine ilişkin birçok rivayetler vardır. Özetleyecek olursak, müslüman seriye (müfreze)'lerden biri, yanında yüklüce ganimet bulunan bir adama rast geliyor. Adam onlara selam vererek müslüman olduğunu ifade eder. Bazıları adamın bunu kendilerinden kurtulmak için söylediğini düşünerek adamı öldürürler. Bu tür uygulamalardan sakındıran ve ganimet arzusu veya hükmü uygulanırken acele etmek gibi İslâm'ın hoşlanmadığı kuşkuları mü'minlerin gönüllerinden uzaklaştıran bu ayet, bu nedenle inmiştir. Kuşkusuz Allah yolunda cihad etmeye çıkarken müslümanların dünya hayatıyla ilgili nimetleri hesaba katmaları doğru değildir. Bunlar cihad için ne bir etken ne de bir neden oluşturamazlar. Aynı şekilde ne olduğu iyice anlaşılmadan birinin kanını akıtmakta acele etmek de öyle... Çünkü müslümanın kanı azizdir, onu akıtmak doğru değildir. Yüce Allah, iman edenlere henüz kurtuldukları cahiliye dönemlerini, o zamanki acelecilik ve aptallıklarını ve ganimete olan düşkünlüklerini ve ardından ruhlarını arındırıp hedeflerini yüceltmek suretiyle lütufta bulunduğunu hatırlatmaktadır. O halde cahiliyede yaptıkları gibi dünya nimeti uğruna savaşa çıkmamalıdırlar. Aynı şekilde yüce Allah, kendilerine bir takım ölçüler belirlemiş ve bir düzen yerleştirmiştir. Cahiliyede olduğu gibi ilk heyecan nihai hüküm olamaz. Ayet-i kerime, müslümanların da bir zamanlar zayıflık ve korku nedeniyle kavimlerine karşı müslümanlıklarını gizlediklerine ve müslümanların yanında kendilerini güvencede hissetmedikleri sürece müslüman olduklarını açıklamadıklarına işaret ediyor. Böylece, öldürülen bu adam da müslüman olduğunu kavminden gizlediğini ve müslümanlarla karşılaşınca da müslümanlığını açıklayıp onlara müslümanların selamını verdiğini belirtiyor: "Bir zamanlar siz de öyle idiniz de Allah'ın lütfu ile mü'min oldunuz. O halde silah çekmeden önce durumu iyice anlayınız. Hiç şüphesiz ne yaparsanız Allah ondan haberdardır." İşte Kur'an'ın metodu; canlandırmak, sakındırmak ve Allah'ın nimetini hatırlatmak için kalpleri böyle okşamaktadır. Bu titizlik ve takvaya dayandırmaktadır, tüm kanun ve hükümlerini, sonra da bunları iyice açıklamaktadır. İşte bu ayetler, ondört asır önce -bu derece ayık ve temiz bir şekilde yerleştirilen uluslararası ilişkilerin bir yönünü içermektedir. İLÂHÎ SİSTEM Bu bölümün, geçen ayetler ve ondan önceki konu ile güçlü bir bağı ve sıkı bir yakınlığı vardır. Çünkü bu, konu bakımından geçen iki dersin tamamlayıcısı konumundadır. Şayet -İslâm'ın belirlediği gibi- uluslararası ilişkilerin ilkelerini yerleştirme arzusu olmasaydı ilk iki dersi bu dersle bitişik tek konu kabul edecektik. Çünkü bunlar bir zincirde yer alan halkalar gibidirler. Bu dersin esas konusunu; Dar-ul İslam'a (İslâm ülkesine) hicret etmek, Dar-ul küfür ve Dar-ul harp (küfür ve savaş ülkesi) de kalan müslümanları canlarıyla ve mallarıyla Allah yolunda cihad eden müslüman saf'fa katılmayı ve Mekke'de aile ve malın yanında kalmanın sağladığı nisbi rahat ve çıkardan arınmayı teşvik etmek, oluşturmaktadır. "Mü'minlerden özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile malları ve canları ile Allah yolunda cihad edenler bir değildir. Allah malları ve canları ile cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah her ikisine de Cenneti vaad etmiştir, ama malları ve canları ile cihad edenleri, oturanlara karşı büyük bir mükafatla üstün tutmuştur." Oysa Medine'de, kendileri savaşa çıkmakta ağır davrandıkları gibi başkalarını da alıkoyan münafıklardan başkası savaştan geri kalıp oturmamıştı. Bunlar hakkında da geçen derste farklı bir üslûp kullanılmıştı. Bu bölümü, dinleri ve inançları uğruna hicret etmeye güçleri yettiği halde, melekler tarafından "kendilerini zulme mahkûm edenler" olarak canları alınana kadar Dar-ul küfür (küfür ülkesi) de oturmaya devam edenlere yönelik sakındırma ve tehditleri içeren diğer bir bölüm takip etmektedir: "Bunların barınakları Cehennem olacaktır. Orası ne kötü bir varış yeridir." Bunu da, Allah yolunda hicret edenin katışıksız olarak Allah için hicret etmeyi amaçlayıp evinden çıktığı andan itibaren Allah'ın güvencesi altında olduğuna ilişkin başka bir bölüm takip etmektedir. Böylece tehlikelerle dolu aynı zamanda yükümlülükleri de çok olan bu tür bir tehlikeye atılırken insan ruhunda baş gösteren birçok korku da tedavi edilmektedir. Konu; cihad, mücahitler yurduna hicret ve hicret yurdundaki müslümanlarla -aralarında hicret etmeyen müslümanlar da olmak üzere- bu yurdun dışında kalan gruplar arasındaki ilişkilere ait hükümler şeklinde sıralanıp sürüyor. Aynı şekilde bu ders -savaş meydanı veya hicret yolculuğu gibi- korkulu durumlarda kılınacak namazın nasıl olduğuna da değinmektedir. Böylesine zor anlarda namaza gösterilen bu özen -daha önce değindiğimiz gibi- İslâm'ın namaza bakışının tabiatını göstermektedir. Ayrıca, gaflet ve gurur anını gözetleyen düşmanlarından kaynaklanan tehlikelerin müslüman cemaati kuşatması karşısında tam bir ruhsal seferberlik durumunu meydana getirmek için uygun bir ortam da hazırlanmaktadır. Ders; Mücahitlerin başına gelen acı ve zorluklar karşısında Allah yolunda cihada çıkma konusunda mü'minleri cesaretlendirmeye yönelik son derece güçlü ve etkisi oldukça derin bir dokunuşla son bulmaktadır. Bunu da, mücahit mü'minlerle, onlarla savaşan düşmanlarının gerçek durumlarını, yol ayrımında tasvir etmekle gerçekleştiriyor: "...Onları ısrarla kovalamaktan geri durmayınız. Çünkü eğer siz acı çekiyorsanız, bilin ki onlar da sizin gibi acı çekiyorlar. Oysa siz Allah'tan onların beklemediğini bekliyorsunuz." Bu tasvirle iki yol birbirinden ayrılıyor, iki metod iyice belirginleşiyor. Acılar küçülüp zorluklar basitleşiyor. Artık bitkinlik ve yorgunluğun eseri kalmıyor. Çünkü diğerleri de acı çekiyorlar. Üstelik mü'minler onların Allah'tan beklemediklerini bekliyorlar. Bu ders, -tedavi ettiği tüm konularla ve başvurduğu tüm tedavi yollarıyla gerçek bir oluşumun zorlukları ve pratik bir yapılanmanın problemleriyle yüzyüze gelen müslüman kitlenin bünyesinde olup biten şeyleri, beşeri zaaf etkenleri, geçmiş cahiliye kalıntıları ile zorluk ve acılarıyla özellikleri gibi ruhlarda, birbirine karışan şeyleri de işlemektedir. Bunca zorluk ve acılarla beraber, şu hikmetli metodun örnek gösterdiği ve bu büyük işi yerine getirmeleri için insan fıtratında harekete geçirdiği şevk ve coşkuyla, görevi yerine getirmek gibi şeyleri de çizmektedir bu ders. Mevcut durumun vasfedilişinde, cesaretlendirme ve harekete geçirme anında, fıtrî korkuların ve pratik acıların tedavisinde, savaş alanında namazla silâhlanmada, özellikle -hazırlık ve uyanıklıkla silâhlanmanın yanında- namaz ve yüce Allah'ın muhacirlere verdiği güvenceye, cihad edenlere vaad ettiği sevaba, kendi yolunda savaşa çıkanlara yapacağı azaba güvenmede bütün bunların çizilmiş olduğunu görüyoruz. Bu arada Kur'an'ın Rabbanî metodunun, güçlü ve zayıf anlarında insan ruhuna, oluşum ve olgunlaşma anında da insan toplumuna karşı takındığı tavrı görüyoruz. Aynı anda ve tek ayette çözümlenen çeşitli hususları görüyoruz. Özellikle müslüman cemaatin ruhları tetikte olmak, uyanık bulunmak ve tehlikeye karşı sürekli hazır bulunmakla doldurulurken bilinçlerinin de kâfirlere karşı üstünlük duygusuyla doldurulduğunu görüyoruz. Bu arada müslüman cemaata; zaaf noktaları, ve eksiklik yerleri gösterilerek bunlardan şiddetle sakındırıldığını da görüyoruz. Kuşkusuz bu, tekâmülü ve insan ruhunu karşılaması, bir tek. dokunuşla çaldığı tellerin ve bu ruhta bağladığı iplerin sayısı ve bunların teker teker ses verip karşılık vermesi bakımından olağanüstü bir metoddur. Eğitim metodu ve dayandığı toplumsal düzen noktasındaki üstünlüğü, müslüman toplum ile çevresindeki diğer toplumlar arasındaki farkların en belirginidir. Bu açık üstünlük -hayatındaki tüm şartlar ve zaman zaman baş gösteren zaaf ve eksikliklerle beraber- yeni ortaya çıkan bu genç toplumun yerleşmesinin, diğer toplumları geride bırakıp onları yenmesinin de en açık sebebidir. Yenmek derken sadece savaş alanındaki yenme kastedilmiyor tabiiki. Yepyeni bir uygarlığın kartlaşmış uygarlıklara, hayat metodunun diğer metodlara, örnek hayatın başka yaşam biçimlerine galip gelmesi ve yeni bir insanın doğumuyla birlikte yepyeni bir çağın doğumu kastedilmektedir. Bu kadarıyla yetinip ayetleri ayrıntılı bir şekilde ele almaya başlayalım: CİHADA ÇIKANLAR VE EVLERİNDE OTURANLAR 95- Müminlerden özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir değildir. Allah malları ve canları ile cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah her ikisine de cenneti vaad etmiştir, ama malları ve canları ile cihad edenleri oturanlara karşı büyük bir mükafatla üstün tutmuştur. 96- (Cihad edenlere) kendi katından dereceler, bağışlama ve rahmet sunmuştur. Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir. Kuşkusuz bu Kur'an ayeti müslüman toplumu ve çevresinde meydana gelen özel bir durumu ortaya koyuyor. Mal ve canla cihad sorumluluğunu yerine getirmede bu toplumun bazı elemanlarında baş gösteren gevşeklik gibi özel bir durumu tedavi ediyor. Burada ister müşrikler, hicret ederken yanlarında mallarından herhangi bir şey taşımalarına müsaade etmedikleri için mallarını korumak amacıyla veya hicretin zorluğundan yahut yoldaki çeşitli tehlikelerden kurtulmak amacıyla geride kalanlar kastedilsin... Gerçekten müşrikler, hicret edeceklerini anladıkları anda müslümanların hicret etmelerine müsaade etmiyorlar. Çoğu kere hapsedip işkence ediyorlardı. Ya da daha doğru bir ifadeyle işkenceyi artırıyorlardı. İster hicret etmekten geri kalanlar kastedilsin -ki biz bunu tercih ediyoruz- ya da Dar-ul İslâm'da malları ve canlarıyla cihada koşmayanlar kastedilsin. Bunlar cihad görevini ağırdan alan münafıklardan ayrı bir grupturlar. Geçen derste münafıklardan söz edilmişti. ister bunlar kastedilsin, ister Dar-ul İslâm'da malları ve canlarıyla cihada koşmayan şu kişiler kastedilsin durum değişmez. Her halukârda bu ayet özel bir durumu açıklıyor. Ancak Kur'anın ifade tarzı genel bir kural yerleştirip onu zaman bağından ve çevresel koşullardan bağımsız kılar. Bunu, yüce Allah'ın her zaman ve mekandaki mü'minlere bahşettiği bir kural haline getiriyor . Can ile cihad etmeye engel bir acizlik ya da hem can hem de malla cihad etmeye engel acizlik ve fakirlik gibi özür sahipleri dışında mal ve canla cihad etmekten geri kalıp oturan mü'minlerle, mallarıyla ve canlarıyla cihad eden diğerlerinin eşit olmayacağı mutlak anlamdaki genel kuralını yerleştiriyor: "...Müminlerden özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile malları ve canları ile Allah yolunda cihad edenler bir değildir." Ancak bu şekilde belirsiz bırakmıyor. Aksine konuyu açıklayıp iyice yerleştiriyor. İki grup arasındaki eşitsizliğin mahiyeti de bildiriliyor. "... Allah malları ve canları ile cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kıldı." Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onların cennetteki mekanlarını anlatırken bu derecenin örneğini vermektedir. Sahihayn (Buhâri-Müslim) de Ebu Said el-Hudri'den (Allah Ondan razı olsun) şöyle rivayet edilir. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun): "Cennette yüce Allah'ın kendi yolunda cihad edenler için hazırladığı yüz derece vardır. Bunlardan iki tanesinin arasındaki mesafe ise gökle yer arası kadardır" buyurdu. A'meş, Amr b. Mürre'den, o da Ebu Ubeyde'den, o da Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle rivayet eder: Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) "Kim bir ok atarsa onun için bir derece mükafat vardır." buyurdu. Adamın biri: Ya Resulullah derece nedir? diye sordu. Resulullah: "Senin ananın (evinin) eşiği değildir elbette. İki derece arasında yüzyıllık mesafe vardır" buyurdu." Kuşkusuz Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) örnek verdiği mesafeleri, evrenin bazı boyutlarını öğrenmiş olmamızdan dolayı bugün daha iyi tasavvur edebiliriz. Öyle ki ışığın bir yıldızdan diğer bir yıldıza yüzlerce ışık yılında varabildiğini biliyoruz. O gün Resulullah'ı (salât ve selâm üzerine olsun) dinleyenler dediklerini doğruluyorlardı. Bizler ise -dediğim gibi- iman etmenin yanında olağanüstü varlığın bazı boyutlarını öğrenmiş olmaktan dolayı bu boyutları da düşünebiliriz. Ayetlerin akışı, özürsüz olarak savaştan geri kalıp oturan mü'minlerle malları ve canları ile cihad edenlerin seviyeleri arasındaki farkı belirledikten sonra, yüce Allah'ın tümüne birden Cenneti vaad ettiğini bildiriyor.' "... Gerçi Allah her ikisine de Cenneti vaad etmiştir..." İman edenlerin, mal ve canla cihada ilişkin imanın sorumluluklarını yerine getirmedeki üstünlükleri oranında dereceleri bakımından birbirlerinden üstün olmalarına rağmen her halukârda imanın bir ölçüsü ve değeri vardır. Bu sayede, ayette sözü edilen "oturanların" cihad görevini ağırdan alan münafıklar olmadığını anlıyoruz. Bunlar müslüman safta yer alan salih ve samimi bir gruptur. Ancak bu yönleri eksiktir. İşte Kur'an bu eksikliklerini gidermeleri bundan beklenen iyilikler ve arzuların cihada koşmakla gerçekleşeceği konusunda onları teşvik etmektedir. Ayet-i kerime bu noktayı belirledikten sonra ilk kuralı iyice yerleştirmeye koyuluyor. Vurgulayıp kapsamını genişletiyor. Ötesindeki büyük mükâfata yönelmeyi teşvik ediyor: "... Ama malları ve canlarıyla cihad edenleri, oturanlara karşı büyük bir mükafatla üstün tutmuştur.", "(Cihad edenlere) kendi katından dereceler, bağışlama ve rahmet sunmuştur. Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir." Bu vurgu... Bu vaadler... Mücahidleri bu şekilde övme'... Geride kalıp oturanlardan üstün tutma. Mü'min ruhun hoşlandığı büyük mükafatın derecelerini ve yüce Allah'ın günah ve kusurları bağışlayıp merhamet edeceğini ön plana çıkarma. Bütün bunlar iki önemli gerçeğe dikkat çekmektedir; Birinci gerçek: Bu ayetler, daha önce dediğimiz gibi müslüman toplum içinde baş gösteren durumları karşılayıp tedavi ediyordu. Bu da, insan ruhunun ve insan topluluklarının özelliklerini daha çok algılamamızı sağlar. Buna göre toplumlar iman ve eğitim açısından son derece üstün bir konumda olsalar bile nefis tamamen Allah için ve O'nun yolunda olsa bile yine de sorumluluklar karşısında, özellikle mal ve canla cihad sorumluluğu karşısında baş gösteren zaaf, hırs, cimrilik ve eksiklik noktasında sürekli bir tedaviye ihtiyaç duyar. Buna göre zaaf, hırs, cimrilik ve eksiklik gibi insanî özellikler belirdiğinde fert ve toplum konusunda, samimiyet, kararlılık, müslümanlara bağlılık ve yüce Allah'ın buyruklarına göre hareket etme duygusu bulunduğu sürece hakkında karamsar olmak ve kendi halinde bırakıp hoş görmek gerekmez. Ancak bunun anlamı fert veya toplumu kendilerinden kaynaklanan zaaf, hırs, cimrilik ve eksiklikle baş başa bırakmak değildir. Bunlar pratik hayatın birer parçasıdır diye zelilce bir hayat yaşamakla bocalaması telkin edilmemelidir. Aksine bataklıktan kurtulması için uyarı, yüksek zirvelere çıkabilmesi için de yönlendirme kaçınılmazdır. Hem de burada hikmetli ilahî metodun yaptığı gibi her tür uyarı ve yönlendirme şekline başvurarak. İkinci gerçek: Allah'ın terazisi ve bu dinin ölçülerine göre cihadın değeri ve bu akidenin ve hayat düzeninin özünde bu unsurun temel oluşudur. Yüce Allah'ın öğrettiği, yolun mahiyetinden insanın özelliğinden ve her an İslâm'a düşmanlık besleyen kampların tabiatlarından anlaşılmaktadır, bu gerçek. Kuşkusuz cihad, o dönemin koşullarının çıkardığı bir durum değildir. Bu dava kervanıyla yol alan bir zorunluluktur. Bazı iyi niyetli kişilerin sandığı gibi sorun; İslâm'ın imparatorluklar çağında ortaya çıkması, bu yüzden çevrelerinin etkisinde kalarak müslümanların düşüncesinde "Dengeyi korumak için caydırıcı güç bulundurmak zorunludur" fikrinin yer etmesinden kaynaklanmamaktadır. Bu iddialar en azından bu tür kehanet ve tahminleri yürütenlerin gönüllerinin İslâm'ın tabiatından ne kadar habersiz olduğunu göstermektedir. Şayet cihad, müslüman ümmetin hayatında sonradan ortaya çıkmış bir durum olsaydı, Allah'ın kitabında bunca bölüm yer almazdı, hem de bu üslûpda. Aynı şekilde Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) sünnetinde de benzeri bir üslûpla bu kadar yer verilmezdi. Şayet cihad geçici şartların ortaya çıkardığı bir görev olsaydı, Hz. Peygamber, kıyamet gününe kadar gelecek tüm müslümanları kapsayacak şu hadisi irad etmezdi: "Kim cihad etmeden veya cihada niyetlenmeden ölürse bir çeşit nifak üzere ölür." ("Mesabihussunne" sahibi, sahih hadislerden tahric etmiştir.) Gerçi, sahih rivayetlerde nakledilen şu hadiste olduğu gibi Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) özel ailesel koşullardan dolayı bazı mücahitleri kimi durumlarda geri çevirdiği olmuştur. Nitekim "cihad edeyim" diye gelen birine Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun): -Annen-baban hayatta mı? -Evet, cevabını alınca; -O halde onlar için çalış, karşılığını vermiştir." Evet, böyle bir şey söz konusu olmuş olsa bile bireysel bir durumdur, genel kuralı bozmaz. Çünkü bir kişi, çok sayıdaki mücahitlerden bir şey eksiltmez. Belki de, adeti olduğu üzere ordusundaki her askerin durumunu teker teker bilen Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) bu adamın ve anne-babasının durumunu da bilmesi böyle bir emir vermesine neden olmuştur. O halde hiç kimse "Cihad geçici şartların ortaya çıkardığı bir görevdir, bugünse şartlar değişmiştir" diyemez. Bu İslâm kılıcını çekip yoluna devam ederek önüne gelenin kellesini uçurmaktadır anlamına da gelmez. Aksine insan hayatının realitesi ve davet yolunun özelliğidir. Bu husus İslâm'ın kılıcına sarılmasını ve her an tetikte olmasını gerektirmiştir. Kuşkusuz yüce Allah bu işin kralların hoşuna gitmeyeceğini, iktidar sahiplerinin karşı çıkmasına neden olacağını biliyordu. Çünkü yolları bu yoldan farklıdır, hayat metodları bu metoda uymaz. Bu durum yalnızca dün için geçerli değildi elbette. Bugün, yarın, her yerde ve her nesil için geçerlidir. Yüce Allah, kötülüğün her zaman kendini beğendiğini adil olmasının mümkün olmadığını ve -iyilik ne kadar barışçı yollara başvursa da- iyiliğin gelişmesine müsaade etmesinin söz konusu olmadığını biliyordu, kuşkusuz. Çünkü iyiliğin sırf gelişmesi bile kötülük için tehlikedir. Hakkın varlığı, bâtıl için tehlike oluşturmağa yeterlidir. Öyleyse kötülüğün saldırganlığa başvurması zorunludur. Batılın kendini korumak için, hakkı yok etmeye ve güç kullanarak boğmaya çalışması kaçınılmazdır. İşte bu yaratılıştır, geçici bir olgu değildir. Fıtrattır bu, sonradan meydana gelmiş bir durum değildir. Bu yüzden cihad kaçınılmazdır. Her şekliyle zorunludur. Önce vicdan aleminden başlayıp ardından ortaya çıkıp gerçek, pratik ve görülen alemi de kapsaması gerekir. Silahlanmış kötülüğe, silahlanmış iyilikle, karşı koymak şarttır. Sayı çokluğundan ibaret, zırhına bürünen batılı hazırlık kılıcını kuşanmış hak ile karşılamak zorunludur. Yoksa iş intiharla sonuçlanır veya mü'minlere yakışmayan komik bir durum söz konusu olur. Yüce Allah'ın mü'minlerden istediği ve canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın aldığı gibi malları ve canları feda etmek zorunludur. Bundan sonra ya onlara galibiyet takdir eder ya da şehitlik. Bu, yüce Allah'ın bileceği bir iştir. Özünde, hep hikmetini barındıran O'nun kaderi geçerlidir. Onlara gelince; Rablerinin katındaki iki güzellikten biri onlarındır. Zamanı gelince bütün insanlar ölür. Ancak sadece şehitler, tekrar dirilip şehit olmayı ister. Burada şu akidenin, onun pratik hayat metodunun, belirlenmiş hareket çizgisinin, bu çizginin mahiyetinin ve şartların değişmesinden etkilenmeyen fıtratının temel odak noktaları yer almaktadır. Bazı noktalar vardır ki, şartlar ne olursa olsun mü'minlerin duygularında bu konuda bir cıvıklığın bulunması doğru değildir. Bu noktaların başında, burada yüce Allah'ın bu şekilde sözünü ettiği, sadece Allah yolunda, yalnızca O'nun sancağı altında yapılan cihad gelmektedir. Evet, ölülerine şehit ismi verilen ve Mele-i A'lâ'da -ruhlar aleminde- onurla karşılanmalarını sağlayan bu cihattır. Bundan sonra surenin akışı geride kalıp oturan gruptan söz etmektedir. İsteseler ve fedakarlıkta bulunsalar rahatlıkla hicret edebilecekleri halde malların ve çıkarlarının ya da hicretin zorlukları ve yolun acılarını karşılama zaafının küfür ülkesinde oturmaya devam eden gruptan söz etmektedir. Ömürleri dolup, melekler canlarını almak için geldiği zamandan söz etmektedir. Durumlarını o derece ayıplayıcı ve kınayıcı bir şekilde tasvir ediyor ki, hicret etmeyip oturanlar; dinleri, inançları uğruna ve kendileri için Rabblerinin katından belirlenen sonuca kavuşmak için kaçacak gibi oluyorlar: | |
19 Eylül 2008, 18:36 | Mesaj No:19 |
Cvp: Fizilalil Kuran Nisa Suresi Tefsiri KENDİLERİNE ZULMEDENLER 97- Melekler, kendilerini zulme mahkum edenlerin canlarını alırken onlara "Dünyadaki durumunuz neydi?" diye sorarlar. Onlar da "Ezilmiş zavallılardık " derler. Melekler onlara "Peki Allah'ın toprağı göç etmenize yetecek kadar geniş değilmiydi ki? derler. Bunların barınakları Cehennem olacaktır. Orası ne kötü bir varış yeridir. 98- Yalnız, çaresiz kalan, hiç bir çıkar yol bulamayan ezilmiş, erkekler, kadınlar ve çocuklar bu hükmün dışındadırlar. 99- Böylelerini umulur ki, Allah affeder. Hiç şüphesiz Allah bağışlayıcıdır, affedicidir. Kuşkusuz bu ayetler, Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) hicretinden ve bir İslâm devletinin kuruluşundan sonra Arap yarımadasında -Mekke ve başka yerlerde- meydana gelen bir durumla ilgiliydi. Buralarda hicret etmeyen müslümanlar vardı. Malları ve çıkarları kimisini engellemişti. Çünkü müşrikler hicret edenin beraberinde malından birşey götürmesine müsaade etmezlerdi. Hicretin zorlukları karşısında kiminin nazikliği ve korkusu engel olmuştu. Çünkü müşrikler göç eden bir müslümanı engellemeden veya yolda takip etmeden bırakmazlardı. Bir grup da vardı ki, hakikaten çaresizlikleri hicret etmelerine engel oluyordu. Yaşlı, kadın ve çocuklardan oluşan bu grup kaçmak için bir kolaylık, hicret için bir yol bulamıyorlardı. Müşrikler, Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) ve arkadaşını (Hz. Ebu Bekir'i) yakalamaktan ve hicret etmelerine engel olmaktan ümitlerini kesince geride kalan bu müslümanlara karşı işkencelerini arttırmaya başladılar. Ardından İslâm Devleti kurulup Bedir'de Kureyş'in ticaret kervanına saldırınca, üstelik müslümanlar bu saldırıda kesin bir zafer de elde edince,'müşrikler geride kalan bu zavallılara işkence ve cezanın her çeşidini uygulamaya başladılar. Korkunç bir kinle onları dinlerinden döndürmeye uğraştılar. Nitekim bir kısmı gerçekten dinlerini terk etmişti. Bir kısmı niyetlerini gizleyerek kafir olduklarını göstermek ve müşriklerin ibadetlerine katılmak zorunda kalmışlardı. Kuşkusuz bu gizleme -güç yetirdikleri zaman- hicret edebilecekleri bir devletleri olmadığı gün geçerliydi. Ancak, devlet kurulup İslâm ülkesi oluşunca; hicret etmek, İslâm'ı açıklamak ve İslâm ülkesinde yaşamak imkanı bulunduğu halde işkencelere boyun eğmek veya gizliliğe sığınmak kabul edilecek bir iş değildir. Bu ayetler işte böyle nazil olmuştur; mallarını ve çıkarlarını korumak veya hicretin sıkıntılarından, yolun zorluklarından uzak durmak için ecelleri gelene kadar oturup bekleyenleri bu şekilde adlandırmaktadır. Onları kendilerini zulme mahkûm edenler" olarak adlandırmaktadır. Çünkü onlar, İslâm ülkesindeki, üstün, pâk, onurlu, özgün ve serbest hayattan kendilerini yoksun bırakıp küfür ülkesindeki, aşağılık, basit, zayıf ve işkenceli hayata mahkûm etmişlerdir. Bu yüzden "Bunların barınakları Cehennem olacaktır. Orası ne kötü varış yeridir" diye tehdit edilmektedirler. Bununla fiilen dinlerini terk edenlerin kastedildiği anlaşılmaktadır. Ancak Kur'an'ın ifade tarzı -Kur'an'a özgü yöntemle- olayı bir tablo gibi sunmaktadır. Hareket ve karşılıklı konuşmalarla canlandırılan bir sahne tasvir etmektedir. "Melekler kendilerini zulme mahkûm edenlerin canlarını alırken onlara `Dünyadaki durumunuz neydi' diye sorarlar. Onlar da `Ezilmiş zavallılardık' derler. Melekler onlara `Peki Allah'ın toprağı göç etmenize yetecek kadar geniş değil miydi?' derler." Kuşkusuz Kur'an, insan ruhunun hastalıklarını bozukluklarını gidermektedir. İçindeki iyilik, insanlık ve izzet gibi unsurları harekete geçirip zaaf, cimrilik, ihtiras ve ağırlık gibi etkenleri dışlamayı amaçlamaktadır. Bu sahneyi canlandırmasının nedeni de budur. O, bir gerçeği tasvir etmektedir. Ancak, bu gerçeği kullanabileceği en güzel yer olan insan ruhunun tedavisinde kullanmaktadır. Ölümün yaklaştığı an, başlı başına insan ruhunu titreten, o anda meydana gelenleri düşünmeye yönelten sahnedir. Sahnede Meleklerin görünmesi ise, insan ruhunu daha bir titretmektedir. Düşünmeye sevk edip duyarlı hale getirmektedir. Onlar -geride kalıp oturanlar- kendilerine haksızlık ettiler. Durumları buyken Melekler canlarını almaya gelmişlerdir. Kendilerini zulme mahkum etmişlerdir. İnsanın, kendini zulme mahkum etmişken Meleklerin canını almaya geldiklerini, hem de bu son anda kendine karşı adil davranma imkanının da olmayışını düşünmesi tek başına vicdanı harekete geçirip titretmeye yeterlidir. Ancak melekler, kendilerini zulme mahkum edenlerin canını sessizce alıp gitmiyorlar. Aksine geçmişlerini soruşturuyorlar, yaptıklarını kınıyorlar. Gündüzlerini ve gecelerini nasıl geçirdiklerini, dünyadayken neyle uğraştıklarını ve neyle ilgilendiklerini soruyorlar: "Dünyadaki durumunuz neydi?" diye sorarlar." Çünkü içinde bulundukları durum zarar üstüne zarar. Sanki bu zarardan başka bir uğraşları olmamış. Şu ölmek üzere bulunanlar, ölüm anında karşılaştıkları bu kınamaya cevap veriyorlar. Ancak bütünüyle zillet dolu bir cevap. Bunun, içinde bulundukları aşağılık durum için mazeret olacağını sanıyorlar. "Yeryüzünde ezilmiş zavallılardık" derler." Bizler ezilmişlerdik (mustaz'af), güçlüler bizi eziyordu. Yeryüzünde aşağılanıyorduk. Yapabilecek bir şeyimiz yoktu. Bu cevapta yer alan horlanmışlığa ek olarak bir de ayıplama yer almaktadır. İnsan ölüm anında böyle bir konumda bulunmaktan nefret eder duruma geliyor. Nerde kaldı ki, tüm hayatı boyunca böyle bir konumda bulunsun. Ancak Melekler, kendilerini zulme mahkum etmiş bu ezilmişleri bu şekilde bırakmıyorlar. Onları pratik gerçekle yüzyüze getiriyorlar. Artık çalışma imkanı ve fırsatının bulunmadığını belirterek serzenişte bulunuyorlar. "... Melekler onlara "peki Allah'ın toprağı göç etmenize yetecek kadar geniş değilmiydi ki?" derler." O halde onlar. için; aşağılanmaya, horlanmaya, ezilmeye ve imandan dönmeyi kabul etmeye zorlayan gerçek bir çaresizlikleri söz konusu değildir. Ortada başka bir neden olsa gerektir. Şuracıkta İslâm ülkesi varken, küfür ülkesinde kalmalarına neden olan; mallarına, çıkarlarına ve canlarına olan düşkünlükleridir. Allah'ın toprağı geniş olduğu halde, bir takım acılarla karşılaşma, bazı fedakarlıklarda bulunma ihtimali varsa bile bu geniş toprağa göç etme imkanı varken kendilerini sıkıntıya atmalarının nedeni bu olsa gerektir. İşte o etkileyici sahne, korkunç sonucu anmakla son buluyor: "Bunların barınakları cehennem olacaktır. Orası ne kötü bir varış yeridir." Ardından ayet-i kerime, küfür ülkesinde kalmak, dinden dönmek zorunda bırakılmak ve İslâm ülkesinde yaşamaktan yoksun olmak konusunda bir art niyetleri bulunmayan çaresiz yaşlıları, kadın ve çocukları, açık özürlüleri, kaçmaktan yoksun oluşları nedeniyle bu hükmün dışında tutmaktadır. Onları yüce Allah'ın affını, bağışlama ve rahmetini umut etmekle baş başa bırakmaktadır. "Yalnız çaresiz kalan, hiçbir çıkar yol bulamayan ezilmiş erkekler kadınlar ve çocuklar bu hükmün dışındadırlar." "Böylelerini umulur ki Allah affeder. Hiç şüphesiz Allah bağışlayıcıdır, affedicidir." Bu hüküm; ayet-i kerimenin belli bir tarihte, belli bir ortamda karşılaşılan fakat şu özel durumun sınırlarını aşıp ve kıyamete kadar sürecek olan bir hükümdür. Yeryüzünün herhangi bir bölgesinde, dininden dönmek zorunda bırakılan, mal ve çıkarın veya akrabalık ve arkadaşlığın ya da hicretin acı ve zorluklarına katlanmamanın alıkoyduğu her müslümanı kapsayan genel bir hükümdür. Çünkü -yeryüzünün neresinde bulunursa bulunsun- göç edeceği bir İslâm ülkesi varsa, artık dinî bakımından güvencededir, inancını istediği gibi açıklayabilir, ibadetlerini rahatlıkla yerine getirebilir, Allah'ın şeriatının gölgesinde islami bir hayat sürdürülebilir. Hayatın bu erişilmez nimetinden kolaylıkla yararlanabilir, demektir. HİCRET Kur'an'ın akışı ise; hicretin doğurduğu sıkıntılar, zorluk ve korkularla yüzyüze gelen, bunlarla karşılaşmaya katlanamayan insan ruhunu tedavi etmeye devam ediyor. Geçen ayetlerde, nefret ve korkuyu birlikte uyandıran etkin sahneyle tedavi yönüne gidilmişti. Şimdi de güven etkenlerini akıtmak, Allah yolunda hicret durumunda olan kişilere -hicret eden gerek gitmek istediği yere ulaşsın gerek ulaşmadan yolda ölsün- Allah yolunda hicret etmek amacıyla evinden çıktığı andan itibaren Allah'ın güvencesinde olduklarını bildirmek, yeryüzünde vadiler ve geçitler daralmaksızın genişlik, açıklık ve serbestlik vaad etmekle tedavi etmektedir bu ruhları. 100- Kim Allah yolunda göç ederse bir çok barınak ve elverişli geçim imkanları bulur. Kim Allah ve peygamber uğruna evini-barkını bırakıp göç ederse de sonra bu yolda ölüme yakalanırsa onun mükafatı Allah'ın güvencesi altındadır. Hiç şüphesiz Allah affedici ve merhametlidir. Kur'an'ın ilahî metodu, hicretin doğurduğu tehlikelerle yüzyüze gelen ruhun çeşitli korkularını gidermektedir. O şartlarda ortaya çıktıkları gibi her zaman için ya bizzat ya da benzeri şekillerde ortaya çıkan korkuları... Kur'an insan ruhunu gayet açık ve net bir şekilde ele almaktadır. Korkuyu hiç gizlemiyor. -Aralarında ölüm tehlikesi de olmak üzere- hiçbir tehlike konusunda yanıltmıyor. Aksine başka gerçekleri söyleyip yüce Allah'ın garantisiyle güven duygusunu yerleştiriyor. Bir kere, Kur'an-ı Kerim; hicret kavramını öncelikle "Allah yolunda" olmasıyla sınırlandırmaktadır. İslâm'a göre geçerli olan hicret budur. Bol mal elde etmek veya zorluklardan kurtulmak yahut zevk ve şehvetlere ulaşmak ya da hayatın herhangi bir nimetine kavuşmak için hicret etmek İslâm nazarında geçersizdir. Kim bu şekilde -Allah yolunda- hicret ederse kurtuluş, rızık ve yaşama fırsat ve yollarından yoksun olmaksızın ve yeryüzünde bir darlığa düşmeksizin bir genişlik ve serbestlik bulur. "Kim Allah için göç ederse yeryüzünde birçok barınak ve elverişli geçim imkânları bulur." Yaşamanın ve rızık bulma imkanının herhangi bir toprak parçasında bulunmakla elde edileceği belli şartlara bağlı bulunduğundan, belirgin ortamlarla ilişkili olduğu ve insanda bunları bırakmakla yaşama imkanının olamayacağı hissini uyandıran, insan ruhunun zaaf, ihtiras ve cimriliğidir. İşte vicdanları aşağılanma ve haksızlığı kabullenmeye iten, dinlerinden dönmeye zorlanmaları karşısında susmalarına yol açan sonra da meleklerin "kendilerini zulme mahkum edenler" olarak canlarını aldığı kişilerin varacağı bu kötü sonuçla yüzyüze gelmelerine neden olan; rızık, yaşamak ve kurtuluşun gerçek sebeplerine ilişkin bu düzmece düşüncedir. Oysa yüce Allah, kendisi uğruna hicret edenlere vaad olunan gerçeği bildirmektedir. Kuşkusuz hicret eden, Allah'ın toprağında serbestlik ve genişlik bulacaktır. Gittiği her yerde kendini yaşatanın ve rızık verip kurtaranın yüce Allah olduğunu görecektir. Fakat ecel, Allah yolunda hicret yolculuğu esnasında gelebilir. -Surenin akışında daha önce de değinildiği gibi- ölümün görünen sebeplerle hiç bir ilişkisi yoktur. Belirlenen zamanı gelince meydana gelmesi kesin olan bir olgudur ölüm. Zamanı geldiğinde insanın evinde oturuyor olması ya da göç halinde olması durumu değiştirmez. Çünkü ecelin öne alınması ya da geciktirilmesi mümkün değildir. Bununla beraber insan ruhunun kendine özgü düşünceleri ve görünen şartlardan etkilenmesi de söz konusudur. Kur'an'ın metodu bunları göz önünde bulundurup öylece tedavi yönüne gitmektedir. Allah ve Resulü uğruna hicret etmek amacıyla evinden ilk adımını attığı andan itibaren mükafatın Allah'ın katında tahakkuk ettiğini bildirerek yüce Allah'ın güvencesini telkin etmektedir. "...Kim Allah ve peygamber uğruna evini-barkını bırakıp göç eder de sonra da bu yolda ölüme yakalanırsa onun mükafatı Allah'ın güvencesi altındadır." Bütün mükafatı... Hicret ve yolculuk mükafatı, İslâm ülkesine varıp islami bir hayat yaşama mükafatı... Artık Allah'ın güvencesinden sonra başka güvence aranır mı? Bunun yanında, günahların bağışlanacağını hesapta merhamet edileceğini içeren bir başka güvence de yer almaktadır. Bu da ilk alışverişe ek bir mükafattır. "...Hiç şüphesiz Allah affedici ve merhametlidir." Kuşkusuz bu kârlı bir alışveriştir. Hicret eden daha ilk adımda yani Allah Resulü uğruna hicret etmek amacıyla evinden çıkıp attığı ilk adımdan itibaren büyük bir kazanç elde etmektedir. Ölümse aynı ölümdür. Ertelenmesi mümkün olmayan zaman geldiğinde vuku bulacaktır kuşkusuz. Hicret etmek yahut evde oturup kalmakla hiçbir ilgisi yoktur. Şayet hicret eden evinde oturmuş olsaydı yine de ölüm belirlenen süresinde meydana gelecekti. O zaman da kârlı alışverişi kaybedecekti. Ne bir mükafat, ne bir bağışlanma ne de merhamet söz konusu olmayacaktı. Hatta melekler kendini zulme mahkum etmiş biri olarak canını alacaktı. İki alışveriş birbirinden ne kadar da uzak. Varılan sonuçlar ne kadar da farklı. Bu derste -şimdiye kadar- sunduğumuz ayetlerden birtakım değerlendirmeler çıkarmış bulunuyoruz. Dersin geri kalan kısmını ve içerdiği konulara geçmeden önce bu değerlendirmeleri özetle aktaralım. a) Bir kere, Allah yolunda cihad etmekten ve cihad eden müslüman saffa katılmaktan geri kalmanın İslâm nazarında ne denli nefret uyandırıcı bir olay olduğunu görüyoruz. Ancak, hicret etmek için bir plan kurmak ya da çıkar yol bulmak konusunda çaresiz olanlardan ve yüce Allah'ın mazeretini kabul ettiği kimseler bu hükmün dışındadırlar. b) İslâm inancında, İslâm düzeninde ve bu ilahî metodun pratik gereklerinde cihad unsurunun derinliğinin ve köklülüğünün boyutlarını görüyoruz. Öyle ki Şia mezhebi cihadı İslâm'ın bir şartı saymıştır. Her ne kadar "İslâm beş esas üzerine kurulmuştur" hadisinde cihaddan söz edilmese de bu görüşlerini destekleyen bir çok hüküm ve pratik yorumdan güç almaktadırlar. Ayrıca cihad emrinin kesinliği, canlılık dolu İslâmî hayatta bu unsurun köklülüğü ve her zaman ve her yerde ortaya çıkan zorunluluğu -zorunluluk fıtrî gerekçelere dayanmaktadır, geçici koşullara değil.- bütünüyle bu unsurun ciddiyet ve köklülüğüne ilişkin bu derin bilinci desteklemektedir. c) Aynı şekilde insan ruhunun aynı ruh olduğunu görüyoruz. En iyi dönemlerde ve en hayırlı toplumlarda bile zorluklar karşısında gerilediğini, tehlikeleri görünce korkuya kapıldığını, engellerle karşılaşınca, tembelleştiğini görüyoruz. Bu gibi durumlarda, tedavi yönteminin bu nefisler konusunda ümitsizliğe kapılmak, olmadığını, Kur'an'ın, ilâhî ve hikmetli metoduna uygun olarak, aynı anda onlar( harekete geçirmenin, cesaretlendirmenin, sakındırmanın ve kendilerine güvenmelerini sağlamanın geçerli yol olduğunu görüyoruz. d) Son olarak, bu Kur'an'ın hayatın realitesini nasıl karşıladığını, müslüman topluma nasıl önderlik yaptığını başta insan ruhu, fıtrî özellikleri ve cahiliyeden kaynaklanan tortuları olmak üzere çeşitli alanlarda bu toplumla birlikte nasıl savaşa giriştiğini görüyoruz. insanları Allah'a davet etmek suretiyle hayatın ve ruhun realiteleriyle yüzyüze gelen bizlerin Kur'an'ı ne şekilde okuyup uygulamamız gerektiğini de görüyoruz. CİHAD VE NAMAZ Bundan sonra ayetlerin akışı, kafirlerin kendilerini esir alıp dinlerinden döndürmeye çalışacaklarından korktukları durumlarda, hicret edenlere ya da cihad veya ticaret amacıyla yola çıkanlara tanınan bir kolaylığa değinmektedir. Bu; kafirlerin baskısından korksun-korkmasın mutlak anlamda yolculara verilen namazı kısaltma izninin dışında verilen bir namazı kısaltma iznidir ve bu özel bir izindir. 101- Yeryüzünde herhangi bir yöresinde savaşa çıktığınız zaman eğer size tuzak kuracaklarından çekiniyorsanız namazı kısaltarak kılmanızın sakıncası yoktur. Şüphe yok ki, kafirler sizin açık düşmanlarınızdır. Yeryüzünde savaş için sefere çıkan biri, Rabbi ile sürekli bir bağ kurmaya son derece muhtaçtır. Bu bağ, içinde bulunduğu durumda kendisine yardımcı olur. Karşılaşacağı tehlikeler ve yol boyunca kurulan tuzaklara karşı mühimmat ve cephanesini tamamlar. Kuşkusuz namaz, yüce Allah'la kurulan en yakın bağdır. Namaz, zor. ve acılı anlarda müslümanların onunla Allah'tan yardım dilemeleri .istenen bir silahtır. Bir korku veya sıkıntı ile karşılaştıkları an yüce Alläh onlara. şöyle seslenmektedir: "Sabrederek ve namaz kılarak Allah'tan yardım dileyin." (Bakara Suresi, 45) Bu yüzden burada yerinde bir münasebetle; kendisine ihtiyaç duyulan çaresizlik anında namaz hatırlatılmaktadır. Çünkü yolculuk esnasında korkuya kapılan birinin kalbi Allah'ı anmakla kendini güvencede hissetmeye son derece muhtaçtır. Toprağını terk edip göç eden biri Allah'ın himayesine sığınmaya ne kadar muhtaçtır. Bununla beraber -içindeki kıyam, rukû ve secdelerle birlikte eksiksiz bir namaz yolcuyu yakınındaki tuzaklardan kurtulmaktan alıkoyabilir. Yahut düşmanlarının dikkatini çektirip tanınmasına neden olabilir. Rukû ve secdeye giderken yakalayıp esir alabilirler onu. Düşmanların tuzağından korktuğu anda yolcuya namazı kısaltması izninin verilmesinin nedeni bu olsa gerektir. Burada sözü edilen kısaltmadan, İmam Cassas'ın tercilı ettiği anlamı kabul ediyoruz. Buna göre dört rekatlık namazları iki rekat kılmak şeklindeki kısaltma kastedilmiyor. Bu izin, korku ve yakalanma endişesi olsun olmasın mutlak anlamda her yolcuya verilen bir izindir. Hatta yolcunun -Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) her yolculuğunda yaptığı gibi- namazını kısaltması tercih edilir. Öyle ki en tercihe şayan görüşe göre yolcunun namazı tam kılması doğru değildir. O halde -korku ve yakalanma endişesi durumunda- geçerli olan bu izin, her yolcuya verilen kısaltma izninin dışında yeni bir anlam taşıyan yeni bir ruhsattır. Bu izin, namazın şeklinde bir kısaltmayı getirmektedir. Hareketsiz, rukûsuz, secdesiz ve teşehhüd için oturmaksızın kılmak gibi. Yolcu; ister ayakta, ister yürürken, ister binek hayvanı sırtındayken rukû ve secdesini ima ederek namazını kılabilir. Böylece, korku ve yakalanma endişesi durumunda Allah ile bağını koparmamış, savaş alanında en başta gelen silâhını bırakmamış ve düşmanlarına karşı hazırlıklı olmuş olur: "Şüphe yok ki, kafirler sizin açık düşmanlarınızdır." Kafirlerin tuzağından korkan yolcunun namazından söz edilmişken, şimdi savaş alanında kılınacak korku namazının hükümleri yer almaktadır. 102- Eğer sen mümin savaşçıların arasında bulunur da onlara namaz kıldırırsan onların bir grubu senin arkanda namaza dursun ve silahlarını yanlarına alsınlar. Bu grup secdeden kalkınca arkanıza (nöbet yerine) geçsin. Bu kez namaz kılmamış olan öteki grup gelerek arkanda namaz kılsın, bunlar da silahlarını ve teçhizatlarını yanlarına alsınlar. Çünkü kafirler isterler ki, silahlarınızı ve kumanyalarınızı aklınızdan çıkarasınız da ansızın üzerinize baskın düzenlesinler. Eğer yağmurdan zarar görecekseniz ya da hasta iseniz silahlarınızı yere bırakmanızın sakıncası yoktur. Bununla birlikte uyanık ve tedbirli olunuz. Hiç şüphesiz Allah kafirler için onur kırıcı bir azap hazırlamıştır. 103- Namazı bitirdikten sonra ayaktayken, otururken ve yere uzanmışken Allah'ın adını anınız. Tehlikeyi savuşturup güvene kavuştuğunuzda namazı tam olarak kılınız. Zira namaz müminlere, vakitleri belirli bir farzdır. Bu Kur'an'ın ve onda somutlaşan ilahi eğitim metodunun inceliklerini düşünenler, insan ruhunun derinliklerine etki eden olağanüstü psikolojik dikkat çekmeleri görebilir. Savaş alanında namaza dikkat çekilmesi de bunlardan biridir. Kuşkusuz Kur'an'ın akışı, bu ayeti sırf tehlike anında namazın şekline ilişkin "fıkhî" hükümleri açıklamak amacıyla söz konusu etmektedir. Aksine bu nassı, müslüman saff ve müslüman kitlenin; eğitim, direktif, öğretim ve hazırlanma atılımında kullanmaktadır. İlk önce, savaş alanında namaza verilen bu önem dikkat çekmektedir. Ancak bu, son derece doğaldır, hatta, imanî değerlendirmede kaçınılmaz bir zorunluluktur. Çünkü namaz, savaş alanında başvurulan silahlardan biridir. Hem de gerçek bir silah. O halde savaşın özelliğine ve atmosferine uygun bir şekilde bu silahın kullanımını düzenlemek gerekir. Kuşkusuz ilahî metod uyarınca Kur'an'la eğitilen bu savaşçılar, her şeyden önce düşmanlarını kendilerine karşı üstünlük sağladıkları bu silahla karşılıyorlardı. Onlar gerçek anlamda bildikleri tek bir ilaha inanmalarıyla üstündüler. Rablerinin savaş alanında kendileriyle birlikte olduğunun bilincindeydiler. Uğruna savaştıkları amaca olan inançlarıyla da üstündüler. Bunun tüm amaçlardan daha yüce olduğunu çok iyi biliyorlardı. Aynı şekilde, evren, hayat ve insan olarak varlıklarının gayesine ilişkin düşünceleri ile de üstündüler. Toplumsal düzenlerindeki üstünlükleri ilahî hayat metodlarındaki üstünlüklerinden kaynaklanıyordu. İşte namaz bütün bunlara bir sembol konumundadır. Bunları hatırlatmak için bir araçtır. Bu yüzden savaş alanında bir silah işlevini görür. Hem de gerçek bir silah. İkinci olarak bu ayette, düşman karşısında gerçekleştirilen bu eksiksiz psikolojik hazırlık dikkat çekmektedir. Ansızın üzerlerine kullanmak için silah ve mühimmatlarından bir anlık gafletlerini gözetleyen düşmanlarına karşı müminlere tavsiye edilen bu hazırlık. Bu hazırlıklı olma uyarısının yanında yer alan bu korkutma, "Hiç şüphesiz Allah kafirler için onur kırıcı bir azap hazırlamıştır." ayetinde belirtildiği gibi yüce Allah'ın kendi paylarına aşağılanma yazdığı bir kavimle karşılaşacakları haber verilerek gönüllerine akıtılan bu güven, bu kararlılık duygusu. Hazırlıklı olma uyarısı karşısında yer alan bu güven duygusu. Hazırlıklı olma uyarısında bulunup sonra da gönüllere güven duygusunu akıtmakla sağlanan bu denge. Hileci, inatçı ve alçak düşman karşısında yer alan mümin fert ve müslüman saffın eğitim metodunun gereğidir. Tehlike anındaki namazın nasıl kılınacağına gelince; fıkıh bilginlerinin bu ayetten kaynaklanan görüşleri arasında farklılık vardır. Ancak biz, çeşitli şekillerine ilişkin ayrıntılara girmeksizin genel şeklini aktarmakla yetineceğiz. "Eğer sen mümin savaşçıların arasında bulunur da onlara namaz kıldırırsan onların bir grubu senin arkanda namaza dursun ve silahlarını yanlarına alsınlar. Bu grup secdeden kalkınca arkanıza (nöbet yerine) geçsin. Bu kez namaz kılmamış öteki grup gelerek arkanda namaz kılsın, bunlar da silahlarını ve teçhizatlarını yanlarına alsınlar." Ayetin anlamı şöyle: Sen aralarında bulunur, namazda imamlık yaparsan bir grup sana uyarak birinci rekatı kılsınlar. O esnada diğer grup sizi korumak amacıyla arkanızda silahlarıyla beklesinler. Birinci grup ilk rekatı tamamlayınca dönüp nöbet yerinde beklesinler. Nöbet yerinde bekleyen namaz kılmamış grup da sana uyarak bir rekat kılsınlar. (Burada iki rekatlık namazını tamamlayınca imam selam verir.) Daha sonra imamla birlikte kılamadığı ikinci rekatı kılmak için birinci grup gelir rekatı tamamlar ve selam verir. Bu arada ikinci grup onları korumaktadır. Ardından kılamadığı ikinci rekatı kılmak için ikinci grup gelip rekatı kılarak selam verir. Birinci grup da onları bu arada korur. Bu şekilde her iki grup ta Resulullah'ın imamlığında namazlarını kılmış olurlar. Ondan sonra da halifelerinin tayin ettiği komutanlarının ve her savaş alanındaki -kendilerinden olan- müslüman komutanlarının ardında kılmış olurlar. "...Silahlarını ve teçhizatlarını yanlarına alsınlar. Çünkü kafirler isterler ki, silahlarınızı ve kumanyalarınızı aklınızdan çıkarasınız da ansızın üzerinize baskın düzenlesinler." Bu arzu, kafirlerin gönüllerinden müminlere karşı besledikleri sürekli bir duygudur. Birbirinin ardınca geçen yıllar ve asırlar, yüce Allah'ın ilk müslüman kitlenin gönüllerine yerleştirdiği bu gerçeği doğrulamıştır. Yüce Allah onlara, savaş konusunda genel bir strateji belirliyor. Ancak tehlike anında namaz örneğinde gördüğümüz gibi zaman zaman baş vuracakları hareket planlarını da gösteriyor. Bu uyarı, bu psikolojik hazırlık ve bu sürekli silahlanma, müslümanları sıkıntıya sokma amacına yönelik değildir. Bu yüzden güçleri oranında bunları yerine getirmekten sorumludurlar: "Eğer yağmurdan zarar görecekseniz ya da hasta iseniz silahlarınızı yere bırakmanızın sakıncası yoktur." Çünkü böyle durumlarda silahı taşımak sıkıntı verdiği gibi yararı da yoktur. Dikkatli olmak ve Allah'ın yardımını ve zaferi beklemek yeterlidir. "Bununla birlikte uyanık ve tedbirli olunuz. Hiç şüphesiz Allah kafirler için onur kırıcı bir azap hazırlamıştır." Bu tedbirlilik, bu uyanıklılık ve bu dikkatlilik yüce Allah'ın kafirler için hazırladığı onur kırıcı azabın gerçekleşmesi için bir sebep ve bir araç olabilir. Böylece müminler O'nun gücüne bir perde ve dilemesine aracı olurlar. Kuşkusuz bu, dikkatli olmanın yanında güven duymanın da belirtisidir. Yüce Allah'ın kendilerine onur kırıcı azap hazırladığı kavme karşı zafer bahşedeceğine güvenmektir bu. "Namazı bitirdikten sonra ayaktayken, otururken ve yere uzanmışken Allah'ın adını anınız. Tehlikeyi savuşturup güvene kavuştuğunuzda namazı tam olarak kılınız. Zira namaz müminlere vakitleri belli bir farzdır." Böylece onları her durumda ve her konumda namaz aracılığıyla yüce Allah ile kurulacak bağla yüzyüze getirmektedir. İşte büyük hazırlık ve yıpranmaz silah budur. Kendinizi güvenlikte hissettiğiniz zaman da "namazı kılın." Kısaltmadan sözünü ettiğimiz korku nedeniyle başvurulan kısaltma olmaksızın tam ve eksiksiz kılın. Çünkü namaz eda edilecek zamanı belirlenmiş bir farzdır. "... Namaz mü'minlere vakitleri belirli bir tarzdır." ayetinden hareketle Zahirîler, vakti geçmiş namazın kazasının olmayacağı görüşüne varmışlardır. Onlara göre, kaza, namaz yerine geçmediği gibi sahih de değildir. Çünkü namaz ancak belirlenen vaktinde sahih olabilir. Şayet namazın vakti geçmişse onu kılmanın artık imkânı yoktur. Buna karşılık çoğunluk, geçen namazların kazasının olabileceği görüşünü benimsemektedir. Bununla beraber erkence kılmanın daha iyi ve geciktirmenin ise mekruh olduğunu belirtmişlerdir. Bundan başka teferruatı ayrıntılı bir şekilde aktarmaya girmiyoruz. Bu ders acı, bitkinlik ve yorgunluğa rağmen cihadı sürdürmeyi teşvik etmekle son bulmaktadır. Bu teşvik, mümin kalpleri derinden ve canlandırıcı bir şekilde okşamakta, sonuçlara, hedeflere vë yönelişlere ışık tutmaktadır. 104- O düşmanlarınızın peşini bırakmayınız, onları ısrarla kovalamaktan geri durmayınız. Çünkü eğer siz acı çekiyorsanız bilin ki, onlar da sizin gibi acı çekiyorlar. Oysa siz Allah'tan onların beklemediğini bekliyorsunuz. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi bilir ve hikmet sahibidir. Bu bir kaç kelime, kesin çizgiler belirliyor. Çarpışan iki cephe arasındaki büyük mesafeyi ve farkı ortaya koyuyor. Kuşkusuz müminler, savaşta birtakım acılar ve yaralara katlanırlar. Fakat bunca sıkıntıyı sadece kendileri çekmiyor. Aynı şekilde düşmanları da acı çekiyorlar. Birtakım yaralar ve ızdıraplara düçar oluyorlar. Fakat şunlarla onlar bir mi? Müminler cihad etmekle Allah'a yönelirler, mükafatlarını da O'nun katından beklerler. Kâfirlere gelince, onlar hepten kaybetmişler, Allah'a yönelmedikleri gibi, hayatta ve hayat sonrasında O'nun katından bir beklentileri de yoktur. Şayet kafirler savaşta diretiyorlarsa müminlerin daha çok diretmesi gerekir. Kafirler savaşın getirdiği acılara katlanıyorlarsa müminlerin başlarına gelen acılara daha çok sabretmeleri lazım. Düşmanlarının gücünü yok edinceye, fitne ortadan kalkıp din tamamen Allah için oluncaya kadar, düşmanları kovalamaktan, savaşmak için peşlerinden gitmekten ve izlerini takip etmekten geri kalmamaları gerekir. Bu da, her savaşta Allah'a iman etmenin sağladığı bir üstünlüktür kuşkusuz. Kimi anlarda zorluklar dayanma gücünü aşar. Acılar dayanılmaz olur. İnsan kalbi üstün bir yardıma ve bir azığa ihtiyaç duyar. İşte burada yüce Allah'ın yardımı gelir. Beklenen azık O Rahîm olan koruyucudan gelir. Kuşkusuz bu prensip, denk ve açık güçlerin çarpıştığı durumlarda geçerlidir. Savaşta, bu savaşan her iki grup da birtakım yaralar alacaktır. Çünkü her ikisi de silahlanmış olarak savaşıyor. Mümin toplum, birbirine denk olmayan ve açıktan yapılmayan bir savaş içinde de kendini bulabilir. Ancak kural yine değişmez. Çünkü batıl hiçbir zaman huzur bulamaz. Hatta galip gelmiş olsa da. O her zaman kendi bünyesinde iç çelişkilerinden ve farklı gruplarının çekişmesinden ve bizzat kendisinin eşyanın fıtratı ve tabiatına ters düşmesinden kaynaklanan acılarla karşılaşacaktır. Bu durumda mümin toplumun yapacağı şey, acılara katlanması ve yıkılmamasıdır. Şunu iyice bilmelidir ki, şayet kendisi acı çekiyorsa, aynı şekilde düşmanı da acı çekiyordur. Acı çekmenin çeşitli yolları vardır. Yaralar birbirinden farklıdır.. "Oysa siz Allah'tan onların beklemediğini bekliyorsunuz." İşte derin teselli budur. İki grup arasındaki yol ayırımı burasıdır. "Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir." Kalplerin duygularını nasıl tedavi edeceğini bilir. Acı ve yäralarını dindirecek şeyi kişiye gösterir. İNSANLIK TARİHİNDE BENZERİ OLMAYAN BİR OLAY Ele aldığımız ayetler grubu yeryüzünün bir benzerini tanımadığı, insanlığın eşine rastlamadığı bir hikaye anlatmaktadır. Tek başına bu bile Kur'an'ın ve bu dinin yüce Allah'ın katından olmasının zorunluluğunu göstermektedir. Çünkü düşünceleri ne kadar yüksek, ruhları ne kadar saf ve tabiatları ne kadar düzgün olursa olsun insanlığın Allah'tan gelen vahiy olmaksızın kendiliğinden şu ayetlerin işaret ettiği düzeye yükselmesi mümkün değildir. Bu düzey, insanlığın ancak bu ilahî metodun gölgesinde yükselebildiği bir çizgi çizmektedir ufka. Bu ilâhî metodun dışında ona ulaşmak hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Bu olay, Medine'deki yahudilerin o aşağılık dağarcıklarındaki zehirli oklarını İslâm ve müslümanlara fırlattıkları bir sırada gerçekleşiyordu. Nitekim bu sûrede, Bakara suresinde ve Al-i İmran suresinde yahudilerin müslüman safta çıkardığı fitnelerin bir bölümüne değinilmektedir. Yahudilerin yalanlamalarını yaydıkları, müşriklerle birleştikleri, münafıkları cesaretlendirdikleri, onlara yol gösterdikleri, birtakım söylentiler çıkarıp kafaları karıştırdıkları; Hz. Peygamber'in önderliği vahiy ve peygamberlik konusunda kuşkular yaydıkları, dışarıdan düşmanları üzerine çullanmaya hazırlanmışken içerden İslâm toplumunu bozmaya çalıştıkları bir sırada... İslâm henüz Medine'de yeni yeni gelişiyorken, cahiliye kalıntıları bazı ruhları etkilemeye devam ediyorken, bazı müslümanlarla müşrik münafık ve bizzat yahudiler arasındaki akrabalık ve çıkar bağları, müslüman saffın kaynaması ve uyumu noktasında gerçek bir tehlike olmaya devam ediyorken... Evet bu denli zor, tehlikeli, hem de çok tehlikeli bir dönemde, haksız yere hırsızlıkla suçlanan bir yahudiyi temize çıkarmak ve bu yahudiyi itham altında tutan Medineli Ensar'dan bir aileyi cezalandırmak için bu ayetler Resulullah'a ve müslümanlara iniyordu. Oysa gerek kendi şahsı, gerekse peygamberliği, dini ve getirdiği yeni inancı çevresinde kurulan tuzaklara karşı koymada kullandığı hazırlığı ve ordusunu da Ensar oluşturuyordu. Hangi, temizlik, adalet ve üstünlük bu düzeye ulaşabilir? Sonra hangi söz bu düzeyi vasfedecek bir dereceye ulaşabilir. Bütün sözler, bütün yorumlar bütün değerlendirmeler bu erişilmez zirvenin aşağısında kalacaktır. Bu zirveye insanlar kendi kendilerine ulaşamazlar, hatta böyle bir şeyden haberleri bile olamaz. Bu yüce, ulu ve nurlu ufka ulaşmak için Allah'ın metoduna uymaları hariç. Bu ayetlerin indiriliş sebebine ilişkin bir kaç kaynakta rivayet edilen hikaye şöyledir: Ensar'dan bazıları -Katade b. Nu'man ve amcası Rufae Resulullah'la (salât ve selâm üzerine olsun) birlikte bazı savaşlara katılmışlardır. Onlardan birinin (Rufae'nin) zırhı çalınır. Tüm kuşkular, Ubeyrik oğulları denilen Ensar'dan bir aileye mensup birinin üzerinde toplanıyordu. Zırhın sahibi gelip, `Ta'me b. Ubeyrik zırhımı çaldı' diye Resulullah'a şikayet eder. (Bir rivayete göre bu adam Beşir b. Ubeyrik'tir. Yine başka bir rivayete göre bu adam, Sahabe'yi yeren şiirler söyleyen sonra da bunları bazı arapların üzerine atan bir münafıktır.) Hırsız bunu görünce, zırhı alıp Zeyd bin Semin adında bir yahudinin evine atar. Sonra da Aşiretinden bir gruba "Zırhı gizledim, onu falanın evine attım. Orda bulurlar" der. Bunlar da Resulullah'a gidip ve "Ey Allah'ın peygamberi, arkadaşımız bu ithamdan uzaktır. Zırhı çalan falancadır. Bunu kesinlikle biliyoruz. İnsanların huzurunda arkadaşımızın suçsuz olduğunu bildir ve onu savun. Şayet senin aracılığınla yüce Allah onun suçsuzluğunu belirtmese helak olur" derler. Resulullah zırhın yahudinin evinde bulunduğunu öğrenince kalkıp İbn-i Ubeyrik'i aklar ve insanların huzurunda suçsuzluğunu bildirir. Henüz zırh Yahudinin evinde bulunmamışken hırsızın ailesi Resulullah'a şöyle diyordu: "Katade b. Nu'man ve amcası, bir delil, bir ispat söz konusu olmaksızın müslüman ve iyiliksever ailemizin bazı fertlerini hırsızlıkla suçluyorlar." Katade diyor ki, `Resulullah'ın yanına gidip anlatmaya başladım.' Ancak Resulullah `Müslümanlıkları ve iyiliksever kişiler oldukları bilinen bir aileyi, delilsiz ispatsız hırsızlıklarını suçluyorsun?' buyurdu. Katade `Bunun üzerine geri döndüm ve keşke malımın bir kısmı gitseydi de bu konuda Resulullah'la konuşmasaydım dedim' der. Sonra amcam bana gelip `Ne yaptın yeğenim?' dedi. Ben de Resulullah'ın bana söylediğini ona söyledim. Bunun üzerine "Allah'tan yardım istenir" dedi. Çok geçmeden şu ayetler nazil oldu: "Biz sana bu hak içerikli kitabı indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın gösterdiği gibi hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma." Yani Ubeyrik oğullarının. Ayetteki `Hasimen: koruyan, savunan ve mücadelesini yapan demektir. "Allah'tan af dile". Yani Katade'ye dediklerin için. "Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir." "Kendilerine hıyanet edenleri temize çıkarmaya çalışma. Hiç şüphesiz Allah, hıyanete dalmış günahkarları sevmez." "Bu kimseler Allah'ın razı olmadığı sözü geceleyin buluşarak karara bağlarken insanlardan saklı tutuyorlar, ama yanı başlarında olan Allah'tan saklayamazlar. Hiç şüphesiz Allah onların yaptıklarını bilgisi ile kuşatacak güçtedir... "Diyelim ki, siz onları dünya hayatında savundunuz. Peki kıyamet günü Allah'a karşı kim savunacak ya da kim onların vekilliğini üzerine alacak." "Kim bir kötülük işler ya da kendine zulmeder de Allah'tan af dilerse Allah'ı bağışlayıcı ve esirgeyici olarak karşısında bulur." Yani Allah'tan af dilerse onları bağışlayacaktır. "Kim bir kusur ya da bir suç işler de onu bir masumun üzerine atarsa açık bir iftira, bir günah yükünün altına girmiş olur." "Eğer Allah'ın sana yönelik lütfu ve esirgemesi olmasaydı, onların bir takımı seni yanıltmaya yeltenmişlerdir. Oysa onlar sadece kendilerini yanıltırlar, sana hiçbir zarar dokunduramazlar. Çünkü Allah sana kitabı ve hikmeti indirerek sana daha önce bilmediğin gerçekleri öğretmiştir. Hiç şüphesiz Allah'ın sana yönelik lütfu son derece büyüktür." "Onların aralarında yaptıkları -çoğu gizli konuşmalarda hayır yoktur. Meğer ki, bu fısıltılı toplantılarının amacı sadaka vermeyi, iyiliği, insanlar arasında dirliği emretmek olsun. Kim bunları Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yaparsa ilerde kendisine büyük bir mükafat vereceğiz." (Nisa Suresi, 112-114) Bu Kur'an ayetleri nazil olunca Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) silahı getirip Rufae'ye iade eder. Katade diyor ki, `Amcama, silahı götürünce (ki o, cahiliyede kör -ya da gece görmez- birisiydi: Üstelik ben onu zayıf bir müslüman görüyordum) ey kardeşimin oğlu, onu Allah yolunda bağışladım" dedi. O zaman anladım ki gerçek anlamda bir müslümandır.' Bu ayetler nazil olunca Beşir gidip müşriklere katılır. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Kim doğru yolu iyice tanıdıktan sonra peygambere zıt düşer de müminlerin yolundan başka bir yola koyulursa kendisini koyulduğu yolla baş başa bırakır, sonra da cehenneme atarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir." "Allah kendisine ortak koşma suçunu bağışlamaz. Bunun dışındaki suçları dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa gerçekten koyu bir sapıklığa düşmüş olur." Kuşkusuz sorun, bir grup insanın töhmet altında tuttuğu suçsuz birinin aklanması değildir. Her ne kadar Allah'ın terazisinde suçsuz birinin aklanması büyük bir ağırlıklı olay ise de sorun bundan çok daha önemlidir. Bu, şartlar ve durumlar ne olursa olsun, insanların arzusuna ve soyuna eğilim göstermeyen, sevgi ve öfkeye göre değişmeyen bir kriter yerleştirme sorunudur. Sorun, bu yeni toplumun arındırılması, cahiliye ve ırkçılık kalıntılarının giderilmesinin yanında içindeki beşeri zaafların tedavi edilmesi sorunuydu. Çünkü iş insanlar arasında adaleti gerçekleştirmeyle ilgili olunca akide konusunda bile hiçbir ayırıma gidilmemeliydi. Aynı zamanda, insanlık tarihinde eşine rastlanmayan bu yeni toplumun; arzu, çıkar ve tarafgirlik lekesini taşımayan, arzulara, eğilim ve şehvetlere göre değişmeyen, iyi, temiz, sarsılmaz ve sağlam bir temele dayandırılması sorunuydu. Olayı görmezlikten gelmek, bu kadar sıkı tutmamak, ayıplamamak, tüm gözlerin görebileceği şekilde ortaya çıkarmamak, daha doğrusu bu şekilde sert ve belirgin bir şekilde insanlar içinde utandırmamak için sebep çoktu. Sebep çoktu; şayet yeryüzü değerleri egemen olsaydı, onlara başvurulsaydı. Ya da bu metodun başvurduğu insanların mizan ve ölçüleri o olsaydı. Bir kere ortada açık ve seçik bir sebep vardı. İtham edilen bir yahudiydi. "Yahudi" ulusundan... O yahudi ki, sahip olduğu hiçbir zehirli okunu İslâm ve müslümanlara açılan savaşta onların aleyhinde kullanmasın. O yahudiler ki, o sene müslümanlara iki acı birden tattırmışlardı. (Yüce Allah bunun böyle olmasını dilemiştir.) O yahudi ki, ne hak, ne adalet ne de insaf bilir. O yahudi ki, müslümanlarla ilişkilerinde kesinlikle bir tek ahlâkî değere itibar etmez. Bir diğer sebep de söz konusuydu. Bu da Ensar'la ilgili bir konuydu. Muhacirleri barındıran ve onlara yardımcı olan Ensar. Bu olay nedeniyle bazı aileleri arasında şiddetli kin baş gösteren Ensar. Oysa Yahudi'nin töhmet altında tutulması düşmanlık gölgesini uzaklaştırabilirdi. Burada bir üçüncü sebep de vardı: Yahudiye, Ensara yönelteceği zehirli bir ok vermemek. Çünkü bazısı bazısından malını çalmış sonra da yahudiyi itham etmişlerdi. Yahudiler teşhir etmek ve tehlike yaratmak için bu fırsatı kaçırmazlardı. Ancak sorun bunların tümünden de önemliydi. Bu tür basit çıkarlardan çok daha büyüktü. Bunların tümü İslâm'a göre son derece değersiz şeylerdir. Söz konusu olan, yeryüzü halifeliğinden ve insanlığa önder oluşundan kaynaklanan sorumluluklarını yerine getirebilmesi için bu yeni kitlenin eğitimiydi. Çünkü insanlığın bildiği her şeyden üstün olan bu ilahi metod iyice netleşmediği ve pratik hayatına yerleşmediği sürece, bu kitlenin yeryüzüne halife olması ve insanlığa önderlik yapması mümkün değildir. Bünyesini iyice arındırmadığı, beşeri zaaftan ve cahiliye kalıntılarından kaynaklanan bulanıklıkları gidermediği ve insanlar arasında adaletle hükmetmesi için, tüm yeryüzü değerlerinden, basit ve yüzeysel çıkarlarından ve insanların görmezlikten gelinmeyecek denli büyük bir şey kabul ettikleri tüm koşullardan soyutlanmış, adil bir kriteri kendi bünyesinde oluşturmadığı sürece bu fonksiyonunu yerine getirmesi mümkün değildir. Yüce Allah, o zaman bir yahudinin başından geçen bu olayı özellikle seçmiştir. O güne kadar Medine'de müslümanlara iki defa ihanet eden, onların aleyhlerine müşrikleri bir araya getiren, aralarındaki münafıkları destekleyen, dağarcığındaki hile, deneyim ve bilgileri bu dinin aleyhinde kullanmak için fırsat kollayan yahudi. Hem de müslümanların Medine'deki hayatlarının en zor döneminde. Her yönden düşmanlıklarla kuşatıldıkları bir sırada ve bütün bu düşmanlıkların arkasında yahudinin bulunduğu bilindiği halde. Yüce Allah, böyle bir ortamda meydana gelen bu olayı seçmekle, müslüman cemaate aktarmak istediğini söylemek ve öğretmek istediğini bu münasebetle öğretmek istiyordu. Bu yüzden burada; yalana, uydurmaya, örtmeye ve süslü göstermeye imkan yoktur. İşlenen hatayı örtbas etmek, yapılan kötülüğü görmezlikten gelmek için dalavere yapmaya imkan yoktur. Burada, müslüman kitlenin görünürdeki çıkarlarını düşünmeye ve bu kitleyi kuşatan geçici koşulları gözetmeye de imkan yoktur. Buradaki sorun son derece ciddî ve nettir. Yağcılığa ve cıvıklığa tahammül etmez. Kuşkusuz bu ciddiyet şu ilahî metodun gereği ve temelidir. Bu ilâhî metodu yeryüzünde tatbik edip yaymak, hazırlanan bu ümmetin görevidir. İnsanlar arasında adaleti uygulama, evet Allah'tan gelen vahiy ve onun yardımı olmadan insanların ulaşamadığı hatta varlığından bile habersiz oldukları şu yüksek adaleti uygulamak onun görevidir. İnsan şu erişilmez zirveden, tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm toplumların içinde yaşadığı aşağılık duruma bakınca... her yönüyle, çok alçak bir hayat yaşadıklarını görür. Ayrıca bu ulu zirve ile şu aşağılık durum arasında; kurnazlık, iki yüzlülük, politika, toplum menfaati gibi bir sürü isim ve etiket altında yığınlarca aşılmaz kayanın bulunduğunu görür. İnsan biraz dikkatlice bakınca bunun altında kötülüklerin gizlendiğini görür. İnsan bir daha bakınca, sadece müslüman ümmet örneğinin bu aşağılık düzeyden yüce zirveye çıkabildiğini görür. Tarih boyunca zaman zaman örnekleri görülen bu ümmetin, eşsiz ilahi metodun yönelttiği bu zirveye ulaştığını görür. Geçmiş ve çağdaş cahiliye toplumlarında "adalet" ismini verdikleri kokuşmuş bataklığa gelince; böylesine temiz ve üstün bir havada üstündeki örtüyü kaldırıp ortalığı kokutmanın yararı yoktur. Şimdi de bu derste geçen ayetleri ayrıntılı bir şekilde ele alalım: | |
19 Eylül 2008, 18:39 | Mesaj No:20 |
Cvp: Fizilalil Kuran Nisa Suresi Tefsiri 105- Biz sana bu hak içerikli kitabı indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın gösterdiği gibi hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma. 106- Allah'tan af dile, hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir. 107- Kendilerine hıyanet edenleri temize çıkarmaya çalışma. Hiç şüphesiz Allah hıyanete dalmış günahkarları sevmez. 108- Bu kimseler Allah'ın razı olmadığı sözü geceleyin buluşarak karara bağlarken insanlardan saklı tutuyorlar, ama yanı başlarında olan Allah'tan saklayamazlar. Hiç şüphesiz Allah onların yaptıklarını bilgisi ile kuşatacak güçtedir. 109- Diyelim ki, siz onları dünya hayatında savundunuz. Peki kıyamet günü onları Allah'a karşı kim savunacak ya da kim onların vekilliğini üzerine alacak. Şu ifadede bir kesinlik algılıyoruz. Hakkın yerini bulması için bir kızgınlık, adaletin gerçekleşmesi için bir çaba beliriyor bu kesinlikten. Ayetin atmosferinden bu husus ilk anda belirmekte ve etrafa yayılmaktadır. Öncelikle bu husus, Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) hak içerikli kitabın insanlar arasında Allah'ın kendisine gösterdiği şekilde adaletle hükmetmesi için indirildiğinin hatırlatılmasından ve bu hatırlatmanın ardından onları savunmak ve temize çıkarmaya çalışmak suretiyle hainlere taraf olmaktan sakındırılmasından ve bu girişimden dolayı Allah'tan bağışlanma dilemeye yöneltilmesinden anlaşılmaktadır. "Biz sana bu hak içerikli kitabı indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın gösterdiği gibi hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma" "Allah'tan af dile, hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir." Sonra, bu sakındırmanın tekrarlanmasından ve Peygamberin temize çıkarmaya çalıştığı bu hainlerin kendilerine ihanet etmiş kişiler olarak nitelendirilmesinden ve yüce Allah'ın günahkar hainleri sevmediği sonucuna bağlanmasından da anlaşılmaktadır: "Kendilerine hıyanet edenleri temize çıkarmaya çalışma. Hiç şüphesiz Allah hıyanete dalmış günahkarları sevmez." Onlar görünürde başkalarına ihanet etmişler ama gerçekte kendi kendilerine hıyanet etmişler. Onlar topluma ve ilahi sisteme ihanet etmişlerdir. Bu metodun onlarla sivrildiği ve belirginleştiği ilkelerine ihanet etmişlerdir. Mensubu bulundukları topluma verilen emanete ihanet etmişlerdir. Sonra onlar bir başka açıdan da kendilerine ihanet etmişlerdir. Sonucunda şiddetli bir cezayı gerektiren günaha dalmakla kendilerine ihanet etmişlerdir. Çünkü Allah onları kınamakta ve işledikleri günahtan dolayı cezalandırmaktadır. Kuşkusuz bu, kendi kendine ihanettir. Kendi kendilerine ihanetlerinin üçüncü şekli de, kişiliklerini, başkalarına iftira atmak üzere sözbirliği yapmak, yalan ve ihanetle kirletmeleridir. "Hiç şüphesiz Allah hıyanete dalmış günahkârları sevmez." Bu ceza, diğer tüm cezalardan daha büyüktür. Aynı zamanda, beraberinde başka bir anlam da taşımaktadır bu ifade. Buna göre Allah'ın sevmediği kişileri savunmak ve onları korumak değildir. Çünkü günah ve ihanetlerinden dolayı yüce Allah onları kınamıştı. Günah ve ihanetle vasıflandırmayı, bu günahkâr hainlerin tuttuğu yolun tasvir edilmesi takip etmektedir: "Bazı kimseler Allah'ın razı olmadığı sözü geceleyin buluşarak karara bağlarken insanlardan saklı tutuyorlar, ama yanı başlarında bulunan Allah'tan saklayamazlar." Kuşkusuz bu, küçümseme ve alaya almayı çağrıştıran bir maskaralık tablosudur. İçindeki basitlik ve çarpıklıktan dolayı maskaralıktır. Çünkü onlar, hile, komplo ve ihanetlerini tasarlarken bu davranışlarının kendilerine hiç bir yarar ya da zarar dokundurma imkanları bulunmayan insanlardan saklıyorlar. Bu arada yapacaklarını tasarlarken gerçek anlamda yarar ya da zarar dokundurmaya gücü yeten yüce Allah yanlarındadır. Niyetlerini saklayıp etraflarına açıklamazken, sözlerini O'nun hoşlanmadığı şekilde süslerken onlardan haberdardır. Bu derece rezil olmayı ve alaya alınmayı hakkeden başka bir konum var mıdır? "Hiç şüphesiz Allah onların yaptıklarını bilgisiyle kuşatacak güçtedir." Bütünüyle ve kesinlikle... O halde tasarladıklarıyla nereye gidecekler? Onlar yapmayı tasarlarken bile Allah yanlarındadır. Allah herşeyi kuşatmıştır. Onlar da O'nun gözetimi altındadırlar, O'nun denetimindedirler. Hainleri savunan herkese kızgınlık kokan bu saldırı böylece sürmektedir: "Diyelim ki, siz onları dünya hayatında savundunuz, peki kıyamet günü onları Allah'a karşı kim savunacak ya da kim onların vekilliğini üzerine alacak." "Kıyamet günü bir savunucuları ya da vekilleri bulunmayacaktır." O halde o dehşetli günde kendilerini savunmadıktan sonra dünyada savunmanın ne yararı vardır? Günahkar hainlere yönelik bu kızgın saldırıdan, onları savunan ve temize çıkarmaya çalışanlara yönelik bu sert azarlamadan sonra; bu tür davranış ve sonuçlarına ilişkin genel bir kuralın belirlenmesi yer almaktadır. Bundan dolayı yapılacak sorgu ve verilecek cezanın aynı zamanda tüm cezaların dayanması gereken adalet kuralı yerleştirilmektedir. Yüce Allah bu kural uyarınca kullarına muamele etmektedir. Kullarından da aralarındaki uygulamalarda bu kuralı eksen edinmelerini istemektedir. Bu konuda Allah'ın ahlâkı -adalet ahlâkı- ile ahlâklanmalarını istemektedir. 110- Kim bir kötülük işler ya da kendine zulmeder de Allah'tan af dilerse Allah'ı bağışlayıcı ve esirgeyici olarak karşısında bulur. 111- Kim bir suç işlerse onu kendi aleyhine işlemiş olur. Kuşkusuz Allah bilir ve hakimdir. 112- Kim bir kusur ya da bir suç işler de onu bir masumun üzerine atarsa açık bir iftira, bir günah yükünün altına girmiş olur. Bu üç ayet, yüce Allah'ın kullarıyla olan ilişkisinin dayandığı genel prensipleri belirlemektedir. Kullar da birbirleriyle ilişkilerinde bu prensiplere uyabilirler. Allah ile olan ilişkilerinde bunlara uymuş olsalar hiç bir zarara uğramazlar. Birinci ayet, tevbe kapısının iki kanadını ve bütün genişliğiyle bağışlanma kapısını sonuna kadar açıyor. Böylece tevbe eden her günahkârda bağışlanma ve kabul görme ümidi doğuruyor: "Kim bir kötülük işler ya da kendine zulmeder de Allah'tan af dilerse Allah'ı bağışlayıcı ve esirgeyici olarak karşısında bulur." Tevbe edip bağışlanma dileyerek Allah'a yönelenler onu bağışlayıcı ve merhamet edici görürler. Kuşkusuz bir kötülük işleyen başkasına ve kendisine haksızlık eder. Şayet kötülük şahsını aşınıyorsa o zaman da yalnızca kendisine haksızlık eder. Her iki durumda da bağışlayıp esirgeyen yüce Allah her an için bağışlanma dileyenleri kabul eder, ona tevbe ederek yöneldikleri sürece onları bağışlar, merhamet eder. Bu şekilde kayıtsız, şartsız, engelsiz ve kapıcısız... Tevbe edip bağışlanma dileyenler her zaman Allah'ı affedici ve merhamet edici bulacaklardır. İkinci ayet, bireyin sorumluluğunu yerleştirmekte ve ceza konusunda İslâm düşüncesi bu kurala dayanmaktadır. Bu da her kalbe, korku ve güven duygusunu bahşetmektedir. İşlediğinden ve kazandığından dolayı da kendisini güvencede hissetmesini sağlamaktadır. "Kim bir suç işlerse onu kendi aleyhine işlemiş olur. Kuşkusuz Allah bilir ve hakimdir." Kilise düşüncelerinde sözü edildiği gibi, İslâm'da, miras kalan bir suç anlayışı yoktur. Kişinin kendi cezasını çekmesi dışında, başkası adına ceza çekmesi söz konusu değildir. Bu durumda her kişi, yaptığı şeyden sakınmak ve yapmadığı şeyden dolayı sorgulanmayacağından emin olmak üzere özgürdür. İşte bu eşsiz düşüncede yer alan olağanüstü denge. Kuşkusuz bu, İslâm düşüncesinin özelliklerinden ve ilkelerinden biridir. Çünkü İslâm, fıtratı tatmin eder, insanoğlunun davranışları için mihenk edinmesi istenen mutlak adaleti gerçekleştirir. Üçüncü ayet de bir suç işleyip sonra da onu suçsuz birine yükleyenin sorumluluğunu belirlemektedir. Bu durum söz konusu grubun durumuna uygun düşmektedir: "Kim bir kusur ya da bir suç işler de onu bir masumun üzerine atarsa açık bir iftira, bir günah yükünün altına girmiş olur." Hem masum birine iftira atmanın günahını, hem de o suçu bizzat işlemenin yükünü birlikte taşıyacaktır. Manayı iyice öne çıkarıp güçlendiren Kur'an'ın tasvirli ifadesinin somutlaştırdığı gibi bunlar, taşınacak yüktürler sanki. Kur'an-ı Kerim belirlediği bu üç kural ile, her ferdin yaptıkları ile hesaba çekileceği adalet terazisini tablolaştırmaktadır. Bu terazi, suçunu başkasının üzerine atmakla hiç bir suçlunun yakasını bırakmaz. Aynı zamanda tevbe ve mağfiret kapısını sonuna kadar açık tutmaktadır. Kapıları çalıp duran şu bağışlanma dileyen tevbekârlar, her an Allah'la buluşabilirler. Hatta izin istemeden bile huzura girip rahmet ve bağışlanma dilerler. Son olarak yüce Allah, geceleyin komplolar kuranların peşine düşmekten koruması, anlaşmalarından haberdar etmesinden dolayı peygamberine yaptığı iyiliği belirtiyor. Öyle ki, bu adamlar anlaşmalarını tüm insanlardan gizleyebildikleri halde Allah'tan gizleyememişlerdi. -Çünkü hoşlanmadığı sözü tasarlarlarken yüce Allah yanlarındaydı- Ardından yüce Allah, kendisine kitap ve hikmet indirmekle ve bilmediğini öğretmekle yaptığı en büyük iyiliği hatırlatmaktadır peygamberine. Kuşkusuz bu, öncelikle Allah yanında en şerefli ve ona en yakın olanın şahsında tüm insanlığa yapılmış bir iyiliktir: 113- Eğer Allah'ın sana yönelik lütfu ve esirgemesi olmasaydı, onların bir takımı seni yanıltmaya yeltenmişlerdi. Oysa onlar sadece kendilerini yanıltırlar, sana hiçbir zarar dokunduramazlar. Çünkü Allah, kitabı ve hikmeti indirerek sana, daha önce bilmezliğin gerçekleri öğretmiştir. Hiç şüphesiz Allah'ın sana yönelik lütfu son derece büyüktür. Kuşkusuz bu çaba, peygamberin düşmanlarının onu haktan, adaletten ve doğruluktan saptırmak için sarf ettikleri çeşitli renkten ve türden çabanın sadece bir tanesidir. Ancak her defasında yüce Allah, lütfu ve rahmetiyle onu korumuştur: Düzenbaz komplocular hep kendilerini yanıltmış, kendileri sapıklığa dalıp gitmişlerdir. Peygamberimizin hayatı bu tür çabalarla doludur. Onun kurtuluşu ve doğruyu bulması, komplolar düzenleyenlerin de sapıtmaları ve zarar etmesiyle sonuçlanmış tüm çabalar... İşte yüce Allah bu lütfu ve rahmetini hatırlatmaktadır. Aynı zamanda Allah'ın lütfu ve rahmeti sayesinde, kendisine hiçbir zarar veremeyeceklerini bildirerek güven vermektedir ona. Bu son komplodan koruması, masum birine haksızlık etmekten, suçluyu da aklamaktan kurtarması, kendisi için gerçeği olduğu gibi ortaya çıkarıp komplocuları göstermek sûretiyle yaptığı iyiliği hatırlatıyor. Hz. Peygambere bu münasebetle, daha büyük olan peygamberlik nimeti de hatırlatılıyor. "Allah kitabı ve hikmeti indirerek sana, daha önce bilmediğin gerçekleri öğretmiştir. Hiç şüphesiz Allah'ın sana yönelik lütfu son derece büyüktür." Yeryüzünde Allah'ın "insan" türüne yaptığı bir lütuftur bu. İnsanlık bu ! lütufla birlikte yeniden doğmuştur adeta. Bu lütuf, ilk ruhun nefesiyle ilk defa nasıl meydana gelmişse öylesine, yeni baştan meydana gelmesidir insanlığın. İnsanlığı eşsiz ve olağanüstü ilahi hayat metodu aracılığıyla cahiliye bataklığından erişilmez zirveye çıkma çabasına daha da yükselten bir nimettir bu. Bu nimetin değerini, hem İslâm'ı hem de -eskisi ve çağdaşıyla- cahiliyeyi tanıyan; İslâm'ı da cahiliyeyi de tadan bilebilir. Yüce Allah'ın bu nimeti, Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)'a hatırlatmasına gelince; bunun nedeni, Resulullah'ın bu nimeti ilk defa öğrenen ve tanıyan olmasıdır. Bunu bilip tadan en büyük insan olmasıdır. En iyi bileni ve en çok tadına varanı olmasıdır. "Daha önce bilmediğin gerçekleri öğretmiştir. Hiç şüphesiz Allah'ın sana yönelik lütfu son derece büyüktür." ŞEYTANIN DOSTLARI Bu ders, birçok noktada, geçen dersle bağlantılıdır. Bir kere bazı ayetleri, Beşir b. Ubeyrik'in irtidat etmesi, Resulullah'a zıt düşmesi ve bu derste düşüncesi, ahmaklığı, şeytanla ilişkileri ve şeytanın üzerindeki etkinliği, söz konusu edilen cahiliye hayatına yeniden dönmesi gibi yahudi olayından sonra meydana gelen olayları yorumlamak ve değerlendirmek için nazil olmuştur ayetler. Bu arada yüce Allah'ın kendisine ortak koşulmasını bağışlamadığı, bunun dışındaki günahları dilediğine bağışladığı da bildirilmektedir. İkinci olarak bu ders; fısıldaşma ve komploları söz konusu etmektedir. Geceleyin kararlaştırıp fısıldaştıkları, bu olayda olduğu gibi, gizli konuşmalarının çoğunda iyilik namına birşeyin bulunmadığını belirtmektedir. Bu arada yüce Allah'ın sevdiği fısıldaşma çeşitlerini de açıklamaktadır. Buna göre, hayır, iyilik ve insanların arasını bulmak amacıyla fısıldaşmak yüce Allah'ın hoşnud olduğu bir davranıştır. Bu ve diğer fısıldaşmanın karşılığının yüce Allah'ın katında olduğunu da belirtmektedir. Son olarak, yüce Allah'ın, yapılan işleri onlarla değerlendirdiği adil kuralları bildirmektedir. Bu kurallar hiçbir insanın arzu ve isteğine uymaz. Ne müslümanların ne de Ehl-i Kitab'ın... Yalnızca yüce Allah'ın mutlak adaletine ve şayet insanların arzusuna uyacak olursa, göklerle yerin düzeninin bozulacağı belirtilen hakka döndürülmektedir. Bu açıdan ders, konu ve yöneliş bakımından geçen dersle aynı yollarda birleşmektedir. Sonra ders, eğitsel ve toplumsal düzenden kaynaklanan üstünlüğüyle, insanlığa önderlik yapan bir ümmet olması hedeflenen bu kitlenin hazırlanması, içindeki beşeri zaaf ve cahiliye toplumu kalıntılarının giderilmesi ve her alanda birlikte savaşa girişmesi amacına yönelik hikmetli eğitim metodu aşamalarından birini oluşturmaktadır. Bu, çeşitli konularıyla sûrenin üzerinde durduğu ve bütünüyle Kur'an'ın eğitim metodunun yöneldiği bir amaçtır. 114- Onların aralarında yaptıkları çoğu gizli konuşmalarda hayır yoktur. Meğer ki, bu fısıltılı toplantılarının amacı sadaka vermeyi, iyiliği ve insanlar arasında dirliği emretmek olsun. Kim bunları Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yaparsa ilerde kendisine büyük bir mükafat vereceğiz. Kur'an-ı Kerim'de, müslüman toplum ve müslüman önderlikten uzak, geceleyin herhangi bir şey kararlaştırmak üzere toplanmak şeklindeki fısıldaşmaya ilişkin yasak, sık sık tekrarlanmaktadır. İslâmî eğitim, aynı şekilde İslâm düzeni; her insanın problemini ya da derdini getirip peygambere açmasını öngörmektedir. Ancak şayet, insanlar arasında yayılmasını istemediği özel bir işse, bunu gizlice açacaktır. Yok eğer bu, kişiye özgü bir durum olmayıp genel konulara ilişkin olursa o zaman da açıkça soracaktır. Bu prensibin hikmeti; müslüman toplumda "hizipleşmenin" oluşmaması ve çeşitli grupların, düşünce ve problemleriyle ya da fikir ve amaçlarıyla bütünden ayrılmamalarıdır. Müslüman toplumda bir grubun geceleri herhangi bir şey kararlaştırmaması, dolayısıyla toplumun önceden kararlaştırılmış bir şeyle karşılaşmaması, ya da gizlice bir şey kararlaştırıp onu toplumdan saklamamaları içindir bu prensip. Çünkü ne yaparlarsa yapsınlar onu Allah'tan saklayamazlar. O'nun hoşuna gitmeyen sözü geceleyin kararlaştırırken de onların yanındaydı. Bu konu, müslüman toplumdan ve onun önderliğinden ayrı, fısıldaşmayı ve geceleri bir şeyler kararlaştırmak üzere buluşmayı yasaklayan konulardan biridir. Kuşkusuz müslüman toplumun meclisi mescitti. Orada buluşur, namaz kılmak ve hayat sorunlarını görüşmek için orada toplanırlardı. Müslüman toplum bütünüyle açık bir toplumdu; savaş ve diğer dönemlerdeki askeri sırlar ve sahibinin dillerde dolaşmasını istemediği çok özel sorunlar dışında, tüm problemler genele sunulurdu. Bu yüzden bu açık toplum, son derecè temiz ve serbest bir atmosfere sahipti. Toplumun ya da prensiplerinden birinin aleyhinde komplolar hazırlamak isteyen genellikle münafıkların dışında hiç kimse, toplumdan habersiz geceleri bir şeyler kararlaştırmak için bir kenara çekilemez. Bu yüzden çoğu yerlerde fısıldaşma, münafıklığa yakın bir davranış kabul edilmiştir. Bu gerçek bizim için son derece yararlıdır. Buna göre müslüman toplum, böyle bir görünümden uzak bulunmalıdır. Her ferd, düşüncesini ya da karşısına çıkan bir plan, bir hedef veya bir problemi, topluma ve onun genel liderliğine açmalıdır. Kur'an ayeti, burada bir çeşit fısıldaşmayı bu hükmün dışında tutmaktadır. Görünüm itibariyle fısıldaşmaya benzese bile aslında ayrı bir şeydir bu: "Meğerki bu fısıltılı toplantıların amacı sadaka vermeyi, iyiliği ve insanlar arasında dirliği emretmek olsun." Bunun anlamı; iyilik sever bir insanın diğer bir iyilik sever insana, "Gel falancaya yardım edelim, kimsenin bilmediği bir ihtiyacının farkına vardım." Ya da "Gel şu iyiliği yapalım veya insanları iyilik yapmaya teşvik edelim." Ya da "Gel falanca ile falancayı barıştıralım, ikisinin dargın olduğunu biliyorum" demesidir. İyiliksever kişilerden oluşan bir grubun, yukarda saydığımız işlerden birini yerine getirmek için bir araya gelmesi ve gizlice bir işi yapmak üzere anlaşmaları, fısıldaşma ve gizli buluşma değildir. İyiliksever bir insanın, kendisi gibi iyiliksever insanlara gizlice bildiği ya da düşündüğü bir iyiliği yapmalarını emretmesi, görünürde gizli fısıldaşmaya benzemesine rağmen, "emr" olarak isimlendirilmesi bu yüzdendir. Ancak bir tek şartla; o da Allah'ın rızasını gözetmek olmalıdır. "Kim bunları Allah'ın rızasını kazanmak amacı ile yaparsa ilerde kendisine büyük bir mükafat vereceğiz." Bu gizli fısıldaşma, falana yardım etmek ve falanca ile falancayı barıştırmak konusunda nefsin arzularına alet olmamalıdır. Kişinin, -vallahi çok iyi adamdır- yardım etmeyi ve iyiliği teşvik ediyor, insanları barıştırmak için didiniyor diye ün salması amacına yönelik olmamalıdır. Bu iyilikle, Allah'a yapılan içten yöneliş, hiç bir leke ile bulaşmamalıdır. İşte burası, bir iş yapan ve bununla Allah'ın hoşnutluğunu kazanan O'nun sevabını hak eden bir adamla, aynı işi yapmasına rağmen Allah'ın gazabını hakkeden ve bu işi kötülükler hanesine kaydedilen diğer bir adam arasındaki yol ayrımıdır. 115- Kim bu yolu iyice tanıdıktan sonra, peygambere zıt düşer de müminlerin yolundan başka bir yola koyulursa, kendisini koyulduğu yolla baş başa bırakır, sonra da cehenneme atarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir. 116- Allah kendisine ortak koşma suçunu bağışlamaz. Bunun dışındaki suçları dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa gerçekten koyu bir sapıklığa düşmüş olur. Bu ayetler grubunun indiriliş sebebine ilişkin; Beşir b. Ubeyrik'in "doğru yolu iyice tanıdıktan sonra" irtidat edip müşriklere katıldığı, müslüman saflarda yer alıyorken, müminlerin yolundan başka bir yola koyulduğu anlatılmıştır. Ancak hüküm geneldir. Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) zıt düşmenin her çeşidine uygulanır ve hepsini de karşılar. Ona zıt düşmek küfürdür, şirktir, irtidattır. Bu hüküm, adı geçen eski olaya uygulandığı gibi benzeri her duruma da uygulanır. Meşakke "şakke" kelimesi sözlükte, birinin başkasının tuttuğu tarafın zıddını tutması anlamına gelir. Buna göre, peygambere zıt düşen, O'nun tuttuğu, saff, taraf ve yana karşıt bir yan, taraf ve saff edinmiş demektir. Bunun anlamı, tüm hayatı için onun hayat metodundan başka bir hayat metodu edinmesi ve O'nun yolundan başka bir yol seçmesidir. Oysa peygamber (salât ve selâm üzerine olsun); Allah katından inanç ve kulluk belirtilerini kapsadığı kadar, insan hayatının tüm yönlerine yönelik bir şeriat ve realist düzen de kapsayan eksiksiz bir hayat metodu getirmiştir. İnanç ve kulluk belirtileri ile şeriat ve hayat düzeni, bu metodun gövdesini oluştururlar. Öyle ki, gövdesi bölünüp bir tarafı alınır diğer tarafı bırakılırsa, bu ilahi hayat metodunun ruhu yok olur. Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) zıt düşenler; bütünüyle O'nun getirdiği metodu inkar edenler yada bir tarafını alıp diğer tarafını bırakmak suretiyle bir kısmına inanan diğer kısmını reddeden herkestir. Yüce Allah'ın insanlara yönelik rahmeti; kendilerine bir peygamber göndermeden, onlara doğru yolu açıklamadan, kendileri iyice tanımadan sonra da sapıklığı seçmeden insanlara, azap etmemeyi ve onları en kötü dönüş yeri olan cehenneme atmamayı gerektirmiştir. Kuşkusuz bu, şu zayıf yaratığa yönelik, yüce Allah'ın geniş ve engin rahmetidir. Doğru yolu iyice tanıdıktan, yeni sistemin Allah katından geldiğini öğrendikten sonra, bu konuda Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) zıt düşüp, ona uymazsa, itaat etmezse ve kendisine bildirilen ilahî sistemden hoşnut olmazsa o zaman yüce Allah, kendisine sapıklık nasip eder; koyulduğu tarafa doğru gitmek üzere bırakır ve onu yöneldiği kafirlere, müşriklere katar. Böylece ayette anlatılan azabı hakkeder. "Kim doğru yolu iyice tanıdıktan sonra, peygambere zıt düşer de müminlerin yolundan başka bir yola koyulursa, kendisini koyulduğu yolla baş başa bırakır, sonra da cehenneme atarız. Orası ne kötü bir varış yeridir." Ayet-i kerime, bu kötü ve iğrenç dönüş yerini hakketmenin nedenini şu şekilde belirtmektedir: Allah'ın bağışlaması şirk dışında her şeyi kapsamaktadır ve müşrik olarak ölen bağışlanmayacaktır: PUTPEREST EFSANELERİ "Allah kendisine ortak koşma suçunu kesinlikle bağışlamaz. Bunun dışındaki suçları dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa gerçekten koyu bir sapıklığa düşmüş olur." Bu cüzde daha önce geçen benzeri ayetin açıklamasında söylediğimiz gibi Allah'a ortak koşma; Arap cahiliyesinde ve diğer eski cahiliyelerde görülen; açıkça Allah'la beraber başka ilahlar edinmek şeklinde gerçekleşebildiği gibi, yüce Allah'ı ilahlığın özelliklerinde birlememek ve bu özellikleri bazı insanlara tanımak şeklinde de gerçekleşebilir. Kur'an-ı Kerim'in "Hahamlarını ve papazların Allah'tan başka rabler edindiler." (Tevbe Suresi, 31) dediği yahudi ve hıristiyanların şirki bu tür bir şirktir. Onlar, hahamlarına ve papazlarına Allah'la birlikte ibadet emiyorlardı. Sadece Allah'ın dışında onlara kanun koyma hakkını tanıyorlar, kendilerine haramlar ve helaller belirliyorlardı. İlahlığın başta gelen özelliklerinden birini onlara vermişlerdi. Böylece şirk sıfatını hakketmişlerdi. Bu yüzden onlar hakkında, emredildikleri tevhide muhalefet ettiler denmişti. "Oysa bir tek ilaha kulluk etmekten başka bir şeyle emr olunmamışlardı." (Beyyine Suresi, 5) Allah diledikçe, tüm diğer günahlar için bağışlanma kapısının açık olmasına rağmen, -kişi bu inanç üzere ölürse- şirk suçu için bağışlanma söz konusu değildir. Şirk suçunun bu denli büyütülmesinin, bağışlanma dairesinden çıkarılmasının nedeni; Allah'a ortak koşanın, bütünüyle iyilik ve doğruluğun sınırlarından çıkması, fıtratının hiç bir zaman düzeltilmeyecek şekilde bozulmuş olmasıdır: "kim Allah'a ortak koşarsa gerçekten koyu bir sapıklığa düşmüş olur." Şayet fıtratta bozulmamış bir tek ip kalmış olsaydı, ölümden bir saat önce de olsa onu, Rabbinin birliğini kavramaya zorlardı. Ancak can boğaza dayandığı halde, hâlâ şirkte ısrar ediyorsa, işi bitmiştir ve artık azabı hakketmiş demektir. "Sonra da cehenneme atarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir." Daha sonra ayet-i kerime, Arap cahiliyesinin şirki ile beraber saplantılardan ibaret bazı inançlarına değinmektedir. Yüce Allah''ın -Melekleri- kız edindiği ve şeytana ibadet etmeleri konusunda uydurdukları masalları sıralamaktadır. Araplar, Meleklere ve onları temsilen diktikleri putlara ibadet ettikleri gibi, şeytana da ibadet ediyorlardı. Bu arada ayet-i kerime, ilâhlara adanmış hayvanların kulaklarını yarmak veya kesmek gibi bazı ibadetlerini de vasfetmektedir. Yüce Allah'ın yaratıklarını değiştirmelerini ve Allah'a şirk koşmalarını anlatmaktadır. Bu durumun, yüce Allah'ın insanları yarattığı fıtrata aykırı olduğunu belirtmektedir: 117- Onlar Allah'ı bırakıp dişi putlara (tanrıçalara) yalvarıyorlar. Aslında onların yalvardıkları şirret şeytandan başkası değildir. 118- O şeytan ki, Allah'ın lanetine uğrayınca "Kesinlikle kullarının belirli bir bölümünü kendi tarafıma alacağım. " 119- Onları yoldan çıkaracağım, asılsız kuruntulara daldıracağım, kendilerine davarların kulaklarını yarmalarını emredeceğim, Allah'ın yaratıklarını değişikliğe uğratmalarını emredeceğim " demiştir. Kim Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinirse apaçık bir hüsrana uğramış olur. 120- Şeytan onlara vaadler yapar, kendilerini kuruntulara daldırır. Fakat şeytanın onlara yaptığı vaadler aldatmacadan başka bir şey değildir. Cahiliye döneminde Araplar, Meleklerin Allah'ın kızları olduğunu iddia ediyorlardı. Sonra da bu Melekler adına heykeller dikip; "Lat, Uzza, Menat" gibi kadın isimlerini takıyorlardı bu heykellere. Allah'ın kızlarının heykelleri oldukları gerekçesiyle ve dolayısıyla onlar aracılığı ile Allah'a yaklaşmayı umarak kulluk yapıyorlardı bu putlara. Bu durum en azından işin başında böyleydi. Ancak giderek efsanenin aslını unutmuşlar, bu putlara direk ibadet etmeye başlamışlardı. Hatta şu dördüncü cüzde açıkladığımız gibi her türlü taşa ibadet edecek duruma gelmişlerdi. Aynı şekilde bazıları doğrudan doğruya şeytana tapıyordu. Nitekim Kelbi; Hazze'den Melihoğullarının cinlere ibadet ettiğini anlatmaktadır. Ancak buradaki ayetin anlamı daha geniştir. Buna göre onlar, bütün şirklerinde şeytana yalvarmak ve ondan yardım dilemek durumundaydılar. Oysa bu şeytan, babaları Adem'in başından geçen kıssanın kahramanıdır. Allah'ın emrine isyan etmesinden ve insanlara düşman olmasından dolayı Allah'ın lanetine uğramıştır. Kovulup lanete uğradıktan sonra, insanlara olan kini, Allah'ın himayesine sığınmayanları saptırmak için yüce Allah'tan izin istemeye sürüklemiştir onu: "Onlar Allah'ı bırakıp dişi putlara (tanrıçalara) yalvarıyorlar. Aslında onların yalvardıkları şirret şeytandan başkası değildir." "O şeytan ki, Allah'ın lanetine uğrayınca, "Kesinlikle kullarının belirli bir bölümünü kendi tarafıma alacağım." "Onları yoldan çıkaracağım, asılsız kuruntulara daldıracağım, kendilerine davarların kulaklarını yarmalarını emredeceğim, Allah'ın yaratıklarını değişikliğe uğratmalarını emredeceğim" demiştir." Onlar, -eski düşmanları- şeytana yalvarıyorlar. Ondan ilham alıyorlar. Bu sapıklıklarından dolayı ondan destek istiyorlar. Oysa bu şeytanı, yüce Allah lanetlemiştir. O da Ademoğullarının bir bölümünü saptırmak istediğinï, yalancı lezzetlerden, boş mutluluklardan ve sonuçta cezadan kurtarmaktan söz edip, azgınlık yolunda yalancı kuruntularla oyalayacağını açıkça söylemişti. Ayrıca insanları çirkin davranışlara; efsaneleri süslü göstermek suretiyle, akıl almaz tapınmalar uydurmaya sürükleyeceğini açıklamıştı. Bu tür ibadetler arasında, Allah'ın yasaklaması söz konusu olmaksızın bundan böyle binilmesini veya yenmesini yasaklamak için bazı hayvanların kulaklarını kesmek, vücudun bazı kısımlarını kesmek şeklinde Allah'ın yarattığını ve fıtratını değiştirmek yada köleleri iğdiş etmek ve cilde dövme yapmak, hayvan ve insan vücudunda bir takım değişiklikler yapmak gibi İslâm'ın yasakladığı bir çok değişiklik ve bozmalar yer almaktadır. İnsanın, kendisine bu şirki ve onun doğurduğu putçu ibadetleri emredenin -eski düşmanı- şeytan olduğunu düşünmesi, en azından düşmanının kurduğu tuzağa karşı içinde bir sakınma duygusunun uyanmasını sağlar. İslâm, en başta gelen savaşı, insanla şeytan arasında başlatmıştır. Müminin tüm gücünü şeytanı ve onun yeryüzünde yaydığı kötülüğü savmaya, Allah'ın sancağı altında, onun hizbinde yer alıp şeytan ve hizbine karşı koymaya yöneltmektedir. Bu, silahların susmadığı sürekli bir savaştır. Çünkü şeytan, kovulduğu ve lanete uğradığı günden beri, ilan ettiği bu savaştan usanmaz. Mümin de bu gerçeği unutmaz, savaştan vazgeçmez. O, ya Allah'ın dostu ya da şeytanın dostu olması gerektiğini, bunun ortasının mümkün olmadığını çok iyi bilmektedir. Şeytan onun nefsinde, nefse verdiği şehvet ve taşkınlık duygularında, kendisine uyan müşriklerin ve tüm kötülük taraftarlarının şahsında da ona karşı savaşa girişir. Bu, hayat boyu kesintisiz sürecek tek bir savaştır. Kim dost olarak Allah'ı tercih etmişse kuşkusuz kurtulmuş ve büyük kazanç elde etmiştir. Kim dost olarak şeytanı seçmişse o da zarara uğramış ve mahvolmuştur. "Kim Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinirse apaçık bir hüsrana uğramış olur." Kur'an'ın akışı, şeytanın dostlarına karşı davranışını, oyalama durumunu örnek olarak, tasvir etmektedir. "Şeytan onlara vaadler yapar, kendilerini kuruntulara daldırır. Fakat şeytanın onlara yaptığı vaadler aldatmacadan başka bir şey değildir." İnsan fıtratını, iman ve tevhitten saptırıp küfür ve şirke bulaştıran bu belirgin oyalamadır. Şayet bu oyalama olmasaydı fıtrat yoluna devam edecek, yol göstericisi, kılavuzu iman olacaktı. Kuşkusuz bu, apaçık bir oyalamadır. Bu durumda şeytan, insana kötü davranışını süsleyip bu davranışım, güzel görmesine neden olmakta, isyan yoluna kazanç ve mutluluk vaadlerinde bulunmakta, yol boyunca azgınlık yapmasına yardımcı olmaktadır. Yaptıkları sonucunda kurtulacağı kuruntusuna daldırmakta, böylece güven verip helak edici yola devam ettirmektedir: "Fakat şeytanın onlara verdiği vaadler aldatmacadan başka bir şey değildir." Sahne bu şekilde canlandırılıp, eski düşman ipleri bağlayarak, tuzaklar kurarak kurbanlarının düşmesini bekler durumda gözler önüne getirilince, eksik ve sönük tabiatlardan başkasının şaşkınlığı sürmez, uykuda kalmaz. Hiç bir şeye aldırmadan, hangi yolu tutacağını, Hangi ışıkla yolunu bulacağını bilmeye çalışmadan olduğu gibi kalmaz. Bu uyarıcı mesaj, vicdanlarda etkisini gösterip, savaşın ve bulunulan konumunun gerçek durumunu tasvir ettikten sonra, yolun sonunda karşılaşılacak akıbeti açıklayan ayetin devamı gelmektedir. Şeytanın oyaladığı, kendi zannını doğrulattığı ve daha önce açıkladığı iğrenç niyetini uygulattığı kişilerle, Allah'a karşı gerçekten inanmalarından dolayı onun iplerinden kurtulanları bekleyen sonuç açıklanmaktadır. Gerçek anlamda Allah'a inananlar, bu şeytandan üstündürler. Çünkü şeytana -Allah'ın laneti üzerine olsun- yalnızca sapıkları azdırma izni verilmiştir. Allah'ın samimi kullarına dokunmasına müsade edilmemiştir. Çünkü Allah'ın sağlam ipine iyice yapıştıkları sürece, bu kullar karşısında şeytan son derece zayıftır: Kim Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinirse apaçık bir hüsrana uğramış olur." "Şeytan onlara vaadler yapar, kendilerini kuruntulara daldırır. Fakat şeytanın onlara yaptığı vaadler aldatmacadan başka bir şey değildir." 121- İşte bunların varacakları yer cehennemdir. Ondan kurtulma imkanı bulamazlar. 122- İman edip iyi ameller işleyenleri ise altından ırmaklar akan, içinde ebedi olarak kalacakları cennetlere yerleştireceğiz. Bu Allah'ın vaadidir. Kim Allah'tan daha doğru sözlü olabilir. İşte cehennem!.. Şeytanın dostlarının oradan kurtulmaları mümkün değildir. Şu da sonsuzluk cennetleri... Allah'ın dostlarının oradan çıkması söz konusu değil... Bunu Allah vaad etmiştir. "Kim Allah'tan daha doğru sözlü olabilir?" Yüce Allah'ın bu sözündeki mutlak doğruluk, şeytanın o sözündeki aldatıcı gurur ve yalancı kuruntu karşısında yer almaktadır. Allah'ın vaadine güvenenle şeytanın aldatmacasına kanan, ne kadar da uzaktır birbirinden. Daha sonra ayetlerin akışı, amel ve karşılığına ilişkin, İslam'ın büyük bir kuralını açıklamakla devam etmektedir. Kuşkusuz mükafat ve ceza terazisi kuruntulara dayanmamaktadır. Değişmez bir temele, şaşmaz bir sünnete ve haktan sapmaz bir kanuna dayanmaktadır. Bu kanun karşısında tüm milletler eşittir. -Hiç kimsenin soy ve akrabalık bakımından yüce Allah'a yakınlığı söz konusu değil- Hiç kimse için kural bozulmaz, onun hatırına sünnete karşı gelinmez ve onun için kanun çiğnenmez. Kötülük işleyen kötülük, iyilik işleyen de iyilikle karşılık görecektir. Ne bir kayırma ne de bir torpil söz konusu değildir. | |
Konuyu Toplam 6 Kişi okuyor. (0 Üye ve 6 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Fizilalil Kuran Cin Suresi Tefsiri-Medineweb | MERVE DEMİR | Fizilalil Kur'ân | 1 | 22Haziran 2014 18:28 |
Fizilalil Kuran Tin Suresi Tefsiri-Medineweb | MERVE DEMİR | Fizilalil Kur'ân | 2 | 30 Nisan 2012 09:50 |
Fizilalil Kuran Nas Suresi Tefsiri-Medineweb | MERVE DEMİR | Fizilalil Kur'ân | 1 | 18 Ekim 2009 18:54 |
Fizilalil Kuran Rad Suresi Tefsiri-Medineweb | MERVE DEMİR | Fizilalil Kur'ân | 4 | 08 Ekim 2008 13:40 |
Fizilalil Kuran Hac Suresi Tefsiri-Medineweb | MERVE DEMİR | Fizilalil Kur'ân | 5 | 08 Ekim 2008 13:03 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|