|
Konu Kimliği: Konu Sahibi Seleme,Açılış Tarihi: 22 Şubat 2008 (03:07), Konuya Son Cevap : 07 Mayıs 2009 (17:48). Konuya 33 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
22 Şubat 2008, 22:15 | Mesaj No:21 |
Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 | Cvp: Adalet RESULLER ADALETİ GETİRMİŞTİR Kitabın ilk bölümünde tarif ettiğimiz adaletin hakim olduğu ortam, insanların büyük bir bölümüne göre sadece kitaplarda tarifi yapılan, insanların hayallerini süsleyen bir ütopyadır. Bu düşünceye göre gerçek adaletin hakim olduğu bir toplumun var olması asla mümkün değildir. Oysa insanlık tarihi boyunca Kuran'da emredilen adaletin hüküm sürdüğü, insanlar arasında gerçek huzur, hoşgörü ve güvenin yaşandığı dönemler olmuştur. Allah'ın insanlara uyarıcı olarak gönderdiği elçilerin yaşadığı toplumlarda çok büyük bir hoşgörü, barış ve adalet hüküm sürmüştür. Allah'ın "Her ümmetin bir resulü vardır. Onlara resulleri geldiği zaman, aralarında adaletle hüküm verilir ve onlar zulme uğratılmazlar." (Yunus Suresi, 47) şeklinde bildirdiği gibi bu dönemlerde hiç kimseye zulmedilmemiş, insanlar arasında adalet hakim olmuştur. Allah tüm elçilerine insanlar arasında adaletle hükmetmelerini emretmiştir. Hz. İsa'ya, Hz. Musa'ya, Hz. Davud'a indirilen kitaplarda, aynı Hz. Muhammed (sav)'e indirilen Kuran'da olduğu gibi, insanlar güzel ahlaka, hoşgörüye, barışa ve güvene davet edilmişlerdir. Allah "Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizanı indirdik." (Hadid Suresi, 25) ayetiyle elçilerin gönderiliş sebeplerinden birinin "adaleti ayakta tutmak" olduğunu bildirmektedir. Kuran'da insanlar arasında adaletle hüküm vermesiyle örnek gösterilen peygamberlerden biri Hz. Davud'dur. Hz. Davud'a aralarında anlaşmazlık olan iki davacı gelmiş ve ondan aralarında hak ile hükmetmesini istemişlerdir: Sana o davacıların haberi geldi mi? Hani mihraba (Davud'un bulunduğu yere girmek için) yüksek duvardan tırmanmışlardı. Davud'a girdiklerinde, o, onlardan ürkmüştü; dediler ki: "Korkma, iki davacıyız, birimiz diğerimize haksızlıkta bulundu. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, kararında zulme sapma ve bizi doğru yolun ortasına yöneltip-ilet. Bu benim kardeşimdir, doksan dokuz koyunu vardır, benimse bir tek koyunum var. Buna rağmen "Onu da benim payıma (koyunlarıma) kat" dedi ve bana, konuşmada üstün geldi." (Sad Suresi, 21-23) Ayette de bildirildiği gibi iki davacı Allah'ın elçisinden aralarında hükmederken zulme sapmamasını ve onları doğru olan yola iletmesini istemişlerdir. Onun adaletle karar vereceğine güvenmiş ve kararına teslim olmuşlardır. Hz. Davud'un cevabı şu şekildedir: (Davud) Dedi ki: "Andolsun senin koyununu, kendi koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiştir. Doğrusu, (emek ve mali güçlerini) birleştirip katan (ortak)lardan çoğu, birbirlerine karşı tecavüz ederler; ancak iman edip salih amellerde bulunanlar başka. Onlar da ne kadar azdır."…(Sad Suresi, 24) Hz. Davud'un bu kararı iman edenler için çok güzel bir örnek teşkil etmektedir. Çünkü Davud Peygamber güçlü olandan değil, haktan ve doğrudan yana olmuş, adaletle hüküm vermiştir. Allah aynı surenin 25. ayetinde Hz. Davud'un güzel ahlakını "Şüphesiz onun Bizim Katımızda gerçekten bir yakınlığı ve varılacak güzel bir yeri vardır" şeklinde övmüş, güzel bir yer ile müjdelemiştir. 26. ayette ise Allah Hz. Davud'a, "Biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet, istek ve tutkulara (hevaya) uyma; sonra seni Allah'ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarından dolayı şiddetli bir azab vardır" hükmüyle adaletin önemi bildirilmektedir. Medyen toplumuna gönderilen Hz. Şuayb'ın kavmi de ticaret hayatında adaletsiz davranan bir kavimdi. Ölçü ve tartıyı tam tutmuyor, eşyaların değerini eksiltiyor, insanları aldatıyorlardı. Hz. Şuayb, kavmini bu adaletsiz tutumları nedeniyle uyarmış, onları adalete davet etmiştir. Ayetlerde şu şekilde bildirilir: Medyen (toplumuna da) kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik. Şuayb onlara Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir belge (mucize) gelmiştir. Ölçüyü ve tartıyı tam tutun, insanların (hakları olan mallarını) eşyasını değerinden düşürüp-eksiltmeyin ve düzene (ıslaha) konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın. Bu sizin için daha hayırlıdır, eğer inanıyorsanız." (Araf Suresi, 85) Bir başka ayette ise Hz. Şuayb kavmine Allah rızası için yapılan helal kazancın onlar için daha hayırlı olduğunu hatırlatmış, adaleti gözetmelerini söylemiştir: "Ey kavmim, ölçüyü ve tartıyı -adaleti gözeterek- tam tutun ve insanların eşyasını değerden düşürüp- eksiltmeyin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın. Eğer müminseniz, Allah'ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim." (Hud Suresi, 85-86) Kuran'da Hz. Musa'nın, Hz. İsa'nın, Hz. Yusuf'un ve diğer peygamberlerin adil tutumları ile ilgili pek çok örnek verilmiş, onların gönderildikleri kavimleri güzel ahlaka davetleri ayrıntılı olarak bildirilmiştir. Peygamberimiz Hz. Muhammed de tüm hayatı boyunca, Kuran'da bildirilen "Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun…" (Nisa Suresi, 135) emri uyarınca gönderildiği kavminde adaleti eksiksizce uygulamıştır. Onun adaleti uygulama konusundaki olağanüstü titizliği ve güzel ahlakı insanların ona olan güvenlerinin kat kat artmasına ve Allah'ın dinine bağlanmalarına vesile olmuştur. Hatta Kuran'ın indirildiği ilk yıllarda birçok önde gelen inkarcı, Peygamber Efendimizin güzel ahlakı ve adil kararları karşısında ona tüm kalpleriyle teslim olarak İslam'a girmişlerdir. Peygamberimiz (sav)'in hayatında bu yönde pek çok olay yaşanmış, bu olayların büyük bir bölümü de gerek Peygamberimiz (sav)'in hadislerinde, gerekse İslam tarihinde yer alarak bize ulaşmıştır. Peygamber Efendimiz bu adil, hoşgörülü, merhametli, şefkatli tavrı ile her dönemde kendisini izleyen Müslümanlar için çok güzel bir örnektir. Onun her tavrında, her sözünde, her uygulamasında iman edenler için hikmetler bulunmaktadır. Allah Peygamberimiz (sav)'in üstün ahlakını ve Müslümanlara olan düşkünlüğünü bir ayetinde şöyle bildirmiştir: Andolsun size, içinizden sıkıntıya düşmeniz O'nun gücüne giden, size pek düşkün, mü'minlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir. (Tevbe Suresi, 128) |
22 Şubat 2008, 22:16 | Mesaj No:22 |
Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 | Cvp: Adalet Hz. Muhammed (sav)'in tüm insanlığa örnek hayatı Allah, insanlara bir uyarıcı ve korkutucu olarak gönderdiği elçilerine, önceki sayfalarda belirttiğimiz gibi, insanlar arasında adaleti sağlamalarını emretmiştir. Son peygamber olan Hz. Muhammed (sav) de kendisine vahyin geldiği yer olan Mekke'de İslam dinini adil bir tutumla yaymaya başlamıştır. O dönemde Arabistan'da, özellikle de Mekke'nin toplumsal düzeninde, birçok sorunlar vardı. "Cahiliye dönemi" olarak adlandırılan İslamiyetten önceki bu zamanda, ırklar ve dinler arasında çok şiddetli bir ayrım ve bu ayrımdan kaynaklanan huzursuzluklar, farklı dinlere mensup kavimler arasında hoşgörüsüz bir ortam, aşiret kavgaları, adaletsiz bir ekonomik düzen, yağmalamalar, zengin ve fakirler arasında çok büyük uçurumlar ve daha pek çok adaletsiz uygulamalar mevcuttu. Adalet sağlanamıyor, zayıf olanlar gücü ve parası olanlar tarafından olabildiğince eziliyor, insanlara ırkları, dinleri ve dilleri yüzünden zulmediliyordu. İnsanlar karın tokluğuna çok ağır şartlar altında çalıştırılıyor, adeta eziyet görüyorlardı. Ticaret hayatında da faiz sisteminin getirdiği ağır yük altında gücü az olan yok oluyor, zengin olan ise aşırı bir tüketime yöneliyordu. Hatta bu ahlaksızlıklardan bazıları gelenekselleşmişti. Örneğin ticaret kervanlarına baskın yaparak yolcuları yağmalayan cahiliye devri Arapları, elde ettikleri ganimetleri ucuz fiyata piyasaya sürerek fiyatları etkilerlerdi. Bazen de ellerindeki malları özellikle saklayarak karaborsa piyasası oluştururlardı. Kuran'da Hz. Muhammed (sav) öncesinde toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan Bedevi toplumu ile ilgili pek çok bilgi verilmiştir. Allah, Kuran'da Arabistan'daki bu cahil halkın ne derece söz anlamaz olduğunu, "Bedeviler inkar ve nifak bakımından daha şiddetlidir. Allah'ın elçisine indirdiği sınırları bilmemeye de onlar daha 'yatkın ve elverişlidir.' Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Tevbe Suresi, 97) ayetiyle bildirmiştir. Peygamberimiz Hz. Muhammed işte böylesine cahil ve söz anlamaz bir kavme doğruları anlatmak ve onları güzel ahlaka davet etmek için gönderilmiştir. Ancak karşısına çıkan hiçbir zorluk Allah'ın elçisini yıldırmamış, o, "inkar ve nifak bakımından şiddetli" olan bu kavme Allah'ın dinini tebiğ etmiş, tüm hayatıyla onlara çok güzel bir örnek olmuştur. Aşağıdaki ayette emredildiği gibi, kavmini daima adaletli olmaya davet etmiştir: De ki: "Rabbim adaletle davranmayı emretti…" (Araf Suresi, 29) Hz. Muhammed (sav)'in tebliği ve güzel ahlakı tüm Arap yarımadasında çok büyük bir etki uyandırmış ve onun döneminde insanlar akın akın İslamı kabul etmişlerdir. Kuran'da bildirilen adil hükümler, güzel ahlak, hoşgörü ve barış, sosyal hayata bir düzen ve huzur getirmiştir. Bunun en önemli sebeplerinden biri de Hz. Muhammed (sav)'in, "...insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor" (Nisa Suresi, 58) ayeti gereği, insanlar arasında hiçbir ayrım yapmaksızın adaleti korumasıdır. Bunun bir örneği Peygamber Efendimizin Kitap Ehlinden Necran Halkı ile yaptığı bir sözleşmedir. İlerleyen sayfalarda daha detaylı olarak inceleyeceğimiz bu metin Hz. Muhammed (sav)'in o dönemde benzerine rastlanmayan bir adalet anlayışını insanlar arasında uyguladığını göstermektedir. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in "Adalet isteyen bulacaktır, ne zalim ne de mazlum olacaktır..."1 şeklindeki sözü, insanlar arasında nasıl bir adalet uyguladığının da ifadesidir. İşte bu benzersiz yönetiminden dolayı Allah'ın elçisine karşı o dönemde çok güçlü bir güven oluşmuş, hatta en şiddetli düşmanları dahi, onun dürüstlüğünü kabul etmekten kendilerini alamamışlardır. Peygamberimiz (sav)'in Allah'ın emirlerini eksiksizce uygulaması sonucunda ortaya çıkan bu güzel ahlak örnekleri, elçilerin sosyal hayata getirdikleri hoşgörülü, barışçı, huzurlu düzeni de tarif etmektedir. Kuran ahlakının eksiksizce yaşandığı bir ortamda ise aynı yukarıdaki örnekte gördüğümüz gibi kardeşçe ve huzur içerisinde bir yaşam sağlanacağı açıktır. |
22 Şubat 2008, 22:16 | Mesaj No:23 |
Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 | Cvp: Adalet Hz. Muhammed (sav) her türlü ırkçılığa karşı çıkmıştır Bu bölümün başından itibaren vurguladığımız gibi, Hz. Muhammed (sav) yaşadığı dönemde tüm insanlar arasında adaleti ayakta tutmuş, cahiliye inancında var olan dil, ırk, sosyal statü, etnik farklılık gibi kavramlardan doğan üstünlük inancını reddetmiştir. Çünkü insanlar arasında bu özelliklere göre bir ayrım yapmak Kuran ahlakında şiddetle yerilmektedir. Günümüzde kullanılan tanımıyla "ırkçılık" Kuran'da yasaklanan, ancak cahiliyede yaygın bir şekilde destek gören bir fikirdir. Kitabın ilk bölümünde de tarif ettiğimiz gibi insanların farklı ırklarda yaratılmalarının hikmetlerinden biri "birbirleri ile tanışmaları"dır. Tüm insanlar Allah Katında eşittir ve tek üstünlük Allah'a imandan ve takvadan kaynaklanmaktadır. Peygamberimiz (sav) de ırkçılığın çok yaygın olduğu kavmine insanlar arasındaki etnik farklılıkların hiçbir öneminin olmadığını, herkesin Allah Katında eşit olduğunu, önemli olanın Allah'a samimi kalple iman etmek olduğunu bildirmiştir. Peygamberimiz Hz. Muhammed, kavmini Allah'a iman etmeye davet ederken, insanlar arasında hiçbir ayrım yapmamalarını emretmiş ve şöyle demiştir: "Ey insanlar dikkat ediniz! Rabbiniz tektir. Arabın, Arab olmayana, Arab olmayanın Arab'a, siyahın kırmızıya, kırmızının siyaha, takvadan öte, hiçbir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz Allah Teala Katında en üstününüz, Allah Teala'dan en çok korkanınızdır." 2 Peygamberimiz (sav), Allah'ın insanları yoktan var ettiğini, herkesin eşit olarak yaratıldığını ve herkesin Allah Katında yapayalnız, yalın bir şekilde hesaba çekileceğini, bu nedenle kişilerin soylarına bakarak bir üstünlük arayışı içerisinde olmalarının çok büyük bir yanlış olduğunu da açıklamıştır. Ebu Hureyre (R.A)'dan, Resullullah (sav) şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Hepiniz Adem'in çocuklarısınız. Adem'se topraktan yaratılmıştır. İnsanlar muhakkak ve muhakkak ırklarıyla övünmeyi bırakmalılar."3 Bir başka hadisinde ise Hz. Muhammed (sav), insanlar arasında takva dışında bir üstünlük olamayacağını şöyle ifade eder: "Sizin şu soyunuz-sopunuz kimseye üstünlük ve kibir taslamaya vesile olacak şey değildir. (Ey insanlar)! Hepiniz Adem'in çocuklarısınız. Hepiniz bir ölçek içindeki birbirine müsavi buğday taneleri gibisiniz… Halbuki, hiç kimsenin kimseye din ve takva müstesna üstünlüğü yoktur. Kişiye kötü olması için; başkalarını yermesi, küçük görmesi, cimri, kötü huylu, had ve hududu aşmış olması yeter."4 Peygamber Efendimiz tüm hayatı boyunca insanlara kendi cahil ve sapkın inançlarını bir yana bırakıp, Kuran'da emredilen bakış açısıyla yaşamalarını öğütlemiştir. Kuran'da ise ırkçı bir tutum "soy koruyuculuğu" olarak isimlendirilmiş, ve insanların bu konudaki hırslı tutumları eleştirilmiştir. Bu konudaki bir ayet şöyledir: Hani o inkar edenler, kendi kalplerinde, 'öfkeli soy koruyuculuğu'nu (hamiyeti), cahiliyenin 'öfkeli soy koruyuculuğunu' kılıp-kışkırttıkları zaman, hemen Allah; elçisinin ve mü'minlerin üzerine '(kalbi teskin eden) güven ve yatışma duygusunu' indirdi ve onları "takva sözü" üzerinde 'kararlılıkla ayakta tuttu." Zaten onlar da, buna layık ve ehil idiler. Allah, herşeyi hakkıyla bilendir. (Fetih Suresi, 26) Allah'ın yukarıdaki ayetiyle dikkat çekilen bu çağrıya uyan Müslümanlar, hem Peygamberimiz (sav) döneminde hem de ondan sonra gelen adil yöneticilerin dönemlerinde huzur ve güven içerisinde yaşamışlardır. Peygamberimiz (sav) döneminde Ehli Kitapla ve müşriklerle imzalanan anlaşmalar toplumda adaleti sağlamıştır Peygamber Efendimiz Mekke'den Medine'ye hicret ettikten sonra, çok farklı insan topluluklarıyla karşılaşmıştır. O dönemde, Medine'de büyük bir etkinliğe sahip olan Yahudiler, Hıristiyan toplulukları ve o güne kadar İslam'a girmemiş, eski dini anlayışlarını sürdüren müşrikler birarada yaşamaktaydı. Hz. Muhammed (sav) böyle bir ortamda, toplumsal birliği ve barışı sağlamak amacıyla Medine'deki kozmopolit yapıyı çeşitli sosyal sözleşmelerle kaynaştırmış, yüzden fazla topluluk ile bazen mektupla bazen de bizzat kendisi konuşarak çeşitli anlaşmalar yapmış, onlarla uzlaşmaya varmıştır.5 T.W. Arnold, Peygamber Efendimizin kurduğu bu toplumsal birliğin önemini şu şekilde ifade etmektedir: "Önceleri tek bir emire kesinlikle itaat etmemiş olan o Arabistan, birdenbire siyasi bir birlik haline geliverdi ve o mutlak amire kendisini teslim etti. Yüz kadar küçük sosyal gruptan meydana gelmiş olan ve sürekli olarak birbirleriyle karşılıklı düşmanlıklarda bulunan küçük-büyük nice kabilelerden Hz. Muhammed (sav) bir birlik meydana getirdi."6 Kuran'da pek çok ayetle de bildirildiği gibi diğer dinlerden insanlarla hoşgörü içinde yaşamak, İslam ahlakının öngördüğü bir ahlaktır. Allah ayette bir Müslümanın her kutsal kitaba inanması ve onların inançlarına saygı duyması gerektiğini şu şekilde emretmektedir: Şu halde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi doğru bir istikamet tuttur. Onların heva (istek ve tutku)larına uyma. Ve de ki: "Allah'ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adaletli davranmakla emrolundum. Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizindir. Bizimle aranızda 'deliller getirerek tartışma (ya, huccete gerek)' yoktur. Allah bizi biraraya getirip-toplayacaktır. Dönüş O'nadır." (Şura Suresi, 15) Yukarıdaki ayette bir Müslümanın diğer dinlerden insanlarla ilişkisinin nasıl olması gerektiği tarif edilmektedir. Müslümanlar da, peygamber ahlakını kendilerine örnek alarak tüm insanlara karşı aynı adaletli ve hoşgörülü tavrı göstermekle sorumludurlar. Bu kişi Yahudi, Hıristiyan, müşrik, Budist ve hatta ateist olabilir. Neye ve kime inanırsa inansın, ya da hiçbir inancı olmasın Allah'ın emrettiği bu adil ve dürüst tavırlar kaçınılmaz olarak her birinin üzerinde çok olumlu etki uyandıracak, kalbinin İslam'a ısınmasına vesile olacaktır. Peygamberimiz (sav)'in Medine'ye gelip, kardeşliği ve hoşgörüyü pekiştirmesi farklı ırklara, dinlere ve dillere sahip gruplara ait insanların birarada huzur içerisinde yaşayabileceğini de ispatlamıştır. Onun barış ve hoşgörü davetçisi olduğunun en büyük delillerinden birisi kendisinin yazdırdığı ilk metnin bir barış sözleşmesi olmasıdır.7 Hz. Muhammed (sav), Mekke'yi fethettikten sonra da, daha önce Müslümanlara işkence eden müşrikleri dahi serbest bırakmış, onlara büyük bir hoşgörü göstermiştir. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in gösterdiği bu üstün ahlak, daha önce Arap toplumunda benzerine hiç rastlanmamış bir durumdu ve insanlar arasında takdirle karşılanmaktaydı. O dönemde fethedilen yabancı ülkelerde de gerçek adaletin uygulanması konusunda Hz. Muhammed (sav) tüm Müslümanlara örnek olmuştur. Peygamber Efendimiz ele geçirilen ülkelerin yerli halklarına karşı Kuran'da bildirilen adaleti uygulamış, onlarla her iki tarafın da memnun kalacağı ve en ufak bir mağduriyet dahi yaşamayacağı anlaşmalar yapmıştır. Bu nedenle hangi dine veya ırka mensup olursa olsun, fethedilen ülkelerin halkı İslam'ın getirdiği adaletten her zaman hoşnut kalmıştır. Hz. Muhammed (sav) ve yanındaki sahabeler, "Yarattıklarımızdan, hakka yöneltip-ileten ve onunla adaleti kılan (uygulayan) bir ümmet vardır." (Araf Suresi, 181) ayetinde söz edildiği gibi, insanlar arasında adaleti sağlayan bir ümmet olmuşlardır. Arap Yarımadası'nın Güney kısmındaki Hıristiyan Necran Halkı ile yapılan sözleşme de Peygamberimiz (sav)'in hoşgörü ve adaletinin en güzel örneklerinden birini göstermektedir. Yapılan sözleşmenin maddelerinden biri şu şekildedir: "Necranlıların ve maiyetindekilerin canları, malları, dinleri varları ve yokları, aileleri, kiliseleri ve sahip olduları herşey Allah'ın ve Allah'ın, Peygamberinin güvencesi (himayesi) altına alınacaktır."8 Peygamberimiz (sav) bu ve benzeri anlaşmalarla, aşağıdaki ayetin toplum içinde tecelli etmesine ve Kitap Ehlinin de Müslümanlarla birlikte huzur ve barış dolu bir yaşam sürdürmesine vesile olmuştur: Şüphesiz, iman edenler(le) Yahudiler, Hıristiyanlar ve sabiiler(den kim) Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve salih amellerde bulunursa, artık onların Allah Katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Bakara Suresi, 62) Yukarıda verilen örnekler Peygamber Efendimizin adaletli uygulamalarından sadece birkaçıdır. Fakat bu anlaşmalardan en önemlisi, Peygamberimiz (sav)'in Hıristiyan, Yahudi ve müşrik topluluklarla imzaladığı Medine Vesikası'dır. Bu sözleşme günümüzde de sıkça yazılara konu olmakta, üzerine geniş çaplı araştırmalar yapılmaktadır. Medine Vesikası bundan yaklaşık 1400 yıl önce, 622 yılında, farklı inançlara sahip olan halkların taleplerine cevap vermek üzere, Hz. Muhammed (sav)'in önderliğinde kaleme alındı ve yazılı bir hukuki sözleşme olarak hayata geçti. Bunun sonucunda da 120 yıl boyunca birbirine karşı düşmanca duygular besleyen farklı din ve ırklara sahip topluluklar bu anlaşma içinde yer aldılar. Hz. Muhammed (sav) bu sözleşme yoluyla her fırsatta birbirlerine saldıran, düşmanca duygular besleyen ve uzlaşamayan toplulukların arasındaki çatışmaların son bulabileceğini, onların anlaşarak birarada yaşayabileceklerini gösterdi. Medine sözleşmesine göre herkes hiçbir baskı olmadan istediği dini, inancı, siyasi ya da felsefi seçimi yapmakta özgürdür. Kendi görüşlerine sahip insanlarla bir topluluk oluşturabilir. Kendi hukukunu uygulamakta özgürdür. Ancak suç işleyen kimse hiç kimse tarafından korunmayacaktır. Sözleşmeye taraf olan gruplar birbirleriyle yardımlaşacak, birbirlerine destek olacaklardır ve Peygamberimiz Hz. Muhammed'in himayesi altındadırlar. Karşılıklı taraflar arasındaki anlaşmazlıklar Allah'ın Resulü'ne götürülecektir. Peygamber Efendimizin hazırlattığı bu sözleşme kademeli bir biçimde 622 yılından 632'ye kadar uygulanmıştır. Bu vesika ile kan ve akrabalık bağlarına dayalı kabile tarzı yapılanma aşılmış, coğrafi, kültürel ve etnik kökeni tamamen birbirinden farklı insanlar biraraya gelerek, bir birlik oluşturmuşlardır. Medine Vesikası'nda çok geniş bir din ve inanç özgürlüğü sağlanmıştır. Bu özgürlüğü ifade eden madde şu şekildedir: "Ben-i Avf Yahudileri, müminlerle beraber aynı ümmettirler, Yahudilerin dinleri kendilerine, Müslümanların dinleri de kendilerinedir."9 Bu sözleşmeyle, Yahudi ve müşriklere bu üyelik hakkı tanınmıştı. Onaltıncı maddede ise "Bize tabi olan Yahudiler, hiçbir haksızlığa uğramaksızın ve düşmanlarıyla da yardımlaşmaksızın, yardım ve desteğimize hak kazanacaklardır."10 denmektedir. Peygamberimiz (sav)'in bu anlayışına sadık kalan sahabeler de ondan sonraki dönemlerde Berberi, Budist, Brahman ve benzerlerine bu hakkı tanımakta herhangi bir sakınca görmemişlerdir.11 Bu dönem içinde anlaşmazlıklar kolaylıkla çözülmüş, herkes birbirinin inancına saygılı olmuş, barış ve adalet çok uzun bir dönem boyunca devam etmiştir. Peygamber Efendimiz Kitap Ehli ile olduğu gibi müşriklerle de toplumsal düzeni sağlamak için bazı anlaşmalar yapmıştır. Müşriklere her zaman için adaletle davranılmış, onların korunma ve himaye talepleri Peygamber Efendimiz tarafından kabul edilmiştir. Bu himaye talebi herhangi bir haksızlığa veya saldırıya uğrama ihtimaline karşı Peygamberin korumasını talep etmek, onun yanına sığınmak anlamını taşıyordu. Hayatı boyunca Peygamberimiz (sav)'den pek çok gayrimüslim ve müşrik himaye talebinde bulunmuş, o da bu kişileri himayesi altına alarak, güvenliklerini sağlamıştır. Allah Tevbe Suresi'nde müşriklerin sığınma hakkı talep ettiklerinde, bu taleplerinin kabul edilmesini bildirmiştir. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır: "Eğer müşriklerden biri, senden 'eman (himaye) isterse', ona eman ver; öyle ki Allah'ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu 'güvenlik içinde olacağı yere ulaştır'… (Tevbe Suresi, 6) ... Şu halde o (anlaşmalı olanlar), size karşı (doğru) bir tutum takındıkça, siz de onlara karşı doğru bir tutum takının. Şüphesiz Allah, muttaki olanları sever." (Tevbe Suresi, 7) Ayette de görüldüğü gibi Allah müşriklere karşı adaletli bir tutumu emretmiş, eğer himaye edilmek isterlerse onların güvenliklerini sağlamayı müminler üzerine bir sorumluluk kılmıştır. |
22 Şubat 2008, 22:17 | Mesaj No:24 |
Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 | Cvp: Adalet Peygamberimiz (sav) döneminde Kitap Ehli Önceki sayfalarda yer alan örneklerde de görüldüğü gibi, Peygamber Efendimizin Kitap Ehliyle olan ilişkilerine bakıldığında kendisinin İslamiyet'in yayıldığı ilk yıllarda Hıristiyanlarla işbirliği yaptığı anlaşılmaktadır. Müslümanlar Mekke'de müşrikler tarafından zulme uğrarken, Peygamberimiz (sav) onlara Hıristiyanların yaşadığı Habeşistan'a hicret etmelerini söylemiştir. Bu ülkenin Hıristiyan hükümdarı Necaşi ise bölgesine hicret eden Müslümanları kabul etmiş ve gördükleri zulümlere karşı onları korumuştur. Kuran'da da Hz. İsa'nın yanındaki havariler Allah'a ve onun elçisine olan bağlılıklarıyla Müslümanlara örnek olarak verilmiştir. İlk Müslümanlar ile ilk Hıristiyanlar arasında da büyük benzerlikler vardır. İlk iman eden topluluklar birçok sıkıntı ve işkenceye maruz kalmalarına rağmen, elçilere olan bağlılıklarını korumuşlardır. Kuran'da, Hz. İsa devrindeki ilk Hıristiyanların samimi iman ehli olup, Allah'a teslim olmuş Müslümanlar olduklarından şu şekilde bahsedilir: Nitekim İsa, onlarda inkarı sezince, dedi ki: "Allah için bana yardım edecekler kimdir?" Havariler: "Allah'ın yardımcıları biziz; biz Allah'a inandık, bizim gerçekten Müslümanlar olduğumuza şahid ol" dediler. (Al-i İmran Suresi, 52) Hani Havarilere: "Bana ve elçime iman edin" diye vahy (ilham) etmiştim; onlar da: "İman ettik, gerçekten Müslümanlar olduğumuza sen de şahid ol" demişlerdi. (Maide Suresi, 111) Peygamber Efendimizin Yahudi topluluklarına karşı olan hoşgörülü tavrı da iman edenlere güzel bir örnektir. Medine'deki anlaşma dönemi boyunca Peygamberimiz (sav) Yahudilere ılımlı ve müsamahakar davranmıştır. Bir hadisinde "Müslümanlarla Yahudiler arasında yardımlaşma, nasihat ve iyilik olacaktır"12 demiş ve gerçekten de bu sözünü hayata geçirmiştir. Peygamber Efendimizin bu adil ve hoşgörülü tutumu elbette her dinden, her ırktan tüm insanlara yöneliktir. Peygamberimiz (sav) her türlü ihanete, saldırıya ve tuzaklara rağmen "…insanlar(daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir" (Al-i İmran Suresi, 134) şeklinde bildirdiği gibi her zaman için af ve bağışlama yolunu tercih etmiştir. Ve "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et…" (Nahl Suresi, 125) ayetinde bildirildiği gibi her zaman güzel öğütle insanları İslam'a davet etmiştir. |
22 Şubat 2008, 22:18 | Mesaj No:25 |
Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 | Cvp: Adalet Halifeler döneminde de adalet Kuran'a göre uygulanmıştır Hz. Muhammed (sav)'in vefatından sonra onun yerine gelen halifeler de Peygamberimiz (sav) gibi Allah'ın adaletini uygulama konusunda hassas davranmışlardır. Fethedilen ülkelerde hem oranın yerli halkı, hem de yeni gelenler barış ve güven içerisinde yaşamışlardır. İlk halife Hz. Ebubekir Suriye seferine çıkışı sırasında bir talimat vermiştir. Ele geçirilecek olan yerlerde uygulanmasını istediği adil ve hoşgörülü tavırlar, Kuran ahlakının güzel bir örneğini teşkil etmektedir. Hz. Ebubekir'in talimatları şöyledir: "Ey insanlar, kalpte uyacağınız on kural veriyorum: İhanet etmeyin ve hak yoldan ayrılmayın. Çocuğu, kadını ve yaşlı insanları katletmeyin. Hurma ağaçlarını yakıp yok etmeyin ve herhangi bir meyveli ağacı da kesmeyin. Develerde, sürülerden ya da yığınlardan herhangi birini katletmeyin. Kendiniz için saklayın. Hayatını uhrevi uğraşlara adamış kişilerle karşılaşacaksınız, onları münzevi hallerine bırakın. Çeşit çeşit yiyecekler sunan insanlarla karşılaşacaksınız, yiyin, fakat Allah'ın adını anmayı unutmayın"13 Adaletiyle ünlü olan Hz. Ömer de, Hz. Ebubekir'den sonra Peygamber Efendimiz gibi, ele geçirilen ülkelerin yerli halkıyla birer adalet ve hoşgörü örneği olan çeşitli anlaşmalar yapmıştır. Örneğin Hz. Ömer, Kudüs ve Lüdd Hıristiyanlarına verdiği emannamede, kiliselerinin yıkılmayacağı ve kiliselerde Müslümanların toplu olarak ibadet etmemeleri hususlarında garantiler sundu. Lahm Hıristiyanlarına da aynı şartları sundu. Medain'in fethiyle Nasturi Patriği II. İşûayheb'e (650-660) verilen emanname de yine aynı şekilde kiliselerinin yıkılmayacağı, hiçbir binanın camiye ya da eve dönüştürülmeyeceğine dair garantiler sunuldu.14 III. Nasturi Patriği'nin fetihlerin ardından arkadaşına yazdığı mektup da Müslüman yöneticilerin, kitap ehline karşı merhametini ve hoşgörüsünü bir Hıristiyanın ağzından anlatması bakımından güzel bir örnektir: "Allah'ın iradeyi kendilerine verdiği şu Araplar… bizlere hiç zulmetmediler. Gerçekten onlar, dinimize, din görevlilerimize, kilise ve manastırlarımıza hürmet gösterdiler…"15Hz. Ömer'in verdiği bir himaye belgesi, bize bir müminin Kuran'da tarif edilen ahlakı gösterdiği takdirde nasıl bir hoşgörüye sahip olabileceğini göstermektedir; "Bu verilen eman, hasta-sağlıklı, iyi-kötü yöre halkının tüm fertleri için din, can, mal, kilise ve havralarının himayesi içindir. Kiliseler tahrip edilmeyeceği gibi mesken de edilmeyecek ve onlardan hiçbir şey eksiltilmeyecektir. Halktan hiç kimse, zerre kadar zarar görmeyecektir. Bu kitapta yazılı hususlar, Allah ve Resulu'nun ahdi, halifelerin ve müminlerin zimmetindedir."16 Tüm bu örnekler salih müminlerin adalet ve hoşgörü anlayışını gösteren çok hikmetli örneklerdir. Halifeler döneminde yapılan fetihler sayesinde bölge halkı hem zulümlerden kurtulmuş hem de İslamiyet'i tanıma imkanı elde etmişti. Ancak halk Müslüman olmaları için kesinlikle zorlanmamıştır. Allah'ın "De ki: Sizin dininiz size, benim dinim bana" (Kafirun Suresi, 6) ayetinde bildirdiği gibi herkes dinini serbestçe yaşamış, ibadetlerini özgürce yerine getirmiş ve hiçbir baskı görmemiştir. Onlar İslam dinini, gerçek haliyle yaşayan Müslüman halktan görerek öğrenmişlerdir ve bu şekilde İslam onlarda büyük bir etki yapmıştır. İman edenlerin samimi bir kalple Allah'a iman etmeleri için yaptıkları davete çok büyük bir bölümü icabet etmiş, bu şekilde İslam'a geçen insanların sayısı da hızla artmıştır. Örneğin Hz. Ebubekir zamanında da Kinde ve İyad Hıristiyanlarının bir kısmı, Şam fetihleri sonrasında da yerel halkın bir kısmı hiçbir zorlama olmadan, kendi istekleriyle Müslümanlığı kabul etmiştir.17 Müslümanların fethettikleri ülkelerde zorla İslamı kabul ettirdikleri şeklindeki yanlış inanç Batılı araştırmacılar tarafından da reddedilmiş, Müslümanların adil ve hoşgörülü tutumları herkes tarafından teyid edilmiştir. Batılı bir araştırmacı L. Browne bu durumu şu şekilde ifade etmektedir: "…Doğruluğundan kuşku duyulmayan gerçekler, Müslümanların gittikleri yerde halkı kılıç zoru ile İslam'a soktukları yolundaki Hıristiyan kaynaklı iddiaların kökten asılsız olduğunu belgelemektedir… Fetihlerin arkasındaki dinamik etken, onların hakları çağırdıkları İslam kardeşliği idi.. İşte bu kardeşliğin çapı da, mühtedi kümeleri ile çığ gibi büyüyordu"18 1 Majid Khoduri, İslam'da Savaş ve Barış, Fener Yayınları, İstanbul, 1998, s. 209 2 Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 5/411 3 Sünen-i Ebi Davud, 4/331 4 Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 4/158, İbnu Kesir, 4/218 6 Arnold, T. W, İntişar-ı İslam Tarihi (The Preaching of Islam), Çev. Halil Hamit, Ankara, 1971, s. 68-69 7 İbn Hişam, Ebu Muhammed Abdulmelik, Es-Siretü'n-Nebeviyye, Daru't-Türasi'l-Arabiyle, Beyrut, 1396/1971, II/141-150; Yrd. Doç. Dr. Orhan Atalay, Doğu-Batı Kaynaklarında Birlikte Yaşama, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999, s. 149 8 Majid Khoduri, İslam'da Savaş ve Barış, Fener Yayınları, İstanbul, 1998, s. 209-210 9 Muhammed Hamidulllah, İslam Müesseselerine Giriş, Düşünce Yayınları,İstanbul, 1981, s.128 10 İbn Kesir, El-Bidaye, III/224-225; Hamidullah, El-Vesaik, No:1, s.39-44; Doğu-Batı Kaynaklarında Birlikte Yaşama, Orhan Atalay, s.40 11 Muhammed Hamidulllah, İslam Müesseselerine Giriş, Düşünce Yayınları, 1981, s.162-163 12 Muhammed Hamidullah, El-Vesaik, s. 44-45 13 Majid Khoduri, İslam'da Savaş ve Barış, Fener Yayınları, İstanbul, 1998, s. 123 ; Taberi, Tarih I, 1850 14 Hamidullah, Mecmuatü'l-Vesaik, 195-197 15 Frend, 289; Hamidullah, İslam Peygamberi, II. 920; Levent Öztürk, Asr-ı Saadetten Haçlı Seferlerine Kadar İslam Toplumunda Hıristiyanlar, İz Yayıncılık, istanbul, 1998, s. 55 16 Yrd. Doç. Dr. Orhan Atalay, Doğu-Batı Kaynaklarında Birlikte Yaşama, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999, s. 95; Hamidullah, El-Vesaik, s. 380-381, No: 358 17 İbn İshak'tan naklen Ebu Yusuf, 146; Levent Öztürk, Asr-ı Saadetten Haçlı Seferlerine Kadar İslam Toplumunda Hıristiyanlar, İz Yayıncılık, istanbul, 1998, s. 55 18 L. Browne, The Prospects of Islam, s. 11-15, s. 269-270 Harun yahya'nın eserlerinden alıntı yapılmıştır |
22 Şubat 2008, 22:20 | Mesaj No:26 |
Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 | Cvp: Adalet [CENTER]Adalet Hakkındaki Risale-i Nur BÜYÜK VAADLER VE KORKUNÇ TEHDİTLER Şu âciz ve nihayetsiz zayıf ve nihayetsiz fakir ve nihayetsiz muhtaç ve yalnız cüz'î bir ihtiyâr ile icada kabiliyeti olmayan zayıf bir kisb ile mücehhez benîâdem'e karşı şedid şikâyât-ı Kur'âniyesi ve azîm tehdidâtı ve müthiş vaîdleri haktır ve adalettir. Birinci temsil: Meselâ, şâhâne bir bağ var ki, nihayetsiz meyvedar ve çiçekdar masnular içinde bulunuyorlar. Ona nezâret etmek için pekçok hademeler tâyin edilmiş. Bir hizmetkârın vazifesi dahi, yalnız o bağa yayılacak ve içilecek suyun mecrâsındaki deliğin kapağını açmaktadır ve şu hizmetkâr ise, tembellik etti, deliğin kapağını açmadı. O bağın tekemmülüne halel geldi veyahut kurudu. O vakit, Hàlık'ın san'at-ı Rabbâniyesinden ve Sultanın nezâret-i şâhânesinden ve ziyâ ve hava ve toprağın hizmet-i bendegânesinden başka bütün hademelerin, o sersemden şekvâya hakları vardır. Zîrâ, hizmetlerini akîm bıraktı veya zarar verdi. İkinci temsil: Meselâ, cesîm bir sefine-i sultaniyede, âdi bir adam, cüz'î vazifesini terk etmesiyle bütün gemideki vazifedarların netâic-i hidemâtına halel getirdiğinden ve bâzı da mahvettiğinden, bütün o vazifedarlar nâmına, gemi sahibi ondan şedid şikâyet eder. Kusur sahibi ise, diyemez ki, "Ben bir âdi adamım, ehemmiyetsiz ihmâlimden şu şiddete müstehak değildim." Çünkü, tek bir adem, hadsiz ademleri intâc eder. Fakat, vücud kendine göre semere verir. Çünkü, bir şeyin vücudu, bütün şerâit ve esbâbın vücuduna mütevakkıf olduğu halde, o şeyin ademi, intifâsı, tek bir şartın intifâsıyla ve tek bir cüz'ün ademiyle, netice itibâriyle, mün'adim olur. Bundandır ki, tahrip, tâmirden pekçok defa eshel olduğu, bir düstur-u müteârife hükmüne geçmiştir. Mâdem küfür ve dalâlet, tuğyan ve mâsiyetesasları, inkârdır ve reddir, terktir ve adem-i kabuldür; sûret-i zâhiriyede ne kadar müsbet ve vücudlu görünse de, hakikatte intifâdır, ademdir. Öyle ise, cinâyet-i sâriyedir. Sâir mevcudâtın netâic-i amellerine halel verdiği gibi, esmâ-i İlâhiyenin cilve-i cemâllerine perde çeker. İşte, bu hadsiz şikâyete hakları olan mevcudât nâmına, o mevcudâtın Sultanı, şu âsi beşerden azîm şikâyet eder ve etmesi, ayn-ı hikmettir ve o âsi, şiddetli tehdidâta elbette müstehaktır ve dehşetli vaîdlere, bilâşüphe sezâdır. 14. söz |
22 Şubat 2008, 22:20 | Mesaj No:27 |
Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 | Cvp: Adalet ALLAH’IN ADALETİ …Hem, adâlet ve mîzan ile iş görüldüğüne bürhan mı istersin? her şeye hassas mîzanlarla, mahsus ölçülerle vücud vermek, sûret giydirmek, yerli yerine koymak, nihayetsiz bir adâlet ve mîzan ile iş görüldüğünü gösterir. Hem, her hak sahibine istidadı nisbetinde hakkını vermek, yani vücudunun bütün levâzımâtını, bekàsının bütün cihazâtını en münâsip bir tarzda vermek, nihayetsiz bir adâlet elini gösterir. Hem, istidad lisâniyle, ihtiyac-ı fıtrî lisâniyle, ıztırâr lisâniyle suâl edilen ve istenilen her şeye dâimî cevap vermek, nihayet derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor. Şimdi, hiç mümkün müdür ki, böyle en küçük bir mahlûkun, en küçük bir hâcâtının imdadına koşan bir adâlet ve hikmet, insan gibi en büyük bir mahlûkun bekà gibi en büyük bir hâcetini mühmel bıraksın, en büyük istimdâdını ve en büyük suâlini cevapsız bıraksın; Rubûbiyetin haşmetini, ibâdının hukukunu muhâfaza etmekle, muhâfaza etmesin? Halbuki, şu fânî dünyada kısa bir hayat geçiren insan, öyle bir adâletin hakikatine mazhar olamaz ve olamıyor. Belki bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor. Zîrâ, hakiki adâlet ister ki, şu küçücük insan, şu küçüklüğü nisbetindedeğil, belki cinâyetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nisbetinde mükâfat ve mücâzât görsün. Mâdem, şu fânî, geçici dünya, ebed için halk olunan insan hususunda öyle bir adâlet ve hikmete mazhariyetten çok uzaktır; elbette, Âdil olan o Zât-ı Celîl-i Zülcemâlin ve Hakîm olan o Zât-ı Cemîl-i Zülcelâlin dâimî bir Cehennemi ve ebedî bir Cenneti bulunacaktır. Sözler 10. söz |
22 Şubat 2008, 22:21 | Mesaj No:28 |
Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 | Cvp: Adalet SEMAVİ TOKAT Niçin gâvurların memleketlerinde, bu semâvî tokat, başlarına gelmiyor; bu bîçare Müslümanlara iniyor? Elcevap: Büyük hatâlar ve cinâyetler, tehir ile büyük merkezlerde ve küçücük cinâyetler, tâcil ile küçük merkezlerde verildiği gibi; mühim bir hikmete binâen, ehl-i küfrün cinâyetlerinin kısm-ı âzamı, mahkeme-i kübrâ-i haşre tehir edilerek, ehl-i imânın hatâları, kısmen bu dünyada cezası verilir. 14. Sözün zeyli 2. sual |
22 Şubat 2008, 22:21 | Mesaj No:29 |
Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 | Cvp: Adalet DENGE VE ORTA YOL Bazen tevazu, küfrân-ı nimeti istilzam ediyor; belki küfrân-ı nimet olur. bazen da tahdis-i nimet, iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi-ki ne küfrân-ı nimet çıksın, ne de iftihar olsun-meziyet ve kemâlâtları ikrar edip, fakat temellük etmeyerek, Mün'im-i Hakikînin eser-i in'âmı olarak göstermektir. Meselâ, nasıl ki murassâ ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, hâlk sana dese, "Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin." Eğer sen tevazukârâne desen, "Hâşâ, ben neyim? Hiç! Bu nedir, nerede güzellik?" O vakit küfrân-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir san'atkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer müftehirâne desen, "Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var? Benim gibi birini gösteriniz." O vakit, mağrurâne bir fahirdir. İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: "Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir." 28. Mektup 7. mesele. 4. sebeb |
22 Şubat 2008, 22:22 | Mesaj No:30 |
Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 | Cvp: Adalet GÜNAHIN AF OLMASI Cenab-ı Hakk’ın günahkarları affetmesi fazl’dır. Ta’zib etmesi adl’dır. Evet zehiri içen adam, adetullaha nazaran hastalığa, ölüme kesb-i istihkak eder. Sonra hasta olursa, adl’dır. Çünkü cezasını çeker. Hasta olmadığı taktirde, Allah’ın fazl’ına mazhar olur. Mesnevi |
Konuyu Toplam 2 Kişi okuyor. (0 Üye ve 2 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Adalet | teslimiyet | Kıssalar-Hikayeler-Nasihatler | 1 | 09 Ekim 2023 19:37 |
İstismar, Ahlak ve Adalet | Yitiksevda | Makale ve Köşe Yazıları | 0 | 03 Ekim 2015 20:35 |
Adalet Nedir? | FECR | İslami Kavramlar | 5 | 14 Temmuz 2014 17:34 |
Kur'an'da Adalet | FECR | Kur'ân-ı Kerim Genel | 7 | 01Haziran 2014 19:40 |
Adalet ve zulüm. | MERVE DEMİR | Makale ve Köşe Yazıları | 4 | 27 Temmuz 2010 14:54 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
أعوذ بالله من الشيطان الرجيم , بسم الله الرحمن الرحيم Ey insanlar! Allah'a ve peygamberine iman edip Allah yolunda mallarını harcayanlar için büyük bir mükafat vardır.(Hadid-7) | عن رسول الله صلى الله عليه وسلم قال Kim Allah Teala için sever, Allah Teala için buğuz eder, Allah Teala için verir ve Allah Teala için (kötülüğe) engel olursa muhakkak ki iman kemale ermiştir. | Allah'tan havf eden, başkaların kasavetli, belalı havfından kurtulur. - (Sözler - 358) |
|