Medineweb Forum/Huzur Adresi

Medineweb Forum/Huzur Adresi (https://www.forum.medineweb.net/)
-   İslami Haberler (https://www.forum.medineweb.net/500-islami-haberler)
-   -   Çanakkaleye Hitaben (https://www.forum.medineweb.net/islami-haberler/25080-canakkaleye-hitaben.html)

Esadullah 17 Mart 2013 11:10

Çanakkaleye Hitaben
 
Biz O gün Bulutlardan Yıldırım Sağdık
O büyük destanın kaçıncı yılıydı bilemiyorum. Bir gün öğretmenimiz: "Yarın Çanakkale Destanı'nı anmak için topluca İlçe'ye gideceğiz" dedi. Nasıl da sevinmiştik. Ertesi günü sabah erkenden okul önünde toplandık. İlçe'ye varmak için bir saate yakın yürümek gerekiyordu. Ne gam! Biz ona çoktan razı idik.
Daha baharın gelmediği, leyleklerin henüz uğramadığı köyümüzden, hafif soğuk bir Mart ortasında en güzel şarkılarımızı söyleyerek yola dizilmiştik. İlçe'ye varana kadar şarkı söyleyecek, eğlene eğlene gidecektik; ahh! ne kadar da güzel! Keşke devamlı Çanakkale Destanı'nı kutlasak, diyorduk.
Köyümüzden biraz ayrılınca öğretmenimiz Adil Bey'in sesi duyuldu:
- Çocuklar etrafımda toplanın!
Hep birlikte bir yandan yürüyor, bir yandan da öğretmenimizin ne söyleyeceğini merak ediyorduk.
- Çocuklar, eğer benimle olmaktan sıkılmazsanız birlikte yürüyelim, ne dersiniz? Hem bu arada sohbet etmiş, vaktimizi değerlendirmiş oluruz.
Bu güzel çağrıya hepimiz isteyerek katıldık.
Adil öğretmen hemen söze başladı:
- Çocuklar şu anda nereye ve niçin gidiyoruz?
Bunu bilmeyecek ne vardı ki? Hep birden cevap vermek için öne atıldık.
- İlçe'ye gidiyoruz; orada Çanakkale Destanı'nı kutlayacağız.
Adil öğretmenimiz bu cevaptan hoşlanmamıştı sanki; sorusunu devam ettirdi:
- Peki Çanakkale Destanı deyince ne anlıyor-sunuz?
Altmışa yakın öğrenci birbirimize bakıştık; sahi Çanakkale Destanı ne demekti?
Arkadaşımız Kasım cevap verdi:
- Çanakkale Destanı, kahraman Mehmetçiğin düşmanı yenip denize döktüğü kavganın adıdır. Çanakkale deyince Malazgirt zaferi, yahut İstanbul'un fethini hatırlıyorum.
Öğretmenimiz:
- Malazgirt bize Anadolu'yu, fetih ise dünyanın en güzel şehri olan İstanbul'u kazandırdı. Çanakkale Destanı ile kazancımız ne idi?
Yine herkes birbirinin yüzüne bakıştı. Böyle tuhaf soruları hiç duymamıştık. Böylesi günlerde biz hep şarkı söyler, oyunlar oynardık. Adil öğretmen, bu sıkıcı soruları nereden çıkarıyordu?
Köyümüze geleli henüz iki ay olan öğretmenimiz Adil Bey'i ilk defa o gün suratı asık ve üzgün gördüm. Bu karşılıklı konuşmaları Adil öğretmen şöyle bitirdi:
- Demek ki Çanakkale Destanı'nın mânâsı sizlere yeterince anlatılmamış; çok yazık! Ama bu konuyu işlememiz, tarihin bu en büyük savunmasını en doğru şekliyle öğrenmemiz gerekiyor.
Bundan sonra Adil öğretmenimiz İlçe'ye kadar hiç konuşmadı; başı eğikti; düşünceli ve durgun bir hâle bürünmüştü; hep beraber sessizce yürüdük.
İlçe'ye vardığımızda toplantı yerinde Kaymakam Bey'in konuşması bitmek üzere idi;
- "Sözlerimi bitirirken saygılarımı sunar, öğrencilerimizin gözlerinden öperim."
"Şimdi huzurunuza sürpriz bir konuk çağıracağım. Kendisi, Çanakkale Destanı'nı bir yerlerden okuyarak yahut duyarak değil, bizzat yaşayarak görmüş olan bir şanlı Gazimiz. Aynı zamanda emekli bir öğretmenimizdir. Cephede süngüsüyle düşmanla çarpışan bu kahraman Gazimiz, cepheden döndükten sonra da hiç durmadan kalemiyle cehalete karşı savaşmıştır."
"Bendeniz O'nun talebesiyim. O'nun teşvik ve yardımlarıyla okumuş birisiyim; bu yüzden kendisine ayrıca müteşekkirim."
Kaymakam Bey Kürsüye gelen yaşlı Gazi'nin elini öptü ve mikrofonu kendisine teslim etti.
Kürsüye uzun sakallı, kalın gözlüklü, yakasında İstiklâl Madalyası görünen bir Gazi çıktı. İlçenin diğer okulları da gelmiş olduğu için meydan bir hayli kalabalıktı. Yaşlı Gazi toplanan kalabalığa bir süre baktı. Sağ cebinden çıkardığı mendiliyle alnında biriken ter tomurcuklarını silerek konuşmaya başladı:
"Evlatlarım!
Önce hepinizin gözlerinden öperim.
Çanakkale Destanı üzerine konuşmak, onu anlatmak bana öylesine zor geliyor ki, tarif edemem. Vücudumu ter kaplıyor; her yanımda bir titreme başlıyor. İçimdeki bir sesin bana şöyle haykırdığını duyar gibi oluyurum. Çanakkale Destanı, malum kavgaların toplamından ibaret bir tarih dilimi olarak anlatılamaz. Çanakkale Destanı belki de var oluşumuzda yatan temel espirinin ta kendisidir. Eğer Çanakkale Destanı olmasaydı, Milli Mücadele; Milli Mücadele olmasaydı, Milletimizin varlık ve beka davası tartışma konusu olurdu. İşte Çanakkale Destanı'nı anlatırken, beni zorlayan, ürperten ve iliklerime kadar işleyen bu sestir. Sözün özü, Çanakkale Harbiyle oluşturduğumuz büyük Destan'a saygıda kusur etmemek için zorlanıyorum. Herkes biliyor ki Çanakkale'de bir Destan yazdık. Bu destanı anlatırken daha önce yazılmış nakilleri sıralayıp dökmek belki tarih yazmak olabilir. Ama bir destan kavramını anlatma ve izahta, yetersiz gibi geliyor. Hele konu sebeb-i varlığımızla direkt ilgili Çanakkale Destanı ise, çok daha hassas olmak, bir ön şart olarak önümüze çıkıyor. Tarihi gerçekler zihnimde capcanlı duruyor; ancak bu destanın izahında sizleri rakamlar ve güç dengeleriyle meşgul etmeyeceğim.
Çoğu zaman Çanakkale Destanı'na, Çanakkale Harbi yahut Çanakkale Zaferi diyorlar. Elbette hiç kimse bunu kötü niyetinden yapmıyor. Ama şu bir hakikattir; Çanakkale Destanı'nı Çanakkale Zaferi olarak isimlendirmek belki de bilmeyerek onu küçültmek ve hafife almaktır. Hem zafer hem destan olan bu muazzam hadiseye, niçin sadece zafer boyutuyla bakıyoruz ki? Bunların hepsini içine alan bir destan kavramı daha doğru, daha objektif bir adlandırma olmaz mı? Tarihimiz zaferlerle süslüdür. Destanları da zengin bir milletiz ama, destanla zaferin ayrılması gerekir. Bu çok önemlidir çünkü. Zira destanların zaferi konu almak gibi bir mecbûriyetleri yoktur. Milletlerin tarihinde nice destanlar vardır ki, sadece acı ve gözyaşını konu edinir. İşte bu ruhtur ki, o Milleti ayakta tutan temel dinamikleri besler, hayat verir. Yeniden derlenip toparlanmak için bir hayat iksiridir destanlar. Koca Milletin bir amaç uğruna, topluca ettiği yemin gibi birleştirici ve yönlendirici vasfı vardır destanların... Bu tarifler Çanakkale için de tam tamına geçerlidir. İçinde acı, gözyaşı, cesaret, feragat ve fedakârlık dolu eşsiz bir destandır Çanakkale. Belki hâlâ yeterince anlayamadığımız, anlatamadığız ama bilmek zorunda olduğumuz bir büyük muammâ...
Birinci Dünya Savaşı, Büyük Devletimiz Osmanlı İmparatorluğu'nu tarih sahnesinden silme amacını taşıyordu. İttifak devletleri yaptıkları gizli anlaşmalarda bunun plânını çoktan hazırlamışlardı... Ordumuz, Trablusgarb ve Balkan savaşlarıyla bitkin bir halde idi. Askerin yeterli iaşesi kalmamıştı. Devletin mali gücü her gün daha kötüye gidiyordu. İnsanlar yorgun, gönüller kırgındı. İşte bu halimizle ve müttefikimiz Almanya'nın, Osmanlı Bayrağı çekilmiş gemilerle Karadeniz'de Rusya'yı bombardıman etmeleri bizi savaşa sokmaya yetti de arttı bile. Başkalarının hazırladığı hain bir oyunda, can, cânân hele vatan feda ederek görev almak ne acı. Birilerinin yaptığı yanlışı koca bir imparatorluğu batırarak ödemek ne korkunç! Bu kavgada yüreğimize saplanan hançer pas tuttu gayrı; yaramızsa hâlâ kanıyor. Kurallarını müstevlilerin belirlediği bir kavgada şanlı imparatorluğumuz yokluğun kucağına havale edildi. Bir değil, üç değil, beş değil tam dokuz cephede savaş yaptık. Sönen ocakların sayısını sadece Allah biliyor. Bunu tarih en güzel biçimde elbette yazacaktır.
Evet ben bu faciayı yaşadım ama olduğu gibi anlatamam. Çünkü duygular, hisler heyecanlar, acılar kalıplara dökülüp anlatılamaz. Yine de sizlere o destansı günleri yeniden yaşarcasına ve hitabetin el verdiği oranda ifade etmeye çalışacağım. Haydi şimdi ben yaşadıklarımı anlatırken sizler de o günleri tahayyül edin ve birlikte Çanakkale tepelerine doğru Mehmetçiğin yanıbaşına uzanalım. İşte göreceklerimiz, işte müthiş manzara; yıkılmış istihkâmlar, şarapnel parçaları ve düşen top mermilerinin kazdığı, ağzını açmış ejderha gibi dehşet saçan korkunç çukurlar. Karşı cepheden günlerce aylarca üstümüze bombalar yağıyor. Siperler, şühedâ bedenleriyle dolu. Toz duman içinde ve insafsız bir ateş yağmuru altındayız. Bombaların düştüğü yerden gökyüzüne kafa, kol, bacak fışkırıyor. Bir yudum su veremediğimiz nice nice siper arkadaşımızın bedeni göğe savrulup binbir parça et ve kemik halinde tekrar yanıbaşımıza düşüyor. Az sonra yüzlerce kilo ağırlığında bir bomba belki bizim de tepemize inecek. Ve artık hiç ölmemek üzere şehidler kervanına biz de katılacağız. Yerimiz boş kalmayacak tabi. Yedekler siperimizi hemen dolduracaklar; kurtuluş ihtimali sıfır; zaferinse hayali de hayal... Destan Şairimiz o korkunç hâli kelimelerle bakınız nasıl resmetmiş. Savaş hâlinin görüntüsünü nakış nakış nasıl dokumuştur;
.................................................. ..................
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin;
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam;
Atılan her lağamın yaktığı: yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nameret eller,
Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat îmân?
.................................................. .......................
Evlatlarım!
Büyük yazar yahut şair olmanın özelliği odur ki, büyük hadiseleri az ve öz malzemeyle zihnimize bir nakkaş misâli işleyebilsin. Okumuş olduğum beyitler, Cephemizin hâl-i pür melalini anlatmak için yeterli.
Karşı cepheden atılıp üstümüze düşen top mermileri, mitralyözler, bomba ve mermilerin görüntüsü Türkçemizin zengin ifade şekli ve tabi ki şairin anlatım gücüyle birleşince, Mehmetçiğin direnci kadar güzel muazzam bir eser ortaya çıkıyor. Dünü anlatan, bugüne ışık tutan, yarına miras kalacak olan harika bir eser...
Evlatlarım!
Anlatmaya çalıştığım sahneleri daha iyi kavramanız için bir hatırayı nakletmek istiyorum. Yukarıda okumuş olduğum beyitlerin sahibi M. Âkif, o yıllarda resmi bir görevle Berlin'e gitmiştir. Yâd ellerde hep Çanakkale'yi düşünmektedir. Askeri ataşe olarak görev yapan arkadaşı Ömer Lütfi Bey'e akşam sabah sorarmış:
- "Çanakkale ne olacak?"
Aldığı cevap acı ama gerçek:
- "Fevkalbeşer bir hadise olmazsa Çanakkale'de yenilmemiz mukadderdir."
Bu cevap karşısında Âkif anasını kaybetmiş bir yavrucağız gibi hıçkırıklara boğulur ağlar, sonunda da bir yanardığın patlayışı gibi haykırırmış:
- "Cihan bir araya gelse Çanakkale geçilemez!"
Aslında Âkif'in söylediği de doğrudur; arkadaşı Ö. Lütfi Bey'in tespitleri de... Âkif haklı çıkmış, çünkü Cihan bir araya gelmiş ama Çanakkale'den geçmeye yol bulamamıştır. Arkadaşı da haklıydı; çünkü Çanakkale'nin geçilemeyişi fevkalbeşer bir savunma sayesinde mümkün olabilmiştir.
Aylarca zalim mermilere hedef yapılan yüzbinlerce Mehmetçik, binbir parça olmuş bedenini siperine bırakıp çoktan terk-i dünya etmişlerdi. Çanakkale nefes almıyor, Çanakkale yaşamıyordu artık... Savaş gemileri onlarca milletten devşirilmiş "Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ" topluluğunu taşıyordu. Boğaz al rengiyle, hayır hayır kan haliyle akarken müstevliler, ölüsünden bile korktukları Mehmetçiğin yakınına yavaş yavaş yanaşıyorlardı. Gemilerdeki korkunç ölüm topları üstümüze çevrilmiş günlerce bombalayıp harabe mezara benzettikleri mevzilerimizde bir kıpırtı gözlüyor, bir yandan ilerleme devam ediyordu.
*
Beri tarafta ise yediğimiz amansız darbelerle yaralı bir dev gibi oluk oluk kan kaybediyorduk. Öyle ki çukurlarımız kan gölüne dönmüştü. Bu büyük Millet, Çanakkale'yi destanlaştıracak muhteşem diriliş ve kükreyişi de elbet yapacaktı. Bir vakti bekliyorduk. Dua ile karışık sessizce terennüm ettiğimiz bir şey vardı; Az daha yanaşsınlar, az daha... az daha...
İşte tam o ânı, yine destan şairi yaşarcasına kelimelerle resmediyor:
Şu anda cepheni görmekteyim ateş yağıyor;
Bulutların biri binlerce yıldırım sağıyor.
Müsadenizle bu cehennemî harbi yaşayan biri olarak bu güzel ifadelere bir yorum getirmek istiyorum. Bombalar, toplar, tüfekler üzerimize ölüm yağdırsa da gerçekte bulutlardan yıldırımlar sağan bizdik. Gökte bulutlara el kaldırıp yıldırımları avuşlarımıza alıp kalbimize gömdük. Düşmanı mahvetmenin, kahretmenin başka bir yolu kalmamıştı çünkü. Gökyüzünden yıldırımlar sağarak gönlümüzdeki sevdaya ateş verdik; ateş verdik ki Çanakkale'de, harim-i ismetimize yan bakanları yakıp yok edebilelim.
(Çanakkale Gazisi sözün burasında duruyor. Sağ elini kaldırıp taaaa uzaklarda meçhul bir noktayı işaret ederek benliğini sarsarcasına ama hafif bir sesle okuyor)
Nigâhı, bin bu kadar mesafeden kavuran
Alevleriyle beraber o şeyle karşı duran
Karaltılar nedir? Asker mi, taş mı, gölge midir?
Huda rızası için geçmiyor gözüm bildir.
Durun kımıldıyor gördüğüm hayaletler
Bakın: ilerledi asker, Huda bilir asker.
Nihayet siperlerimizden yanardağların püskürmesi gibi öylesine bir dirildik, öylesine bir koştuk ki düşman üstüne; önce afalladı, şaşırdı; sandı ki dağlar taşlar canlanmış, yüzbinlerce dev geliyor üstüne... Öylesi devler ki, gözlerinden saçılan ateşlerin her bir kıvılcımı yıldız olup vatan semasına çakılıyor; bulutlar rüzgarından dağılıyor; dağları yerinden sallarcasına titretiyordu sanki. Deniz de cûşa gelmişti; beşik olmuş gibi iki yana fışkırıyor; kayalara çarpan kan rengi köpükler göğe savrulup etrafa saçılıyordu. Böylesi bir kükreyiş ve teyakkuz karşısında düşman elbette kaçacaktı; hem de ödü patlayarak; hem de onbinlerce ölüsünü boğazın derinliklerine bırakarak; hem de kaçma telaşıyla birbirini çiğneyerek; hem de ardına bakmadan... Üstelik muazzam bir hakikati kendi ağzıyla dünyaya ilan ederek: "ÇANAKKALE GEÇİLMEZ!"
Evet evlatlarım! dün olduğu gibi, bugün de yarın da ilelebet Çanakkale, Türk Milleti'nin bir beldesi olarak kalacak ve aslâ GEÇİLEMEYECEKTİR. Çanakkale'de tam 253 bin Mehmed'i kara toprağa verdik. Makberini bile kazamadan... Kara toprağa verdiklerimizle elbet övünüyor değiliz. Onlardan her biri ciğerimizden bir parça sökülüyor gibi hurûc ettiler. Ama buna mecburduk. Millet olarak Çanakkalede şeref ve haysiyetimizi korumalıydık. Bu memlekette, bir hane bile yoktur ki Çanakkale sırtlarında en az bir yiğidini yahut bir yakınını feda etmemiş olsun. Bu yüzden Çanakkale, Millet olarak kalbimizi, gönlümüzü, ruhumuzu birleştiren kutlu bir mekândır. Çanakkale'de Mehmetçik, toprağı hamur gibi yoğururcasına kanla besledi. Denize renk verircesine kanını sebil etti. Artık Mehmed'in destanı yazıya geçirilecekti. Necid Çöllerinde zafer haberini alan M. Âkif, ellerini kaldırmış şöyle duâ ediyordu.
- "Allahım! Çanakkale Destanı'nı yazmadan canımı alma" M. Âkif, bu destanı manzum olarak, en güzel, en beliğ şekilde yazdı. Ama yetmez! Çanakkale'de her Mehmed'in ölüme koşuşu birer destan değil de nedir? O halde önce bu destanlar külliyatını kayda geçirmeliyiz.
Sevinciyle acısıyla önce gönlümüze nakşetmeliyiz bu destanı. Sonra rüzgarlara, yağmurlara, çiçeklere, ağıtlara, türkülere, hıçkırıklara, dualara, haykırış ve umutlara yüklemeliyiz. Nakış nakış, ilmik ilmik, olduğunca saf, olabildiğince berrak. Sade ve samimi. Arı-duru; ama sehl-i mümtenî dolu...
"Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni"
İşte destanlar böyle anlatılır; yürekler depreşmeden, deli sularca akmadan gönlünüz, meramı nasıl vurgularsınız? İfade türünün hangi şekli olursa olsun ama sözdeki mana sarsın benliğinizi. Yüreğinizi kavrasın. Bizi bizden alıp Mehmed'in yanına götürmeyen, Çanakkale Tepelerinde, Conkbayırı'nda, Seddülbahir'de gezdirmeyen kelâm boşa kelâm değil de nedir? Yukarıda belirttiğimiz gibi, bu savaş bize çok ama çok pahalıya maloldu. Netice itibariyle koskoca bir İmparatorluk elimizden gitti. Kaybettiğimiz toprak parçaları Avrupa'yı kaça katlar acaba hiç hesap ettik mi? Şehidlerimiz arasında ne cevval ana kuzuları, ne değerli ilim irfan sahipleri vardı, hiç düşündük mü? Sahi bu destanı kime karşı ve niçin yazdığımızı kendi kendimize hiç sorduk mu? Çanakkale'de kavgalımız, bir zamanlar İspanya karşısında çaresiz kalan İngiltereydi. Diğer kavgalımız ise esir düşen kralını Türk yardımıyla kurtaran Fransa. Bacasından ağıt yükselen nice sönmüş ocaklarımızın müsebbibi kuzey komşumuzun hakkını(!) elbet saklı tutuyoruz. Eh geri kalanları saymaya bilmem gerek var mı? Çanakkale Destanı'nı iyi tahlil edip iyi öğreniniz. Ayrıca dün kıtlık çekirgesi gibi Boğazın mavi sularına kan içmek için üşüşenlerin torunlarına da, Çanakkale Destanı'nın mana ve maksadı anlatılmalı. Böylece yeni hatalara düşmesinler ki; bir çılgınlığa teşebbüs edebilecekler de "hafıza-i beşer nisyan ile maluldur" tezine sarılmasınlar. Çanakkale Destanı'nı yeni nesillere öğretmek Türk Devleti'nin şehidlerine vefa borcudur. Hayatlarını hibe ederek geride tertemiz bir vatan bırakan sayısız şühedâmızın hakkı ödenecek gibi değil. Destan Şairimizin diliyle şehitlerimize son görev olarak şöyle seslenebildik:
Ey Şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağucunu açmış duruyor Peygamber.
Konuşmamın sonunda beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür eder, hepinizin bilhassa öğrenci yavrularımın gözlerinden öperim.
---------------0---------------
Adını dahi bilmediğimiz bu yaşlı Gazi'ye güzel, veciz konuşmasından dolayı dinleyicilerden öylesine bir sevgi ve saygı tezahürü yükseldi ki, alkışları dindirebilmek için tam üç defa kürsüye çıkıp kalabalığı selâmlamak zorunda kaldı.
Bizler ise proğramdan sonra köye dönerken, Gazi amcanın anlattıklarını düşünüyor, dinlediğimiz korkunç sahnelerden âdeta ürperti duyuyorduk. Hele bir cümlesi vardı ki ben hâlâ anlayabilmek için dimağımı yoruyor, tahayyülümü zorluyorum.
"...Bulutlardan yıldırım sağdık..."

BİBLİYOGRAFYA
(1) H. Basri Çantay, ÂKİFNÂME, A. Sait Mat. İstanbul, 1966.
(2) C. Kutay, N. Çöllerinde M. Âkif.,
(3) N. Peker, 1918-1923 İstiklâl Savaşı'nın İnebolu ve Kastamonu Havalisi
(4) M. Âkif ERSOY, SAFAHAT, Haz. M. Ertuğrul DÜZDAĞ, (GİRİŞ)
(5) ------, "M. Âkif Hakkında Araştırmalar 1" Fatih Yay. İstanbul, 1987.
(6) Yılmaz TARTAN, İKİ DERSTE İSTİKLÂL MARŞI, DİB Yay. Ankara, 1998

Esadullah 17 Mart 2013 11:10

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE

Şu Boğaz Harbi Nedir? Var mı ki dünyada eşi?

En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,

-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya,

Ne hayasızca tahaşşüd ki ufuklar kapalı!

Nerde-gösterdiği vahşetle “bu: bir Avrupalı”

Dedirir-yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi

Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi!

Eski Dünya, Yeni Dünya bütün akvam-ı beşer

Kaynıyor kum gibi, Mahşer mi, hakikat mahşer.

Yedi iklimi cihanın duruyor karşında,

Osrtralya’yla beraber bakıyorsun ; Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk.

Sade bir hadise var ortada : Vahşetler denk.

Kimi Hindu, kimi Yamyam, kimi bilmem ne bela...

Hani tauna da zuldür bu rezil istila...

Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil,

Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkiyle sefil,

Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;

Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına,

Maske yırtılmasa hala bize affetti o yüz ...

Medeniyet denilen kahbe, hakikat yüzsüz.

Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbab,

Öyle müthiş ki: Eder her biri bir mülkü harab.

Öteden saikalar parçalıyor afakı;

Beriden zelzeleler kaldırıyor a’makı;

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;

Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,

Atılan her lağımın yaktığı: Yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürtme de yer

O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,

Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.

Saçıyor zırha bürünmüş de namerd eller,

Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.

Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,

Sürü halinde gezerken sayısız tayyare.

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;

Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?

Hangi kuvvet onu, başa, edecek kahrına ram?

Çünkü te’sis-i ilahi o metin istihkam.

Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,

Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;

Bir göğüslerse Huda’nın edebi serhaddi;

“O benim sun’-i bediim, onu çiğnetme” dedi.

Asım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.

Şuheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...

O, rukü olmasa, dünyaya eğilmez başlar,

Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,

Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!

Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.

Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid’i...

Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

Sana dar gelmeyecek makber’i kimler kazsın?

“Gömelim gel seni tarihe”desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab...

Seni ancak ebediyetler eder istiab.

“Bu, taşındır” diyerek Ka’be’yi diksem başına;

Ruhumun vayhini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle;

Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle;

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;

Yedi kandilli Süreyya’yı uzatsan oradan;

Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına;

Uzanırken, gece mehtabı getirsem yanına,

Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;

Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...

Yine bir şey yapabildim diyemem hatırına.

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,

Şarkın en sevgili sultanını Salahaddin’i,

Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...

Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;

Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;

Sen ki, a’sara gömülsen taşacaksın... Heyhat,

Sana gelmez bu ufukalar, seni almaz bu cihat...

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,

Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.


MEHMET AKİF ERSOY (SAFAHAT KİTABINDAN)

Esadullah 17 Mart 2013 11:11

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
Yazarımız Yavuz Bahadıroğlu’nun, merhum Turgut Özal ile bir Japon heyeti arasında geçen görüşmeyi anlattığı bir yazısı vardı... 8 Ağustos 2005 tarihli yazının özeti şöyleydi:
“Rivayet o ki, rahmetli Turgut Özal’ın Başbakanlık döneminde Türkiye’ye Japonya’dan bir eğitim heyeti gelmiş. Heyet, Türkiye’de incelemelerde bulunduktan sonra, Türk heyetiyle bir toplantı yapmışlar... Bir ara söz çocuklarda “millî şuur” oluşturmaya gelince, Japon heyetin başı bunu nasıl başardıklarını anlatmış. Demiş ki:
“Çocuklarımız ilkokul çağına bile gelmeden bazı ‘şok testler’ uyguluyoruz. Mesela uçak hızında giden trenlere bindiriyoruz. Çok katlı yollardan geçiriyoruz. İleri teknoloji üreten tesisleri gezdiriyoruz. Gördükleri gelişmişlik karşısında çocuklarımız şok oluyorlar.
İlk şoktan sonra onları Hiroşima’ya götürüyoruz. Dehşeti gözleriyle görüp yaşıyorlar. Bomba atıldığından beri hiçbir bitkinin yetişmediği alanları geziyorlar...
Ondan sonra alıyoruz karşımıza, ‘Eğer siz yeteri kadar çalışmaz, diğer devletleri geçmezseniz, vatanınız işte böyle bombalanır, anneniz babanız böyle öldürülür. Toprağınızda bir çiçek bile yetişmez olur’ diyoruz.” Bizim yetkililer; “İyi ama bizim Hiroşima’mız, Nagazaki’miz yok ki” deyince, Japonlar şöyle konuşmuşlar:
“Ama Çanakkale’niz var! Çanakkale, bizimkilerden çok daha çarpıcı bir örnek. O bölge çocuklarınıza ve gençlerinize millî şuur ulaştırmak için tam bir laboratuvar. Öğrencileri kafileler halinde Çanakkale’ye götürüp gezdirin ve ikiyüz elli bin şehidinizin hikâyesini anlatın. Yeterince çalışmazlarsa, başlarına bugün de benzer şeylerin gelebileceğini söyleyin.””
Evet, Japonlar “formül”ü bulmuşlardı... “Hiroşima ve Nagazaki’yi yeniden yaşamak istemiyorsanız, ilerlemeye devam edin!” diyorlardı çocuklarına...
Aynı “formül”ü bize de tavsiye ediyorlardı:
“Sizin de Çanakkale’niz var!”
Evet, “Çanakkale”miz var!..
“Geçilmez” dedirttiğimiz Çanakkale’miz!..
Rahmetle andığımız “şehit”lerimiz var!..
Ve elleri öpülesi “gazi”lerimiz!..
Acaba bu “şehit” ve “gazi”lerimiz olmasaydı, “Türkiye” olur muydu?..
Bugünkü “Türkiye”yi onlara borçluyuz!..
Allah, onlardan razı olsun...
VALİ BEY’İ KUTLUYORUM
Bugün 17 Mart...
Yarın da 18 Mart... Yani “1915 Çanakkale Zaferi”nin 98. yıldönümü...
Çanakkale... “Dünyayı yenenlerin yenildiği” ve de “etin, kemiğin çeliğe galip geldiği”, dahası; merhum Mehmet Akif Ersoy’un, “Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor, bir hilâl uğruna Yarab ne güneşler batıyor” dediği, “253 bin şehidimiz”in son uykularını uyudukları, “millî birliğimizin çimentosu” olan bir yer, büyük bir zafer...
Çanakkale Valisi Güngör Azim Tuna’nın koordinesinde Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in de katkısıyla, bu yıl; “Biz değil miydik?.. Şehit Torunları Buluşması” adlı bir proje gerekleştirilecek... Proje kapsamında, kutlamalar “81 vilayet”e yayılacak.
“Zaferin 98. yıldönümü” dolayısıyla; Çanakkale Valiliği, dergi ebadında 40 sayfalık bir kitapçık hazırlamış ki; ne yalan söyleyeyim, onu okurken, zaman zaman gözyaşlarımı tutamadım... Kitapçığın hazırlanmasında emeği geçen herkesi tebrik ediyorum...
Vali Güngör Azim Tuna, şöyle “takdim” etmiş Çanakkale Savaşı’nı;
“1915’te verilen mücadele birlik ve beraberlik içinde nelerin üstesinden gelebileceğimizin müşahhas örneğidir. Çanakkale’de yan yana yatan, kaderleri birlikte çizilmiş, ülkenin dört bir yanından gelen kahramanlarımızın bize söylediği çok şeyler vardır.
Acaba Arıburnu’nda patlayan toplarla havaya uçanların,
Acaba kanlı sırtta vatan uğruna kanları oluk oluk akanların, Conkbayırı’nda, Kirte’de Seddülbahir’de omuz omuza çarpışanların memleketleri neresidir?
Çanakkale cephesinde toprağa düşen kahraman mehmetçiklerimizin mezar taşlarına baktığımızda karşımıza üç kıtadan gelerek şehit olanların, yani kadim kültürümüzün harman olduğu destanlar coğrafyası çıkacağı muhakkaktır.
O yokluk ve yoksunluk günlerinde, bütün cihana karşı verilen bu kavgada birlik ve beraberlikle muvaffak olunmuştur... Çanakkale’de elde edilen zafer, neredeyse hiç teçhizatı kalmamış yokluk içindeki insanların dünyanın en büyük güçlerine karşı kazandığı kesin bir zaferdir. Bu zaferin kazanılmasında payı olan aziz şehitlerimizin her biri bizim yolumuzu aydınlatan meşaleler gibidir.
Şehitlikleri gezen Diyarbakırlı bir öğrencinin mektubunda dediği, “Ey torunlarımız ne haldesiniz, biz, siz beraber rahat yaşayın diye toprağa düşmedik mi? Sana diyorum Diyarbakırlı Mehmet, sana diyorum İstanbullu Hakan ne haldesiniz? Hani kardeşliğiniz, hani birliğiniz?” sözlerinin bizlere söylediği çok şey vardır.
Onlar değil miydi kenetlenip dünyaya meydan okuyan?
Onlar değil miydi Çanakkale’ye birlikte koşan?
Onlar değil miydi şehadeti yudumlayan?
Biz değil miydik Lazıyla, Türküyle, Kürdüyle, Çerkeziyle vatanımızı koruyan?
Tüm bunların cevabı “Çanakkale ruhu”nda yer almaktadır.”

MENDİLDEKİ SAÇLAR
Dedim ya;
Kitapçığı okurken, gözyaşlarımı tutamadım.
Buyrun, bir “mendil” hikâyesi: “Az ötede cesetlerin arasında bir şehidin cesedi dikkatini çekti... Yüzünde tebessüm hali vardı ve gözleri derin bir ufka bakar gibiydi... Ona doğru gitti. Avucundaki işlemeli mendili sımsıkı tutuyordu... Mendilin içinde yeni doğmuş bebeğin sapsarı saçları vardı... Mendili ve saçları şehidin koynuna soktu. Onu hürmetle kucaklayıp o mukaddes hatıralarıyla gömdü.
İşte onlar savaştı Çanakkale’de...
¥
Kitapçıktan bir bölüm daha:
“Çanakkale’ye gidin, orada cam levhalara yazılı vatan evlatlarının isimlerini okuyun... Doğum tarihlerine, çıkıp geldikleri memleketlere bakın... Yan yana aynı kabirde yatan babaları, oğulları görün... Orada bir gül bahçesi içinde olduğunuzu mutlaka hissedersiniz. Onları selamlayın ve bir Fatiha okuyun.
Orada kalpleriniz mutlaka “Çanakkale Ruhu”nu haykıracaktır. Çanakkale’de farklılıklarımızın nasıl eriyip gittiğini, ruhlarımızın nasıl tek bir kaba döküldüğünü hissedeceksiniz.
Oradan, “Ben” değil “Biz” olarak geri döneceksiniz.”
BOMBASIRTI VAK’ASI
Atatürkçülüğü; “niyete göre soyulan bir muz” haline çevirenlere Ruşen Eşref’in “Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal’le Mülâkat” adlı eserini okumalarını tavsiye ederim.
Kitabın 48’den başlayıp, 50. sayfaya kadar devam eden bölümünde, Atatürk, bakın nasıl anlatıyor “Bombasırtı Vak’ası”nı:
“Size Bombasırtı Vak’asını anlatmadan geçemeyeceğim... Karşılıklı siperlerimiz arasında mesafemiz sekiz metre... Yani, ölüm muhakkak... Birinci siperdekiler, hiçbiri kurtulamamacasına düşüyor... İkinci siperdekiler, onların yerine gidiyor... Fakat, ne kadar gıptaya şayan bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz: Öleni görüyor, üç dakikaya kadar kendisinin de öleceğini biliyor, fakat en ufak bir fütur bile göstermiyor... Sarsılmak yok!..
Okumak bilenler; ellerinde Kur’an-ı Kerim, Cennet’e gitmeye hazırlanıyorlar!.. Bilmeyenler ise Kelime-i Şahadet getirerek yürüyorlar!
Bu; Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren, şaşılacak ve övülecek bir misaldir.
Emin olmalısınız ki; Çanakkale Muharebesi’ni kazandıran, işte bu yüksek ruhtur!”

KÜRT-TÜRK OMUZ OMUZA
Çanakkale’de, öleceğini bile bile cepheye koşan “askerler” arasında “Kürtler” de vardır.
Çanakkale Valiliği’nin yayınladığı kitapçıkta, “Gelibolu’ya takviye için yola çıkan Kürt birlikleri”nin fotoğrafı da yayınlanmış ve altına şunlar yazılmış:
“Osmanlı Devleti, etnik kökene göre kayıt tutmadığı için Çanakkale’de hangi etnik kökenden kaç şehit olduğu bilinememektedir... Bir Osmanlı tebaası olan “Kürtler”in Çanakkale Savaşı’na katılması ve mücadele etmesi gayet mühimdir... Çünkü o dönemde “Kürt tebaa”nın yoğun yaşadığı Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde de hem “Ermeni Olayları” yaşanmakta, hem de Kafkas Cephesi ismi altında kıran kırana bir savaş yaşanmakta idi... Kürtlerin Çanakkale’ye koşmaları hem Kürt ahalinin Osmanlı’ya sadakatinin, hem de vatanın hiçbir parçasını ayrı görmediklerinin önemli bir kanıtıdır. Bugün, Çanakkale toprağında yatan Kürt şehitlerimizin kanı, sarsılmak istenen milli birliğimizi koruyup güçlendiren en önemli etmendir.”
ÖNCE HELALLEŞTİLER, SONRA!
“Çanakkale Savaşı” deyince; Yarbay Hüseyin Avni’den, Yahya Çavuş’tan ve hele hele Seyit Ali Onbaşı’dan bahsetmeden geçmek olmaz... Allah, mekânlarını cennet eylesin.
Onlarda nasıl bir “ruh” vardı, biliyor musunuz... Seyit Onbaşı’ya, “275 kilo ağırlığındaki top mermisi”ni kaldırtan ruh, nasıl bir ruhtu biliyor musunuz?..
Buyrun, bir hatıra daha:
“Kocadere Köyü’nde büyük bir sargı yeri... Yaralıların kimi Urfalı, kimi Bosnalı, kimi Sivaslı, kimi Halepli... Çok sayıda yaralı, derman beklemekte...
İçlerinden biri Lapseki’nin Beybaş Köyü’nden Halil... Son nefesinde komutana; “Ben... Ben, köylüm Lapsekili İbrahim Onbaşı’dan bir mecidiye borç almıştım. Kendisini göremedim; ölmek üzereyim. Ölürsem söyleyin, hakkını helâl etsin” der ve ruhunu teslim eder...
Ertesi gün, gelen yaralılardan şehit olanların künyeleri ve üzerinden çıkan eşyalar komutana ulaştırılmıştır... Şehit künyelerinden Lapsekili İbrahim Onbaşı’nın künyesi ve yanındaki not, komutanın dikkatini çeker...
Notta der ki;
“Ben, Beybaş Köyü’nden arkadaşım Halil’e bir mecidiye borç vermiştim. Arkadaşıma söyleyin, hakkımı helâl ettim.”
Çanakkale Savaşı’nı zafere dönüştüren ruh, işte bu ruh, bu inanç, bu imandır.
Hani, merhum Mehmet Akif’in yazdığı “Çanakkale Destanı” için, geçenlerde;
“Şiirdi, şuur oldu” demiştik ya, gerçekten de Çanakkale, Türkiye için bir “şuur” oldu, bir “çimento” oldu.
Ne olur, bu şuuru yaşatalım.
Japonların Hiroşima’sı, Nagazaki’si varsa, unutmayalım; bizim de Çanakkale’miz var.
Gidelim Çanakkale’ye...
“Ben” gidelim, “biz” dönelim...


Haber Vaktim

kübra-y 17 Mart 2013 12:43

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
- "Cihan bir araya gelse Çanakkale geçilemez!" Allah razı olsun... çay-kahve000Çanakkalem:):)

iklimya 17 Mart 2013 14:02

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
[YT]xPj9NaFqA6w[/YT]

kurtmehmet 17 Mart 2013 15:16

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]

kübra-y 17 Mart 2013 15:30

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
Alıntı:

kurtmehmet Üyemizden Alıntı (Mesaj 244477)
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]

içler acısımahcup000uzgn

bilinmez 17 Mart 2013 18:25

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
ÇANAKKALE BU OYUNUN KURULMASI İÇİN Bİ TEZGAHTI...VE OYUNU KURANLARA KARŞI ÇIKACAK OLANLARI ORDA ÖLDÜRTTÜLER...
DEVAMINDA OLANLAR.....
Bir gece Şapka giymeye direnen Erzurumda bir köye baskın yapan Türk askeri ,120 kişiyi şapka giymedigi için kurşuna dizmişti.
1 oğlu ve eşide kurşuna dizilen Sultan ana şöyle yalvarıyordu

- Evladım! ben sizler,Çanakkale de savaşırken mermi taşımaktan omuzlarım çürüdü , bugün idam ettiginiz herifim, Çanakkale de vatan kurtulsun, bize zulüm edilmesin diye 1 kolunu,
Biri 14 yasında digeri 21 yaşınd...a iki oğlunu Önce Allah'a sonra vatana kurban etti !!!!!!!

''Donumuz yoktu şapka mecbur edildi.
Çarığı satıp, çıplak ayak İtalyan takke giyildi
Bunun adınada efendiler ne güzel devrim denildi''
(F)
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]

İnceSızı 18 Mart 2013 15:52

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
"EY ŞEHİT OĞLU ŞEHİT İSTEME BENDEN MAKBER SANA AĞUŞUNU AÇMIŞ DURUYOR PEYGAMBER"

Çanakkale Şehitlerine

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?

En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.

-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara?ya-

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!

Nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir Avrupalı'

Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,

Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,

Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.

Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,

Avusturalya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...

Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!

Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,

Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,

Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;

Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...

Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.

Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb,

Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;

Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;

Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,

Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;

O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,

Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.

Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,

Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.

Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,

Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;

Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman?

Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?

Çünkü te'sis-i İlahi o metin istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,

Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;

Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedi serhaddi;

'O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme' dedi.

Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...

O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,

Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,

Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!

Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...

Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?

'Gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...

Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.

'Bu, taşındır' diyerek Kâ'be'yi diksem başına;

Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,

Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,

Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;

Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,

Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,

Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;

Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...

Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,

Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i,

Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...

Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;

Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;

Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,

Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,

Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.

Mehmet Akif Ersoy

İnceSızı 18 Mart 2013 15:57

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın,
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın,
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.
Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda,
Gördüğüm bu tümsek, Anadolu’nda,
İstiklal uğrunda, namus yolunda,
Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.
Bu tümsek, koparken büyük zelzele,
Son vatan parçası geçerken ele,
Mehmed’in düşmanı boğuldu sele,
Mübarek kanını kattığı yerdir.
Düşün ki, hasrolan kan, kemik, etin
Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin,
Bir harbin sonunda, bütün milletin,
Hürriyet zevkini tattığı yerdir

muuskem 18 Mart 2013 15:59

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
ArO*

günün anısına içimi sızlattı...

Rabbim mekanlarını cennet etsin...

bizleride oraya gitmeyi nasip etsin...

"Tebessüm" 18 Mart 2013 16:04

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]

Allah ecdadımızdan razı olsun bir kere ziyarete gidebildim ama çok etkilendim Mevlam tekrarını nasip eder inşallah.

Gitmeyenlere de en yakın zamanda görme fırsatı yaratır inşallah.

Dün vizyonda olan Çanakkale filmini izledim. Film bile bu denli duygulandırken gerçeği nasıl da zor nasılda acıdır. Kim kuru ekmekle günlerce durabilir ki! bizim rahat içinde yaşamamız için canlarını feda eden atalarımıza bizler ne kadar duyarsız ne kadar nankör kaldık böyle uzgn

Esadullah 26 Ekim 2013 10:59

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
Kadınları bile birer Erkek olan bu ruha selam olsun......


[YT]7RwaIg7P5zk[/YT]

Esadullah 26 Ekim 2013 11:02

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
Fatma Seher Erden

[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Takma adı Kara Fatma
Doğum 1888 Erzurum
Ölüm 2 Temmuz 1955
Bağlılığı Türkiye Cumhuriyeti
Hizmet yılları 1919-1922
Rütbesi Üsteğmen
Savaşları/Çatışmaları Kurtuluş Savaşı
Madalyaları İstiklal Madalyası
Sonraki işi Emekli

1888’de Erzurum’da doğdu. Subay Derviş bey ile evlendiğinde Balkan Savaşı’na katıldı, askerlik hayatını eşi ile birlikte paylaştı. I. Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi’nde kendi ailesinden dokuz-on kadınla birlikte savaştı. Eşi Derviş Bey’inSarıkamış’ta şehit olduğu haberini aldıktan sonra memleketi Erzurum’a döndü.

1919′daki kongre günlerinde, Mustafa Kemal’le bizzat görüşebilmek için Sivas’a gitti. Milis Müfreze Komutanı olarak batı cephesinde görevlendirildi. Aldığı talimatla İstanbul’a gitti, silah ve adam kaçırma faaliyetlerinde bulundu. İzmir’in Yunan işgaline uğraması üzerine İzmir’e geçerek kurtuluşu için savaştı.
300 kişiyi aşkın birliği ile I., II. İnönü Muharebesi, Sakarya Meydan Muharebesi ile Dumlupınar Meydan Muharebesi’nde çarpıştı. Büyük Taarruz’un ilk günlerinde General Trikopis‘in birliğine esir düşmüşse de, kaçarak yeniden müfrezesinin başına geçti; Bursa’nın Yunan işgalinden kurtuluşunda rol oynadı. Bir keresinde, onbaşı olduğunda neredeyse sadece kadınlardan oluşan birliği ile düşmanın cephe gerisine bir saldırı düzenledi ve aralıranda bir Yunan subayı toplam 25 esir askerle geri döndü.[1]

Savaştan Sonra [değiştir]

Fatma Seher Hanım, çavuşluk rütbesiyle başladığı askerlikten üsteğmen rütbesi ile emekli oldu. Emekli maaşını Kızılay’a bağışladı.
Savaştan sonra, kendisi ile birlikte savaşa katılan ve bir çatışmada elini ve akli dengesini yitiren kızı Fatma’nın çocuğunu sahiplendi. Torunuyla beraber İstanbul’da bir Rus manastırında yaşamakta iken tanınmış gazeteci Mekki Sait Esen kendisini buldu. Sait Esen’in kendisiyle yaptığı röportaj 1933 yılında Yedigün Dergisi’nde yayımlandı.
Kars mebusu Tezer Taşkıran ve Rize mebusu Yusuf İzzet Akçal tarafından verilen önerge üzerine 1954 yılında TBMM kendisine yeni aylık tespit etti. Fatma Seher Hanım, 2 Temmuz 1955 günü İstanbul’da hayatını kaybetti, Kasımpaşa’daki Kulaksız mezarlığına defnedildi.[2],
Milli Mücadele’nin Bayraklaşan Kahramanı
Kara Fatma namı ile temayüz etmiş kadın kahramanımızın ilkine 93 Harbi’nde Osmanlı–Rus Savaşı sırasında rastlıyoruz. Kara Fatma, genç yaşında kendisi gibi vatansever ve mücadeleci kadınları etrafına toplayarak âdetâ gönüllü bir alay teşkil eder. Kâh cepheye lojistik destek veriyor, kâh cephe gerisi emniyeti sağlamak için manevra yapıyor kâh bizatihi disiplinli bir ordu efrâdı gibi hareket ederek cephede düşmanla boğuşuyordu Kara Fatma.
“Kadınlar Dünyası” isimli gazetenin 20 Temmuz 1913 tarihli nüshasında bu muhterem Kuva-yı Milliyeci validemizden şu şekilde bahsedilir:
“Kara Fatma, Malatya’ya bağlı Aladağlı’dır. Zayıf, orta boylu ve esmer, gözleri ve kaşları siyahtır. Elbisesi, erkek elbiselerinin aynıdır. Entari yerine geniş bir şalvar, ceket yerine ise ‘sarka’ tâbir olunan bir tür cepken giyerdi. Sesi erkek sesi gibi gür ve sertti. Yüzünü örtmez fakat, saçlarını boynuna dolar; başının, yüz kısmı dışında bütün kısımlarını ‘Leçel’denilen beyaz bir bezle kat kat sararak örterdi. Maiyeti üzerinde son derece etkiye ve güce olup, İbrahim nâmındaki hizmetlisi dahi Kara Fatma’nın hışım ve heybetinden ürperirdi. Cengâver olduğu kadar da yumuşaktı lakin, şefkati lüzumundan fazla değildi. Kara Fatma, tarihen sâbit olan en mühim ve parlak zaferlerini Rusya
Muhârebesi dönemlerinde göstermiştir”
Yunan’ın Korkulu Rüyası
Kuva-yı Milliye’nin “Kara Fatma” namlı kadın kahramanlarından bir diğeri de Batı Anadolu’da ortaya çıkmıştır. Bu bölgede milletin ve memleketin kurtuluşu için kahramanca çarpışan Kara Fatma, Yunanlılara karşı gösterdiği mücadeleleriyle Mustafa Kemal Atatürk’ün de liyakatini kazanmıştır. Ülkenin o kara günlerinde, Müslüman Türk kimliğine sahip Anadolu kadınını gönülden temsil eden; vatan için, namus için, bayrak için, istiklâl için, varlık için, şeref için dövüşen ve adı sık sık gündeme gelen bu muhterem validemiz, nesiller boyunca iftihar ile hatırlayacağımız kahraman Türk kadınlarımızın önderlerindendir… Muhârebe zamanlarında giydiği elbisesini ölünceye kadar sırtından çıkarmayan Kara Fatma’nın yakın zamanda “İstiklâl Madalyası” ile çoğu kez basında haberi çıkmış, cadde ve sokaklarda gelip geçenlerin dikkatini çekmiştir.
Muharebe Bana Düğün Gelir
Memlekette can ve namus emniyetinin tehlikede olduğunu gören bu eli öpülesi validemiz, kadınlığın o ince yapılı karakterini hiç düşünmeden, “Kadın isem de, Türk değil miyim?” diyerek işgal kuvvetlerinin zulüm ve cinayetlerine karşı Kuva-yı Milliye hareketine katılmıştır. O da, isimleri tarih boyunca şan ve şerefle yad edilecek diğer kadın kahramanlarımız gibi vatanın bağımızlığı, milletin selameti için canı pahasına hizmet etmiştir. Kara Fatma, işgalcilerin zulümlerini artırdığı ve dayanılmaz olduğu bir dönem İstanbul’dan yola çıkarak dolu dizgin, gençlik ve memleket aşkının verdiği cesâretle Sivas’a gelir ve Mustafa Kemâl Paşa’nın huzuruna çıkar:
– “Bütün millet, vatanın kurtarılmasını bekliyor, işte ben de kadın halimle geldim, iş göster, emret Paşam!” der…
Samimi ve içten gelen bu sözler Mustafa Kemal’in gözünden kaçmaz…
– “Peki ama, sen ne iş görebilirsin ki? Silah kullanır mısın? Ata biner misin? Harpten ateşten korkmaz mısın?..”
Kara Fatma’dan beklenilen cevap gelir:
– “Ata binerim, silah kullanırım, muharebe bana düğün gelir Paşam, düğün…!”
Bu Müslüman Türk kadınına hayran kalan Mustafa Kemal Paşa:
– “Şu dakikada bütün kadınlarımız senin gibi olsalardı Kara Fatma”
Diyor ve bu sûretle “Fatma Hanım”, “Kara Fatma” lâkabını almış oluyor.
Bir Kurşun Yarası Ve Kırmızı Kurdelalı Bir Harp Madalyası
Mustafa Kemal’den aldığı emir ve tavsiyelerle İstanbul’a gelen Kara Fatma 15 kişilik vatansever genci etrafına toplamıştır ve buradan Kocaeli’ne geçmektedir. Köylerde vaziyeti asla belli etmeden tam bir teşkilat kurmayı başararak Geyve’de cephe tutar. Halid Bey Kumandası’nda bir yıl vatanî görevde bulunur Kara Fatma ve bu sırada ilk defa yaralanır. Teşkilat lağvedilince orduya çavuş olarak katılır. Birçok korkulu savaşlarda orduya, istiklâle büyük hizmetler eden Kara Fatma’nın bu zaferlerden tek nişânesi aldığı bir yara ile kırmızı kurdelalı bir harp madalyasıdır. Bu gururu ve iftiharı ömrü boyunca taşımıştır.
Kuva-yı Milliye’nin Yorulmaz Hizmetçisi
Kara Fatma, bir basın mensubuna, Kuva–yı Milliye dönemindeki hizmet ve faaliyetlerinden şu şekilde bahsetmiştir:
– “İzmit, Adapazarı, Düzce ve civarına Yunanlılar sık sık baskınlar yapıyordu. Bir gün kumandan Halid Bey beni çağırdı ve dedi ki:
– ‘Fatma Hanım, senin bugüne kadar yaptıklarından çok memnunum, sana kaymakamlık vereceğim’.
Halid Bey’in bu sözlerinden anlamıştım ki, bana gene mühim bir iş verecek.
Şu emri verdi.
– ‘Şimdi adamlarını alıp İznik’e gideceksin!’.
– ‘Ama ben on beş gün önce orada idim’.
– ‘Gene gideceksin, orada bulun, işlerin var’.
Emir, emirdi. Derhal hazırlandım, atlarımıza atladık, dağlardan bayırlardan dolu dizgin koşturuyorduk.
Yolda nefes nefese iki köylüye rastladık. Bizi görünce:
– ‘Aman’ dediler, ‘İmdada gelin, köyümüzü bastılar, hepimizi öldürecekler’.
– ‘Kimler bastı köyünüzü?’.
– Kimler olacak, Yunan gâvuru’.
Öyle günler yaşıyorduk ki; kimseye inanmak caiz de değildi hani. Bu, düşmanın bir oyunu da olabilirdi, nitekim bu gibi hadiselerle çok karşılaşmıştık.
– ‘Hangi köydensiniz?’.
– ‘Elmacık Köyü’nden’.
Hemen atlardan indik, kıyafetlerimizi değiştirdik. Ben eski püskü bir elbise giymiştim. Köye girdiğimiz zaman, manzara tüyler ürpertici idi. Meydanda bir papaz oturuyordu. Etrafında onbeş, onaltı kadar silâhlı vardı. Türkleri bir araya getirmişlerdi. Papaz, Yunanlılara sordu:
– ‘Nasıl ceza verelim?’.
Yunanlılardan biri:
– ‘Onları iyice bağladıktan sonra bize teslim edin, intikamımızı biz alırız’. Dediler.
Benden şüphe edilmediği için yanlarına kadar yaklaşmıştım.
Papaz, üç köylünün bir ağaca bağlanmasını emretti.
Kardeşime yaklaştım:
– ‘Hali görüyor musunuz?’ dedim; ‘İyi ki gelmişiz, şimdi tabancamı adamların üzerine boşaltacağım’.
Kardeşim sert bir ifade ile yüzüme baktı ve yavaş sesle:
– ‘Acele etme, sonra işi bozarız’
Cevabını kulağıma fısıldadı. Ben bekleyecek halde değildim. Heyecanımdan tir tir titriyordum. Oğlum da benim halimden şüphelenmişti. Yanıma yaklaştı o da fısıldadı:
– ‘Acele etme anne’.
Düşmanın rengi küle döndü…
Ağaçlara bağlananların az sonra can vereceklerini anlayan köylüler ağlaşmaya, feryad etmeye başlamışlardı.
Ne olursa olsun fazla sabredemeyecektim. Tabancamı çektim ve:
– ‘Teslim olun!’ diye haykırdım.
Tabiî, adamlarım da silahlarını çekmişlerdi. Bu beklenmeyen hâl, düşmanı öylesine şaşırtmıştı ki… Hemen ağaçlara bağlananların iplerini çözdürdüm ve silahlı düşmanların silahlarını aldırdıktan sonra onları bağlattım. Papaza dönerek:
– ‘Haydi’ dedim, ‘Şimdi siz ölümlerden ölüm beğenin’.
Hepsinin de rengi kül gibi olmuştu. Titriyorlardı. Oracıkta düşüp öleceklerdi.
Adamlarıma döndüm:
– ‘Hepsini Halid Bey’e götürünüz’ dedim, ‘Cezalarını o verecektir’.
İzmit’e döndüğümüz zaman Süvari Livası Hacı Arif Bey bu muvaffakiyetimizden dolayı bizim için büyük bir merasim hazırlamıştı. Köylüler, coşkun tezahürat yapıyordu. Fakat bu muvaffakiyet ile birlikte beni sükûtu hayale gark eden bir mesele hasıl oldu. Meğer ‘Kara Fatma tehlikeden sakınmıyor, başımıza bir iş açar’ diye beni, geri hizmetlere almaya karar vermişler. Kıyameti kopardım. Halid Bey:
– ‘Bilmiyorum Fatma Hanım’ dedi, ‘Ölümden korkmuyorsun, fakat ya şehid olmaz da esir düşersen ne olur?.. Bizimkilerin maneviyatı bozulur, düşmanın maneviyatı kuvvetlenir. Sen hiçbir tehlikeden kaçmıyorsun. Ya, Elmacık Köyü’ndeki düşman kuvvetli olsaydı da sizi esir etseydi ?…
Tabii, o zaman kim tehlikeyi düşünüyordu. Lakin, bundan sonra daha ihtiyatlı davranacağımı vadederek vazifeme devam ettim”…
Allah mübarek şefaatlerine nail eylesin…

alıntı

Esadullah 26 Ekim 2013 11:10

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
Çanakkale Savaşı Şerife Bacı 1921 yılında deniz yoluyla İnebolu'ya gelen cephanelerin, karadan cephede savaşan askerlere ulaştırılması gerekiyordu. *Bu görevi çevredeki yaşlı erkekler ve kadınlarımız üstlenmişti. 1921 yılının Şubat ayında,soğuk,tipili bir günde erkenden İnebolu'da cephaneler arabalara yüklendi ve yola çıkarıldı. Kağnı kafilesinin sonunda,sırtına sardığı çocuğu ile Şerife Bacı da bu sefere çıkmıştı. Seydiler'in Satı Köyü'nden olan Şerife Bacı kafileyi izliyor,onlarla beraber cephaneyi bir an önce varacağı yere ulaştırmaya gayret ediyordu. Hava iyice kararmıştı.Kar biraz fazlalaştı.,tipiye dönüştü.Şerife Bacı kağnıdaki cephaneyi çocuğunun yorganı ile iyice örttü. Çocuğunu mermi sandıkları arasına gizleyerek üzerini kapattı. Tipi o kadar fazlalaşmıştı ki, ilerleyemez oldular. Durmak ölümdü.

*Cephede askerler cephane bekliyorlardı. Şerife Bacı elinin,ayağının uyuşmaya başladığını hissediyordu. Durmadan ilerlemeye çalışıyordu. Kastamonu Kışlası önüne vardığında donmuştu. Sabaha karşı Kastamonu'nun kapısı sayılan kışlada, kule nöbetçileri, alaca beyaz karanlıkta belli belirsiz bir kağnı gördüler. Kimdi bu gelen ve ne zaman kara saplanmıştı? Hemen haberdar edilen Osman Bey, Devrekanili Cemil ve Beşiktaşlı Rıfat Çavuşları gönderdi. Kağnının yanına ulaşan Cemil ve Rıfat Çavuş dehşetle ürperdiler.Kağnının arkasında bir kadın vardı. Genç bir kadın.Cephanenin üstüne örttüğü yorganı kucaklamak ister gibiydi.Ama çoktan donmuş kaskatı kesilmişti. Kucaklayıp karlar üzerine yatırdılar. Bu sırada bir ses,bir hırıltı. Kulaklarına inanamadılar. Ses ve hırıltı yorganın altından geliyordu. Hemen yorganı kaldırdılar. Bir kundak bebeğiydi oradaki. Bebeği ve kadını kışlaya götürdüler.Genç kadının hüviyeti tespit edilerek köyü olan Seydiler'e gönderilerek burada toprağa verildi.


*Bebek ise (kız çocuğu) kışlaya yakın bir eve gönderildi. 1970'li yıllarda yapılan araştırma sonucu kızın Eskişehir'de ikamet ettiği ili ilgili bilgiler elde edilmesine rağmen kendisine ulaşılamadı. Günümüzde Şehit Şerife Bacının Mezar yerinin tespit edilememesine rağmen O, Seydiler'lilerin ve bütün Türk halkının gönlünde yatmaktadır.


*Şehit Şerife Bacı,Milli Mücadelede mermi taşıyan Türk kadınını temsil eden bir semboldür.Seydiler'liler bu kahraman Türk anasını unutmayıp Cumhuriyetin 50.yılında Belediye binası önüne Atatürk anıtı yanına Rölyefini yaptırdılar.1984 yılında ülkemizde yılın annesi seçildi.


alıntı



ÇANAKKALE SAVAŞINDA KESKİN NİŞANCI TÜRK KADINLARI



Avusturalya ve Yeni Zelanda arşivlerindeki asker mektupları, Çanakkale Savaşı'nda pusuya yatıp çarpışan, attığını vuran Keskin Nişancı Türk kadınlarından bahsediyor.




EMETİ SARUHAN
Avusturalya ve Yeni Zelanda arşivlerinde yapılan araştırmalar Çanakkale Savaşı'nda kadınların sadece geri planda kalmayıp, keskin nişancı olarak bizzat savaştıklarını ortaya koydu. Yarımada Yayınları'ndan çıkan ve Zümrüt Sönmez'in hazırladığı derleme kitap "Savaşın Kadınları"nda, pek bilinmeyen keskin nişancı Türk kadınları anlatılıyor. Prof. Mete Tunçoku'nun araştırmaları sonucu doğru olduğu düşünülen "Keskin Nişancı Kadın Savaşçılar"ın kimler olduğu bilinmiyor.



ANZAKLAR HAYAL ZANNETTİ
Anzak askerlerinin mektup ve hatıralarında yer alan kadın savaşçılar tartışma konusu olmuş, kimileri tarafından da zorlu savaş koşullarında ruhsal çöküntü içinde olan birkaç yabancı askerin hayal ürünü olarak değerlendirilmiş. Bu konuda çalışan ve "Çanakkale 915 Buzdağının Altı" kitabında değinen Prof. Mete Tunçoku, yabancı asker mektupları ve günlüklerini "yer, zaman, olay" boyutuyla karşılaştırmış ve anlatılanların doğru olduğuna dair kanaatinin güçlendiğini belirtmiş. Mısır'da yayınlanan "The Egyptian Gazete" adlı gazetede yer alan ve bir askerin İskenderiye'den ailesine yazdığı mektupta, kendilerini yeşile boyayarak kamuflaj yapan kadın savaşçılardan bahsediliyor. "... şarapnel parçaları, makineli tüfek mermileri yanı sıra, pusuda ateş eden keskin nişancı kadın savaşçıların ateşi altında, adeta cehennemde ilerlemek gibi bir şeydi bizimkisi. Burada, pusuya yatıp çarpışan keskin nişancıların çoğu kadın veya kız. Kendilerini yeşile boyayıp ağaçlar ve bodur bitkilerle uyum sağlamışlar."



52 KURŞUN YARASIYLA ÇARPIŞTI
Tunçoku'nun araştırmalarına göre kadın savaşçılar, gizlendikleri yerden vurulup ölene kadar durmadan ateş ediyor ve attıklarını vuruyorlardı. Bu kadın savaşçıların kim olduğu, bireysel mi yoksa bir grup halinde mi hareket ettikleri tam olarak bilinemiyor. Avusturalyalı piyade er J. C. Davies, annesine yazdığı mektupta, kendilerine karşı çarpışan bir kadın savaşçıyla ilgili şunları anlatıyor: "Benim de vurulduğum 18 Mayıs 1915 günü, keskin nişancı bir Türk kızı pusuda çarpışıyordu. Gizlendiği yerden gün boyu ateş etti ve çok sayıda adamımızı vurdu. Ancak, gün batmadan, bir Avusturalya'lı tarafından öldürülmesine gene de üzüldüm. Güzel, yapılı ve tahminen 19- 21 yaşlarında genç bir kızdı. Bedeninde tam 52 kurşun yarası vardı."



ANNESİ VE ÇOCUĞU YANINDAYDI
Times Gazetesi'nde yayınlanan bir başka askerin hatıralarında da yaşlı annesi ve çocuğu ile savaşan keskin nişancı bir kadın anlatılıyor. "O, bir Türk kadın savaşçısıydı ve durmaksızın saklandığı evden ateş ediyor, evi boşaltıp teslim olmayı reddediyordu. Sonunda ele geçtiğinde, yanında yaşlı annesi ve çocuğu da vardı. Yakalanana kadar, bir pencereden ısrarla ve özellikle de subaylarımızı hedef alarak ateş etmişti. Sanıyorum öldürdüğü bazı kurbanlarını süngülemişti de. Üzerinde 16 askerimizin künyesiyle, oldukça yüklü miktarda yabancı para bulduk"



ADANMIŞ BİR ÖMÜR
"Savaşın Kadınları"nda savaş devam ederken geri planda kahramanca direnen kadınların öyküleri de anlatılıyor. İlk hemşiremiz Safiye Hüseyin Elbi, savaş sırasında ön saflarda hemşirelik yapmış. Elbi parmaklarını göstererek "şu parmakları görüyor musunuz? Ben bu parmaklarımla kaç delikanlının gözlerini bir daha açılmamak üzere kapattım" diyor. Şemsi Nine ise geride kalanlardan, erini askere gönderip yol gözleyenlerden. 16 yaşında evlenen Şemsi Nine'nin kocası evlendikten üç gün sonra gönüllü olarak Çanakkale'ye gitmiş. Giderken "Gençsin, güzelsin. Ne olur, ben gelinceye kadar sokağa çıkma! Gözüm arkada kalmasın" diyen ve savaşta şehit olan kocasının arzusunu yerine getirmek için ömrü boyunca hiç dışarı çıkmamış. Yıllar sonra evinden ancak cenazesi çıkmış..

(Kaynak: yenisafak.com.tr)

YaŞuHa 26 Ekim 2013 20:02

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
Hım çok güsel bir yazı olmuş.Ellerinise saglık

Esadullah 14 Mart 2014 16:45

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
Cepheden Yazılan Mektuplar



Mektup insanların duygularını birbirlerine samimi olarak aktardığı bir iletişim vasıtasıdır. İnsan şahsiyetinin aynası olan mektuplarda yazanın iç dünyasının resmini görürüz. Şimdilerde ucu yakılan ya da sonuna maniler yazılan, buram buram hasret kokan mektupları özlüyoruz. Sıla kokulu satırlarla en içten ifadelerin yer aldığı bol selamlı mektuplar da artık yok denecek kadar az. Bu gidişle "Yine yar yakmış mektubun ucunu, askerlikte sevda çekmek zor diyor" ifadeleri bir müddet sonra tamamen yabancılaşacak, anlamı zor kavranılır birer cümle haline dönüşecektir.

Mektup türleri arasında asker mektuplarının ayrı bir yeri vardır. Hayatlarının en deli çağlarında askere giden gençlerimiz memleket özlemi ve aile hasretini satırlara dökerler ve sevdiklerinden gelen mektuplarla moral bulurlar. Geçmişte bir çok cephede savaşan Türk askerlerinin cepheden gönderdikleri mektupların da ayrı bir tarihi ve kültürel değeri vardır. Bazen cepheden yazılan ama bir türlü gönderilmeye fırsat bulunamayan şehit askerlerin ceplerinden çıkan mektup örneklerine de rastlanmıştır. Bunlar içinde elde en çok bulunan örnekler Çanakkale cephesinden yazılan mektuplardır. Bir vasiyet hükmünde de olan bu mektuplar, şehit askerlerin yakınlarına son seslenişleridir. Bu mektuplarda hep ümit, hep asker olmanın vatan için savaşmanın haklı gururu vardır. Seçtiğimiz mektup örneklerinde de görüleceği gibi, bu içten satırlar aslında vatan için çarpışan Mehmetçiklerimizin duygularına tercüman olan vesikalardır. En samimi duygularla ifadesini bulan bu satırlarda bütün bir aileyle helalleşme ve şehitliğe duyulan özlem öne çıkmaktadır. Mektuplardaki edebi ifadeler de o dönemdeki halkımızın kültür seviyesini göstermesi açısından dikkat çekicidir.

Vatan için savaşmaya çağrıldığında tereddüt etmeden cepheye koşan fedakar Türk askerlerinin anneleri de onları uğurlarken aynı samimi hisler içindeydiler. Bunlara bir örnek Bilecik istasyonunda oğlunu askere uğurlayan "elinde bir değnekcik, sırtında bağlı bir torba başındaki ıslak örtüsü ile Söğüt'ün Akgünlü köyünden Mahmud oğlu Hüseyin'in annesidir. Ciğerparesini koklayan anne oğluna o gün son nasihat olarak şunları söylemekteydi:

"Hüseyin'im Dayını Şibka'da kaybettik. Baban Dimetoka'da şehid düştü. Ağabeylerin de sekiz aydan beri Çanakkale'de yatıyorlar. Bak yavrum son yongam sensin. Minarede ezan sesi kesilecekse, caminin kandilleri körlenecekse, sütlerim haram olsun, öl de köye dönme! Yolun Şibka'ya uğrarsa dayının ruhuna fatiha okumayı unutma. Haydi oğul Allah yolunu açık etsin!" 1 Şefkat kahramanı bir anneye bu sözleri söyleten şuur ile cephede bu nasihatin hakkını veren şuur aynı inancın şuuruydu. İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif de bu fedakar Anadolu kadınının hislerine tercüman olarak Türk milletine sesleniyordu:
Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli!


Bu şuurlu vatan evlatlarından biri olan Edirne komutanı Şükrü Paşa, Edirne düşmezden evvel hükümet yetkilerine gönderdiği mektupta şunları söylüyordu:

"Edirne gibi Dünya'nın en müstahkem yerinde kurulmuş bu kutsi şehri, rezil kan içici bir düşmana teslim edecek alçak bir komutan şanlı Osmanlı tarihinde görülmemiştir. Ben de bu cinayeti işlemeyecek ve son askerimi kendi tabancama kendimi de son kurşunuma tevdi edeceğim. Şehirde savunma imkanı kalmadığını görünce, kuşatmayı sürdüren kırk bin kadar Bulgar'ı bir araya toplayıp kadın ve çocukları konsolosların ellerine birer beyaz çarşaf vererek onların korumasında şehirden çıkaracağım. Şimdiye kadar yaptıkları gibi bunları da onların medeniyet gözleri önünde isterlerse öldürsünler. Ondan sonra toplarımı o dünyaca ünlü tarihi yapılar ve kutsi yerlerimiz ile Bulgarlar üzerine çevirecek ve şehri de ateşlere boğarak harabeye döndüreceğim. İçeride ateş dışarıda ölüm içinde kalacak kahraman askerim işte o zaman kuşatma kuvvetleri bir milyon kişi de olsa onu yaracak ve bu şekilde ya kahramanca ölecek ya da atalarının kutsi başşehrini şanla terk edecektir."
Kefenini çantasında taşıyan civanmert Şükrü Paşa vasiyet olarak da şunları söylemiştir: " Düşman hatları geçtikten sonra ölürsem kendimi şehid olarak kabul etmiyorum. Beni mezara koymayın. Etimi itler ve kuşlar çeke çeke yesinler. Fakat müdafa hattımız bozulmadan şehid olursam kefenim, lifim, sabunum çantamdadır. Beni bu mahalle gömeceksiniz ve gelen nesiller üzerime bir abide dikeceklerdir."


Bugün Edirne'de abidesi dikilen bu asil vatan paşası, asker olmanın hakkını vererek gelecek nesiller için bir ibret ve örnek şahsiyet olarak tarihin altın sayfalarında yerini almıştır.
2 Haziran 1915 günü yaralanmış ve Çanakkale Askeri Hastanesi'nde şehitlik rütbesine ulaşmış Kolağası (Ön Yüzbaşı) Bölük Komutanı İstanbul'dan Mehmet Tevfik'in anne babası ve eşine hitaben yazdığı mektupta, vatan için asker olmanın kutsiliği ve haklı gururu ile şehitliğe özlem vardır. Bir vasiyet hükmünde olan bu mektupta ayrıca şehit olması durumunda borçlarının ödenmesi hususundaki hassasiyeti de dikkat çekicidir:

"Sebebi hayatım, feyz ü refikim,
Sevgili babacığım, valideciğim,
Arıburnu'nda ilk girdiğim müthiş muharebede sağ yanımdan ve pantolonumdan kurşun geçti, hamdolsun kurtuldum. Fakat bundan sonra gireceğim muharebelerden kurtulacağımdan ümidim olmadığından bir hatıra olmak üzere şu yazılarımı yazıyorum.
Hamd ü senalar olsun Cenab-ı Hakk'a beni bu rütbeye kadar eriştirdi. Yine mukadderatı ilahiye olarak beni asker yaptı. Siz de ebeveynim olmak dolayısıyla beni vatan ve millete hizmet etmek için ne suretle yetiştirmek mümkün ise öylece yetiştirdiniz. Sebeb-i feyz ü refikim ve hayatım oldunuz. Cenab-ı Hakk'a ve sizlere çok teşekkürler ederim.

Şimdiye kadar milletin bana verdiği parayı hak etmek zamanıdır. Vazife-i mukaddese-i vataniyeyi ifaya cehdediyorum. Rütbe-i şehadete erersem Cenab-ı Hakk'ın sevimli kulu olduğuma kanaat edeceğim. Asker olduğum için bu, her zaman bana pek yakındır.

Sevgili babacığım ve valideciğim,
Göz bebeğim olan zevcem Münevver ve oğlum Nezih'ciğimi evvele Cenab-ı Hakk'ın saniyen sizin himayenize tevdi ediyorum. Onlar hakkında ne mümkün ise lütfen yapınız.

Oğlumun talim ve terbiyesine siz de refikamla birlikte lütfen sa'yediniz. Servetimizin olmadığı malumdur. Mümkün olandan fazla bir şeyi isteyemem, istesem de pek beyhudedir. Refikama hitaben yazdığım matuf mektubu lütfen kendi eline veriniz. Fakat çok müteessir olacaktır, o teessürü izale edecek vechile veriniz. Ağlayacak üzülecek tabi teselli ediniz. Mukadderat-ı ilahiye böyleymiş. Malumat ve düyunatım hakkında refikam mektubumda laf ettiğim deftere ehemmiyet veriniz. Münevver'in hafızasında ve yahut kendi defterinde mukayyet düyunat da doğrudur. Münevver'e yazdığım mektubum daha mufassaldır kendisinden sorunuz.
Sevgili baba ve valideciğim,

Belki bilmeyerek size karşı birçok kusurlarda bulunmuşumdur. Beni affediniz, hakkınızı helal ediniz, ruhumu şad ediniz, işlerimizi tavsiyesinde refikama muavenet ediniz ve muin olunuz.
Sevgili Hemşirem Lütfiyeciğim,

Bilirsiniz ki sizi çok severdim. Sizin için vesayemin yettiği nisbette ne yapmak lazımsa yapmak isterdim. Belki size karşı da kusur etmişimdir, beni affet, mukadderatı ilahiye böyle imiş hakkını helal et ruhumu şadet, yengeniz Münevver hanımla oğlum Nezih'e sen de yardım et, sizi de Cenab-ı Hakk'ın lütuf
ve himayesine tevdi ediyorum.

Ey akraba, dostlar ve yakınlar, cümlenize elveda, cümleniz hakkınızı helal ediniz.Benim tarafımdan cümlenize hakkım helal olsun. Elveda, elveda. Cümlenizi Cenâb-ı Hakk'a tevdi ve emanet ediyorum.
Ebediyen Allah'a ısmarladım. Sevgili Babacığım ve Valideciğim....
Oğlunuz Mehmet Tevfik


Bazen bu kadar uzun mektup yazmaya fırsat bulamayan bu asil vatan evlatları alelacele yazabildikleri üç beş satırla duygularını özetlemişlerdir. Askerler genel olarak ailelerinden dua ve helallik istemekteydiler:
Velinimetim sebeb-i hayatım pederim Mehmet Ağa,

İlk önce saygılarımı sunar ellerinden öperek hatır şeriflerini sual eylerim. Eğer ki oğlunuzdan zerre miktar sual ederseniz Allah'a şükür sağlığım yerinde olup siz pederciğimin de sağlıklı ve afiyetli olmasını Cenâb-ı Mevlâ'ya niyaz eylerim. Elleri havada gözleri yolda dilleri duada olan validelerimin ellerinden öperek mahsus selam edip beş vakitte hayır dualarını isterim… Oğlunuz Kadir

Cepheden yazılan son mektuplara bir örnek de mektubunu yazdıktan iki gün sonra Maydos (Eceabad)'da şehit olan ihtiyat zabit (yedek subay) namzedi Hasan Etem'in mektubudur. Düşmanın Çanakkale'ye dayandığını işittiğinde birçok fedakar Türk genci gibi o da vatan için gözünü kırpmadan cepheye koşmuş, gönüllü yazılmıştır. Kendisi İstanbul Hukuk Fakültesi son sınıfına devam ederken aynı zamanda Bayezit Numune Mektebi'nde öğretmen olarak vazife yapmaktaydı.

Hasan Etem'in validesine son mektubunda duygularını samimi ve edebi bir şekilde aktarırken askerlerin moral ve motivasyonlarını sağlayan manevi hayatlarından tablolar sunmaktadır.
Valideciğim, Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi,

Nasihat-amiz mektubunu Divrin Ovası (Niğde) gibi, güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sayesinde otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu bir kat daha takviye etti.

Okudum, okudukça büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgâra mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selamlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annenden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı. Gözlerimi biraz sağa çevirdim güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir seda ile beni tebşir ediyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim çağıl çağıl akan dere, bana validemden gelen mektuptan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu ...

Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu. Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sedasıyla beni tebşir ediyor ve hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu.
İşte bu geçen dakikalar anında, hizmet eri:
-Efendim, çayınız, buyurunuz, içiniz, dedi.
-Pekala dedim, aldım baktım, sütlü çay...
-Mustafa bu sütü nereden aldın,
dedim.
-Efendim, şu derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu?
-Evet dedim. Evet ne kadar güzel.
-İşte onun çobanından 10 paraya
aldım.

Valideciğim, on paraya yüz dirhem süt, su katılmamış. Koyundan şimdi sağılmış, aldım ve içtim. Fakat yukarıdaki bülbül bağırıyordu: "Validen kaderine küssün, ne yapalım. O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak, bu sütten içecek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin aheste akışını tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi"

Şevket merak etmesin o görür, belki de daha güzellerini görür.
Fakat, valideciğim, sen yine müteessir olma. Ben seni, evet seni mutlaka buralara getireceğim. Ve şu tabii manzarayı göstereceğim. Şevket, Hilmi (kardeşleri) de senin sayende görecekler.
O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerler saf saf dizilmişler. Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu.

Ey Allah'ım , bu ovada onun sesi ne kadar güzeldi.Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu. Ezan bitti. O dereden ben de bir abdest aldım. Cemaat ile namazı kıldık.. O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm. Bütün dünyanın dağdağa ve debdebelerini unuttum. Ellerimi kaldırdım, gözümü yukarı diktim, ağzımı açtım ve dedim:

"Ey benim Rabbim !
Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i Celâlini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle! "diyerek dua ettim ve kalktım. Artık benim kadar mes'ut, benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi.
Oğlun Hasan Etem


Bir başka hisli mektup da 9 Ocak 1916'da şehit olan Üsteğmen Zahid'in eşine hitaben yazdığı mektuptur. Şehit düşeceğini hisseden üsteğmenin bu mektubu da bir vasiyet tarzındadır:
"Bu günlerde her zamankinden daha önemli muharebelere gireceğiz. Bilirsin, her muharebeye giren ölmez. Fakat eğer ben ölürsem sakın gam yeme... Beni ve seni yaratan Allah bizi nasıl dünyada birbirimize nasip etti ise, benden şehitlik rütbesini esirgemediği taktirde, elbette, ruhlarımızı da birbirine kavuşturur. Vatan yolunda şehit olursam bana ne mutlu. Ancak, sana bir vasiyetim var:
Birincisi benim için kat'iyyen ağlama...
İkincisi, eşyamın listesi ilişikte. Bunları sat, ele geçecek paradan "mihr-i muaccel " ve "mihr-i müeccel " ini al, üst tarafı ile bana bir mevlid okut. Eğer bunlar sana borcumu ödemezse hakkını helal et ve ilk gece aramızda geçen sözü unutma..."
Ayrıca mektubun içinden kırmızı kordelaya bağlı bir de saç demeti çıkar. Saçın tazeliği bunun mini mini bir yavrunun başından kesilmiş olduğunu göstermektedir. İşte o zaman herkes Zahid'in evli olduğunu ve Nadide isminde de bir yavrusunun varlığını öğrenir. Çünkü Zahid Üsteğmen cepheye gelirken arkasında evlâd ü iyâl düşüncesini de bırakmıştır. Ve savaş boyunca ne izin isteyerek evine gitmeyi düşünmüş ne de o konuda iki çift laf etmiştir.


Gümüşhane'nin Şiran ilçesinden olan Üsteğmen Zahid, Aziziye ilçesinin Kılıç Mehmet Bey köyünden Ahmet Efendi'nin kızı, eşi Hanife Hanım'a yazdığı ve vasiyetini bildirdiği mektubunu şu cümle ile bitirir:
"Bu vasiyetimi aldığınız zaman yüksek sesle ağlamanıza razı değilim."

Bu mektupların dışında esir düşmüş askerlerimizin yazdığı ve ailelerinin olara hitaben yazdığı mektup çeşitleri de vardır. Bu mektuplarda da yine aynı tema aynı hasret vardır. Hindistan'dan Rusya'ya Sina çöllerine kadar sayısız birçok cephede yedi düvelle din ve vatan uğrunda çarpışan askerlerimizden esir düşenlerin yakınlarına durumlarını bildirmek için tek umutları yazabildikleri mektuplardı. Bu mektuplar da maalesef zaman zaman ellerine ulaşamamıştır. Her şeye rağmen ümitlerini tazeleyen askerlerimiz yeni mektuplar kaleme almışlar duygularını hasretlerini satırlara dökmüşlerdir. Bazen o meşhur Yemen türküsündeki gibi "gidenler dönmemiş" ne kendilerinden bir haber alınmış ne de mektupları gelmiştir. Bu meçhul kahramanlara Mehmet Akif'in söyleyişiyle Peygamber kucak açmıştır:

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.



Sonuç olarak bütün bu mektuplar tarihe altın harflerle yazılan sahiplerinin şahsında cepheden cepheye gözünü kırpmadan koşan bütün şanlı Türk askerlerinin duygularına tercüman olan vesikalardır. Bugünün nesillerinin ecdatlarının bu asil davranış ve bakış açılarından alacağı birçok ibretler bulunmaktadır.

alıntı

nurşen35 18 Mart 2014 01:10

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
Çanakkale Şavaşı bütün şiddetiyle devam ediyordu. Ramazan bayramına bir gün kalmıştı.Cephe kumandanı Vehip paşa 9'uncu Tümenin genç imamını çağırarak istemiyerekte olsa şunları söyledi. Hafız yarın Ramazan Bayramını idrak edeceğiz inşallah! askerler toplu olarak namaz kılmak istiyorlar. Fakat ne dediysem vazgeçiremedim Böyle birşey çok tehlikeli, düşman bu fırsatı kaçırmayıp toplu bir imha yapacaktır. Münasip bir dille bunu erlere sen anlatıver! İmam efendi Paşa'nın yanından henüz ayrılmıştı ki! karşısına nur yüzlü bir zat çıktı ve; 'Evladım sakın ola askerlere birşey söyleme! Gün ola hayır ola; Allahü Teala, nasıl dilerse öyle olur. Ertesi sabah , herkesi hayrette bırakan ilahi bir tecelli yaşandı. Gökten hevenk hevenk bulutlar indi ve gönlü Mevla'ya kulluk aşkıyla dolup taşan mü'min askerlerin üzerini kapladı. Onları dürbünle gözetliyen düşman kuvvetleri , artık bembeyaz bulutlardan başka birşey göremez oldular. O sabah manevi heyecan içinde kılınan bayram namazında alınan gür tekbirler, dalga dalga etrafa yayılıyor, semaya yükseliyordu. Nur yüzlü ihtiyar zat, Fetih suresinden bir kısım ayeti kerime tilavet ederken, askerlerin gönlünden taşan kelime_i tevhid sesleri ,iman sayhası halinde düşman safhalarında duyulmaktaydı. İşte tam bu esnada İngiliz kuvvetleri arasında büyük bir kargaşa başgösterdi. Muhtelif İngiliz memleketlerinden kandırılarak toplanıp getirilmiş bulunan bir kısım Müslüman gençler, yine kendileri gibi Müslüman bir milletle savaştıklarını işittikleri tekbir, tehlil ve tehvid seslerinden anlamışlar ve bunun üzerine isyan etmişlerdi. Ne yapacağını şaşıran İngilizler, onların bir kısmını kurşuna dizerek şehit etmişler, diğerlerini de alelacele cephe gerisine çekmek zorunda kalmışlardı. Güneş balçıkla sıvanmıyordu. Ne yaparlarsa yapsınlar Çanakkale'yi geçemeyeceklerdi vegeçemediler de!...

bilinmez 18 Mart 2014 06:43

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
Çanakkale bi oyundu.

Oyunu kuranlar o kadar etraflıca düşünmüşlerdiki,bu oyunun sonunda bu toplumu islamdan kurtarıp ,kurtardıkları bu günede KURTULUŞ SAVAŞI ismini verip,bu toplumu islam ile ne kadar bağıları varsa tarumar edip yakıp yıkıp yok edeceklerdi ve çoğunuda yaptılar.

1.Halifeliği kaldırdılar,yani islamı başsız bıraktılar

2.donu olmayan topluma,şapka adı altında mecburi bi kılık kıyafet dayattılar

3.kuranı yasakladılar

4.camileri kapattılar bi çoğunu

5.ezanı türkçe okuttular

7.harf inkılabı adaı altında toplumun alimlerini bi gecede yeni getirilen harflere göre cahil yaptılar

7.Her yıl cumhuriyet bayaramı adı altında bunları kutlattırdılar

8..daha sayayım mı, SİZLER DAHA ÇANAKKALEDE NEYİN ZAFERİNDEN BAHSEDİYORSUNUZ

Esadullah 18 Mart 2014 11:38

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
Alıntı:

bilinmez Üyemizden Alıntı (Mesaj 323533)
Çanakkale bi oyundu.

Oyunu kuranlar o kadar etraflıca düşünmüşlerdiki,bu oyunun sonunda bu toplumu islamdan kurtarıp ,kurtardıkları bu günede KURTULUŞ SAVAŞI ismini verip,bu toplumu islam ile ne kadar bağıları varsa tarumar edip yakıp yıkıp yok edeceklerdi ve çoğunuda yaptılar.

1.Halifeliği kaldırdılar,yani islamı başsız bıraktılar

2.donu olmayan topluma,şapka adı altında mecburi bi kılık kıyafet dayattılar

3.kuranı yasakladılar

4.camileri kapattılar bi çoğunu

5.ezanı türkçe okuttular

7.harf inkılabı adaı altında toplumun alimlerini bi gecede yeni getirilen harflere göre cahil yaptılar

7.Her yıl cumhuriyet bayaramı adı altında bunları kutlattırdılar

8..daha sayayım mı, SİZLER DAHA ÇANAKKALEDE NEYİN ZAFERİNDEN BAHSEDİYORSUNUZ

Sen yerinde saymaya devam et bilinmez sadece yerinde sayabilirsin bundan bir adım ileriyede gidemezsin, sen naptın bu ülke bu vatan bu din için ya işin gücün Alimleri Velileri Müslümanları Şehitleri lekelemek İnsanları tekfir etmekten öte neyin var senin ya daha savunduğun dinden birhabersin iki kitap okuyup iki sohbet dinleyince muvahhid olunmuyor ya sizler yüzünden müslümanların ittihatı gerçekleşmiyor Allah size hidayet etsin nedir bu ya bu ne gaflettir bu ne hırstır bu ne bencilliktir....

bilinmez 18 Mart 2014 14:54

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
Alıntı:

Esadullah Üyemizden Alıntı (Mesaj 323543)
Sen yerinde saymaya devam et bilinmez sadece yerinde sayabilirsin bundan bir adım ileriyede gidemezsin, sen naptın bu ülke bu vatan bu din için ya işin gücün Alimleri Velileri Müslümanları Şehitleri lekelemek İnsanları tekfir etmekten öte neyin var senin ya daha savunduğun dinden birhabersin iki kitap okuyup iki sohbet dinleyince muvahhid olunmuyor ya sizler yüzünden müslümanların ittihatı gerçekleşmiyor Allah size hidayet etsin nedir bu ya bu ne gaflettir bu ne hırstır bu ne bencilliktir....


ESADULLAH ,dün din olmayan bu günde olmaz,senin alim,şeyh,gavs,sadat dediklerin insanları kendilerine köle ve köpek olmaya ve bunuda farz,vacib olduğunu söylediklerini defalarca videolarıyla ve kitaplarındaki şirk-küfürlerini verdik ve vermeyede devam edecez.

Benim bu ülkede Allah ın hükmüyle hükmetmeyenlerle ve bunlara entegre olmuş senin şeyhlerin ve senin gibilerle aramda şu ayetindedediği gibi,mümtehine süresi 4- İbrahim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkar ettik. Sizinle aramızda, Allah'a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir.' Ancak İbrahim'in babasına: 'Sana bağışlanma dileyeceğim, ama Allah'tan gelecek herhangi bir şeye karşı senin için gücüm yetmez.' demesi hariç. 'Ey Rabbimiz, biz sana tevekkül ettik ve 'içten sana yöneldik.' Dönüş sanadır.'


BEN VE BENİM GİBİLER GEÇMİŞTEKİ ATALARIMIZ OLAN RASULLERİN İZİNDE SABİT SAYMAKTAN GURUR DUYUYORUZ..

Sizin gibi, Allah ın hükmüyle hükmetmeyen sistemlere entegre olup,cellatlardan cellat seçip ,daha sonra hangi cellat canımı alırken beni daha az acıtıra değil,her iki Allah ın hükmüyle hükmetmeyen cellatlarada karşı gelerek LAİLAHEİLLAALLAH deyip,Rasullluh ın izinde durup saymayada devam ediyoruz ve sayacazda,kimin zoruna gidiyorsa gitsin......

Bizim Allah ın vahiysinden ve Rasulullahın ve sünnetinden aldığımız örneklerle,Allahın hükmüyle hükmetmeyen sistemler için ölen ve öldürenlerin ve böyle bi oyuna gelenlerin şehid olmdıklarıdır

Esadullah 18 Mart 2014 18:33

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
Alıntı:

bilinmez Üyemizden Alıntı (Mesaj 323552)
ESADULLAH ,dün din olmayan bu günde olmaz,senin alim,şeyh,gavs,sadat dediklerin insanları kendilerine köle ve köpek olmaya ve bunuda farz,vacib olduğunu söylediklerini defalarca videolarıyla ve kitaplarındaki şirk-küfürlerini verdik ve vermeyede devam edecez.

Benim bu ülkede Allah ın hükmüyle hükmetmeyenlerle ve bunlara entegre olmuş senin şeyhlerin ve senin gibilerle aramda şu ayetindedediği gibi,mümtehine süresi 4- İbrahim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkar ettik. Sizinle aramızda, Allah'a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir.' Ancak İbrahim'in babasına: 'Sana bağışlanma dileyeceğim, ama Allah'tan gelecek herhangi bir şeye karşı senin için gücüm yetmez.' demesi hariç. 'Ey Rabbimiz, biz sana tevekkül ettik ve 'içten sana yöneldik.' Dönüş sanadır.'


BEN VE BENİM GİBİLER GEÇMİŞTEKİ ATALARIMIZ OLAN RASULLERİN İZİNDE SABİT SAYMAKTAN GURUR DUYUYORUZ..

Sizin gibi, Allah ın hükmüyle hükmetmeyen sistemlere entegre olup,cellatlardan cellat seçip ,daha sonra hangi cellat canımı alırken beni daha az acıtıra değil,her iki Allah ın hükmüyle hükmetmeyen cellatlarada karşı gelerek LAİLAHEİLLAALLAH deyip,Rasullluh ın izinde durup saymayada devam ediyoruz ve sayacazda,kimin zoruna gidiyorsa gitsin......

Bizim Allah ın vahiysinden ve Rasulullahın ve sünnetinden aldığımız örneklerle,Allahın hükmüyle hükmetmeyen sistemler için ölen ve öldürenlerin ve böyle bi oyuna gelenlerin şehid olmdıklarıdır

Git o zaman Allahın c.c. hükmüyle hükmeden bir devlet bul kendine varsa tabi....yada müslümanlara mal olmuş bu gibi hassas konularla insanları sapkınlığa davet etme zaten aklı selim olanın kanacağı bir haltta değil, şu konun altına gelip böyle birşey yazmak zaten cehaletin ta kendisidir. Onun için her zamanki gibi Allaha C.C. sığınıp size SELAM DEYİP GEÇİYORUZ ......

bilinmez 18 Mart 2014 18:47

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
Alıntı:

Esadullah Üyemizden Alıntı (Mesaj 323578)
Git o zaman Allahın c.c. hükmüyle hükmeden bir devlet bul kendine varsa tabi....yada müslümanlara mal olmuş bu gibi hassas konularla insanları sapkınlığa davet etme zaten aklı selim olanın kanacağı bir haltta değil, şu konun altına gelip böyle birşey yazmak zaten cehaletin ta kendisidir. Onun için her zamanki gibi Allaha C.C. sığınıp size SELAM DEYİP GEÇİYORUZ ......


Senin şuan dediklerini bi dönem süleyman demirel de,kemalistlerde halen söylüyor ve söylüyordu.

senin şeyhinin ,gavslarının çocuklarına kölelik ve köpekliğe çağrıp bunlarında farz ve vacip olduğunu senin ve senin gibilerinin aklı selimliği ve hassaslığınızsa ,ben ve benim gibiler bu tür hassas durumlarınızdan beriyiz,Allah a hamd olsun.

asıl sana SELAM OLSUN,....

ali70 18 Mart 2014 21:45

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
Çanakkaleye hitaben
Ey şehit dedelerim
Ne mutlu sizlere ki şehitsiniz
Sizlere gıpte ettiğimi bilmenizi isterim
Şehitliğinizi kıskanmadım desem yalan olur
Rabbimden dileğim beni de şehit olarak alsın
Allahın selamı sizlerin üzerine olsun
Hepinize tek tek teşekkür eder
Hepinizin ellerinden öperim...

EyMeN&TaLhA 19 Mart 2014 12:50

Cevap: Çanakkaleye Hitaben
 
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]

alıntıdır


SAAT: 10:11

vBulletin® Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.

User Alert System provided by Advanced User Tagging v3.2.6 (Lite) - vBulletin Mods & Addons Copyright © 2025 DragonByte Technologies Ltd.


1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306 307 308 309 310 311 312 313 314 315 316 317 318 319 320 321