Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > .::MEDİNEWEB DİN HİZMETLERİ ALAN BİLGİSİ SINAVLARI-(DHBT).::. > DHBT-2-Sınav Konuları > Fıkıh > Diyanet İlmihali özetleri 1.ve 2. cild/medineweb

Konu Başlıkları: Diyanet İlmihali özetleri 1.ve 2. cild/medineweb Konu Cevaplama Paneli
Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın
Aşağıdaki Kutuya Sorunun cevabını Yaz ( Bakara )
Başlık:
  
Mesajınız:
Trackback:
Kaynak olarak Ekle
Başlık Sembolleri
Konunun başında Sembol kullanmak için aşağıdaki Listeden bir Sembol seçiniz:

Diğer Seçenekler
Diğer Ayarlar
Değerlendirme
İsterseniz bu Konuyu buradan değerlendirebilirsiniz.

Konuya ait Cevaplar (Yeniler yukarda)
04 Mayıs 2020 21:29
Mihrinaz Word dosyasi haline getirip bilgisayariniza indirebilrisiniz. Telefonuza herhangi bir (Adobe, drive, pdf reader gibi) indirebilirsiniz
25 Temmuz 2013 22:50
Medineweb
Cevap: diyanet ilmihali özetleri 1.ve 2. cild

Diyanet İlmihali Önemli Bazı Terimler



Diyanet İlmihali Önemli Bazı Terimler
Milel: Vahye dayanan dinler
Nihal: Bâtıl dinler
Religion: Batı dillerinde din kelimesinin karşılığı. Bir şeyi vazife edinmek, tekrar tekrar okumak, yapmak anlamına gelir.
Dharma: Hinduizm’in kutsal dili Sanskritçe’de din kelimesinin karşılığı.
Dhamma: Budizm’in kutsal metinlerinin yazıldığı Pali dilinde din kelimesinin karşılığı.
Din Kelimesi: Kur’ân-ı Kerîm’de 92 yerde geçmektedir.
Fıtratullah: Allah’ın dini demektir ki o da İslâm ve tevhiddir.
Tek tanrı inancını savunanlar: Andrew Lang, Wilhelm Schmidt
Monoteizm: Tek tanrı inancı
İlâhî dinler: Tek tanrılı dinler
Mecûsîlik : Düalist (iki tanrılı) dinler( düalizm=seneviyye)iyilik ve kötülük tanrısı ateş kültü.
Eski Yunan, Roma ve Mısır dinleri : Çok tanrılı dinler.
Budizm, Şintoizm : Tanrı konusunda açık ve net olmayanlar.
Kurucusu olan dinler : Yahudilik, Hıristiyanlık, İslâm, Budizm.
Geleneksel dinler : Kimin tebliğ ettiği belli olmayan dinler, ilkel dinler, Eski Yunan, Eski Mısır dinleri.
Millî dinler : Genellikle bir kurucusundan söz edilmeyen, sadece bir millete ait olan geleneksel yapıdaki dinlerdir (Eski Yunan, Mısır, Roma dinleri gibi).
Hindistan’da yaygın dinler : Hinduizm, Budizm, Jainizm),
Çin ve Japonyada yaygın dinler: Konfüçyüsçülük, Taoizm, Şintoizm.
Marifetullah: Allah’ı tanıma ve bilme
Mâhabbetullah: Allah’ı sevme
Tekfir : Müslüman olduğu bilinen bir kişiyi, inkâr özelliği taşıyan inanç, söz veya davranışından ötürü kâfir saymak demektir.
İrtidad : Müslüman kişinin kendi irade ve ifadesiyle İslâm’dan ayrılması dinden çıkması anlamına gelir.
Mürted : Dinden çıkana denilir.
Fıtrat Delili : Allah’ın varlığını ispatlamak için insanın fıtraten Allah inancına sahip oluşu.
Hudûs Delili : Âlemin ve âlemdeki varlıkların sonradan yaratılmış olup bir yaratıcıya muhtaç olduğu.
İmkân Delili : Mümkin bir varlık olan âlemin var olması için bir sebebe ihtiyaç olduğu.
Nizam Delili : Tabiatın büyük bir âhenge ve şaşmaz bir düzene sahip olup bunun bir yaratıcının eseri olmasının gerektiği.
El-yevmü’l-âhir : Son gün, âhiret ünü
Yevmü’l-ba‘s : Diriliş günü
Yevmü’l-kıyâme : Kıyamet günü
Yevmü’d-dîn : Ceza ve mükâfat günü
Yevmü’l-hisâb : Hesap günü
Yevmü’t-telâk :Kavuşma günü
Yevmü’l-hasre : Hasret ve pişmanlık günü
Âhiretin Varlığının İspatı : Bu konuda tek bilgi kaynağı vahiydir. Kur’an’da ve sahih hadislerde ne haber verilmişse onunla yetinilir.
Vâkıa : Kesin olarak meydana gelecek olan
Et-tâmmetü’l-kübrâ : En büyük felâket ve belâ
Hâk : Gerçek olan
Gaşiye : Şiddetiyle birden bire halkı saran
Karia : Kapıyı çalacak gerçek
Eşrâtü’s-sâat : Kıyamet Alâmetleri
Berzah : Kabir hayatı
Ba‘s : Öldükten sonra tekrar dirilmek
Haşir ve Mahşer(Arasât): Toplanmak, bir araya gelmek
Ashâb-ı yemîn : Amel defteri sağdan verilenler manasına gelir, cennettekileri ifade eder.
Ashâb-ı şimâl : Amel defteri soldan veya arkadan verilenler manasına gelir, cehenneme gidecek olanları ifade eder.
Mîzan : Sözlükte “terazi” anlamına gelir
Sırat : Cehennemin üzerine uzatılmış bir yoldur.
Havuz : Kıyamet gününde peygamberlere ihsan edilecek havuzlar bulunacaktır. Müminler bunların tatlı ve berrak suyundan içerek susuzluklarını gidereceklerdir.
Şefâat-i uzmâ : En büyük şefaat demektir, Peygamberimiz (sav)’in şefâat-i.
Makam-ı mahmûd : Övülen makam. Peygamberimiz’in bu şefaati, Kur’an’da (övülen makam) adıyla anılır
A‘râf : “Dağ ve tepenin yüksek kısımları” anlamına gelen a‘râf, cennetle cehennemin arasında bulunan sûrun ve yüksek kısmın adıdır.
Rü’yetullah : Allah’ın Âhirette Görülmesi
FIKIH TERİMLERİ
Ahkâm-ı şer‘îyye: Şer‘î hükümler
Ahkâm-ı ilâhiye: İlâhî hükümler
Ahkâm-ı fer‘iyye: Amelî hükümler
Ehliyyetü’l-hitâb: İnsanın dinin davetini anlayacak konum ve kıvamda olması.
İstibrâ: Küçük abdest temizliği.
İstincâ: Büyük abdest temizliği.
Mazmaza: Ağzı su ile çalkalamak (gargara yapmak)
İstinşak: Burnu su ile temizlemek.
Delk: Ovmak (uzuvları su ile ovmak)
Büyük hades: Gusülle giderilebilen “cünüplük (cenâbet), hayız ve nifas” gibi hükmî kirlilikler.
Küçük hades: Abdestle giderilebilen hükmî kirlilik.
Büyük hükmî temizlik: Gusül
Küçük hükmî temizlik: Abdest
Necaset: Maddî kirlilik
Hades: Hükmî kirlilik
Necâsetten tahâret: Görünür kir ve pisliklerin giderilmesi.
Hadesten tahâret: Abdestsizlik halinin giderilmesi.
Necâset-i galîza: Ağır pislik . Tavuk, kaz gibi kümes hayvanlarının dışkıları.
Necâset-i hafîfe: Hafif pislik. Sığır, koyun, geyik gibi dört ayaklı hayvanlarınki ve At, eşek ve katırın idrar ve dışkısı ile havada pislemeleri sebebiyle sakınılması zor olduğu için, atmaca, kartal, güvercin gibi kuşların dışkıları, hafif pislik grubundadır.
Bedel, Halef : Mest ve sargı üzerine mesh’in yıkama yerine geçmesi.
Hades-i asgar : Abdest almayı gerektiren küçük kirlilik.
Hades-i ekber : Guslü gerektiren büyük kirlilik.
Teyemmüm : Sözlükte “bir işe yönelmek, bir şeyi kastetmek”
Hayız: Adet, aybaşı, kanaması.
Nifas: Loğusalık hali.
Nüfesâ: Loğusa kadın.
İstihâze: Özür kanı. Rahim içi damarlardan hayız ve nifas hali dışında ve bir hastalık veya yapısal bozukluk sebebiyle gelen kana istihâze (özür kanı) denilir.
Mektûbe: Allah’ın farz kıldığı namazlar
Mesnûn: Hz. Peygamber’in sünnetiyle sabit olan namazlar
Şurûtü’s-salât: Namazın şartları
Erkânü’s-salât: Namazın rükünları
Hurûc bi sun‘ih: Kişinin kendi isteği ve fiili ile namazdan çıkması
Ta‘dîl-i erkân: Namazın rükünlerinin düzgün bir şekilde yapılması
Fey-i zevâl: Güneş tam tepedeyken eşyanın yere düşen gölge uzunluğu.
Asr-ı sânî: Her şeyin gölgesi kendisinin iki misline ulaştığı zamana denir.
Asrı evvel: Öğle namazının vaktinin çıkması; İkindi namazının vaktinin girmesi.
Örfî gündüz: Güneşin doğmasından batmasına kadar olan süre.
Şer‘î gündüz: Fecr-i sâdıktan güneşin batmasına kadar olan süredir.
Taglis: Sabah namazını fecr-i sâdık doğarken, yani ortalık henüz karanlık iken kılmak.
İsfâr: Taglis’in zıttıdır, fecr-i sâdık doğduktan sonra hava aydınlanınca kılmak.
İbrâd: Öğle namazını geciktirip serinlikte kılmak
Vakt-i istivâ: Güneşin tam tepe noktasında olduğu zaman.
Şürûk zamanı: Güneşin doğmasından yükselmesine kadar olan zaman yaklaşık 40-45 dakika civarındadır.
Gurûb: Güneşin batma zamanı. Gurup vakti, güneşin sararıp veya kızarıp artık gözleri kırpıştırmadan rahatlıkla bakılacak hale geldiği vakittir.
Tuma’nîne: Rükû duruşunda bir müddet beklemek.
Kavme: Kıyam vaziyetinde bir süre beklemek.
Ka‘de-i ûlâ : ilk oturuş
Ka‘de-i Ahîre: Son oturuş
Celse: İki secde arası oturuş
Zâit tekbir: İlave tekbir
Kısâr-ı mufassal: Kısa sûreler (Beyyine sûresinden Nâs sûresine kadar olan sûrelerdir.)
Evsât-ı mufassal: Orta uzunluktaki sûreler.( Bürûc sûresi ile Beyyine sûresi arasındaki sûreler bu grupta yer alır)
Tıvâl-i mufassal: Uzun süreler.( Hucurât sûresi ile Bürûc sûresi arasındaki sûreler bu grupta yer alır)
İrsâl: Elleri yanlara salıvermek
İtimat: Elleri bağlamak
Tahrîme: İftitah tekbiri
Teavvüz: Eüzü besmele(Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm)
Tesmî: Semiallahü limen hamideh
Tahmîd: Rabbenâ leke’l-hamd
Kavme: Rükûdan doğrulup dik durmak
Celse: İki secde arasında kısa bir ara oturuşu yapmak.
Teverrük: Kadınların ayaklarını sağ yanlarına yatık bir şekilde çıkarıp otururmaları.
Müfsidât-ı salât: Namazı bozan şeyler
Sıfâtü’s-salât: Namazın farz ve vâciplerine, sünnet ve âdâbına uygun şekilde kılınışı.
Muhâzâtü’n-nisâ: Kadınların cemaatle namazdaki saf düzeni ve erkeklerde aynı safta veya hizada olması
Tertîbü’l-makam: Duruş düzeni
İmâmet-i kübrâ: Büyük imâmet
İmâmet-i suğrâ: Küçük imâmet
İktidâ: İmama uymak
Muktedî: İmama uyan kimse
Müfteriz: Farz namazı kılan kimse
Müteneffil: Nâfile namaz kılan kimse
Münferid: Namazı yalnız kılan kimse
Muktedî: İmama uyarak kılan kimse
Müdrik: İdrak etmiş, yetişmiş, kavuşmuş (Namazı tamamen imamla birlikte kılan kimse)
Muhtazar: Ölmek üzere olan kişi
Meyyit: Ölen kişi
Teçhiz: Ölü için genel olarak yapılması gereken hazırlık
Gasil: Ölünün yıkanması
Tekfin: Ölünün Kefenlenmesi
Teşyî: Tabuta konulup musallâya yani namazın kılınacağı yere ve namazdan sonra kabristana taşınması.
Defin: Kabre konulması
Namaz Terimleri (sözlük)
Mektûbe: Allah’ın farz kıldığı namazlar
Mesnûn: Hz. Peygamber’in sünnetiyle sabit olan namazlar
Aynî farz (farz-ı ayın) : Farz olan namazlar, oruç gibi.
Kifâî farz (farz-ı kifâye) : Cenaze namazı gibi. Bu namazı birileri kılınca öteki müslümanlar cenaze namazı kılmadıkları için sorumlu olmazlar. Sevap ve fazileti ise namazı kılanlar elde etmiş olurlar.
li-aynihî vâcip : Vâcip oluşu kulun fiiline bağlı olmayan. Vitir namazı ile ramazan ve kurban bayramı namazları birinci grupta yer alır. Tilâvet secdesi gibi.
li-gayrihî vâcip : Vâcip oluşu kulun fiiline bağlı olan
Revâtib : Vakit namazları yanında düzenli olarak kılınan sünnetler
Regaib : Allah’a yakınlaşmak ve sevap kazanmak maksadıyla ayrıca kılınan namazlar
Nâfile : Farz ve vâciplerin dışında fazladan yapılan işler
İsâet: Yanlış ve kötü davranış
Edep : Çoğulu âdâb
Muvâzebe : Hz. Peygamber’in devamlı olarak yaptığı
Şurûtü’s-salât : Namazın şartları
Erkânü’s-salât : Namazın rükünları
Hurûc bi sun‘ih : Kişinin kendi isteği ve fiili ile namazdan çıkması
Ta‘dîl-i erkân : Namazın rükünlerinin düzgün bir şekilde yapılması
Edâ : Bir farz namazın vakti içinde kılınması.
Kazâ : Bir farz namazın vaktinin çıkmasından sonra kılınması.
Fecr-i kâzib : Birinci fecir. Sabaha karşı doğuda tan yerinde ufuktan göğe doğru dikey olarak yükselen, piramit şeklinde, akçıl ve donuk bir beyazlıktır.
Beyâz-ı müstetîl : Uzayıp giden beyazlık.
Fecr-i sâdık : İkinci fecir. Sabaha karşı doğu ufkunda tan yeri boyunca genişleyerek yayılan bir aydınlıktır.
Beyâz-ı müsta‘razî : Enlemesine beyazlık. Bu andan itibaren yatsı namazının vakti çıkmış, sabah namazının vakti girmiş olur. Bu vakit aynı zamanda, sahurun sona erip orucun başlaması (imsak) vaktidir.
Taglis : Sabah namazını fecr-i sâdık doğarken, yani ortalık henüz karanlık iken kılmak.
Şürûk zamanı: Güneşin doğmasından yükselmesine kadar olan zaman yaklaşık 40-45 dakika civarındadır.
Vakt-i istivâ: Güneşin tam tepe noktasında olduğu zaman.
Fey-i zevâl : Güneş tam tepedeyken eşyanın yere düşen gölge uzunluğu.
Asr-ı sânî : Her şeyin gölgesi kendisinin iki misline ulaştığı zamana denir.
Asrı evvel : Öğle namazının vaktinin çıkması; İkindi namazının vaktinin girmesi.
İkindi Namazının Vakti: İkindi namazının vakti, öğle namazının vaktinin çıkmasından güneşin batmasına kadar olan süredir. Her şeyin gölge uzunluğu, kendi uzunluğunun iki katına çıktığı andan itibaren.
Gurûb: Güneşin batma zamanı. Gurup vakti, güneşin sararıp veya kızarıp artık gözleri kırpıştırmadan rahatlıkla bakılacak hale geldiği vakittir.
Örfî gündüz : Güneşin doğmasından batmasına kadar olan süre.
Şer‘î gündüz : Fecr-i sâdıktan güneşin batmasına kadar olan süredir.
Akşam Namazının Vakti: Akşam namazının vakti güneşin batmasıyla başlar, şafağın kaybolacağı zamana kadar sürer.
Şafak : Akşamleyin ufuktaki kızıllıktan/kızartıdan sonra meydana gelen beyazlıktan ibarettir.
Yatsı Namazının Vakti: Yatsı namazının vakti, şafağın kaybolmasından yani akşam namazı vaktinin çıkmasından itibaren başlar, ikinci fecrin doğmasına kadar devam eder.
İsfâr : Taglis’in zıttıdır, fecr-i sâdık doğduktan sonra hava aydınlanınca kılmak.
İbrâd : Öğle namazını geciktirip serinlikte kılmak
Kıyam : Doğrulmak, dikelmek, ayakta durmak demektir.
Kıraat : Sözlükte “okumak” anlamına gelen kıraat, “Kur’an okumak” demektir.
Cehrî : Açıktan okumak, yüksek sesle okumak.
Hafî : Gizli, sessiz okumak.
Zelletü’l-karî : Okuyuş hataları ve dil sürçmesi.
Umûm-ı belvâ : Kaçınılması mümkün olmayan bir durum
Rükû : Rükû sözlükte “eğilmek” anlamına gelir.
Secde : Secde sözlükte “itaat, teslimiyet ve tevazu içinde eğilmek, yere kapanmak, yüzü yere sürmek” anlamına gelir.
Tuma’nîne : Rükû ve Secde duruşunda bir müddet beklemek.
Kavme: Rükûdan doğrulup dik durmak. Kıyam vaziyetinde bir süre beklemek.
Tuma’nîne ve kavme süresinin asgari ölçüsü “sübhânellâhi’l-azîm” diyecek kadar durmaktır.
Ka‘de-i ûlâ : ilk oturuş
Ka‘de-i Ahîre : Son oturuş
Celse : İki secde arası oturuş
Ta‘dîl-i Erkân : Rükünleri düzgün, yerli yerinde ve düzenli yapmak demektir.
Zâit tekbir : İlave tekbir
Kısâr-ı mufassal : Kısa sûreler (Beyyine sûresinden Nâs sûresine kadar olan sûrelerdir.)
Evsât-ı mufassal : Orta uzunluktaki sûreler.( Bürûc sûresi ile Beyyine sûresi arasındaki sûreler bu grupta yer alır)
Tıvâl-i mufassal : Uzun süreler.( Hucurât sûresi ile Bürûc sûresi arasındaki sûreler bu grupta yer alır)
İrsâl : Elleri yanlara salıvermek
İtimat : Elleri bağlamak
Tahrîme: İftitah tekbiri
Teavvüz : Eüzü besmele(Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm)
Tesmî : Semiallahü limen hamideh
Tahmîd : Rabbenâ leke’l-hamd
Teverrük : Kadınların ayaklarını sağ yanlarına yatık bir şekilde çıkarıp otururmaları.
Amel-i kesîr : Namaz dışı davranış.
Müfsidât-ı salât : Namazı bozan şeyler
Sıfâtü’s-salât : Namazın farz ve vâciplerine, sünnet ve âdâbına uygun şekilde kılınışı.
Muhâzâtü’n-nisâ : Kadınların cemaatle namazdaki saf düzeni ve erkeklerde aynı safta veya hizada olması
Tertîbü’l-makam : Duruş düzeni
İmâmet-i kübrâ : Büyük imâmet . Devlet başkanlarının imamlığı.
İmâmet-i suğrâ : Küçük imâmet . Cami imamlarının imamlığı.
İktidâ: İmama uymak
Muktedî: İmama uyan kimse
Münferid : Namazı yalnız kılan kimse
Müdrik : İdrak etmiş, yetişmiş, kavuşmuş (Namazı tamamen imamla birlikte kılan kimse)
Lâhik : İmamla birlikte namaza başlamasına rağmen, namaz esnasında başına gelen bir durum sebebiyle namaza ara vermek zorunda kalan ve bu sebeple namazın bir kısmını imamla birlikte kılamayan kimse.
Mesbûk : İmama namazın başında değil, birinci rek‘atın rükûundan sonra, ikinci, üçüncü veya dördüncü rek‘atlarda uyan kimse.
Müfteriz : Farz namazı kılan kimse
Müteneffil : Nâfile namaz kılan kimse
Mürâi : Göterişçi
İzn-i âm : Herkese açık olma şartı.
Zuhr-i ahîr : Son öğle namazı:
Müekked Sünnetler : Sabah, öğle, akşam ve cuma namazının sünnetleri ile yatsının son sünneti müekked sünnettir.
Gayr-i Müekked Sünnetler : İkindi namazının sünneti ile yatsı namazının ilk sünneti gayr-i müekkeddir.
Tervîha : Dinlenme
Tatavvu : Gönüllü namazlar (arzuya bağlı)
Sünen-i regaib : Revâtib sünnetler dışındaki nâfile namazlar.
Duhâ namazı : Kuşluk Namazı
Tahiyyetü’l-mescid : Mescidin selâmlanması, saygı gösterilmesi demek.
İstihâre : Hayırlı olanı istemek anlamına gelir.
İstiska duası : Su isteme, yağmur isteme duası.
Küsûf Namazı : Güneş tutulması esnasında kılınan namaz.
Hüsûf Namazı : Ay tutulması esnasında kılınan namaz.
Kasrü’s-salât : Farz namazlarını ikişer rek‘at olarak kısaltılarak kılınması(yolculukta).
Cem‘ü’l-fiil” ve Cem‘ü’l-muvâsala : Bir namaz (öğle veya akşam), diğer namazın (ikindi veya yatsı) vaktinin girmesine yakın bir zamana kadar geciktirilip, bu namazın kılınmasından sonra diğerinin vaktinin girmesi ve bu namazın da kendi vaktinde kılınması. Bir namaz son vaktinde diğeri de ilk vaktinde olmak üzere her namaz kendi vakti içinde kılınmış olacağı için buna “mânevî cem‘” ve “şeklî (sûrî) cem‘” de denilir.
Cem‘-i takdîm : Öğle namazının vaktinde öğle ile ikindinin birleştirilerek kılınması.
Cem‘-i te’hîr : Yatsı namazının vaktinde, akşam ile yatsının birleştirerek kılınması.
Fâite : Kaçmış. Vaktinde kılınamayan kaçırılmış namaz. (çoğulu fevâit).
Teşehhüd : Tahîyyat.
Muhtazar : Ölmek üzere olan kişi
Meyyit : Ölen kişi
Teçhiz : Ölü için genel olarak yapılması gereken hazırlık
Gasil : Ölünün yıkanması
Tekfin : Ölünün Kefenlenmesi
Teşyî : Tabuta konulup musallâya yani namazın kılınacağı yere ve namazdan sonra kabristana taşınması
Defin : Kabre konulması
Kamîs : Boyun kısmından ayaklara kadar uzanan gömlek yerinde bir bezdir.
İzâr : Eteklik yerinde, baştan ayağa kadar uzanan bir bezdir.
Lifâfe : Sargı yerinde olup baştan ayağa kadar uzanan, baş ve ayak taraflarından düğümlenen bir bezdir. Bu bakımdan izârdan biraz daha uzundur.
Hükmî şehid : Allah yolunda savaşırken öldürülen kişilerdir. Kâmil mânada şehid bunlardır.
Oruç Terimleri(sözlük)
Muayyen farz: Ramazan orucu. Ramazan orucu sadece belirli bir vakitte, yani ramazan ayında tutulabilir.
Gayr-i muayyen farz: Diğer oruçlar. (aşağıda geçen oruçlar gibi) mubah olduğu her zaman tutulabilir.Yani tutacağı orucun adını ve zamanını kişi kendi belirler.
Kefâret : Ramazan orucunun bozulması sebebiyle tutulması gereken oruç.
Zıhâr : Yanlışlıkla ve kaza ile adam öldürmesi sebebiyle tutulması gereken oruç.
Halk : Hacda ihramlı iken vaktinden önce tıraş olması sebebiyle tutulması gereken oruç.
Muayyen: Önceden belirlenmiş
Şevval Orucu : Ay takviminde ramazan ayından sonraki ay, şevval ayıdır. Şevval ayında altı gün oruç tutmak müstehaptır.
Aşure Orucu : Muharrem ayının onuncu gününe “âşûrâ” denilir. Fakat sadece o günde oruç tutulması doğru görülmemiş, bunun yanında bir önceki veya bir sonraki günün de oruçlu geçirilmesi tavsiye edilmiştir.
Her Ay Üç Gün Oruç : Her aydan üç gün oruç tutmak, bunu özellikle her ayın 13, 14 ve 15. günlerinde yapmak müstehap kabul edilmiştir. Kamerî takvim (ay takvimi) hesabına göre bugünlere “eyyam-ı bîd” denir. Peygamberimiz’in özellikle ayın 13, 14 ve 15. günlerinde olmak üzere her ay üç gün oruç tutmayı tavsiye ettiği rivayet edilmiştir.
Pazartesi-Perşembe Orucu : Her hafta pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmak da teşvik edilmiş bir nâfiledir. Peygamberimiz’in pazartesi ve perşembe günleri oruç tuttuğu ve soruya cevaben de “İnsanların amelleri Allah Teâlâ’ya pazartesi ve perşembe günleri arzolunur; ben amelimin arzı sırasında oruçlu olmayı tercih ediyorum” (Ebû Dâvûd, “Savm”, 60; İbn Mâce, “Sıyâm”, 42) dediği rivayet edilmektedir.
Zilhicce Orucu : Zilhicce ayının ilk dokuz gününde oruç tutmak tavsiye edilmiştir. Zilhicce ayının 10. günü kurban bayramının ilk günüdür. Fakat Hacda olanların 9. günü (arefe günü) sıkıntıya ve halsizliğe sebep olacağı gerekçesiyle oruç tutması mekruh görülmüştür.
Haram Aylarda Oruç : Haram aylar olarak anılan zilkade, zilhicce, muharrem ve receb aylarında, perşembe, cuma ve cumartesi günleri oruç tutmak müstehaptır.
Şâban Orucu : Şâban ayında oruç tutmak müstehap sayılmıştır.
Dâvûd Orucu : Gün aşırı oruç tutmak yani bir gün oruç tutup ertesi gün tutmamak, Peygamberimiz tarafından “savm-ı Dâvûd” olarak nitelenmiş ve bu şekilde oruç tutmanın faziletli olduğu ifade edilmiştir.
Şek günü : Havanın bulutlu olması gibi sebepler yüzünden şâban ayının yirmi dokuzundan sonraki günün şâban ayına mı yoksa ramazan ayına mı ait olduğu konusunda şüphe meydana gelirse, bugüne “şek günü” denilir. Bugünün ramazan ayına ait olup olmadığında kuşku bulunduğu anlamına gelir. Bugün herhangi bir oruç tutmak mekruhtur.
Savm-i visâl : İki veya daha fazla günü, arada iftar etmeksizin birbirine ekleyerek oruç tutmak . Bu şekilde oruç tutmak mekruhtur.
Orucun zimmette sübût bulması : Oruç borcunun kaçınılmaz bir şekilde kesinleşmiş, sabit hale gelmiş olması demektir. Meselâ başlanmış fakat bir sebeple tamamlanamamış nâfile orucun kazâsı zimmette sabit olmuş, borçluğu kesinleşmiştir.
Şeyh-i fânî : Düşkün ihtiyar
Mûtat : Normal, alışılmış olmayan
Zekât Terimleri(sözlük)
El-milkü’t-tâm : Tam mülk
Deyn-i mutavassıt : Orta kuvvette alacak
Deyn-i zaîf : Zayıf alacak
Deyn-i kavî : Kuvvetli alacak
Nâmî : Artıcı vasıf
Nemâ : Artma ve üreme
Hakikî (gerçek) nemâ : Bir malın ticaretle, doğum yoluyla veya tarımla artmasıdır. Ticaret malları, hayvanlar ve toprak ürünleri böyledir.
Takdirî (hükmî) nemâ : Bir malın kendisinde nemâ imkânının bizzat (potansiyel olarak) mevcut olmasıdır. Altın, gümüş ve parada olduğu gibi.
Havâic-i asliye : Zekâta tâbi mallarda aranan şartlardan biri de o malın, mükellefin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin temel ihtiyaç maddelerinin dışında olmasıdır.
Nisab : Zengin olmanın asgari sınırı veya asgari zenginlik ölçüsü. Sözlükte “sınır, işaret, asıl ve kök” anlamlarına gelen nisab kelimesinin terim anlamı; zekâtın vücûbuna alâmet ve ölçü olmak üzere tesbit edilen belirli bir miktardır.
Havelânü’l-havl : Malın üzerinden bir kamerî yılın geçmesi.
Mâl-i müstefâd : Önceden yok iken sonradan ferdin mülkiyetine geçen mal.
El-emvâlü’z- zâhire: Açık mallar
El-emvâlü’l-bâtına : Gizli mallar
Zâhirî : Açık
Müftâ bih : Kendisiyle fetva verilen
Temlik : Mülkiyetine geçirmek. Zekâtı, ona ehil olanlara vermek yani (gerçek ihtiyacı olan) kişilere vermek.
Mukadderât–ı şer‘iyye: Şer‘î belirleme
Tathîr : Temizleme
Tezkiye : Arıtma
Öşür (uşr): Toprak ürünlerinden alınan zekât” anlamında kullanılmıştır.
Rikâz : Rikâz terimi, maden, define ve hazine gibi kendiliğinden yer altında bulunan veya insanlar tarafından yer altına gömülüp gizlenen her türlü kıymetli maden ve eşyayı ifade eder.
Lukata : Buluntu eşya
Sâime : Senenin çoğunu meralarda otlayarak geçiren hayvanlara denir.
Ma’lûfe : Yemle beslenen hayvanlara denir.
Âmile : Ziraat, nakliyat gibi işlerde kullanılan hayvanlara denir.
Muallel : Hükmün dayandığı vasfın bilinebilir olması.
Ve’l âmilîne aleyhâ : Zekât işinde çalışanlar.
Sâ’ : Bir hacim ölçüsü birimi olup 2.75 litredir.
Hac ve Umre Terimleri(sözlük)
Hac : Belirli zamanda Ziyaret ve Arafat vakfesiyle birlikte olur.
Umre : Belirli bir zamana bağlı olmayarak vakfesiz yapılır.
Menâsikü’l-hac : Hac törenleri
Hacc-ı ekber : Büyük hac (Normal hac) aynı zamanda arefesi cumaya rastlayan hac.
Hacc-ı asgar : Küçük hac (Umre)
İstitâat : Güç yetirebilme
İhram : Haram etmek, kendini mahrum bırakmak
Harem Bölgesi : Mekke ile etrafında, bitkileri koparılmamak ve av hayvanlarına zarar verilmemek üzere belirli sınırlar içindeki emniyetli bölgedir. Bu bölgede oturanlara Mekkî (Mekkeli) denir. Harem bölgelerinin sınırlarını Cibrîl’in rehberliğiyle Hz. İbrâhim belirlemiş, sınırları gösteren işaretler daha sonra Hz. Peygamber tarafından yenilenmiştir.
Mîkat sınırı : Hz. Peygamber tarafından belirlenmiş, Mekke’ye veya Harem bölgesine gelenlerin ihramsız geçmemeleri gereken beş nokta’nın her birine verilen isim.
Hil Bölgesi. Harem bölgesi ile Mîkat yerleri arasındaki yerlerdir. Bu bölgede ikamet edenlere Mîkatî veya Hillî denir. Hillî, Hil bölgesinde yaşayan kişi anlamındadır. Mîkatîler gerek hac gerek umre için Harem bölgesine girmeden bulundukları Hil bölgesinde ihrama girerler.
Âfâk Bölgesi. Harem ve Hil bölgelerinin dışında kalan yerlere Âfâk denir.
Âfâkı : Uzaklardan gelen anlamındadır. Harem ve Hil bölgelerinin dışında yaşayanlara denir.
Füsûk : Taatten ayrılıp mâsiyet sayılan şeyleri yapmak.
Cidâl : Başkalarıyla tartışmak, hakaret ve kavga etmek. Her zaman yasak olan bu tür davranışlardan, ihramlı iken daha çok sakınmak gerekir.
Şavt : Hacerülesved’in bulunduğu köşeden veya hizasından başlayıp bir tur dönmeye, (Her bir devire “şavt” denir)
İfâda tavafı : Ziyaret tavafı
Metâf : Tavaf alanı
İstilâm : Hacerülesved’i selâmlamak demektir.
Lztıbâ : Ridânın yani ihramın vücudun belden yukarısını örten parçasının bir ucunu sağ kolun altından geçirip, sol omuz üzerine atarak sağ kolu ve omuzu ridânın dışında bırakmaktır.
Remel : Tavafta kısa adımlarla koşarak ve omuzları silkerek çalımlı ve çabuk yürümektir.
Aslî vâcipler : Diğer ibadetlerde olduğu gibi haccın vâcipleri de kendileri müstakil birer nüsük olan “aslî vâcipler”
Fer‘î vâcipler : Başka bir nüsüke bağlı olan “dolaylı (fer‘î) vâcipler”
Sa’y : Sa‘y sözlükte “koşmak, çaba göstermek” gibi anlamlara gelir. Hac ve umre ile ilgili bir terim olarak ise sa‘y, Kâbe’nin doğu tarafında bulunan Safâ ve Merve adlı iki tepe arasında, Safâ’dan başlanıp Merve’de tamamlanmak üzere yedi defa gidip gelmeyi ifade eder. Safâ’dan Merve’ye gidiş bir şavt ve Merve’den Safâ’ya dönüş bir şavt olur.
Mes‘â : Sa‘yin yapıldığı Safâ ile Merve arasındaki yaklaşık 350 metrelik mesafeye (sa‘y yeri) denir.
Hervele : Kısa adımlarla koşarak canlı ve çalımlı yürümek.
Remy-i cimâr : Şeytan taşlama.
Halk : Saçların dipten tıraş edilmesi.
Taksîr : Saçların uçlarından kesilip kısaltılması.
Tehallül : İhram yasaklarının kalkması.
Sader tavafı : Vedâ tavafı.
Kudüm Tavafı : (Mekke’ye geliş tavafı) Kudüm, “geliş ve varış” anlamındadır.
Eyyâm-ı nahr” ve “eyyâm-ı Mina” : Zilhiccenin 10, 11 ve 12. Günleri.
Tahsîb : Hac sonunda Mina’dan dönüşte, Mekke girişinde, Cennetü’l-muallâ civarında, Muhassab denilen vadide bir süre dinlenmek.
İfrad Haccı : Umresiz yapılan hac.
Temettu‘ Haccı : Temettu‘ “yararlanmak, istifade etmek” anlamına gelir. Aynı yılın hac aylarında umre için ayrı, hac için ayrı niyet ve ihram’a girilerek yapılan hac.
Kırân Haccı : Her ikisine birlikte niyet edilerek aynı yılın hac ayları içinde umre ve haccı bir ihramda birleştirmektir. Hac ve umre tek ihramla yapıldığı için “birleştirmeli hac” anlamında bu adı almıştır.
Hedy : Hac ve umre menâsikiyle ilgili olarak; Kâbe’ye ve Harem bölgesine hediye olmak üzere kesilen kurban
Udhiyye : Kurban bayramı dolayısıyla kesilen kurban
Dem : Koyun ve keçi cinsinden olan kurban
Bedene : Sığır ve deve cinsi kurban
Dem-i cübrân : Ceza kurbanı
Dem-i şükrân : Şükür kurbanı
Eyyâm-ı nahr : Kurban kesme günleri (Kurban bayramının ilk üç günü)
İhsâr : Hac veya umre yapmak üzere ihrama girdikten sonra, herhangi bir sebeple tavaf ve vakfe yapma imkânının ortadan kalkması demektir.
Fevât : Haccetmek üzere ihrama giren kişinin Arafat vakfesine yetişememesi, vakfe süresi içinde bir an olsun Arafat’ta bulunamamasıdır. (Fevt etmiş) haccı kaçırmış olur.
Kurban Terimleri(sözlük)
Kurban : Sözlükte “yaklaşmak, Allah’a yakınlık sağlamaya vesile olan şey” anlamına gelen kurban, dinî bir terim olarak, “ibadet maksadıyla belirli bir vakitte belirli şartları taşıyan hayvanı usulünce boğazlamak, ya da bu şekilde boğazlanan hayvan” demektir. Arapça’da bu şekilde kesilen hayvana udhiyye denilir.
İstiğnâ : Asgari zenginlik seviyesinin ne kadar süreceği belli olmayan bir ihtiyaçsızlık hali
Gınâ : Oturmuş istikrar bulmuş bir zenginlik hali
Nisâb-ı gınâ : Oturmuş zenginlik
Nisâb-ı istiğnâ : İhtiyaçsızlık durumu
Tasadduk : Sadaka vermek
Nezir kurbanı : Adak kurbanı
Tatavvu kurbanı : Nafile kurban
Aile Hayatı Terimleri(sözlük)
İn‘ikad : Evlilik akdinin kuruluş şartları
Ta‘likî : Evlilik akdini geciktirici şart
İnfisâhî : Evlilik akdini bozucu şart
Takyîdî :Evlilik akdini kayıtlandırıcı şart
Nefâz : Evlenmenin hükümlerinin işlerlik ve yürürlük kazanması için aranan şartlar.
Küfüv : Kocası kendisine denk
Hıyârü’l-bulûğ : Bulûğ muhayyerliği
Hürmet-i musâhere : Erkek veya Kadının birbirlerine şehvetle dokunmaları veya ön avret yerlerini çıplak görmeleri (mahremiyet)
Sefih :Aklı ermez, kapılgan, reşid olmayan, malını alabildiğine harcayan kimsedir.
Ma‘tûh : Bunak
Velâyet-i İcbâr : (Zorlayıcı Velâyet) Veliye velâyeti altında bulunan kimseyi rızâsını almaksızın evlendirme yetkisi veren velâyettir.
Velâyet-i İhtiyâr veya İstihbâb : (Zorlayıcı Olmayan Velâyet) Veliye velâyet altında bulunan kimseyi ancak onun rızâsıyla evlendirme yetkisi veren velâyettir.
Velâyet-i şirket : Bulûğa ermiş kızla velisi arasında mevcut olan müşterek velâyet
Zevi’l-erhâm :D iğer akrabalar
Kefâet : Denklik
Sıhrîyyet : Yakın derecede kısımlık
Mehri müsemma: Akit (Nikah) esnasında konuşulan mehirdir aynen konuşulanı ödemek vaciptir.
Mehri misil: Akit esnasında mehir hiç konuşulmazsa veya konuşulur ama on dirhem( 7 miskal) yani otuz gram altından az olursa bu kadının mehri babasının ailesinden olan kızların mehriyle aynı olur.
Mehr-i Muaccel: Evlilik anında peşin olarak ödenen mehir’e muaccel mehir denir
Mehr-i Müeccel: Ödenmesi sonraya bırakılan mehir’e müeccel mehir denir
Nâşize : Kadının nâşize olması evlilik hukukuna riayet etmemesi ve kocasının rızâsını almadan evini terk etmesi.
Ric‘î Talâk : Kocaya yeni bir nikâha ihtiyaç olmadan boşadığı karısına dönme imkânı veren boşama türüne dönülebilir boşama anlamında “ric‘î talâk” denir. Bir ric‘î talâktan bahsedebilmek için evliliğin zifafla fiilen başlamış bulunması gerekir.
Bâin Talâk : Kocaya boşadığı eşine ancak yeni bir nikâhla dönme imkânı veren boşanma şeklidir.
Bu boşama kocanın eşini üçüncü boşaması ise yeni bir nikâh da tarafların bir araya gelmesi için yeterli değildir; aralarında büyük ayrılık denilen beynûnet-i kübrâ meydana gelmiştir. Kadının daha önce belirtildiği üzere bir başkasıyla geçerli bir evlilik yapmadan ilk eşine dönmesi mümkün değildir.
Beynûnet-i kübrâ : Büyük ayrılık (karıkoca’nın boşanması).
Sünnî Talâk :İsminden de anlaşılacağı üzere Sünnî boşama Hz. Peygamber’in bu konuda getirdiği ölçü ve sınırlamalara riayet edilerek yapılan boşama şeklidir. Her şeyden önce Sünnî boşanmanın ric‘î talâk olması gerekmektedir. Burada evlilik birliğine geri dönüş kapısının kapatılmaması ve taraflara, daha doğrusu eşini tek taraflı irade beyanıyla boşayan kocaya yeni bir düşünme imkânı tanınmak istenmektedir. Ayrıca kadının temizlik süresi başladıktan sonra ancak onunla cinsî ilişkide bulunulmadan boşanması ve bu boşamanın bir boşama olması gerekmektedir. Bu da yine aynı hedefe, evlilik birliğini koruma hedefine yöneliktir.
Bid‘î Talâk : Bid‘at tabiri, Sünnet’in mukabili ve zıttı olarak da kullanılmakta olduğundan burada bid‘î talâk, Sünnet’e aykırı biçimde gerçekleştirilen boşamayı ifade etmektedir. Bu bakımdan genel olarak Sünnî olmayan her talâk bid‘î kabul edilir. Kişinin temizlik süresi dışında veya temizlik süresi içinde olmakla birlikte karısıyla cinsel ilişkide bulunduktan sonra veya aynı temizlik süresi içinde birden fazla boşama durumunda ortada Sünnet’e uygun olmayan yani bid‘î bir boşanma vardır.
Muhâlea : Tarafların anlaşarak boşanmaları
Maraz-ı mevt : Ölümcül hastalık
Liân : Karısının zina ettiğini veya çocuğunun zina mahsulü olduğunu iddia eden ve bu iddiasını gerektiği şekilde ispat edemeyen koca hâkim huzurunda hususi bir şekilde yeminleşir ve evlilik birliğine hâkim tarafından son verilir. Kur’an’da da ana hatlarıyla temas edilen bu prosedüre (en-Nûr 24/6-9) İslâm hukukunda liân denilir. Liân sonunda hâkim tarafların arasını tefrik eder.
Îlâ : Kocanın dört ay veya daha fazla karısına yaklaşmayacağına dair yemin etmesi veya bu içerikte bir nezirde bulunmasına îlâ denilir.
İddet : Boşanma, evliliğin feshi ve ölüm gibi bir sebeple evliliğin sona ermesi durumunda kadının yeni bir evlilik yapmadan önce beklemesi gereken süreye iddet denir.
Ölüm İddeti: Kocası ölen kadınların bekledikleri iddettir. Bunlar eğer hamile iseler iddetleri doğumla biter; isterse bu doğum kocanın ölümünden çok kısa bir süre sonra gerçekleşsin. Eğer hamile değillerse bu durumdaki kadınların beklemeleri gereken süre dört ay on gündür.
Hamile olmayan eş:
Ric‘î talâk iddeti beklerken koca ölürse boşanma iddetini terkederek ölüm iddeti beklemeye başlar.
Bâin talâk iddeti bekleyen kadın ise ölüm iddeti beklemez; başlamış olduğu boşanma iddetini tamamlar.
Haramlar ve Helâller Terimleri(sözlük)
Et‘ime: Yiyecekler
Zebâih: Hayvanların boğazlanması
Sayd: Avlanma
Udhiyye: Kurban
İsraf : İhtiyaç fazlası tüketim
Tebzîr : İhtiyaç olmayan yönde tüketim
Tayyibât : İyi ve temiz
Habâis : Pis ve iğrenç
Meyte : Kendiliğinden veya dinî usulde boğazlanmaksızın ölmüş hayvan
Zî nâb: Ağzının dört yanında uzun ve sivri dişleri olan hayvanlar (yırtıcı hayvanlar)
Zî mihleb: Pençesi ile avını parçalayan kuşlar (yırtıcı kuşlar)
Cellâle : Dışkı yiyen hayvan
ihtiyarî (hakikî) Usul : Eti yenen ehlî hayvanların boğazlanması normal şartlarda, hayvanın çenesi altından yemek ve nefes borusu ile kan taşıyan iki büyük damarının kesilmesi (zebh) veya develerde boğazla göğüsün birleştiği yere bıçak saplamak (nahr) suretiyle olur ve buna “ihtiyarî boğazlama” tabir edilir.
Iztırarî (hükmî) Usul : Vahşi hayvanların veya ehlî olduğu halde yakalanamayan veya yatırılıp boğazlanması mümkün olmayan hayvanın herhangi bir şekilde yaralanıp kanının akıtılması boğazlama yerine geçer.
Zebh : Hayvanın çenesi altından yemek ve nefes borusu ile kan taşıyan iki büyük damarının kesilmesi ile boğazlanmazı.
Nahr : Develerde boğazla göğüsün birleştiği yere bıçak saplamak suretiyle boğazlanması.
Mevkuze : Darbe ile öldürülmüş hayvan.
Meyâsir : Eyerlerin üzerine konan ipek örtü
Kassî : İpek ile nakışlanmış kumaş
Harîr : İpek
İstebrak : Kalın ipekli kumaş
Dîbâc : İpek olan kumaş
Veşm : Dövme (vücuda yapılan dövme)
Hilkat : Yaratıldığı hal ve şekil
Tebdil ve Tağyir : Allah’ın yarattığı şekil ve sureti bozma ve değiştirme
Ta’lîl : Gerekçelendirme
Melâhî : Çalgı aletleri
Lehve’l-hadîs : Sözlü eğlence
Halvet : Bir erkek ile bir kadının bir yerde baş başa kalmaları
Azil : Erkeğin spermini dışarı akıtması
Gurre : Cenine karşı bir cinayet işlenmesi halinde ödenmesi gereken ceza (tazminat).
Bid‘at-ı hasene : İyi ve yararlı uygulamalar.
Bid‘at-ı seyyie : Kötü ve zararlı uygulamalar.
İlm-i nücûm : Hem astronomiyi hem de astrolojiyi kapsayan bir terim
İtlâf : Başkasının malını hukuka aykırı biçimde tahrip etmek
İslâm Ahlâkı Terimleri(sözlük)
Ahlâk-ı hamîde, Ahlâk-ı hasene : İyi huy, iyi Ahlâk.
Ahlâk-ı zemîme, Ahlâk-ı seyyie : Kötü huy, kötü Ahlâk.
Rezîlet : Erdemsizlik
Nazarî : Teorik, kuramsal ahlâk
Amelî : Pratik, uygulamalı ahlâk
Bilmek” ve “Yapmak : Felsefenin kabul ettiği insanın iki temel yeteneği.
Hikmet-i nazariyye : “Neyi bilebiliriz? Bilgilerimizin değeri nedir?” soruları.
Hikmet-i ameliyye : “Neyi yapmalıyız? Eylemlerimizin değeri nedir ve ne olmalıdır?” soruları.
İslâm : “Teslim olma, kurtuluşa erme ve müsâleme” mânalarına gelir
Müsâleme : İslâm kelimesi ile aynı kökten gelmektedir “çatışma ve zıtlaşmayı ortadan kaldırarak uyuşmak, anlaşmak, birbirinden emin olmak, dostça münasebetler kurmak” manalarına gelir.
Cehalet : Amelî bilgisizlik, yani sefahat, serkeşlik.
Mürüvvet : Cahiliye döneminde geniş anlamıyla yiğitlik ve mertliğin en ileri düzeyi olarak algılanıyordu.
Summum bonum : Hayırların hayırı manasıda Romalıların kulladıkları bir tabirdir. “övülmeye değer her şey” demek olan bu kavramın dengidir.
Asabiyet : Kabile üyeleri arasında kayıtsız şartsız dayanışma yasasını ifade etmekte ve Arap’ın hayatına yön veren, ahlâkî zihniyet ve değerlerine hâkim olan Câhiliye ruhunu yansıtmaktdır.(ırkçılık)
Fahr ve Tefâhur : Kibir, gurur, soyluluk ve üstünlük yarışı.
Hablullah : Allah’ın dini
Vasat : Adalet
Vasat Ümmet : Adaletli ümmet
Ahrâr : Kendilerini (özgür, soylu) diye niteleyerek başka zümrelerden üstün gören mütegallibe(zorba).
Mütegallibe : Zorba, zorba takımı.
Temel : Çok önemli
Tâli : Az önemli
Takvâ : İnsanın, ibadet ve güzel işler yaparak kendisine acı verecek durumlardan korunması. Allah’ın buyruklarına uyup yasakladığı şeylerden titizlikle kaçınmayı ifade eder.
Fücûr : Bütün kötülükleri ifade eder. Takvâ’nın zıttıdır.
Hilim : Akıl ve kültürle kazanılan, insan ilişkilerinde sabırlı, hoşgörülü, bağışlayıcı, uzlaşmacı ve medenî davranışlar sergilemeyi sağlayan ahlâkî erdem.(hilim kelimesinin zıttı Cahillik)
Ahlâm : Hilim kelimesinin çoğulu
Halîm : Hilim sahibi
Teenni : Kararlılık, ağır başlılık.
Te’dib : Birini bir konuda bilgilendirme.
Edip : Bir şey hakkında bilgilendirilmiş kişi.
Ahlâk-ı hamîde : Güzel ahlâk
Ahlâk-ı zemîme : Kötü ahlâk
Ennefsü’l-levvâme : Vicdan duygusu insanı kötülük yapması halinde kınayan bir güç
Hevâ : İnsanın iyi ve kötü konusunda doğru seçim yapmasını ve akla uygun davranmasını önleyen nefsânî arzular.
Sıddîk : Doğruluk ve dürüstlük erdemine sahip olan kişi.
İstikamet : Allah’ın buyruğuna uygun şekilde doğru, dürüst ve temiz kalpli olma.
Ümmü’l-habâis : Bütün kötülüklerin anası.
Ensar : Kur’ân-ı Kerîm’de, (yardım severler) diye anılır.
Ülfet : Toplumsal barış, uzlaşma ve kaynaşma.
Müdârâ: İlişkilerin kötüye gitmesini önlemek maksadıyla, huzursuzluk çıkarıp zarar verecek insanlar karşısında durumu idare edip vaziyeti kurtarma.
Müdâhene : Gücü yettiği halde, haram işleyene mani olmamak, dalkavukluk yaparak, birinin gönlünü alırken, İslamiyet’in dışına çıkmak, günaha girmektir. Rezilet (erdemsizlik).
İfsad : Kur’ân-ı Kerîm’de genellikle bir ülke veya beldedeki huzursuzluk ve kargaşa ortamı kelimelerle ifade edilerek ifsadın kötülüğü vurgulanır.
Islah : Kur’ân-ı Kerîm’de genellikle barış ve güvenlik ortamı, faydası ve gerekliliği vurgulanır.
Sulh, Sâlih, Sâlihât : Kur’ân-ı Kerîm’de Barış anlamında kullanılmıştır.
Sâlihîn, Sâlihûn : Kur’ân-ı Kerîm’de iyilikle barış, iyi müslüman olmakla barışçı olmak anlamında kullanılmıştır.
Hukukullah : Allah hakları
Hukuku ibâd : Kul hakları
Hukuku âdemiyyîn : İnsan hakları
İhtikâr : Karaborsacılık. Malı stok ederek talebi artırmak suretiyle malın pahalanmasına sebep olmak ve fiyatlar yükselince malı satarak aşırı ve haksız kazanç elde etmek.
Tevessül : Arapça vesile kelimesinden gelmektedir. Vesile; derece yakınlık, şefaat, başkasına yaklaşmak için vasıta kılınan şey manalarına gelir.
Zarûrî (Zarûriyyât) : Din, akıl, can, mal ve nesil (ırz) dinî hükümlerin ana gayesini, fert ve toplumların varlıklarını koruyabilmesi için kaçınılmaz olan değerleri temsil eder.
Hâcî (Hâciyyât) : İnsanların yaşantılarını kolaylık içinde ve sıkıntıya düşmeden sürdürebilmek için muhtaç oldukları şeyler demektir.
Tahsînî (Tahsîniyyât veya Kemâliyyât): Üstün ahlâka, güzel âdetlere ve olgun insan olmanın gereklerine uygun düşen her türlü durum ve davranışı içine alır.
Muhteris: İhtiras sahibi, hırslı kişiler için kullanılır.
Îtidâl : Bir şeyin ayakta durmasını sağlayan dengeyi en güzel şekliyle muhâfaza etmektir.
İnfak : Allah’ın hoşnutluğunu kazanma amacıyla kişinin kendi servetinden harcamada bulunması, ihtiyaç sahiplerine aynî ve nakdî yardım etmesi
Ülü’l-emr : Kur’ân-ı Kerîm’de devlet adamları için “ülü’l-emr” (iş başında olanlar) ifadesi kullanılmıştır (en-Nisâ 4/59).
Fâcir : Kendisi günahlarla kirlenmiş kişi.
Emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker : İyiliği emredip kötülüğe karşı çıkma.
Üsve-i hasene: Güzel örnek.
24 Temmuz 2013 22:17
Medine-web
Cevap: diyanet ilmihali özetleri 1.ve 2. cild

Yirminci Bölüm
İslâm Ahlâkı


I. TANIMLAR ve GENEL BİLGİLER

A) Ahlâkın Tarifi ve Mahiyeti
Ahlâk terimi için İslâm ahlâkçılarınca yapılan tanımlar içinde en beğenileni ve en yaygın olanı İmam Gazzâlî’ye (ö. 505/1111) ait olanıdır. Gazzâlî’den önce, biraz daha eksik olarak İbn Sînâ (ö. 428/1037) ve İbn Miskeveyh (ö. 421/1030) gibi İslâm filozoflarında da görülen, fakat Gazzâlî tarafından geliştirilmiş ve ikmal edilmiş olan bu tanım şöyledir:

“Ahlâk, insan nefsinde yerleşen öyle bir melekedir ki (heyet) fiiller, hiçbir fikrî zorlama olmaksızın, düşünüp taşınmadan bu meleke sayesinde kolaylıkla ve rahatlıkla ortaya çıkar.”

Ahlâk, insanın işlediği fiil ve davranışlardan, yaygın ifadesiyle “amel”den ziyade, bu davranışların kaynağı ve âmili olan, onları meydana getiren mânevî kabiliyetler veya yatkınlıklar kompleksini (Gazzâlî’nin tabiri ile heyet) ifade eder. Buna göre ahlâkî fiiller, ahlâkın kendisi olmayıp onun bir sonucu ve dışa yansımasıdır. Bu nokta, özellikle ahlâk eğitimi bakımından önemlidir.

Ahlâk, sadece iyi huylar ve kabiliyetler mânasına gelmez. Kelimenin asıl mânası ile iyi ve kötü huyların hepsine birden ahlâk denir. Buna göre ahlâksız insan yoktur, iyi veya kötü ahlâklı insan vardır. İslâmî kaynaklarda iyi huylara ahlâk-ı hamîde, ahlâk-ı hasene, kötü huylara ise ahlâk-ı zemîme, ahlâk-ı seyyie gibi adlar verilmiştir.

Ahlâk insanı düşünüp taşınmaya, herhangi bir baskı ve zorlamaya gerek kalmaksızın, görevi olduğuna inandığı işleri rahatlıkla ve memnuniyetle yapmaya sevkeder. Böyle bir ahlâk formasyonuna sahip olmayan insanların nâdiren yaptıkları iyi işler, ahlâkî bir temele dayanmaktan ziyade, olsa olsa riya, korku, menfaat temini gibi ahlâkın onaylamadığı ve “rezîlet” (erdemsizlik) saydığı başka sebep ve maksatlarla alâkalıdır.

Ahlâklı olabilmek için görevleri rahatlıkla ve memnuniyetle yerine getirme zorunluluğu, ahlâkın gelişip güçlenmesinde alışkanlıkların ihmal edilemez bir önem taşıdığını göstermektedir. Bundan dolayı İslâm ahlâkçıları ahlâkî eğitime büyük önem vermişlerdir. Çünkü alışkanlıklar ancak eğitimle kazanılır. Burada “eğitim”den maksat, ahlâkın nazarî bilgilerini tahsil etmek yanında, kişinin çocukluktan itibaren iyi örneklerle yaşaması, iyilik yapmaya alıştırılması, bencil ve gayri meşrû arzu ve ihtiraslarına karşı koymak suretiyle kendi kendini eğitmesi, nefsini ıslah etmesidir. Bu ise bir irade eğitimidir.
__________________________________________________ _______________________________
Ahlâk-ı hamîde, Ahlâk-ı hasene : İyi huy, iyi Ahlâk.
Ahlâk-ı zemîme, Ahlâk-ı seyyie : Kötü huy, kötü Ahlâk.
Rezîlet : Erdemsizlik
__________________________________________________ ________________________________

B) Ahlâk İlmi
Ahlâk ilmi özellikle psikolojinin verilerinden yararlanır. Bu nedenle, ahlâk ilmini “ruhanî tıp ilmi” diye adlandıran Kindî, Ebû Bekir er-Râzî, Fârâbî, Gazzâlî gibi ahlâk bilgin ve düşünürleri, insanlar için ahlâk ilmini tıp ilminden daha yararlı ve değerli görmüşlerdir.

Dünyada kendi duygu, düşünce ve davranışları hakkında iyi veya kötü şeklinde değer hükümleri veren yegâne varlık insandır. Bu sebeple ahlâk ilmi, ahlâkî fâil olarak insanı ve onun akıl, irade, vicdan gibi ahlâkî kabiliyetleri ile öfke, şehvet vb. duygularını ve bunlardan doğan fazilet ve reziletleri ele alır; bunlardan ahlâkî hayat adına yararlı olanları geliştirmenin, zararlı olanları da ıslah etmenin yollarını araştırır ve gösterir. Bu noktada ahlâk ilmi özellikle psikolojinin verilerinden yararlanır. Nitekim gerek
Kur’ân-ı Kerîm’de ve Hz. Peygamber’in hadislerinde gerekse hemen bütün müslüman ahlâkçıların ve özellikle mutasavvıfların eserlerinde şayanı takdir psikolojik tahliller görülür.
__________________________________________________ ________________________________
Nazarî : Teorik, kuramsal ahlâk
Amelî : Pratik, uygulamalı ahlâk
__________________________________________________ ________________________________

C) Ahlâk Felsefesi
“Hikmet sevgisi” mânasına gelen felsefe tabiri, genel olarak “varlık ve olayların akıl ve düşünce yoluyla araştırılmasını gaye edinen disiplin”in adıdır. Özellikle Kindî’den (ö. 252/866) itibaren İslâm düşüncesine giren ve en az beş yüzyıl boyunca Ebû Bekir Zekeriyyâ er-Râzî, Fârâbî, İhvân-ı Safâ, Ebü’l-Hasan el-Âmirî, İbn Sînâ, İbn Rüşd, Şehâbeddin es-Sühreverdî, Nasîrüddîn-i Tûsî gibi şahsiyetler yetiştiren ve ürünler veren felsefenin önemli problemlerinden biri de ahlâk olmuştur.
__________________________________________________ ________________________

Bilmek” ve “Yapmak : Felsefenin kabul ettiği insanın iki temel yeteneği.
Hikmet-i nazariyye : “Neyi bilebiliriz? Bilgilerimizin değeri nedir?” soruları.
Hikmet-i ameliyye : “Neyi yapmalıyız? Eylemlerimizin değeri nedir ve ne olmalıdır?” soruları.
__________________________________________________ ________________________

D) İslâm Ahlâkı
“İslâm ahlâkı” sözünden ne kastedildiğini ifade etmeden önce “İslâm” tabirindeki ahlâkî mesaja işaret etmekte yarar vardır. İslâm, “teslim olma, kurtuluşa erme ve müsâleme” mânalarına gelir ve bu üç mânası ile ifade ettiği dinin üç temel hususiyetini anlatır. Bunlar içinde doğrudan ahlâkı ilgilendireni ise “müsâleme” anlamıdır.

İslâm ile aynı kökten olan müsâleme, “çatışma ve zıtlaşmayı ortadan kaldırarak uyuşmak, anlaşmak, birbirinden emin olmak, dostça münasebetler kurmak” demektir ve bu anlamıyla ileride ayrıntılı olarak incelenecek olan hilim kavramıyla aynı mânayı ifade eder. Buna göre İslâm’ı kabul eden kimse, cemiyetin diğer fertleri ile anlaşıp uyuşan, onlarla barış içinde yaşamak isteyen insandır. Nitekim, İslâm ile aynı kökten olan selâm kelimesi, Furkan sûresinin 63. âyetinde, İslâm’ın bir müsâleme (barış ve dostluk) dini olduğunu ifade edecek tarzda kullanılmıştır.

Hz. Peygamber’in bazı hadislerinde de cehalet, öfke ve serkeşliği ifade için kullanılmıştır (Buhârî, “Îmân”, 22; Müslim, “Tevbe”, 56). İşte bu anlamdaki Câhiliyet ahlâkını kaldırarak yerine iyi huyluluğu, dostluk ve barışı getiren dine, bu tesiri sebebiyle de İslâm denilmiştir.
__________________________________________________ _________________________
İslâm : “Teslim olma, kurtuluşa erme ve müsâleme” mânalarına gelir
Müsâleme : İslâm kelimesi ile aynı kökten gelmektedir “çatışma ve zıtlaşmayı ortadan kaldırarak uyuşmak, anlaşmak, birbirinden emin olmak, dostça münasebetler kurmak” manalarına gelir.
Cehalet : Amelî bilgisizlik, yani sefahat, serkeşlik.
__________________________________________________ _________________________

II. TARİH ve LİTERATÜR

A) Câhiliye Dönemi Ahlâkına Kısa Bir Bakış
İslâm öncesi Araplarının ahlâk zihniyeti hakkındaki en önemli kaynaklar Câhiliye şiiri, atasözleri (emsal) ve hitâbet örnekleriyle Kur’an, hadisler ve ilk döneme ait diğer İslâmî belgeler; Roma, Bizans, İran gibi yabancı kaynaklardır. Özellikle Câhiliye şiiri, atasözleri ve hitâbet örneklerinden edinilen bilgilere göre Câhiliye edebiyatında ahlâk ve bu kelimenin tekili olan hulk nâdiren kullanılmıştır. Kabileci Arap toplum yapısında hayatta kalma mücadelesi, aşiret insanının herhalde en temel meşguliyetiydi; bu da büyük ölçüde kabilenin insan ve mal gücü yanında mânevî gücüne ve saygınlığına bağlı bulunduğu için özellikle şeref, cesaret ve cömertlik Câhiliye ahlâkında bütün erdemlerin en üstünde yer alıyordu; bu erdemler de genellikle mürüvvet (mürûe) kavramıyla ifade ediliyordu. Bununla bağlantılı başka bir kavram da asabiyettir.

a) Mürüvvet, geniş anlamıyla yiğitlik ve mertliğin en ileri düzeyi olarak algılanıyordu. Kısaca “övülmeye değer her şey” demek olan bu kavramın Roma’daki “summum bonum” (hayırların hayırı) tabirinin dengi olduğu düşünülebilir. Câhiliye Arapları’nın anlayışında mürüvvet, başta hilim olmak üzere sabır, bağışlama, misafirperverlik, yoksullara yardım, iyi komşuluk, zayıfları koruma gibi erdemleri kapsamaktaydı. Ancak diğer birçok kavramda olduğu gibi mürüvvette de hayret verici bir anlam sapması olmuş; bu kavram, “kandan başka hiçbir şeyin gideremeyeceği azap verici bir susuzluk” ve “delilik diye anlatılabilecek bir şeref hastalığı” halini almıştı (bk. İzutsu, Kur’an’da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 101).

Câhiliye dönemi ahlâk zihniyetini içeren literatürde, mürüvvet gibi onunla az çok ilgisi bulunan hayır, mâruf, hak, şecaat, kerem, sehâ, cûd, vefâ vb. ahlâkî muhteva taşıyan kavramlar ve bunların zıtlarının kullanımı da oldukça yaygındı. Ancak bütün bu kavramlar ve terimler, yüksek ve evrensel bir ahlâk anlayışını ifade etmekten geniş ölçüde uzak olup dünyevî ve kabileci bir karakter taşımaktaydı.

b) Asabiyet, kısaca kabile üyeleri arasında kayıtsız şartsız dayanışma yasasını ifade etmekte ve Arap’ın hayatına yön veren, ahlâkî zihniyet ve değerlerine hâkim olan Câhiliye ruhunu yansıtmaktaydı.

Kişi ve kabile şerefi, dönemin ahlâk zihniyetini belirleyen etkenlerden biriydi. Bir kısmına yukarıda işaret edilen erdemlerin temel amacı da kişi ve kabile şerefini arttırmak, insanların hayranlık ve saygısını kazanmaktı. Bu dönemde iyilik için iyilik değil, onur kazanmak için iyilik anlayışı hâkimdi. Bu yüzden, çoğunlukla fahr ve tefâhur kelimeleriyle ifade edilen kibir, gurur, soyluluk ve üstünlük yarışı, -Kur’ân-ı Kerîm’de de eleştirici bir sûrede (Tekâsür sûresi) bildirildiği üzere- onlara zaman zaman kabirlere gidip mezar taşlarıyla övünmek gibi saçmalıklar bile yaptırırdı. Edebiyatın başlıca temalarından birinin “medih” ve “zem” olması da o dönem ahlâkının egoist karakterini yansıtması bakımından dikkat çekicidir. İşte asabiyet, Câhiliye ahlâkının, en geniş sınırı kabileyi aşmayan bu egoist karakterini ifade eder.
__________________________________________________ ___________________________
Mürüvvet : Cahiliye döneminde geniş anlamıyla yiğitlik ve mertliğin en ileri düzeyi olarak algılanıyordu.
Summum bonum : Hayırların hayırı manasıda Romalıların kulladıkları bir tabirdir. “övülmeye değer her şey” demek olan bu kavramın dengidir.
Asabiyet : Kabile üyeleri arasında kayıtsız şartsız dayanışma yasasını ifade etmekte ve Arap’ın hayatına yön veren, ahlâkî zihniyet ve değerlerine hâkim olan Câhiliye ruhunu yansıtmaktdır.(ırkçılık)
Fahr ve Tefâhur : Kibir, gurur, soyluluk ve üstünlük yarışı.
__________________________________________________ __________________________

Hürriyet bilinci veya duygusu da Câhiliye Arapları’nın başlıca özelliklerindendir. Bazı araştırmacılar, Câhiliye döneminde kabileyi aşan siyasî birlikler kurulamayışını, onlardaki bu hürriyet ruhuna bağlamışlardır. Ancak onlardaki bu, bencil ve ilkel bir hürriyet idi. İlkel hürriyetin en temel niteliği ise otorite tanımamaktır. Nitekim Câhiliye Arapları böyle bir otorite düzenini her zaman reddetmişlerdir.

Sonuç olarak Câhiliye döneminin bütün ahlâkî erdemlerinin arkasında kişinin veya kabilenin gururu (fahr), şeref (mecd) ve öfke (gazap, hamiyye) duygularını tatmin etme; asalet, cömertlik ve yiğitlikle şöhret kazanma, saygı görme, başka kabileler karşısında hem korku hem de hayranlık duygusu uyandırma arsuzu yatmaktaydı. Esasen bu dönemin, fert ve kabile gururu, kibir ve serkeşlik nitelikleri dolayısıyla câhiliye diye anıldığı, başka birçok delil yanında, Amr b. Külsûm’ün Muallaka’sından da açıkça anlaşılmaktadır:

“Sakın biri bize karşı bir câhillik yapmaya kalkışmasın!
Sonra biz câhillikte bütün câhillerden baskın çıkarız!”

B) Kur’an ve Sünnet’te Ahlâk
a) İslâm’ın Ahlâkta Meydana Getirdiği Zihniyet Değişikliği
İnsanın mânevî hayatını, bireysel ve sosyal davranışlarını gözetip kollayan bir Allah inancı; insanın kendisiyle hesaplaşmasını hedefleyen bir irade eğitimi; bütün insanlığa açık bir ümmet birliği ve kardeşlik ruhu; hak, adalet ve eşitlik gibi evrensel değerlere yöneliş.
__________________________________________________ _______________________
Hablullah : Allah’ın dini
Vasat : Adalet
Vasat Ümmet : Adaletli ümmet
Ahrâr : Kendilerini (özgür, soylu) diye niteleyerek başka zümrelerden üstün gören mütegallibe(zorba).
Mütegallibe : Zorba, zorba takımı.
__________________________________________________ _______________________

b) Kur’an ve Sünnet’te Temel Ahlâk Kavramları
Bu başlığın bazı güçlükler taşıdığını belirtmek gerekir. Güçlüklerden biri, Kur’an ve hadislerdeki hangi kavramların tam olarak ahlâk kavramı olduğunun tesbitidir. Meselâ amel-i sâlih tabiri böyledir. Çünkü “hayırlı, iyi, uygun veya yararlı iş, faaliyet” anlamına gelen bu deyim, bu nitelikleri taşıyan hukuk, ibadet, ahlâk ve siyasetle ilgili bütün olumlu faaliyetleri kapsar. Hatta Peygamberimiz, her şeyden önce “gönülden teslim olma” anlamına gelen İslâm’ı ve “kuşkusuz bir şekilde inanma” anlamına gelen imanı dahi amel diye isimlendirmiştir (Buhârî, “Tevhîd”, 47).
__________________________________________________ _______________________
Temel : Çok önemli
Tâli : Az önemli
__________________________________________________ _______________________

1. Takvâ
Takvâ kelimesi sözlüklerde “İnsanın, ibadet ve güzel işler yaparak kendisine acı verecek durumlardan korunması” şeklinde tarif edilir. Seyyid Şerîf el-Cürcânî, et-Ta‘rîfât isimli terimler sözlüğünde (bk. “Takvâ” md.) takvânın “Allah’a itaat ederek O’nun vereceği cezalardan korunmak; insanın kendisini,
yaptığı veya yapmadığı şeyler yüzünden müstahak olacağı ukubattan yine Allah’a itaat ederek koruması” anlamına geldiğini belirtir. Aynı âlimin kaydettiği diğer bazı tariflere göre takvâ, “Kulun mâsivâdan sakınmasıdır; dinin edep ve erkanına saygılı olmaktır; insanı Allah’tan uzaklaştıran her şeyden uzak durmaktır; nefsânî hazları terketmek, yasaklardan uzak durmaktır; gönlünde Allah’tan başka hiçbir şey görmemendir; kendini hiçbir kimseden daha iyi diye düşünmemendir; Allah’tan başka her şeyi terketmektir; sözde ve davranışta Hz. Peygamber’e uymaktır.”

Takvânın anlamı konusundaki ilginç örneklerden biri de onun “hayâ” ile ilişkisini gösteren A‘râf sûresinin 26. âyetidir. Burada “takvâ elbisesi” deyimi kullanılarak dolaylı bir üslûpla takvâ, günah duygularını örtüp kapatan, bastıran ve böylece günah işlemeyi önleyen bir koruyucu, ruhu bezeyen
bir erdem şeklinde takdim edilmektedir. Yani elbise bedeni kapattığı, koruduğu ve süslediği gibi takvâ da hem ruhumuzun kötü duygularını örter hem de ruhumuzu süsler. Böyle olunca takvâ sahibi kişinin kaba, haşin, haksız, isyankâr, şehvet düşkünü, aç gözlü, edepsiz, hayâsız olması düşünülemez. Takvânın aynı zamanda bir kibarlık erdemi olduğunu gösteren âyetler de vardır (meselâ bk. el-Bakara 2/189; el-Hucurât 49/1).

a) Takvâ, itikadî konularda yanlış ve bâtıl inançlara kapılmaktan, amelî ve ahlâkî konularda eksik, kusurlu, kötü, zararlı ve haksız davranışlardan, İslâm dininde esasları belirlenmiş olan hayat tarzına uymayan bir yaşayıştan sakınmak, uzak durmaktır.

b) Takvâ, bütün faaliyetlerde, ödevlerin yerine getirilmesinde, her türlü kötülüklerin terkedilmesinde öncelikle Allah’tan ittika etmektir; yani Allah korkusunu, O’na karşı saygılı olmayı ön plana çıkararak bu saygıyı bütün davranışların ve hayatın temeli yapmaktır. Buna göre takvâ bütün ahlâkî erdemlerin temelidir ve insan ona sahip olduğu oranda diğer erdemlere desahip olur.
__________________________________________________ ______________________
Takvâ : İnsanın, ibadet ve güzel işler yaparak kendisine acı verecek durumlardan korunması. Allah’ın buyruklarına uyup yasakladığı şeylerden titizlikle kaçınmayı ifade eder.
Fücûr : Bütün kötülükleri ifade eder. Takvâ’nın zıttıdır.
__________________________________________________ ______________________

2. Hilim
Hilim terimi, “akıl ve kültürle kazanılan, insan ilişkilerinde sabırlı, hoşgörülü, bağışlayıcı, uzlaşmacı ve medenî davranışlar sergilemeyi sağlayan ahlâkî erdem” şeklinde tanımlanabilir.

Bazı kaynaklarda hilim kavramı, sefeh ve cehl kavramlarının zıddı olarak gösterilmektedir. Bu iki kelime zulüm, serkeşlik, saldırganlık, barbarlık gibi Câhiliye dönemindeki hâkim ahlâkî zihniyetin karakteristik yapısını oluşturan duygu ve davranışları ifade etmektedir. Nitekim meşhur Câhiliye şairi Amr b. Külsûm’ün Muallaka’sında geçen, “Hele biri kalkıp da bize karşı câhillik etmeye görsün, o zaman biz câhillikte bütün câhillerden baskın çıkarız” anlamındaki beyit, câhiliye kelimesinin o kültürdeki anlamına işaret eden en çarpıcı örneklerdendir.

Kur’ân-ı Kerîm’de hilim kelimesi bir âyette çoğul (ahlâm) olarak geçmekte, burada “Onlara bunu hilimleri (ahlâm) mi emrediyor, yoksa onlar azgın bir topluluk mudur?” (et-Tûr 52/32) denilmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de hilim kelimesi bir âyette çoğul (ahlâm) olarak geçmekte, burada “Onlara bunu hilimleri (ahlâm) mi emrediyor, yoksa onlar azgın bir topluluk mudur?” (et-Tûr 52/32) denilmektedir. Bütün tefsirlerde bu âyetteki ahlâm akıl kelimesiyle açıklanır. Bunun dışında, “hilim sahibi” anlamında “halîm” Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri olarak mağfiret (bağışlama), ilim gibi kavramlarla birlikte on bir âyette tekrar edilmiştir.

Ünlü ahlâk bilgini İbnü’l-Mukaffa‘, hilmin bu gücüne şu sözlerle işaret eder: “Sakın sana iftira atana öfke ve intikam duygusuyla karşılık verme! Hilim ve vakar içinde mâkul karşılık ver. Hiç şüphen olmasın ki üstünlük ve kuvvet daima yumuşak (halîm) olanındır (el-Edebü’l-kebîr, s. 45-46).

“Müslümanın başlıca alâmetleri şunlardır: Dininde güçlü, kararlı ve yumuşak, imanı sağlam, bilgili ve halîm, zeki ve merhametli, hem haklı hem bağışlayıcı, hem zengin hem tutumlu, hasta olduğunda tahammüllü, güçlü ve iyilik sever, arkadaşlık ve dostluğun sıkıntılarına katlanır, zorluklara sabreder, öfkesine mağlûp olmaz, gurur ve kibire kapılmaz, ihtiraslarına yenilmez; midesi yüzünden şerefsizlik yapmaz; hırsı yüzünden küçülmez; basit hedeflerle yetinmez; mazluma yardım eder, zayıfa acır, cimrilik yapmaz, israf etmez; kendisine kötülük edeni bağışlar; cahili hoşgörür; nefsi sıkıntıda olsa da herkes kendisinden yararlanır.”
__________________________________________________ ________________________
Hilim : Akıl ve kültürle kazanılan, insan ilişkilerinde sabırlı, hoşgörülü, bağışlayıcı, uzlaşmacı ve medenî davranışlar sergilemeyi sağlayan ahlâkî erdem.(hilim kelimesinin zıttı Cahillik)
Ahlâm : Hilim kelimesinin çoğulu
Halîm : Hilim sahibi
Teenni : Kararlılık, ağır başlılık.
__________________________________________________ ________________________

C) İslâm Ahlâkının Bir Bilim Dalı Olarak Ortaya Çıkışı
a) İlk Gelişmeler ve Örnek Eserler
Daha çok hadisçi ve fakihler tarafından yapılan bu yöndeki ahlâk çalışmalarının ilk örnekleri arasında Abdullah b. Mübârek’in (ö. 181/707) Kitâbü’z-Zühd ve’r-rekåik’ı, Ahmed b. Hanbel’in (ö. 241/855) ez-Zühd’ü, Buhârî’nin (ö. 256/877) el-Edebü’l-müfred’i zikredilebilir. Ayrıca, başta Kütüb- i Sitte olmak üzere hemen bütün hadis mecmualarında “Kitâbü’l-Edeb”, “Kitâbü’l-Birr”, “Kitâbü Hüsni’l-hulk” gibi başlıklar altında özellikle ahlâk hadislerini ihtiva eden bölümler bulunur. İslâm kültür tarihi boyunca devam eden “kırk hadis” külliyatının başta gelen konuları da ahlâkla ilgili olanlardır. Furû-i fıkıh türünden eserlerde amelî ahlâk, tefsir ilmine ait “ahkâmü’l- Kur’ân” türündeki eserlerde de nazarî veya amelî ahlâkla ilgili konulara yer verildiğine işaret etmek gerekir.

Râgıb elİsfahânî’nin ez-Zerî‘a ilâ mekârimi’ş-şerî‘a isimli ahlâk kitabının önemini ifade etmek için Gazzâlî’nin, tasavvufun dışında kalan ahlâk konularında bu eseri birinci kaynak olarak kullandığını belirtmek yeterli olacaktır. Aynı gelenek içinde seçkin bir yere sahip olan ve yazıldığı dönemden bu yüzyılın başına kadar Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) İhyâ’ından sonra en çok okunan ahlâk kitabı olma özelliği taşıyan Mâverdî’nin (ö. 450/1058) Edebü’ddünyâ ve’d-dîn adlı kitabı, tarih boyunca müslümanların ahlâkî kimlik ve kişiliğinin oluşmasında en başta rol oynamış eserler arasında yer alır.

b) Edep Kavramı ve Edebî-Ahlâkî Mahiyette Telifler
İslâm ahlâk kültüründe ahlâka yakın anlamda en çok kullanılan kelimelerden biri olan edep kavramı genellikle “bir toplumda örf, âdet ve kural halini almış iyi tutum ve davranışlar veya bunları kazandıran bilgiler” şeklinde tarif edilir. Edep teriminin “sünnet” kavramıyla ilişkili olduğu da ileri sürülür (Nallino, La Litterature arabe, s. 12-14). Câhiliye dönemiyle İslâm’ın başlangıcında edep ve aynı kökten başka kelimelerin -seyrek olarak- “davet, incelik, kibarlık, beğenme, alışkanlık, âdet” gibi daha çok din dışı anlamlarda ve bir ölçüde ahlâkî bir kavram olarak kullanıldığı görülmektedir.

__________________________________________________ ______________________
Te’dib : Birini bir konuda bilgilendirme.
Edip : Bir şey hakkında bilgilendirilmiş kişi.
__________________________________________________ _______________________

III. İSLÂM’IN BELLİ BAŞLI AHLÂK PROBLEMLERİNE BAKIŞI

A) Ahlâkî Özgürlük
Özgürlük ahlâk düşüncesinin en temel problemi sayılabilir. Çünkü ahlâk insana iyiliği yapma kötülüğü terketme yönünde ödevler yükler ve bunlardan sorumlu tutar. Bunun gerçekleşebilmesi için insanın hem iyiliği isteme (irade) veya seçme (ihtiyar) özgürlüğüne hem de yapma özgürlüğüne ya da imkânına (istitâat) sahip olması gerekir.

Ne var ki, Asr-ı saâdet’ten sonra konu ile ilgili tartışmalar yeniden başladı. Bu tartışmalar zamanla Cebriyye, Mu‘tezile ve Ehl-i sünnet (Eş‘ariyye ve Mâtürîdiyye) diye anılan başlıca üç görüş ve mezhebin doğmasına yol açtı.

Cebriyye :İnsanın, Allah’ın kudret ve iradesi karşısında tam bir cebir altında bulunduğunu ve asla özgür olmadığını savunuyor.

Mu’tezile : Kulların, kendi fiillerinin meydana getiricisi, yapıcısı ve yaratıcısı olduklarını, çünkü insanın irade sahibi hür bir varlık olduğunu ileri sürüyor.

Ehl-i sünnet ve’l-cemâat : Resûlullah ile sahâbe-i kirâmın akaid sahasında tuttukları yolu izleyenler mânasına ge len “Ehl-i sünnet ve’l-cemâat” önderleri ise hem Allah’ın kazâ-kaderi ile küllî iradesini, hem de kulun sınırlı iradesini (irâde-i cüz’iyye) ispat etmeye çalışmak suretiyle ihtiyatlı bir yol izliyordu.
Netice itibariyle, Gazzâlî’nin de belirttiği gibi “Ehl-i sünnet mezhebi, Cebriyye ile Kaderiyye (kaderi inkâr edenler) arasında orta bir yol tuttu: Onlar, ne insanlarda (sonradan “cüz’î irade” denecek olan) ihtiyârı büsbütün yok saymışlar, ne de Allah’ın kazâ ve kaderini inkâr etmişlerdir. Aksine, kulların fiillerinin bir yönden kullardan, bir yönden de Allah’tan olduğunu, fiillerin ortaya çıkışında kulun seçme imkânının bulunduğunu ifade etmişlerdir.”

B) Ahlâkın Kaynağı
Din dışı ahlâk teorilerinde ahlâkın yahut ahlâkî ödevlerin kaynağının akıl, vicdan veya toplum olduğu yönünde çeşitli görüşler ileri sürülmüş, ciddi tartışmalar yapılmıştır. İslâm dini de gerek birey gerekse toplum olarak insana ve onun akıl, vicdan gibi mânevî kapasitelerine büyük değer vermiştir.

C) Ahlâkın Gayesi
Din dışı ahlâk görüşleri ahlâk için genellikle dünyevî gayelerden söz etmişler ve bedensel haz, ruhsal haz, kişisel veya toplumsal yarar yahut mutluluk gibi farklı gayeler göstermişler; ünlü Alman filozofu Kant ise bütün bu görüşleri reddederek, ahlâkın kendi dışında, diğer bir deyişle iyi veya ödevden başka bir amacının olamayacağını savunmuştur.

Kur’an ve Sünnet’te ise güzel ahlâkı (ahlâk-ı hamîde) oluşturan erdemlerin bu dünyada fert ve toplum hayatına kazandırdığı maddî ve mânevî faydalar, kötü ahlâkı (ahlâk-ı zemîme) oluşturan erdemsizliklerin doğurduğu zararlar üzerinde durulmuştur.
__________________________________________________ ________________________
Ahlâk-ı hamîde : Güzel ahlâk
Ahlâk-ı zemîme : Kötü ahlâk
Ennefsü’l-levvâme : Vicdan duygusu insanı kötülük yapması halinde kınayan bir güç
__________________________________________________ _______________________

Hikmet
“Bütün özel bilgi alanlarını kuşatan doğru, yararlı, kapsamlı ve derin bilgi; ilâhî gerçekleri, özellikle Kur’an’ın yüksek anlamını kavramaktan doğan bilgi; İslâm dininin ilkelerine inanmak ve bunlara uygun yaşamakla gerçekleşen üstün hayat tarzı, Hz. Peygamber’in müslümanlar için doğru bilgi ve erdemli yaşayış kaynağı olma değeri taşıyan sünneti” gibi anlamlarda kullanılan hikmet kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de, “çok hayır” diye nitelenir; on bir âyette “kitap” ile birlikte kullanılarak hikmetin, “ilâhî kitaplar” veya “bu kitaplarda vahyedilen derin bilgiler” anlamı taşıdığına işaret edilir.

Hikmet, insanı öteki canlılardan ayıran düşünme veya bilme gücünün meyvesidir. Bu sebeple İslâm kültüründe düşünür karşılığında “hakîm” kelimesi kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de ve diğer İslâmî kaynaklarda ilim, mârifet veya irfan, fikir (fikr), tefkir, tefekkür, tedebbür, taakkul, nazar, re’y, zikir,
itibar gibi çok çeşitli kelimelerle insan için düşünme faaliyetinin önemi vurgulanmış; insanın ancak bu şekildeki düşünce zenginliği ile insanlık değerini koruyup geliştireceğine işaret edilmiştir.

İffet
“İnsanın arzularını, tutkularını aklının ve inancının kontrolünde tutarak, Allah ve insanlar nezdinde kendisini küçük düşürecek davranışlardan sakınmasını sağlayan bir erdem” anlamındaki iffet kavramının Kur’ân-ı Kerîm’de, “haya, vakar, kişinin kendi şahsiyet ve onurunu koruması” şeklinde yorumlanabilecek bir konumda kullanıldığı görülmektedir (el-Bakara 2/273). Diğer bazı âyetlerde ise “insanın, kendisine ait olmayan bir mala el uzatmaması” (en-Nisâ 4/6), “edepli ve hayalı olması” (en-Nûr 24/33, 60) anlamında kullanılmıştır. Hz. Peygamber de iffetli müslümanlardan övgüyle söz etmiştir (meselâ bk. Buhârî, “Tefsîr”, 9; “Ahkâm”, 16).


__________________________________________________ _______________________
Hevâ : İnsanın iyi ve kötü konusunda doğru seçim yapmasını ve akla uygun davranmasını önleyen nefsânî arzular.
__________________________________________________ _______________________
Doğruluk ve Dürüstlük
İslâmî kaynaklarda doğruluk ve dürüstlük çok çeşitli kelimelerle ifade edilmekte olup bunların başında sıdk ve istikamet kavramları gelir.
__________________________________________________ _______________________
Sıddîk : Doğruluk ve dürüstlük erdemine sahip olan kişi.
İstikamet : Allah’ın buyruğuna uygun şekilde doğru, dürüst ve temiz kalpli olma.
Ümmü’l-habâis : Bütün kötülüklerin anası.
__________________________________________________ ______________________

Tevazu
Tevazu, “insanlara karşı alçak gönüllü olma, kibirlenip böbürlenmekten sakınma” anlamına gelen bir ahlâk terimidir. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın iyi kullarından söz eden bir âyette en başta tevazu erdemine işaret edilerek, “Onlar yeryüzünde tevazu içinde yürürler” (el-Furkan 25/63) buyurulmuştur.

B) Ailede Ahlâkî Görevler
Ailenin Önemi
Diğer canlılardan farklı olarak insanlar tarih boyunca cinsel ihtiyaçlarını, bilinçli ve amaçlı olarak kurdukları aile düzeni ve disiplini içinde karşılayagelmişlerdir. Nisâ sûresinin ilk âyetinde de işaret buyurulduğu üzere bu kurumun başta gelen amacı, sağlıklı nesiller yetiştirmek suretiyle insan soyunun devamına katkıda bulunmaktır. Hz. Peygamber de bu hususa vurgu yapmıştır (İbn Mâce, “Nikâh”, 1).
__________________________________________________ ________________________
Ensar : Kur’ân-ı Kerîm’de, (yardım severler) diye anılır.
__________________________________________________ ______________________________

Toplumsal Barış ve Uzlaşma
İslâmî kaynaklarda toplumsal barış, uzlaşma ve kaynaşmayı ifade eden kavramlar arasında en yaygın kullanılanı ülfet kelimesidir. Özellikle Câhiliye kabileciliği ve asabiyet duygusunun tahribatıyla büyük bir parçalanma ve nefret döneminden sonra İslâm toplumu için barış, uzlaşma ve kaynaşma özel bir önem kazanmış; âyet ve hadislerde gerek ülfet ve bundan türetilmiş kelimelerle, gerekse aynı veya yakın anlamlarda kullanılan sulh, ıslah gibi başka kelimelerle müslümanlar arasında barış ve kardeşliğe dayalı güçlü bağlar kurulması amaçlanmıştır.
__________________________________________________ ________________________
Ülfet : Toplumsal barış, uzlaşma ve kaynaşma.
__________________________________________________ ________________________

Tokalaşma : Kaynaklarda genellikle musâfaha kelimesiyle ifade edilen tokalaşma Hz. Peygamber’in sünnetinde de yer alan İslâmî bir muaşeret kuralıdır. Bu kelimenin kökü olan “safh” kelimesinin âyetlerde “hoşgörülü ve affedici olma” anlamlarında geçtiğini dikkate alarak (meselâ bk. el-Bakara 2/109; el-Hicr 15/85; ez-Zuhruf 43/79), tokalaşmanın da bir kimsenin, elini sıktığı insana karşı hoşgörüsünü, affediciliğini ve sevgisini simgeleyen bir davranış olarak değerlendirmek gerekmektedir.

Müdârâ: “İlişkilerin kötüye gitmesini önlemek maksadıyla, huzursuzluk çıkarıp zarar verecek insanlar karşısında durumu idare edip vaziyeti kurtarma” anlamına gelen ahlâkî bir erdem olan müdârâ, Hz. Peygam ber’in toplumsal barışı gerçekleştirmek ve bazı zorbaların zararlarını önlemek üzere başvurduğu bir sünnetidir. Müdârânın çığırından çıkarılarak riyakârlık noktasına götürülmesine ise İslâm ahlâkında müdâhene denmiş ve bunun bir rezilet (erdemsizlik) olduğu bildirilmiştir.





__________________________________________________ ________________________
Müdârâ: İlişkilerin kötüye gitmesini önlemek maksadıyla, huzursuzluk çıkarıp zarar verecek insanlar karşısında durumu idare edip vaziyeti kurtarma.
Müdâhene : Gücü yettiği halde, haram işleyene mani olmamak, dalkavuklukyaparak, birinin gönlünü alırken, İslamiyet’in dışına çıkmak, günaha girmektir. Rezilet (erdemsizlik).
İfsad : Kur’ân-ı Kerîm’de genellikle bir ülke veya beldedeki huzursuzluk ve kargaşa ortamı kelimelerle ifade edilerek ifsadın kötülüğü vurgulanır.
Islah : Kur’ân-ı Kerîm’de genellikle barış ve güvenlik ortamı, faydası ve gerekliliği vurgulanır.
Sulh, Sâlih, Sâlihât : Kur’ân-ı Kerîm’deBarış anlamında kullanılmıştır.
Sâlihîn, Sâlihûn : Kur’ân-ı Kerîm’de iyilikle barış, iyi müslüman olmakla barışçı olmak anlamında kullanılmıştır.
Hukukullah : Allah hakları
Hukuku ibâd : Kul hakları
Hukuku âdemiyyîn : İnsan hakları
__________________________________________________ ________________________

D) İş ve Ticaretle İlgili Görev ve Sorumluluklar
a) Çalışma, Üretim ve Kazanmanın Önemi
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın geceyi istirahat, gündüzü de geçim temini için yarattığı (el-Kasas 28/73), kural olarak insan için çalışıp çabalamaktan başka bir kazanç ve başarı yolu olmadığı (en-Necm 53/39) belirtilmiştir. A‘râf sûresinde (7/32) dünya nimetleri için “Allah’ın ziyneti” ve “güzel rızıklar” denilmiş; Cum‘a sûresinde de (62/9) müslümanlara, yeryüzüne dağılarak bu güzel rızıklardan kazanıp yararlanmaları öğütlenmiştir. “Hiçbir kimse elinin emeğiyle kazandığından daha hayırlı bir lokma yememiştir” (Buhârî, “Büyû‘”, 15) buyuran İslâm Peygamber’i, dağdan odun toplama olsa bile, bir iş tutmanın başkalarına el avuç açmaktan daha iyi olduğunu söylemiştir (Buhârî, “Zekât”, 50).
__________________________________________________ ________________________
İhtikâr : Karaborsacılık. Malı stok ederek talebi artırmak suretiyle malın pahalanmasına sebep olmak ve fiyatlar yükselince malı satarak aşırı ve haksız kazanç elde etmek.
Tevessül : Arapça vesile kelimesinden gelmektedir. Vesile; derece yakınlık, şefaat, başkasına yaklaşmak için vasıta kılınan şey manalarına gelir.
__________________________________________________ ________________________

c) Harcama ve Tüketimle İlgili Görevler
Her ekonomik sistem gibi İslâmiyet de mal sahibinin, kendi malını yönetmek
ve kullanmak hususunda bazı hukukî ve ahlâkî kayıtlar getirmiş
olup bunların başlıcaları şöylece sıralanabilir:

1. Toplumun zararına tüketim ve harcamalarda bulunmamak.
2. Lüks ve ihtişam için harcama yapmamak.

İktisatçıların tüketim maddelerini bu şekilde üçlü ayırımı, İslâmî literatürde değer ve yararların zarûrî, hâcî ve tahsînî şeklinde üçe ayrılmasını hatırlatmaktadır.

Zarûrî (Zarûriyyât) : Din, akıl, can, mal ve nesil (ırz) dinî hükümlerin ana gayesini, fert ve toplumların varlıklarını koruyabilmesi için kaçınılmaz olan değerleri temsil eder.

Hâcî (Hâciyyât) : İnsanların yaşantılarını kolaylık içinde ve sıkıntıya düşmeden sürdürebilmek için muhtaç oldukları şeyler demektir.

Tahsînî (Tahsîniyyât veya Kemâliyyât): Üstün ahlâka, güzel âdetlere ve olgun insan olmanın gereklerine uygun düşen her türlü durum ve davranışı içine alır.

Yukarıda sözü edilen üçlü ayırımdaki, “rahatlık ve kolaylık sağlayıcı maddeler” İslâm bilginlerinin adlandırmasıyla hâciyyât ve tahsîniyyât gruplarında yer alan harcamalardır. Dinde lüks ve israf haram kılındığı için, bu tür harcamalar İslâm bilginlerinin bu gruplandırmasında yer almaz.
3. İsraf etmemek.
4. İnfak ve cömertlik yapmak.

İnfak : İnfak kelimesi nafaka ile aynı köktendir ve en geniş mânası ile “muhtaç durumda olanların nafakalarını temin etmek” anlamına gelir. Sözlükte "bitirmek, yok etmek; yoksul düşmek; malı veya parayı elden çıkarmak" anlamlarına gelen infâk, dinî bir terim olarak, Allah'ın hoşnutluğunu kazanma amacıyla kişinin kendi servetinden harcamada bulunması, ihtiyaç sahiplerine aynî ve nakdî yardım etmesi demektir. Bu yönüyle infâk, hem farz olan zekatı hem de gönüllü olarak yapılan her çeşit hayrı içerir.
__________________________________________________ ________________________
Zarûrî (Zarûriyyât) : Din, akıl, can, mal ve nesil (ırz) dinî hükümlerin ana gayesini, fert ve toplumların varlıklarını koruyabilmesi için kaçınılmaz olan değerleri temsil eder.
Hâcî (Hâciyyât) : İnsanların yaşantılarını kolaylık içinde ve sıkıntıya düşmeden sürdürebilmek için muhtaç oldukları şeyler demektir.
Tahsînî (Tahsîniyyât veya Kemâliyyât): Üstün ahlâka, güzel âdetlere ve olgun insan olmanın gereklerine uygun düşen her türlü durum ve davranışı içine alır.
Muhteris: İhtiras sahibi, hırslı kişiler için kullanılır.
Îtidâl : Bir şeyin ayakta durmasını sağlayan dengeyi en güzel şekliyle muhâfaza etmektir.
İnfak : Allah'ın hoşnutluğunu kazanma amacıyla kişinin kendi servetinden harcamada bulunması, ihtiyaç sahiplerine aynî ve nakdî yardım etmesi
__________________________________________________ ________________________

E) Siyasetle İlgili Görev ve Sorumluluklar

a) İslâm Düşüncesinde Siyasetin Önemi
İslâm dininin en belirgin ve temel niteliklerinden biri hem dünya hem âhiret dini oluşudur. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber Medine’ye hicret eder etmez, yalnız dar anlamda bir din önderi değil, aynı zamanda siyasî bir lider olarak davranmış; din faaliyetleri yanında toplumsal ve siyasî işlerin düzenlenmesi ve yönlendirilmesi işini de üzerine almış; Medine’deki Müslüman olan ve olmayan bütün unsurların benimsediği bir anayasal belge hazırlayarak dinin öngördüğü ilke ve hedeflerle uyumlu bir siyasî yapı oluşturmaya başlamıştır.

Siyaset mesleğinin zaman zaman bazı toplumlarda ahlâk ilkelerinin dışına saptırılarak değer aşınmasına uğratılmasını ârızî bir durum olarak değerlendirmek gerekir. Nitekim bizzat Hz. Peygamber ve ashabının önde gelenleri olan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin de birer siyasî lider oldukları göz önüne alındığında İslâm’da siyasetin ne kadar yüce bir meslek ve uğraşı olduğu açıkça ortaya çıkar. Bu durumu dikkate alan İslâm bilgin ve düşünürleri, genellikle siyasete hem toplumsal faaliyet hem de bir bilim dalı olarak büyük bir önem vermişler ve onu mesleklerin en şereflisi saymışlardır.

1. Önce siyaset doğal ve toplumsal zorunluluğun bir sonucudur.
2. Siyaset, dinî hayatın sağlıklı yürütülmesi için de gereklidir.



b) Yöneticinin Bazı Nitelikleri ve Görevleri

1. Ehliyet ve Liyakat
Buhârî, “İlim”, 13; “İmâre”, 170) buyurmuştur. Bu hadiste “iş” anlamına gelen emr kelimesi, öncelikle devlet işi yani idarî ve siyasî görev olarak düşünülmüştür. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de devlet adamları için “ülü’l-emr” (iş başında olanlar) ifadesi kullanılmıştır (en-Nisâ 4/59). Yukarıdaki hadis, siyasette ehliyetin önemini açık bir şekilde göstermektedir. Bu sebeple İslâm bilginleri, eserlerinde siyasî ve idarî görevlere getirilecek kişilerde aranması gereken niteliklere geniş yer vermişlerdir.
__________________________________________________ ________________________
Ülü’l-emr : Kur’ân-ı Kerîm’de devlet adamları için “ülü’l-emr” (iş başında olanlar) ifadesi kullanılmıştır (en-Nisâ 4/59).
__________________________________________________ _______________________

2. Adalet ve Dürüstlük
Sa’d sûresinin 26-28. âyetlerinden çıkan sonuca göre müttaki (takvâ sahibi) bir yönetici, yönetimini adalet ve hakkaniyet ölçülerine göre sürdürür; hüküm ve kararlarında keyfî arzularına uyup Allah’ın tayin ettiği ölçülerden sapmaz. Takvâ sahibi yönetici inançlı kişidir ve kendisi için olduğu gibi halkı için de en iyi, en yararlı olan işleri yapar. Fâcir (kendisi günahlarla kirlenmiş) yönetici ise kötü arzularına uyup Allah yolundan sapmıştır; o, yönetimiyle ülkeyi bozup tahrip eder.

Fârâbî’nin ifadesiyle, “Toplum sevgiyle kaynaşır, adaletle yaşar.”
__________________________________________________ _______________________
Fâcir : Kendisi günahlarla kirlenmiş kişi.
__________________________________________________ _______________________

c) Yönetilenlerin Görev ve Sorumlulukları

1. Siyasî Otoriteye Saygı
İslâm dini, bütün toplumsal kurumlarda olduğu gibi en geniş toplumsal kurum olan devlette de nizam fikrine ve uyuma önem verir. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah’a, Peygamber’e ve içinizden çıkan yöneticilere itaat ediniz” (en-Nisâ 4/59) buyurulmuştur. Hz. Peygamber de, “Kendi işlerinizi yürütenlere (devlet adamlarına) itaat edin, rabbinizin cennetine girin” (Tirmizî, “Cum‘a”, 81) anlamındaki hadisiyle bu itaatin değerine işaret etmiştir. Ehl-i sünnet anlayışına göre devlet başkanı günahkâr da (fâsık) olsa ona itaat etmek gerekir. Bir Ehl-i sünnet bilgini olan Gazzâlî, “Zalim de olsalar
devlet adamlarına hakaret etmek doğru değildir” der ve buna gerekçe olarak Amr b. Âs’ın, “Ehliyetsiz olsa bile bir hükümdarın varlığı, anarşinin sürüp gitmesinden daha hayırlıdır” sözünü hatırlatır (İhyâ, IV, 85).

İmam Mâverdî : el-Ahkâmü’s-sultâniyye, Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn

2. Toplumun Haksız Yönetime Karşı Tavır Alması
Hz. Peygamber’in yukarıda işaret edilen uyarılarını da dikkate alan İslâm bilginleri, devlet ve siyaset adamlarını adalet ve hakkaniyete çağırmayı, buna imkân bulanların önemli görevleri arasında göstermişler; bunu İslâm’da büyük yeri olan emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker (iyiliği emredip kötülüğe karşı çıkma) ilkesinin bir gereği olarak görmüşler ve bu görevi kendileri de yerine getirmişler; hatta bu konuda “Nasîhatü’l-mülûk, edebü’lmülûk, âdâbü’l-vüzerâ, pendnâme, nasîhatnâme” gibi isimler altında kitaplar yazmışlar, zaman zaman devlet adamlarına uyarı mektupları göndermişler dir. Bu aktif uyarı görevi öncelikle ilim adamlarına düşer. Bunun yanında İslâm bilginleri, eserlerinde halka da meşruiyet zemininde haksızlıklara karşı koymayı öğütlemişlerdir. İslâmî literatürde “emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’lmünker” konusu işlenirken devlet ve siyaset adamlarının haksız ve adaletsiz uygulamalarına engel olma konusuna da geniş yer verildiği görülür. Daha çok yapıcı ve barışçı bir karşı koyuş olarak nitelenebilecek bu faaliyetler, haksızlık yapan devlet ve siyaset adamlarını -yeni haksızlıklara ve karışıklıklara meydan vermeyecek biçimde- yazılı ve sözlü olarak uyarmak, protesto etmek, onlarla ilgi kurmamak, onları ziyaret etmemek, hediyelerini kabul etmemek, onlardan maaş almamak, iktidarlarının son bulması için dua etmek gibi yolların izlenmesi şeklinde açıklanmıştır.
__________________________________________________ ________________________
Emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker : İyiliği emredip kötülüğe karşı çıkma.
__________________________________________________ ________________________

V. Hz. PEYGAMBER’İN ÖRNEK AHLÂKI ve ŞAHSİYETİ
Kuşkusuz hem ferdî hem de sosyal bakımdan İslâm’ın ideal ve örnek insanı Hz. Muhammed’dir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm Resûlullah’ın hayat ve şahsiyetini müslümanlar için örnek olarak göstermiş (el-Ahzâb 33/21); bu sebeple ashâb-ı kirâm onun hayatını titizlikle izlemişler; bu hayatı hem bizzat kendi yaşayışlarına örnek almışlar hem de sonraki nesillere büyük bir gayret ve itina ile nakletmişlerdir. Onun ahlâkı ve şahsiyeti hakkında en önemli kaynak Kur’ân-ı Kerîm’dir. Çünkü, Hz. Âişe’nin belirttiği gibi (Müslim, “Müsâfirîn”, 139) “Onun ahlâkı Kur’an’dır.” Hadis külliyatıyla siyer, şemâil ve hilye kitapları Hz. Peygamber’in hayatını, bedenî özelliklerini ve ahlâkî kişiliğini anlatan hadis ve haberleri ihtiva eder.

Resûlullah bir defasında kendisini şöyle tanıtmıştı: “Rabbimin katında benim on ismim var:
Ben Muhammed’im; Ahmed’im;
Ben Mâhî’yim, yani Allah benim vasıtamla inkârcılığı mahvedecektir;
Ben Hâşir’im, yani Allah kullarını benim izimde toplayacaktır;
Ben Rahmet Peygamber’iyim, tövbe Peygamber’iyim, kahramanlık Peygamber’iyim.
Ben Mukaffî’yim, yani bütün insanları Allah yoluna yöneltirim. Nihayet ben (insanlığı) kemale erdirenim” (Müslim, “Fezâil”, 126).

Bazı sahâbîler, ebedî kurtuluşlarını kazanabilmek için geceleri hep namaz kılacaklarını, gündüzleri oruç tutacaklarını, evlenmeyeceklerini, evli olanlar eşlerine yaklaşmayacaklarını söylemişlerdi. Hz. Peygamber bu gelişmeyi duyunca onları şu sözlerle uyardı: “Sizin şöyle şöyle söylediğinizi duyuyorum. Bakın, yemin ederim ki ben, Allah’a hepinizden daha çok saygılıyım. Bununla birlikte oruç tuttuğum günler de olur, tutmadığım günler de. Namaz da kılarım, uyku da uyurum. Kadınlarla da evlenirim... Kim benim sünnetimden (yolumdan) yüz çevirirse benden yüz çevirmiş olur” (Buhârî, “Nikâh”, 1). “Dünyada zühd içinde olmak, helâli haram saymak değildir” (Tirmizî, “Zühd”, 29).

En mükemmel insanın hayatında bile iyilik-kötülük mücadelesinin bittiği bir son nokta yoktur. O sebepledir ki, kendisine “Yaşlandınız, yâ Resûlellah!” denildiğinde o, “Beni Hûd ve Şûrâ sûreleri yaşlandırdı” (Tirmizî, “Tefsîr”, 56, 6) buyurmuşlardır. Çünkü her iki sûrede de, “Sana buyurulduğu gibi dosdoğru ol!” (Hûd 11/112; eşŞûrâ 42/15) denilmektedir.

Hz. Muhammed, Allah tarafından ebedî risâletle görevlendirilmiş olmak bakımından en büyük şeref ve imtiyaza mazhar olmuştur. Bunun yanında o hem bir insan ve kul olarak hem de kendi deyimiyle “ahlâkî güzellikleri tamamlamak için gönderilmiş” bir rehber olarak bütün ömrünü erdemli yaşamaya
adamış olmak bakımından da en seçkin insandır ve bu yüzden “üsve-i hasene” (güzel örnek)dir.

Onun en yüksek ve örnek faziletlerinden biri de kendisini kanunlar üstü görmemesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de defalarca ona, kendisine vahyedilene uyması emredilmiştir. Zümer sûresinin 12. âyetinde ona verilen bir tâlimat olan, “Ben müslümanların ilki olmakla emrolundum” şeklindeki ifade, onun ahlâk ve fazilette de öncü ve örnek olmasını gerektirir. Bu sebepledir ki, Kur’ân-ı Kerîm’deki pek çok emir ve yasak doğrudan ona hitap eder.

Kur’ân-ı Kerîm’in birkaç âyetinde Hz. Peygamber, bazı küçük yanılgıları sebebiyle ikaz edilmiştir. Bu âyetler onun bir ilâh gibi kabul edilmemesi gerektiğini göstermesi bakımından önemlidir. Fakat, bundan daha önemlisi şudur ki, Resûlullah bu âyetleri, en küçük bir komplekse kapılmadan, açık yüreklilikle halka okumuş, duyurmuş; dahası namazlarda okunmasına izin vermiştir. Tarihte kendisini eleştiren sözleri okumayı ibadet sayacak kadar ahlâkta ve fazilette yücelmiş olan bir başka şahsiyet yoktur. İşte bundan dolayı o, insanlığa örnek, âlemlere rahmettir.

Endülüslü ünlü âlim İbn Hazm (ö. 456/1064), her cümlesi bir hikmet değeri taşıyan el-Ahlâk ve’s-siyer adlı ahlâk kitabında şöyle der: “Âhiret iyiliğini, dünya bilgeliğini, düzgün yaşayışı, bütün ahlâk güzelliklerini, bütün faziletleri kazanmak isteyen kişi, Hz. Muhammed’i örnek alsın” (s. 19-20). Çünkü “Resûlullah bütün hayırlarda en ileridedir. Allah onun ahlâkını övmüş, faziletleri en mükemmel şekliyle onda toplamış ve onu her türlü kusurlardan arındırmıştır” (s. 50).
__________________________________________________ ________________________
Üsve-i hasene: Güzel örnek.
__________________________________________________ ________________________



YAZARLAR VE ESERLERİ
Abdullah b. Mübârek: Kitâbü’z-Zühd ve’r-rekåik
Ahmed b. Hanbel: ez-Zühd
Buhârî: el-Edebü’l-müfred
İbn Hibbân el-Büstî: Ravzatü’l-ukalâ’ ve nüzhetü’lfuzalâ
İbn Hazm: el-Ahlâk ve’s-siyer fî müdâvâti’n-nüfûs
Ebû Nasr et-Tabersî: Mekârimü’l-ahlâk
Râgıb elİsfahânî: ez-Zerî‘a ilâ mekârimi’ş-şerî
Mâverdî: Edebü’ddünyâ ve’d-dîn
Gazzâlî: İhyâü ulûmi’d-dîn


İslâm Ahlâkı Terimleri(sözlük)

Ahlâk-ı hamîde, Ahlâk-ı hasene : İyi huy, iyi Ahlâk.
Ahlâk-ı zemîme, Ahlâk-ı seyyie : Kötü huy, kötü Ahlâk.
Rezîlet : Erdemsizlik
Nazarî : Teorik, kuramsal ahlâk
Amelî : Pratik, uygulamalı ahlâk
Bilmek” ve “Yapmak : Felsefenin kabul ettiği insanın iki temel yeteneği.
Hikmet-i nazariyye : “Neyi bilebiliriz? Bilgilerimizin değeri nedir?” soruları.
Hikmet-i ameliyye : “Neyi yapmalıyız? Eylemlerimizin değeri nedir ve ne olmalıdır?” soruları.
İslâm : “Teslim olma, kurtuluşa erme ve müsâleme” mânalarına gelir
Müsâleme : İslâm kelimesi ile aynı kökten gelmektedir “çatışma ve zıtlaşmayı ortadan kaldırarak uyuşmak, anlaşmak, birbirinden emin olmak, dostça münasebetler kurmak” manalarına gelir.
Cehalet : Amelî bilgisizlik, yani sefahat, serkeşlik.
Mürüvvet : Cahiliye döneminde geniş anlamıyla yiğitlik ve mertliğin en ileri düzeyi olarak algılanıyordu.
Summum bonum : Hayırların hayırı manasıda Romalıların kulladıkları bir tabirdir. “övülmeye değer her şey” demek olan bu kavramın dengidir.
Asabiyet : Kabile üyeleri arasında kayıtsız şartsız dayanışma yasasını ifade etmekte ve Arap’ın hayatına yön veren, ahlâkî zihniyet ve değerlerine hâkim olan Câhiliye ruhunu yansıtmaktdır.(ırkçılık)
Fahr ve Tefâhur : Kibir, gurur, soyluluk ve üstünlük yarışı.
Hablullah : Allah’ın dini
Vasat : Adalet
Vasat Ümmet : Adaletli ümmet
Ahrâr : Kendilerini (özgür, soylu) diye niteleyerek başka zümrelerden üstün gören mütegallibe(zorba).
Mütegallibe : Zorba, zorba takımı.
Temel : Çok önemli
Tâli : Az önemli
Takvâ : İnsanın, ibadet ve güzel işler yaparak kendisine acı verecek durumlardan korunması. Allah’ın buyruklarına uyup yasakladığı şeylerden titizlikle kaçınmayı ifade eder.
Fücûr : Bütün kötülükleri ifade eder. Takvâ’nın zıttıdır.
Hilim : Akıl ve kültürle kazanılan, insan ilişkilerinde sabırlı, hoşgörülü, bağışlayıcı, uzlaşmacı ve medenî davranışlar sergilemeyi sağlayan ahlâkî erdem.(hilim kelimesinin zıttı Cahillik)
Ahlâm : Hilim kelimesinin çoğulu
Halîm : Hilim sahibi
Teenni : Kararlılık, ağır başlılık.
Te’dib : Birini bir konuda bilgilendirme.
Edip : Bir şey hakkında bilgilendirilmiş kişi.
Ahlâk-ı hamîde : Güzel ahlâk
Ahlâk-ı zemîme : Kötü ahlâk
Ennefsü’l-levvâme : Vicdan duygusu insanı kötülük yapması halinde kınayan bir güç
Hevâ : İnsanın iyi ve kötü konusunda doğru seçim yapmasını ve akla uygun davranmasını önleyen nefsânî arzular.
Sıddîk : Doğruluk ve dürüstlük erdemine sahip olan kişi.
İstikamet : Allah’ın buyruğuna uygun şekilde doğru, dürüst ve temiz kalpli olma.
Ümmü’l-habâis : Bütün kötülüklerin anası.
Ensar : Kur’ân-ı Kerîm’de, (yardım severler) diye anılır.
Ülfet : Toplumsal barış, uzlaşma ve kaynaşma.
Müdârâ: İlişkilerin kötüye gitmesini önlemek maksadıyla, huzursuzluk çıkarıp zarar verecek insanlar karşısında durumu idare edip vaziyeti kurtarma.
Müdâhene : Gücü yettiği halde, haram işleyene mani olmamak, dalkavukluk yaparak, birinin gönlünü alırken, İslamiyet’in dışına çıkmak, günaha girmektir. Rezilet (erdemsizlik).
İfsad : Kur’ân-ı Kerîm’de genellikle bir ülke veya beldedeki huzursuzluk ve kargaşa ortamı kelimelerle ifade edilerek ifsadın kötülüğü vurgulanır.
Islah : Kur’ân-ı Kerîm’de genellikle barış ve güvenlik ortamı, faydası ve gerekliliği vurgulanır.
Sulh, Sâlih, Sâlihât : Kur’ân-ı Kerîm’de Barış anlamında kullanılmıştır.
Sâlihîn, Sâlihûn : Kur’ân-ı Kerîm’de iyilikle barış, iyi müslüman olmakla barışçı olmak anlamında kullanılmıştır.
Hukukullah : Allah hakları
Hukuku ibâd : Kul hakları
Hukuku âdemiyyîn : İnsan hakları
İhtikâr : Karaborsacılık. Malı stok ederek talebi artırmak suretiyle malın pahalanmasına sebep olmak ve fiyatlar yükselince malı satarak aşırı ve haksız kazanç elde etmek.
Tevessül : Arapça vesile kelimesinden gelmektedir. Vesile; derece yakınlık, şefaat, başkasına yaklaşmak için vasıta kılınan şey manalarına gelir.
Zarûrî (Zarûriyyât) : Din, akıl, can, mal ve nesil (ırz) dinî hükümlerin ana gayesini, fert ve toplumların varlıklarını koruyabilmesi için kaçınılmaz olan değerleri temsil eder.
Hâcî (Hâciyyât) : İnsanların yaşantılarını kolaylık içinde ve sıkıntıya düşmeden sürdürebilmek için muhtaç oldukları şeyler demektir.
Tahsînî (Tahsîniyyât veya Kemâliyyât): Üstün ahlâka, güzel âdetlere ve olgun insan olmanın gereklerine uygun düşen her türlü durum ve davranışı içine alır.
Muhteris: İhtiras sahibi, hırslı kişiler için kullanılır.
Îtidâl : Bir şeyin ayakta durmasını sağlayan dengeyi en güzel şekliyle muhâfaza etmektir.
İnfak : Allah'ın hoşnutluğunu kazanma amacıyla kişinin kendi servetinden harcamada bulunması, ihtiyaç sahiplerine aynî ve nakdî yardım etmesi
Ülü’l-emr : Kur’ân-ı Kerîm’de devlet adamları için “ülü’l-emr” (iş başında olanlar) ifadesi kullanılmıştır (en-Nisâ 4/59).
Fâcir : Kendisi günahlarla kirlenmiş kişi.
Emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker : İyiliği emredip kötülüğe karşı çıkma.
Üsve-i hasene: Güzel örnek.

24 Temmuz 2013 22:16
Medine-web
Cevap: diyanet ilmihali özetleri 1.ve 2. cild

Onaltıncı Bölüm
Siyasal Hayat

I. HIRİSTİYAN BATI’DA DİN ve SİYASET
a) Teokrasi
Yunanca theos (tanrı) ve kratein (hâkimiyet), iktidar kelimelerinden oluşan teokrasi, siyasal iktidarın Tanrı’dan kaynaklandığı ve bu iktidarın Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi veya bir grup tarafından kullanıldığı inanışına dayanan toplumsal düzen olarak tanımlanmaktadır.

İlkçağ devletlerinde dinî liderlikle siyasî liderlik bir kişinin şahsında birleşmiştir. Siyasal iktidarın başında bulunan şef, aynı zamanda bir din adamı, hatta kimi toplumlarda görüldüğü gibi kral bir tanrıdır.

b) Bizantinizm
Din ve devlet ilişkilerinde ortaya çıkan ikinci temel tip, siyasal otoritenin dinî otoritenin önüne geçmesi ve onu himayesine almasıdır. Buna Bizantinizm, Gallikanizm veya Sezaropapizm (Sezarpapacılık) denilir.

Sezaropapizm terimi, özellikle Constantinus’un hıristiyan imparatorluğu ve kutsal imparatorluğu için kullanılır.

c) Laiklik
Yunanca’da, “kendilerini Tanrı’ya adamış rahipler (ruhban sınıfı) dışında kalan geniş halk yığınları”nı ifade için kullanılan “laikos” tabiri Latince’ye “laicus” şeklinde geçmiştir. Türkçemizde kullanılan “laik” kelimesi, Latince “laicus” kelimesinin Fransızca’ya intikal etmiş biçimi olan “laïque” kelimesinden alınmıştır.

“Kendilerini Tanrı’ya adamış rahipler”i ifade için ise Yunanca’da “kleros” tabiri kullanılmıştır.

Eski Yunan toplumunda sıradan halk kesimini ifade eden laik kavramı, hıristiyan Batı dünyasının toplum yapısında kilise örgütünde görevli olmayan halk kesimi için kullanılmıştır. Ortaçağ Avrupası’nda Katolik toplumlar laiklerden ve ruhban sınıfından oluşuyordu.

En genel anlamı ile “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olarak ifade edilen laiklik, çeşitli açılardan farklı şekillerde tanımlanmaktadır.


C) Yönetim Biçimleri
Yönetim (hükümet) biçimleri öteden beri en genel şekliyle, oligarşi ve demokrasi olmak üzere iki ana gruba ayrılmaktadır.
__________________________________________________ ________________________
Oligarşi :Azınlığın hükümeti
Demokrasi :Halkın veya halk çoğunluğunun hükümeti
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------




II. MÜSLÜMAN DOĞU’DA DİN ve SİYASET
A) Kur’an ve Sünnet
İslâm dininin temel kitabı Kur’ân-ı Kerîm’de birbirinden açıkça ayrılmamış bir şekilde yer alan hüküm ve davranış kuralları İslâm bilginleri tarafından çeşitli ayırımlara tâbi tutulmuştur. En genel ayırım, âyetlerin muhtevasına ilişkin olarak yapılan “taabbüdî içerikli”, “aklî içerikli” âyetler şeklindeki ayırımdır.

B) Tarihsel Tecrübe
a) Hz. Peygamber’in Siyasî Liderliği
Hz. Peygamber aslî görevi olan tebliğ ve bunun doğal uzantısı olan tebyin yani Allah’tan aldığı mesajı insanlara ulaştırma ve bu mesaja ilişkin gerekli açıklama ve uygulamaları yapma dışında, konjonktürel olarak Medine’de, içerisinde müslümanlar yanında yahudi ve putperestlerin de bulunduğu bir topluluğun lideri olmuştur.

Medine dönemi dikkate alındığında, Hz. Peygamber’in, hem yasama hem de yönetme yetkisini kendisinde topladığı ve aynı anda hem hukukî hem de siyasal otorite olduğu görülür. Fakat Hz. Muhammed’in Medine toplumuna lider oluşunun dinin bir gereği olmaktan çok konjonktüre bağlı siyasal bir liderlik olduğu kanaati ağırlıklıdır. Gerek Resûlullah’ın gerekse onun ölümünden sonra müslüman toplumların siyasetle ilgilenmesini doğal bir gelişme olarak değerlendirmek daha uygundur.

A) Din ve Vicdan Hürriyeti
En yaygın tanımına göre din ve vicdan hürriyeti, kişilerin istedikleri dini serbestçe seçmeleri, seçtikleri dinin kurallarını hiçbir müdahale ve kısıntıya mâruz kalmadan uygulamaları, bu konuda eğitim alma, eğitme, başkalarına anlatma ve telkin etme, bunu sağlayacak ölçüde sivil örgütlenme haklarını ifade eder.


24 Temmuz 2013 22:15
Medine-web
Cevap: diyanet ilmihali özetleri 1.ve 2. cild

Onbeşinci Bölüm
Aile Hayatı

Nişanlanma
Nişanın bozulması durumunda karşılıklı verilen hediyelerin ve mehire mahsuben yapılan ödemelerin âkıbeti İslâm hukuku bakımından önem kazanmaktadır. Mehir evlenme ile hak kazanılan bir mal olduğundan nişanın bozulması halinde mehire mahsuben verilen mal veya para mevcutsa aynen, harcanmış veya şekil değiştirmiş veyahut telef olmuşsa bedel olarak geri verilmelidir.

Hanefî mezhebine göre :Evlilik öncesinde verilen hediyeler hibe hükümlerine tâbidir; aynen duruyorsa geri verilir, harcanmış veya esaslı ölçüde şekil değiştirmişse iade mecburiyeti yoktur.

Mâlikîler’e göre :Eğer nişanı bozan erkek tarafı ise nişanlısına verdiği hediyeleri geri alamaz. Nişan kız tarafından bozulmuşsa erkek verdiği hediyeleri her durumda geri alma hakkına sahiptir. Hediyelerin harcanmış olması, bir şekilde elden çıkmış bulunması bedel olarak tazmin edilmesini engellemez. Çünkü Mâlikîler bu tür hediyeleri mutlak olarak yapılan bir bağış değil, evlenme şartıyla yapılmış şartlı bir hibe olarak kabul ederler. Evliliğin gerçekleşmemesi durumunda şart gerçekleşmediği için hibenin geri verilmesini benimserler.

4. Evliliğin Şartsız Olması
Burada evliliğin şartsız olmasından maksat evlilik akdinde geciktirici (ta‘likî) veya bozucu (infisâhî) bir şartın mevcut olmamasıdır. Dolayısıyla “Anne-babamın razı olması şartıyla seninle evleniyorum” gibi bir ta‘likî şartın, veya “Velim razı olmazsa bozulması şartıyla evliliği kabul ediyorum” gibi bir bozucu şartın evlilik akdine dahil edilmesi mümkün değildir. Bu şartlarla gerçekleşen evlilikler geçerli olarak yapılmış sayılmazlar.

Her iki mezhep hukukçuları arasında en fazla tartışma konusu olan nokta evlenen kadının kocasının tek eşli olmasını şart koşmasının mümkün olup olmadığıdır.

Hanefî hukukçuları :Bu şartın geçerli olmadığını, Allah’ın verdiği bir iznin bu şartla ortadan kaldırmış sayılamayacağını ileri sürmektedirler.

Hanbelî hukukçuları :Bu şartın mümkün ve kocayı bağlayıcı olduğunu, çünkü bu şartın geçerli olmadığını ortaya koyan bir nassın mevcut bulunmadığını ve bu şartın kadına yarar sağladığını söylemektedirler.

Osmanlı Hukuk-ı Âile Kararnâmesi bu konuda Hanbelî mezhebinin görüşünü kabul etmiş ve bu tür bir şartı geçerli kabul etmiştir (md. 38). Koca bu şarta rağmen ikinci defa evlenirse kadın kocasının tek evli kalma şartına riayet etmemesi sebebiyle kendi evliliğini feshettirme konusunda bir seçim hakkına sahiptir. Dilerse mahkemeye başvurur ve evliliğini feshettirir.
__________________________________________________ _______________________
İn‘ikad : Evlilik akdinin kuruluş şartları
Ta‘likî : Evlilik akdini geciktirici şart
İnfisâhî : Evlilik akdini bozucu şart
Takyîdî : Kayıtlandırıcı şart
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------




Şahitler
Sıhhat şartlarından en önemlisi evlenmenin şahitler huzurunda yapılmasıdır. Hz. Peygamber’in, “İki şahit olmadan nikâh câiz olmaz” (Buhârî, “Şehâdât”, 8) hadisi evlilikteki en önemli şekil şartını getirmektedir.

Üç mezhebe göre : Şahitlerin nikâh anında hazır olmasını şart koşarlar.

Mâlikîler :Şahitlerin mutlaka nikâh anında hazır olmasını gerekli görmezler; nikâhın aleniyete dökülmesi düğün yapılması ve böylece etrafa duyurulması suretiyle de olabilir.

Mâlikî, Şâfîi, Hambelî’ler :Şahitlerin ikisinin de erkek olmasını şart koşarlar.

Hanefîler :Bakara sûresinin 282. âyetini yorumlayarak nikâhta da bir erkek ve iki kadının şahitliğini yeterli kabul ederler.

Din İşleri Yüksek Kurulu 17/10/2002 tarihli kararı ile kadının şahitliğinin erkeğin şahitliğine denk olduğu yönünde görüş beyan etmiştir. Bu itibarla nikah akdinde sadece iki kadının şahitliği de geçerlidir. Öte yandan şahitlerin müslüman ve aile hukuku bakımından tam ehliyetli olması, yani temyiz gücüne sahip ve ergen (bâliğ) olması da ayrıca gerekmektedir.

İkrahın Olmaması
İkrâh
Zorlamak, bir kimseyi istemediği ve çirkin gördüğü bir işi yapmaya mecbur tutmak. Bir İslâm hukuku terimi olarak; bir kimsenin başkasına yaptığı, ondaki rızayı kaldıran veya ehliyetini yok etmediği halde, onun ihtiyarını (seçme hürriyeti) bozan, yahut da şer'î yükümlülüğü kaldıran korkutma hâlini ifade eder.

d) Yürürlük Şartları
Evlenmenin hükümlerinin işlerlik ve yürürlük (nefâz) kazanması için aranan şartlardır.

Hürmet-i musahere :Evlenmekle meydana gelen haramlıktır.Yani buradaki hürmet kelimesi, haramlık demektir. Musahere, evlenmekle meydana gelen hısımlık demektir. Buna sıhriyet de denir.

Karşı cinse, unutarak ve yanılarak da olsa, şehvetle dokunmakla veya şehvetle ön avret yerine çıplak olarak bakmakla hâsıl olan duruma, hürmet-i müsahere denir. Bir erkek, bir kadının herhangi bir yerine şehvetle dokununca, o kadının neseble veya sütle olan anası ve kızlarıyla, o erkeğin evlenmesi haram olur. Şehvetle dokunan kadınsa, o erkeğin neseble veya sütle olan babası ve oğullarıyla, o kadının evlenmesi haram olur. Kadın için, oğlu, damadı, babası ve kayınpederi; erkek için ise, kızı, gelini, annesi ve kayınvalidesi dışında, başka biriyle hürmet-i müsahere olmasının nikâha zararı olmaz.

Mesela, bir erkek, kayınvalidesinin elini öperken şehvetlense, hürmet-i müsahere vaki olur. Hanımı kendisine ebedi haram olur. Bir gelin de kayınpederinin elini öperken veya başka şekilde dokununca şehvet hasıl olursa yine hürmet-i müsahere hasıl olur. Yani bu kadına kocası ebedi haram olur. Bir baba ile kızı veya torunu yahut bir anne ile oğlu veya torunu arasında hürmet-i müsahere olursa, karı-koca birbirine ebedi haram olur. (Bezzâziyye)

Şafii mezhebinde hürmet-i müsahere yoktur. Evli hanefiler arasında hürmet-i müsahere olursa, sadece nikah ve talakta Şafii mezhebine göre nikahlarını tazelemeleri gerekir. Böyle bir ihtiyaç halinde başka bir mezhebi taklit caiz ve gerekir. (Hadika)



__________________________________________________ _______________________
Nefâz : Evlenmenin hükümlerinin işlerlik ve yürürlük kazanması için aranan şartlar.
Küfüv : Kocası kendisine denk
Hıyârü’l-bulûğ : Bulûğ muhayyerliği
Hürmet-i musâhere : Erkek veya Kadının birbirlerine şehvetle dokunmaları veya ön avret yerlerini çıplak görmeleri (mahremiyet)
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

E) Evlenme Ehliyeti
Hanefîler’e göre :Aile hukukunda tam ehliyetli olmak için akıllı ve bâliğ olmak yani temyiz gücüne sahip olarak ergenlik çağına ulaşmak yeterlidir.

Bu mezhebe göre kadın olsun erkek olsun bu iki şartı kendisinde toplamış bulunan her şahıs başka bir kimseden izin almaksızın evlenme sözleşmesi yapabilirler. Bu kimselere tam ehliyetli denir.

Hanefîler’e göre evlenme ehliyetine sahip olmak için rüşd şart değildir.

Mâlikîler’e, Şâfiîler’e ve Hanbelîler’e göre :Tam evlenme ehliyetine sahip olmak için rüşd de şarttır; buna göre sefih aile hukuku bakımından tam ehliyetli değildir.

Mâlikîler’e göre :Velisinin izin veya icâzetiyle evlenebilir
Diğer iki mezhep :Bunu da kabul etmez. Onlara göre sefihi ancak velisi evlendirebilir.

Hanefîler’e göre :Tam ehliyet için gerekli olan iki vasıftan birisi eksik olursa eksikliğin türüne göre kişi ya tam ehliyetsiz veya eksik ehliyetli olur.

Tam Ehliyetsizler:
Kişide temyiz gücü henüz gelişmemiş bulunur veya akıl hastalığı gibi bir sebeple hiç bulunmazsa bu kişiler tam ehliyetsizdirler. Bunlar da gayri mümeyyiz küçüklerle akıl hastalarıdır.

Eksik Ehliyetliler:
Temyiz gücü gelişmiş bulunan ancak ergenlik çağına gelmemiş olanlar yani mümeyyiz küçükler ile temyiz gücü tam olarak gelişmemiş bulunan akıl zayıfları ve bunaklar yani ma‘tûhlar eksik ehliyetli sayılır.

Eksik ehliyetlilerle ehliyetsizler arasında evlenme sözleşmesini yapma bakımından şu fark vardır ki ehliyetsizler hiçbir şekilde böyle bir sözleşmeyi bizzat yapamazlar ise de eksik ehliyetliler ya velilerinin önceden izin veya yapılmış bir evliliğe sonradan icâzet vermesi suretiyle evlenebilirler.

__________________________________________________ _______________________
Sefih :Aklı ermez, kapılgan, reşid olmayan, malını alabildiğine harcayan kimsedir.
Ma‘tûh : Bunak
Velâyet-i İcbâr : (Zorlayıcı Velâyet) Veliye velâyeti altında bulunan kimseyi rızâsını almaksızın evlendirme yetkisi veren velâyettir.
Velâyet-i İhtiyâr veya İstihbâb : (Zorlayıcı Olmayan Velâyet) Veliye velâyet altında bulunan kimseyi ancak onun rızâsıyla evlendirme yetkisi veren velâyettir.
Velâyet-i şirket : Bulûğa ermiş kızla velisi arasında mevcut olan müşterek velâyet
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------



b) Veliler
1. Hususi Veli.
Hususi velinin bu yetkiye sahip olabilmesi için temyiz gücüne sahip olması, ergenlik çağına gelmiş bulunması, ayrıca veli ile velâyeti altında bulunan kimse arasında din farkı gibi mirasçılığa mani bir durumun da olmaması gerekmektedir.

Hanefîler ve Mâlikîler’e göre :Velinin reşid olması gerekmemektedir
Şâfiîler ve Hanbelîler : Velinin reşid olmasını da ayrıca aramaktadırlar.

Hanefîler’e göre : Velinin erkek veya kadın olması fark etmez.
Mâlikîler’e, Şâfiîler’e ve Hanbelîler’e göre :Velinin erkek olması da gerekmektedir.

2. Umumi Veli.
Umumi veli devlet başkanı veya hâkimdir. Hususi velinin bulunmadığı veya yetkisini kötüye kullandığı durumlarda hususi velinin yerini umumi veli almaktadır. Umumi velide mirasa ehil olma, yani veli ile velâyet altında bulunan kimsenin aynı dine mensup olması aranmaz.
__________________________________________________ ________________________
Zevi’l-erhâm :Diğer akrabalar
Kefâet : Denklik
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

H) Evlenme Engelleri
1. Kan Hısımlığı.
2. Sıhrî Hısımlık.
3. Süt Hısımlığı.

1. Kan Hısımlığı. Kan hısımlığı sebebiyle evlenilmesi yasak olan akrabalar dört grupta toplanır.
1. Usul (üst soy hısımları)
2. Fürû (alt soy hısımları)
3. Ana babanın fürûu
4. Dede ve ninenin sadece çocukları.

Buna göre kişinin kendi annesi, ninesi, kızı, kız torunları, kız yeğenleri veya onların kızları, teyze ve halasıyla evlenmesi yasaktır.

2. Sıhrî Hısımlık. Evlenmeden doğan hısımlık sebebiyle kendileriyle evlenilmesi yasak olanlar da keza dört gruptur.

1. Usulün eşleri yani üvey anne ve üvey nine. Üvey ninenin baba veya anne tarafından olması farketmez.
2. Fürûun eşleri, yani gelinler. .
3. Eşin usulü, yani kayınvâlide ve eşin her iki taraftan nineleri.
4. Eşin fürûu, yani üvey kızlar veya bu durumda olan kız torunlar. Ancak bu son grupta evlenme engelinin doğması için sadece nikâh yetmemekte, evliliğin zifafla da fiilen başlaması gerekmektedir.

3. Süt Hısımlığı. Çocukla öz annesi dışında kendisine süt veren kadın ve onun belirli derecedeki yakınları arasında meydana gelen hısımlıktır. Süt hısımlığı miras hakkı doğurmazsa da bir evlenme engeli teşkil eder. Bu gruptaki hısımlar da kendileriyle sürekli olarak evlenilmesi yasak olan akrabalar grubunda yer alırlar. Bu yolla evlenilmesi yasak olan hısımlar şunlardır:

1. Süt usul, yani sütanne, baba, sütnine ve dede.
2. Sütfürû, yani süt çocuklar ve torunlar.
3. Sütanne ve babanın neseb ve sütten olan fürûu, yani sütkardeşler ve onların çocukları.
4. Sütdede ve ninenin sadece çocukları ki bunlar süthalalar ve sütteyzeler olmaktadır.
5. Eşin sütannesi ve ninesi.
6. Eşin sütten olan kız çocukları ve kız torunları. Burada söz konusu olan koca eşin süt çocuğu emzirirken evli bulunduğu koca değildir. O zaten süt usul olarak yukarıda zikredildi. Buradaki koca sütanne ile daha sonra evlenmiş bulunan kimsedir. Bu son durumda kız çocuk ve kız torunların ya sak olabilmesi için nikâh yetmeyip evliliğin zifafla fiilen başlaması da gerekmektedir.
7. Sütbaba ve dedenin sütanne ve nine olmayan eşleri. Sütanne ve nine süt usul olarak yukarıda zaten zikredildi.

Hukukçuların çoğunluğuna göre çocuğun ilk iki yaş içerisinde emdiği süt az olsun çok olsun süt hısımlığının meydana gelmesi için yeterlidir.

İmam Şâfiî :Süt hısımlığının oluşabilmesi için ilk iki yaş içinde beş fâsılalı ve doyurucu emişin şart olduğunu söylemektedir.

İki yaşından sonra emmiş olduğu süt müctehidlerin çoğuna göre bu tür bir hısımlık ve evlenme yasağı doğurmaz.

b) Geçici Evlenme Engelleri
1. Başkasının Eşi Olma. Evli olan veya boşanmış veya kocası ölmüş olup da henüz iddet beklemekte bulunan kadınlarla evlenmek yasaktır.

2. İki Akraba ile Birden Evlenme. İslâm hukukunda bir erkeğin belirli şartlarla birden fazla kadınla evlenmesi mümkündür. Ancak bir erkek iki yakın akraba ile aynı anda evli olamaz. Bu ilişkinin akrabalık ilişkisine zarar vereceği düşünülmüştür. Bu yakınlığın ölçüsü iki kadından her birini ayrı ayrı erkek kabul edildiğinde bunların birbirleriyle evlenemeyecek derecede yakın akraba olmalarıdır. Teyze ile yeğen buna örnek gösterilebilir. Çünkü hangisi erkek kabul edilirse edilsin diğeriyle evlenmesi hukuken mümkün değildir. Bu durumda bunların aynı kişinin nikâhında birleşmeleri de söz konusu olamaz.

3. Üç Kere Boşanma. Bir erkek üç boşama ile boşamış olduğu eşi ile tekrar evlenemez. Bakara sûresinin 227. âyetinde, “Boşanma iki keredir; sonra ya iyilikle tutmak veya güzel bir biçimde bırakmak (gerekir)” buyurulmuştur. İslâm hukukunda kolay boşanma usulü benimsendiğinden ve kocanın karısını tek taraflı bir irade beyanıyla boşaması mümkün olduğundan bunun kötüye kullanılmasını önlemek için üç boşama ile boşadığı eşiyle tekrar evlenememe gibi bir yasak getirilmiştir. Bu durum boşayan eş için geçici bir evlenme engeli teşkil eder. Bu engelin ortadan kalkması için kadının bir başkasıyla geçerli bir evlilik yapması, bu evliliğin hileli olmaması ve zifaf ile fiilen başlaması daha sonra da boşanma veya ölümle sona ermesi gerekmektedir. Bu durumda artık ilk koca dilerse boşamış olduğu eşiyle onun da rızâsını alarak tekrar evlenebilir.

4. Din Farkı. Müslüman bir erkeğin Ehl-i kitap yani yahudi ve Hıristiyan olmayan bir kadınla evlenmesi yasaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Müşrik kadınlarla iman edinceye kadar evlenmeyin...” (el-Bakara 2/221) buyurulmaktadır. Yahudi ve hıristiyan kadınlarla evlenilebilir (el-Mâide 5/5).

Müslüman bir kadının gayri müslim bir erkekle isterse bu erkek Ehl-i kitap olsun evlenmesi dinen mümkün değildir.



a) Kadının Hakları
1. Mehir
Erkeğin evlenirken karısına verdiği veya vermeyi taahhüt ettiği para veya sair bir mala mehir denmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de evlenen erkeğin karısına vermek zorunda olduğu mehirle ilgili olarak müteaddit âyetler vardır (en-Nisâ 4/4, 24).

Mehirin en az miktarı
Hanefîler’e göre : 10 (ilk asırda 10 dirhem yaklaşık iki koyun bedeli idi)
Mâlikîler’e göre : 3 dirhem gümüş
Şâfiî ve Hanbelîlere göre :Mehirin bir alt sınırı yoktur, tıpkı bir üst sınırı olmadığı gibi.

Mehirin üst sınırının olmadığı konusunda Hanefî ve Mâlikîler de diğer iki mezhep gibi düşünmektedir.
__________________________________________________ ________________________
Mehri müsemma: Akit (Nikah) esnasında konuşulan mehirdir aynen konuşulanı ödemek vaciptir.
Mehri misil: Akit esnasında mehir hiç konuşulmazsa veya konuşulur ama on dirhem( 7 miskal) yani
otuz gram altından az olursa bu kadının mehri babasının ailesinden olan kızların mehriyle aynı olur.

Mehr-i Muaccel: Evlilik anında peşin olarak ödenen mehir’e muaccel mehir denir
Mehr-i Müeccel: Ödenmesi sonraya bırakılan mehir’e müeccel mehir denir
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
2. Nafaka
Nafakanın normal yerine getirilme şekli kocanın evinin her türlü masraflarını üstlenmesidir.

__________________________________________________ ________________________
Nâşize : Kadının nâşize olması evlilik hukukuna riayet etmemesi ve kocasının rızâsını almadan evini terketmesi
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

b) Kocanın Hakları
Kocanın karısı üzerinde –mirası dışında- herhangi bir malî hakkı bulunmamaktadır.

III. EVLİLİK BİRLİĞİNİN SONA ERMESİ
Her şeyden önce sebepsiz boşanmalar dinen hoş görülmemiş fakat haklı bir sebebin varlığı durumunda helâl ve câiz kabul edilmiştir. Hz. Peygamber hadîs-i şeriflerinde, “Allah katında en sevilmeyen helâl boşanmadır” (Ebû Dâvûd, “Talâk”, 3; İbn Mâce, “Talâk”, 1) buyurmuştur.

a) Boşamanın Şartları
1. Kocaya Ait Şartlar
a) Tek taraflı irade beyanı ile boşama esas itibariyle kocanın hakkıdır.

b) Kocanın tam ehliyetli, yani âkıl bâliğ olması gerekir. Akıl hastası, mümeyyiz küçük gibi eksik ehliyetliler ve ehliyetsizlerin boşama ehliyetleri yoktur.

2. Kadına Ait Şartlar
Boşanan kadının boşayan kocanın eşi olması gerekmektedir. Burada söz konusu şartın önemi evlilik devam ederken yapılan boşanmalarda değildir.

b) Boşama Sözleri
İslâm hukukunun klasik doktrinine göre boşama için kullanılan sözler iki türlü olabilir. Bunlardan birisi boşanmadan başka bir anlama gelmesi mümkün olmayan, örfen özellikle boşanma için kullanılan sözlerdir. “Seni boşadım, boşsun” gibi. Bunlara sarih/açık sözler denir. Diğeri de boşanma anlamına gelebileceği gibi, başka anlamlara da gelebilen sözlerdir. Osmanlı uygulamasında sıkça karşımıza çıkan “İraden elinde olsun” gibi kinayeli ifadeler böyledir.

c) Boşama Çeşitleri
1. Ric‘î Talâk
Kocaya yeni bir nikâha ihtiyaç olmadan boşadığı karısına dönme imkânı veren boşama türüne dönülebilir boşama anlamında “ric‘î talâk” denir. Bir ric‘î talâktan bahsedebilmek için evliliğin zifafla fiilen başlamış bulunması gerekir.

Hanefîler’e göre :Boşamanın sarih sözlerle ve şiddet ve mübalağa ifade etmeyen bir tarzda yapılmış olması gerekmektedir. Ayrıca bu boşamanın üçüncü boşama olmaması da şarttır.

Bu durumda koca, iddet süresi içerisinde dilerse eşine geri dönebilir. Bunun için yeni bir nikâh yapmaya, yeni bir mehir ödemeye gerek yoktur. Esasen bu özelliğinden dolayı bu boşama türüne ric‘î talâk denmiştir. Dönme kocanın açık bir beyanla karısına geri döndüğünü söylemesiyle olabileceği gibi, evlilik yaşamına fiilen geri dönmesiyle de olabilir.

Bu özelliği dolayısıyla ric‘î talâkta eşler derhal birbirlerinden ayrılmak zorunda değildirler. Dönmenin şahitlerle tesbit edilmesi;

İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel’in bir görüşüne, İbn Hazm’a ve bazı Şiî hukukçulara göre : Şarttır.

Diğer mezhepler :Bunu şart olarak kabul etmezler, müstehap sayarlar.

Ric‘i talâkta evlilik iddet süresince de devam ediyor kabul edilir. Bu sebeple dönüş hakkının da bu süre içinde kullanılması gerekir. Bu süre dönüş yapılmadan geçirilirse iddetin bitimiyle ric‘î talâk bâin talâka dönüşür. Dolayısıyla geri dönmek için artık bâin talâkta aranan şartlar geçerli olur.

2. Bâin Talâk
Kocaya boşadığı eşine ancak yeni bir nikâhla dönme imkânı veren boşanma şeklidir.

Bu boşama kocanın eşini üçüncü boşaması ise yeni bir nikâh da tarafların bir araya gelmesi için yeterli değildir; aralarında büyük ayrılık denilen beynûnet-i kübrâ meydana gelmiştir. Kadının daha önce belirtildiği üzere bir başkasıyla geçerli bir evlilik yapmadan ilk eşine dönmesi mümkün değildir.
__________________________________________________ ________________________
Ric‘î talâk : Dönülebilir boşama
Beynûnet-i kübrâ : Büyük ayrılık (karıkoca’nın boşanması)
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Hangi tür boşamalar bâin talâktır?
Nikâh yapılıp zifaf yapılmadan meydana gelen boşanmalar, tarafların anlaşarak boşanmaları (muhâlea) veya kocanın üçüncü boşama hakkını kullanarak yaptığı boşama bâin talâktır.

Hanefîler’e göre :Kocanın kinayeli sözlerle ve şiddet ve aşırılığı ifade eden kelimelerle yaptığı boşamalar da bâin talâk olarak kabul edilir.

Şâfiî ve Hanbelîler :Bu tür boşanmaların ric‘î talâk olduğu görüşündedirler.

3. Sünnî Talâk
İsminden de anlaşılacağı üzere Sünnî boşama Hz. Peygamber’in bu konuda getirdiği ölçü ve sınırlamalara riayet edilerek yapılan boşama şeklidir. Her şeyden önce Sünnî boşanmanın ric‘î talâk olması gerekmektedir. Burada evlilik birliğine geri dönüş kapısının kapatılmaması ve taraflara, daha doğrusu eşini tek taraflı irade beyanıyla boşayan kocaya yeni bir düşünme imkânı tanınmak istenmektedir. Ayrıca kadının temizlik süresi başladıktan sonra ancak onunla cinsî ilişkide bulunulmadan boşanması ve bu boşamanın bir boşama olması gerekmektedir. Bu da yine aynı hedefe, evlilik birliğini koruma hedefine yöneliktir.

Hanefîler :Her temizlik süresi içinde bir boşama ve ardarda üç temizlik süresi içinde üç boşama gerçekleştirip neticede büyük ayrılığın meydana gelmesini de Sünnî talâk kabul ederler.

4. Bid‘î Talâk
Bid‘at tabiri, Sünnet’in mukabili ve zıttı olarak da kullanılmakta olduğundan burada bid‘î talâk, Sünnet’e aykırı biçimde gerçekleştirilen boşamayı ifade etmektedir. Bu bakımdan genel olarak Sünnî olmayan her talâk bid‘î kabul edilir. Kişinin temizlik süresi dışında veya temizlik süresi içinde olmakla birlikte karısıyla cinsel ilişkide bulunduktan sonra veya aynı temizlik süresi içinde birden fazla boşama durumunda ortada Sünnet’e uygun olmayan yani bid‘î bir boşanma vardır.

Talâkın Sünnî-bid‘î ayırımın sonuçları hukukçuların büyük çoğunluğuna göre hukukî olmaktan ziyade dinîdir. Yani Sünnet’e uygun olmayan boşamalar da dinen hoş görülmemekle birlikte hukuken geçerlidir. Ancak Şiî İmâmiyye hukukçularına ve Zâhirîler’den İbn Hazm’a göre bid‘î talâk hiç geçerli değildir. İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye’ye göre aynı temizlik süresi içinde birden fazla olarak gerçekleştirilen bid‘î talâk bir talâk olarak geçerlidir.

d) Şartlı Boşama
Kocanın boşama iradesini ortaya koyan beyanı kayıtsız ve şartsız olabileceği gibi bir şarta (ta‘ilîkî şart) veya vadeye de bağlanabilir. Bu yönüyle boşama evlenmeden ayrılmaktadır.

Boşanmanın bir şarta bağlanması durumunda bu şart ne zaman gerçekleşirse boşanma da hükümlerini o zaman doğurur. Bu şart gerçekleşene kadar evlilik bütün sonuçlarıyla birlikte devam eder.

Boşanmanın bir vadeye bağlanması durumunda da vade geldiğinde boşanma gerçekleşmiş olur.

C) Karşılıklı Rızâ ile Boşanma
Eşlerin evlilik birliğini karşılıklı anlaşarak sona erdirmeleri de câizdir. Böyle bir boşanma teklifi genellikle kadından gelir.

Eşinden boşanan annenin çocuklarına bir müddet ücretsiz süt vermesi, bakıp büyütmesi buna örnek gösterilebilir. Bu tamamen karı kocanın karşılıklı anlaşmalarına bağlıdır. Evlilik birliğini bu şekilde sona erdirmeye muhâlea veya hul‘ denilir.

Muhâleaya yol açan geçimsizlik kadından kaynaklanıyorsa kocanın vermiş olduğu mehirden fazlasını, eğer erkekten kaynaklanıyorsa vermiş olduğu mehiri alması dinen hoş karşılanmamıştır.

Mâlikîler :Bu son durumda kocanın karısından herhangi bir mal almasını câiz görmezler, almışsa iade etmesi gerekir derler.

Muhâlea bâin talâk sayılır ve bununla bir bâin talâk hakkı kullanılmış kabul edilir.

D) Mahkeme Kararı ile Boşanma
Evlilik birliğinin sona ermesinin bir diğer şekli eşlerin mahkemeye başvurarak hâkim kararıyla boşanmalarıdır. Bu şekilde kazâî boşanmaya çağdaş İslâm hukuku literatüründe tefrîk denilir.

Din İşleri Yüksek Kurulu ise, hâkim kararıyla gerçekleştirilen boşanmaların “bir bâin talak” olduğu görüşündedir.
__________________________________________________ ________________________
Beynûnet-i kübrâ : Büyük ayrılık
Muhâlea : Tarafların anlaşarak boşanmaları
Maraz-ı mevt : Ölümcül hastalık
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

a) Kazâî Boşanma Sebepleri
Fıkıh mezheplerinin kabul ettiği boşanma sebepleri birbirinden farklıdır. Bu konuda
En dar kabul Hanefî mezhebininkidir.
En geniş yorum ise Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine aittir

1. Hastalık ve Kusur
Evlilik birliğinin devam ettirilmesini zorlaştırıcı nitelikteki hastalık ve kusurlar kazâî boşanma sebebi sayılmaktadır.

1. Erkekte bulunan hastalık ve kusurlar. Bundan maksat kocada iktidarsızlık vb. gibi cinsî münasebete engel bir hastalık ve kusurun bulunmasıdır.

Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf :Sadece bu gruba giren hastalık ve kusur sebebiyle kadının kocasından boşanmasını kabul eder.

2. Delilik, cüzzam vb. hastalıklar. Eşlerden iki taraf için de söz konusudur.

Bu tür bir hastalık ve kusur sebebiyle boşanma talebinde bulunabilmesi için eşin evlilik anında bu hastalık veya kusurdan haberdar olmaması, öğrendikten sonra da razı olmamış bulunması gerekir. Aksi halde eşin boşanmayı talep hakkı düşer.

Genellikle bu hastalıklar sebebiyle boşanma için başvurulduğunda hastalık iyi olabilecek gibi ise hâkim boşanmayı bir yıl tecil eder, iyi olma ümidi yoksa derhal boşanmaya hükmeder. Bu tefrik de bir bâin talâk kabul edilir.

Kadî Şüreyh, İbn Şihâb ez-Zührî ve Ebû Sevr gibi bazı hukukçular boşanma sebebi sayılan hastalık ve kusurları bunlarla sınırlı tutmazlar. Karşı tarafta nefret uyandıran veya beraber yaşamayı zarar verici kılan her türlü hastalık ve kusur diğer taraf için bir boşanma sebebidir derler.

2. Kocanın Nafakayı Temin Etmemesi
Kocanın eşinin nafakasını temin etmemesi belirli şartlarla bir boşanma sebebidir. Kocanın nafakayı temin etmemesi iki şekilde olur:
1-Ya koca gücü yettiği halde karısının masraflarını karşılamaz.
2- Gücü yetmediği için karşılayamaz.

Hanefî mezhebine göre :Kocanın eşinin masraflarını karşılamaması veya karşılayamaması bir boşanma sebebi değildir.

Bu mezhepte koca nafaka yükümlülüğünü yerine getirmiyorsa kadın mahkemeye başvurarak kendisi için nafaka takdir ettirir. Yukarıda geçtiği üzere bu nafakayı tahsil için hukukun kendisine tanıdığı imkânlardan yararlanır.

Diğer üç mezheb’e göre :Aralarında farklılıklar olmakla birlikte koca karısının nafakasını temin etmez ve bu nafakayı karşılamak üzere görünen, bilinen bir malı da olmazsa kadının hâkime müracaatla boşanma talebinde bulunmasını kabul ederler.

Karısının nafakasını karşılamadan onu evlilik birliği içinde tutmayı Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça yasaklanan “zarar vererek kadınları tutmak” (el-Bakara 2/231) şeklinde yorumlarlar.

İmam Mâlik :Kocasının fakirliğine razı olan kadının sonradan tefrik talebinde bulunamayacağını söyler.

İbn Kayyim el-Cevziyye tarafından da ileri sürülmektedir. Ona göre kadın fakirliğini bilerek evlendiği veya sonradan fakir düşen kocasına karşı nafaka yükümlülüğünü yerine getirmemesi sebebiyle boşanma talebinde bulunamaz. Ancak koca fakirliğini gizlemiş ve kendini varlıklı göstermiş ise bu durumda kadın boşanma talebinde bulunabilir.

Bu tür ayrılık
İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel’e göre :Bir fesih.
İmam Mâlik’e göre :Bir ric‘î talâktır.

Ancak bu son görüşte kocanın eşine geri dönüş hakkını kullanabilmesi için karısına karşı nafaka yükümlülüğünü yerine getirecek durumda olması gerekir.

3. Terk ve Gaiplik
Burada birbirinden farklı iki durum söz konusu olmaktadır; terk ve gaiplik. İslâm hukuku literatüründe terk gaip olma, gaiplik de mefkud olma terimleriyle anlatılmıştır.

Bugünkü hukukta gaiplik olarak ifade edilen mefkud olma hali nerede olduğu, ölü mü diri mi bulunduğu bilinmeyen kimsenin durumudur. Bu kimsenin ölümüne hükmedilebilmesi için;

Ebû Hanîfe ve Şâfiî’ye göre :Doksan yaşına kadar veya yaşıtları hayatta olduğu sürece beklenir; bilâhare ölümüne hükmedilir.

Bu iki mezhebe göre gaiplik bir boşanma sebebi değildir; kadın kocasının ölümüne hükmedilinceye kadar kocasını beklemek zorundadır.

İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel’e göre :Gaibin ölümüne hükmedilme dışında, bunu bir boşanma sebebi olarak da kabul etmişlerdir.

İmam Mâlik’e göre : Kocadan son haber alınma tarihinden itibaren dört sene geçtiğinde kadın sırf bu sebeple kocasından boşanmayı talep edebilir.

Ahmed b. Hanbel’e göre : Kadın kocasının ölümü için kuvvetli bir karîne varsa dört yıl geçtikten sonra boşanma talebinde bulunabilir

Böyle kuvvetli bir karînenin bulunmadığı durumlarda ise kadın ölümüne hükmedilinceye kadar kocasını beklemek zorundadır.

Kocanın sağ olduğunun bilinmesi durumunda:Evine dönmemesi gaip olma şeklinde değerlendirilmiştir.

Hanefî ve Şâfiîler : Bu durumu da bir boşanma sebebi olarak kabul etmezler.

Mâlikî ve Hanbelîler :Tam tersine bu durumda daha kolay bir tarzda terkedilen kadına boşanma hakkı tanımışlardır.

Hanbelîler :Bu gaipliğin bir mazeret sebebiyle olmamasını şart koşarlar. Kocanın eve dönmemekte kabul edilebilir bir mazereti varsa kadın boşanma talebinde bulunamaz.

Gaipliğin Süresi
Mâlikîler’e göre :Gaiplik bir sene veya daha fazla sürerse hâkim belirli şartlarla boşanmaya hükmeder. Bu ayrılık Mâlikîler’e göre bir bâin talâktır.

Hanbelîler’e göre :Altı ay veya daha fazla sürerse hâkim belirli şartlarla boşanmaya hükmeder. Bu ayrılık Hanbelîler’e göre fesihtir.

Hukuk-ı Âile Kararnâmesi’nde Mâlikî mezhebinin görüşü tercih edilerek kadına tefrik hakkı verilmiş, kadın için gaip olan kocanın ölüm ihtimalinin kuvvet derecesine göre dört ve bir yıl bekleme süresi öngörülmüştür (md. 127).

4. Fena Muamele ve Geçimsizlik
Hanefîler ve Şâfiîler’e göre :Kocanın eşine fena muamele etmesi, eşler arasında şiddetli geçimsizlik bir boşanma sebebi değildir.

Böyle bir durumda gerek iki tarafın akrabalarından oluşan hakem heyeti gerekse mahkeme tarafların
arasını bulmaya çalışırlar. Ancak bu mümkün olmaz koca da karısını boşamaya veya muhâleaya yanaşmazsa bu iki mezhepte hukuken yapılacak fazla bir şey yoktur.

Mâlikî ve Hanbelî hukukçulara göre :Kocanın karısına fena muamele etmesi ve aralarında geçimsizlik olması durumunda belirli şartlarla bu durum bir boşanma sebebidir.

Eğer ailedeki geçimsizliğin sebebi koca ise hakemler bâin talâka, kadın ise muhâleaya hükmederler.

İkisi arasındaki fark
Bâin talâkta boşanmanın malî yüklerini koca üstlenir.
Muhâleada bu yüklerden tamamen veya büyük ölçüde kurtulmuş olur.

Hanefîler ve Şâfiîler’e göre : Eğer koca boşanma konusunda bir yetki vermemişse hakemlerin boşama yetkisi yoktur.

Mâlikî ve Hanbelîler’e göre : Koca boşanma konusunda bir yetki vermemiş olsa bile hakemlerin boşama yetkisi bulunmaktadır. Mâlikîler’e göre bu boşama bir bâin talâktır.

b) Liân
Karısının zina ettiğini veya çocuğunun zina mahsulü olduğunu iddia eden ve bu iddiasını gerektiği şekilde ispat edemeyen koca hâkim huzurunda hususi bir şekilde yeminleşir ve evlilik birliğine hâkim tarafından son verilir. Kur’an’da da ana hatlarıyla temas edilen bu prosedüre (en-Nûr 24/6-9) İslâm hukukunda liân denilir. Liân sonunda hâkim tarafların arasını tefrik eder.

Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre :Bu bir bâin talâk hükmündedir.

Hanefîler’den Ebû Yûsuf’a ve diğer mezhep imamlarına göre : Taraflar birbirlerine ebedî olarak haram olurlar.

c) Îlâ
Kocanın dört ay veya daha fazla karısına yaklaşmayacağına dair yemin etmesi veya bu içerikte bir nezirde bulunmasına îlâ denilir.

Hanefîler’e göre : Koca bu süre içinde karısıyla bir araya gelirse, yemin etmişse yemin kefâreti, nezirde bulunmuşsa adadığı o şey gerekli olur. Şayet koca bu süre içinde karısına dönmezse hâkimin kararına ihtiyaç kalmadan kadın bir bâin talâkla boşanmış sayılır.

Diğer üç mezhebe göre :Îlâ vukuunda sadece dört ayın geçmesiyle talâk meydana gelmez. Koca dönüş veya talâktan birini seçmek zorundadır, değilse kadının başvurusu üzerine hâkim evlilik birliğine son verir.

IV. EVLİLİĞİN SONA ERMESİNİN SONUÇLARI
Evliliğin sona ermesinin birtakım sonuçları, tıpkı evlilik gibi erkek ve kadına yüklediği birtakım hak ve borçlar vardır. Bunlardan en önemlileri iddet ile iddet nafakasıdır.

A) İddet
Boşanma, evliliğin feshi ve ölüm gibi bir sebeple evliliğin sona ermesi durumunda kadının yeni bir evlilik yapmadan önce beklemesi gereken süreye iddet denir.

Geçerli (sahih) evlenmeden sonra zifaf veya sahih halvet, fâsid evlenmeden sonra zifaf gerçekleşir, daha sonra eşler ayrılırlarsa kadının iddet beklemesi gerekir.

Geçerli bir evlenmeden sonra koca ölürse zifaf veya sahih halvet şartı aramaksızın kadın ölüm iddeti beklemek zorundadır.

İddet kadının önceki kocasından hamile olup olmadığının anlaşılması, buna ilâve olarak ölüm iddetinde ölen kocasına hürmet ve ric‘î talâkta kocaya yeniden düşünme imkânı vermesi düşünceleriyle emredilmiştir.

İddeti ona sebebiyet veren olaya göre ikiye ayırmak gerekir. Ölüm iddeti, boşanma veya fesih iddeti.

a) Ölüm İddeti: Kocası ölen kadınların bekledikleri iddettir. Bunlar eğer hamile iseler iddetleri doğumla biter; isterse bu doğum kocanın ölümünden çok kısa bir süre sonra gerçekleşsin. Eğer hamile değillerse bu durumdaki kadınların beklemeleri gereken süre dört ay on gündür.

Fâsid (geçersiz) bir nikâhla evli olanlar ölüm iddeti beklemezler.

Hamile olmayan eş:
Ric‘î talâk iddeti beklerken koca ölürse boşanma iddetini terkederek ölüm iddeti beklemeye başlar.
Bâin talâk iddeti bekleyen kadın ise ölüm iddeti beklemez; başlamış olduğu boşanma iddetini tamamlar.

b) Boşanma veya Fesih İddeti: Boşanmış veya bir eksiklik sebebiyle nikâhı feshedilmiş olan kadınların beklemeleri gereken iddettir. Fâsid nikâh sebebiyle nikâhı feshedilenlerin iddet beklemeleri ancak evliliklerinin zifafla fiilen başlaması durumunda söz konusudur.

Bu grupta yer alan kadınların bekleyecekleri iddet süresi hamile olup olmamalarına göre değişmektedir.

Hanefî ve Hanbelîler’e göre :Hamile iseler iddetleri doğumla biter, değillerse ve normal olarak hayız görüyorlarsa iddet süreleri üç hayız süresidir.

Kadın hayızlı iken boşanırsa bu hayız hesaba katılmaz.

Mâlikî ve Şâfiîler’e göre :Bu durumdaki kadınların beklemeleri gereken süre üç temizlik müddetidir Bu farklılığın sebebi “Boşanmış kadınlar kocalarıyla ilişkide bulunmaksızın üç kar’ süresi beklesinler” (el-Bakara 2/228) âyetindeki kar’ sözcüğünün çift anlamlı (hayız ve temizlik) olması ve Hanefî ve Hanbelîler’in bunu hayız, Mâlikî ve Şâfiîler’in de temizlik olarak anlamaları yüzündendir.

Küçüklüğünden veya yaşlılığından dolayı hayız görmeyen kadınların iddeti ise üç aydır.

Bu iki dönem (15-55 yaş) arasındadır.

Ebû Hanîfe’ye göre :Bu kadın hayızdan kesilme yaşı olan elli beş yaşına kadar bekler, daha sonra da tekrar üç ay beklemek zorundadır.

Böyle durumlarda Mâlikîler’in görüşü daha uygun görünmektedir.

Mâlikîler’e göre :Bu durumdaki kadınların iddeti sadece on iki aydır. İddet esas itibariyle önceki evlilikte oluşan çocuğun nesebini korumaya yönelik olduğuna göre on iki aylık bir süre bu gayeye fazlasıyla hizmet etmektedir.

B) İddet Nafakası
İddet beklerken kadınların nafakaları belirli şartlarla kocaları üzerinedir.

Hanefîler’e göre :Ric‘î ve bâin talâk ve istisnaları olmakla birlikte fesih iddeti bekleyen kadınların yiyecek, giyecek, mesken vb. ihtiyaçlarının giderilmesi boşayan kocasına aittir.

Mâlikî ve Şâfiîler :Ric‘î talâk ve kadının hamile olması halinde bâin talâk iddetinde kadının nafakasının kocaya ait olduğunu söylemekte iseler de kadının hamile olmadığı bâin talâk hallerinde böyle bir nafaka gerekliliğini kabul etmezler. Onlara göre bu durumda kadın için sadece mesken hakkı bulunmaktadır.

V. DOĞUM ve SONUÇLARI
A) Nesep
Geniş anlamda nesep bir kimsenin geldiği soy ile ilişkisini, kan ve hısımlık bağını ifade eder. Dar anlamda nesep ise çocuğun ana babasıyla hısımlık ilişkisidir.

a) Nesebin Sübûtu
Çocuğun kendisini doğuran kadınla nesep ilişkisi kendiliğinden sabittir. Buna karşılık babasıyla olan nesep bağının kurulması şu üç yoldan birisiyle mümkündür.

1. Geçerli (sahih) bir evlilik.
2. Fâsid bir evlilik veya evlilik şüphesiyle birleşme.
3. İkrar.

Bu üç yolu incelemeden önce nesebin tesbitinde önemli bir yeri olan hamileliğin süresi üzerinde bir nebzecik durmak gerekir.

1. Geçerli Evlilik. Sahih (geçerli) bir evlilikte doğan çocuğun nesebi kocaya bağlanır. Yalnız bunun için çocuğun evlilikten en az altı ay sonra doğmuş olması, erkeğin âdeten baba olacak yaşta bulunması ve karı kocanın birleşmelerinin imkân dahilinde olması gerekir.

Hanefîler :Nesebin sübûtu için ilk iki şartı yeterli görüp sonuncu şartı aramazlar.

Kocası vefat eden veya boşanma iddeti bekleyen ve iddetinin bittiğini bildirmeyen kadın, vefat veya talâktan itibaren âzami hamilelik müddeti içinde doğum yaparsa çocuğun nesebi kocaya bağlanır.

Hatta talâk ric‘î ise çocuk âzami hamilelik müddetinden sonra da doğsa nesep yine kocaya bağlanır.

Kadın iddetinin bittiğini bildirmiş, fakat bu bildirim tarihinden itibaren altı aydan daha kısa bir zaman içinde doğum yapmışsa her hâlükârda bu çocuğun nesebi kocaya bağlanır.

2. Fâsid evlilik. Böyle bir evlilikte nesebin sübûtu için akid yeterli değildir; fiilî birleşme de aranır. Çocuğun böyle bir birleşmeden en az altı ay veya daha fazla bir zaman geçtikten sonra doğmuş olması gerekir. Öte yandan fâsid nikâh üzerine meydana gelen ayrılıktan itibaren âzami hamilelik müddeti içinde doğan çocukların nesebi de kocaya bağlanır.

3. İkrar. Nesebin sabit olma yollarından birisi de ikrardır. İkrar yoluyla nesebin sabit olabilmesi için baba ile çocuk arasında bu ilişkiye uygun bir yaş farkının bulunması ve çocuk mümeyyizse onun da bu ikrarı kabul etmesi gerekmektedir.

Nesep bu üç yoldan hangisiyle sabit olursa olsun sonuçları itibariyle aynıdır.

B) Emzirme
Çocuğun bakım ve büyümesinde emzirmenin önemli bir yeri vardır. Bu bakımdan emzirme, İslâm hukukunda ana babaya terettüp eden bir vazife olarak ayrıca düzenlenmiştir.

Hanefî hukukçular :Annenin çocuğunu emzirmeye dinen mecbur olduğunu, ancak hukuken olmadığını söylerler.

Bu görüş çocuğun nafakasının her hâlükârda babaya ait olması ve o dönemlerde toplumda ücretli sütannenin kolayca bulunabilmesi sebebiyledir.

Diğer mezhep hukukçuları :Annenin dinen olduğu gibi hukuken de çocuğunu emzirmek zorunda olduğunu söylerler.

Çocuk yalnız annenin sütünü kabul ediyor veya sütanne bulunamıyor veyahut da babanın sütanne tutacak malî gücü bulunmuyorsa bu durumda;

Hanefîler’e göre de :Anne hukuken çocuğunu emzirmeye mecburdur.

Anne emzirme için evlilik devam ederken veya boşanma iddeti beklerken herhangi bir ücret isteyemez. Çünkü bu dönemlerde nafakası esasen kocaya yani çocuğun babasına aittir.

Fakat boşanma iddeti biten veya ölüm iddeti bekleyen kadın emzirme için çocuğun babasından veya bizzat çocuktan yahut çocuğun nafakasından sorumlu olanlardan ücret talep edebilir.

Emzirme süresi iki yıldır. Bu şu anlama gelir ki anne emzirme için bir ücret alıyorsa ilk iki yıl için ücret isteyebilir; ondan sonrası için ücret isteyemez. Süt yoluyla kurulan hısımlık da çocuğun ilk iki yaş içinde süt emmesi durumunda meydana gelir.

C) Çocuğun Bakım ve Terbiyesi
İslâm hukukunda çocukların bakım ve yetiştirilmesine hidâne adı verilir.

Hanefîler :Hidânenin hem çocuk hem de anne için bir hak olduğu görüşündedir.

Buna göre hidâne annenin hem hakkı hem de sorumluluğudur. Dolayısıyla anne bu görevi yerine getirmekten de kaçınamaz.

Anne sağ değilse bu hak ve sorumluluk annenin kadın akrabalarına aittir.

Çocuğun bakım ve gözetime muhtaç olduğu yaş sınırı:
Kızlarda dokuz-on bir (9 – 11)
Erkeklerde yedi-dokuz (7 – 9)

Bu yaşlara kadar çocuk annesinin veya annesi yerini tutan bir akrabasının yanında, bu yaştan sonra da kural olarak babasının yanında kalır.

Hâdine çocuğun annesi değilse bakım ve gözetim için ücrete hak kazanır. Bu ücret çocuğun bir mal varlığı varsa ondan ödenir, yoksa hukuken nafakası kime aitse onun tarafından karşılanır.
__________________________________________________ ______________________
Hidâne : Çocukların bakım ve yetiştirilmesi
Hâdine : Çocuğun bakım ve terbiyesini üstlenen kimse
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

D) Nafaka
Her şeyden önce nafaka konusunda aslolan kişinin masraflarının kendi malından karşılanmasıdır. Bunun mümkün olmaması durumunda yakından uzağa doğru bir dizi akrabalar belirli şartlarla birbirlerine karşı nafaka yükümlülüğü altına girerler.

a) Usul Nafakası. Fakir olan usulün nafakası çocuklarına aittir. Baba ve anne çalışabilecek durumda olsalar dahi muhtaçsalar nafakalarının zengin veya zengin değilse bile para kazanmaya gücü yeten çocukları üzerine gerektiği genellikle kabul edilir.

b) Fürû Nafakası. Fürû nafakası esas itibariyle baba, baba yoksa diğer usulün sorumluluğundadır. Fakat bunun için çocuk ve torunların malı olmamalı ve kazanmaya da güçleri yetmemelidir. Güç yetmeme küçüklük veya hastalık sebebiyle olabileceği gibi, fürûun okuması veya kız çocuğu olması sebebiyle de olabilir. Usulün nafaka yükümlülüğü altına girmesi için malının ve kazanma gücünün olması da ayrıca aranmaktadır. Bu şartlar gerçekleştiğinde erkek çocuğun emsali para kazanıncaya, kız çocuğunun evleninceye kadar nafakası usul üzerine gerekmektedir.

c) Hısımlık Nafakası. Aralarında birbirleriyle evlenmeleri yasak olacak derecede kan hısımlığı olan akrabalar birbirlerine karşı nafaka ile yükümlüdürler. Fakat bunun için nafakaya muhtaç olanın fakir ve kazanmaktan âciz, nafaka borcu altına girenin de zengin olması gerekir.

Usul ve fürû nafakasının aksine hısımlık nafakasında din birliği de aranmaktadır. Dolayısıyla farklı
dinden olan akrabaların birbirlerine hısımlık nafakası yükümlülüğü yoktur.

Ayrıca usul ve fürû nafakası hâkimin hükmüne gerek olmadan sabit olduğu halde, hısımlık nafakasının sabit olması için ya karşılıklı anlaşma veya hâkimin hükmü şarttır. Bu ikisinden biri tahakkuk etmeden böyle bir nafaka borcu doğmaz.

VI. MİRAS HUKUKU
Miras kelimesi hukukta, vefat eden kimsenin geride bıraktığı mal ve haklarda (terike) belli sıra, usul ve ölçü dahilinde belli şahıs ve grupların hak sahibi olmasını ifade eden bir terimdir. Bunu konu edinen ilim dalına da miras hukuku denilir. Miras hukukunun klasik İslâm hukuk literatüründeki adı ferâiz ilmidir. Miras hukuku, terikede kimlerin hangi ölçü ve miktarda pay sahibi olduğunu belirlemeye dayanması sebebiyle ferâiz ilmi adını almıştır.

Mûrisini öldürmesi halinde katilin mirastan mahrum olacağında İslâm hukukçuları ilke olarak birleşirlerse de ayrıntıda farklı yorumlara sahiptirler.

Gayri müslimin müslümana mirasçı olamayacağında görüş birliği içindedirler.

Müslümanın gayri müslim yakınına mirasçı olup olamayacağı ise tartışmalıdır.

Ölenin geride bıraktığı mal ve hakları (terike), techiz ve tekfin masrafları çıktıktan, borçları belli bir sıraya göre ödendikten ve vasiyeti de terikenin üçte birini aşmama kaydıyla yerine getirildikten sonra mirasçılarına intikal eder. Mirasçılar temelde üç gruptur:

1-Ashâb-ı ferâiz,
2-Asabe
3-Zevi’l-erhâm.

Hanefî ve Hanbelî’lere göre :Ashâb-ı ferâiz terikedeki hisseleri belirli olan on bir çeşit hısım olup bunlar paylarını aldıktan sonra, mirasın geri kalan kısmını asabeyi teşkil eden hısımlar aralarındaki öncelik sırasına göre alırlar. Bu iki gruptan kimse mevcut değilse o zaman zevi’l-erhâm grubunu teşkil eden hısımlar mirasçı olurlar.

Mâlikî ve Şâfiîler’e göre :ilk iki gruptan hısım olmadığında miras zevi’l-erhâma değil devlet hazinesine (beytülmâl) intikal eder.

Ashâb-ı ferâiz sistemiyle eş, ana, baba, dede, kız, kız kardeş gibi birinci derecede yakın hısımlara mirastan belirli paylar verilerek onların mirasçılıkları korunmuş, geri kalan da asabeyi teşkil eden hısımlara ölene yakınlıkları ölçüsünde verilerek ölenin hısımları arasında sorumluluklarına ve ölene yakınlıklarına denk bir dağılım sağlanmıştır. Zevi’l-erhâm grubunun üçüncü sırada yer alması da bu sebepledir.
__________________________________________________ ________________________
Terike : Vefat eden kimsenin geride bıraktığı mal ve haklar
Ferâiz ilmi : Miras hukuku
Mûris : Miras bırakan
Beytülmâl : Devlet hazinesi
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------






Aile Hayatı Terimleri(sözlük)
İn‘ikad : Evlilik akdinin kuruluş şartları

Ta‘likî : Evlilik akdini geciktirici şart

İnfisâhî : Evlilik akdini bozucu şart

Takyîdî :Evlilik akdini kayıtlandırıcı şart

Nefâz : Evlenmenin hükümlerinin işlerlik ve yürürlük kazanması için aranan şartlar.

Küfüv : Kocası kendisine denk

Hıyârü’l-bulûğ : Bulûğ muhayyerliği

Hürmet-i musâhere : Erkek veya Kadının birbirlerine şehvetle dokunmaları veya ön avret yerlerini çıplak görmeleri (mahremiyet)

Sefih :Aklı ermez, kapılgan, reşid olmayan, malını alabildiğine harcayan kimsedir.

Ma‘tûh : Bunak

Velâyet-i İcbâr : (Zorlayıcı Velâyet) Veliye velâyeti altında bulunan kimseyi rızâsını almaksızın evlendirme yetkisi veren velâyettir.

Velâyet-i İhtiyâr veya İstihbâb : (Zorlayıcı Olmayan Velâyet) Veliye velâyet altında bulunan kimseyi ancak onun rızâsıyla evlendirme yetkisi veren velâyettir.

Velâyet-i şirket : Bulûğa ermiş kızla velisi arasında mevcut olan müşterek velâyet

Zevi’l-erhâm :Diğer akrabalar

Kefâet : Denklik

Sıhrîyyet : Yakın derecede kısımlık

Mehri müsemma: Akit (Nikah) esnasında konuşulan mehirdir aynen konuşulanı ödemek vaciptir.

Mehri misil: Akit esnasında mehir hiç konuşulmazsa veya konuşulur ama on dirhem( 7 miskal) yani otuz gram altından az olursa bu kadının mehri babasının ailesinden olan kızların mehriyle aynı olur.

Mehr-i Muaccel: Evlilik anında peşin olarak ödenen mehir’e muaccel mehir denir

Mehr-i Müeccel: Ödenmesi sonraya bırakılan mehir’e müeccel mehir denir

Nâşize : Kadının nâşize olması evlilik hukukuna riayet etmemesi ve kocasının rızâsını almadan evini terk etmesi.

Ric‘î Talâk : Kocaya yeni bir nikâha ihtiyaç olmadan boşadığı karısına dönme imkânı veren boşama türüne dönülebilir boşama anlamında “ric‘î talâk” denir. Bir ric‘î talâktan bahsedebilmek için evliliğin zifafla fiilen başlamış bulunması gerekir.

Bâin Talâk : Kocaya boşadığı eşine ancak yeni bir nikâhla dönme imkânı veren boşanma şeklidir.
Bu boşama kocanın eşini üçüncü boşaması ise yeni bir nikâh da tarafların bir araya gelmesi için yeterli değildir; aralarında büyük ayrılık denilen beynûnet-i kübrâ meydana gelmiştir. Kadının daha önce belirtildiği üzere bir başkasıyla geçerli bir evlilik yapmadan ilk eşine dönmesi mümkün değildir.

Beynûnet-i kübrâ : Büyük ayrılık (karıkoca’nın boşanması).

Sünnî Talâk :İsminden de anlaşılacağı üzere Sünnî boşama Hz. Peygamber’in bu konuda getirdiği ölçü ve sınırlamalara riayet edilerek yapılan boşama şeklidir. Her şeyden önce Sünnî boşanmanın ric‘î talâk olması gerekmektedir. Burada evlilik birliğine geri dönüş kapısının kapatılmaması ve taraflara, daha doğrusu eşini tek taraflı irade beyanıyla boşayan kocaya yeni bir düşünme imkânı tanınmak istenmektedir. Ayrıca kadının temizlik süresi başladıktan sonra ancak onunla cinsî ilişkide bulunulmadan boşanması ve bu boşamanın bir boşama olması gerekmektedir. Bu da yine aynı hedefe, evlilik birliğini koruma hedefine yöneliktir.

Bid‘î Talâk : Bid‘at tabiri, Sünnet’in mukabili ve zıttı olarak da kullanılmakta olduğundan burada bid‘î talâk, Sünnet’e aykırı biçimde gerçekleştirilen boşamayı ifade etmektedir. Bu bakımdan genel olarak Sünnî olmayan her talâk bid‘î kabul edilir. Kişinin temizlik süresi dışında veya temizlik süresi içinde olmakla birlikte karısıyla cinsel ilişkide bulunduktan sonra veya aynı temizlik süresi içinde birden fazla boşama durumunda ortada Sünnet’e uygun olmayan yani bid‘î bir boşanma vardır.

Muhâlea : Tarafların anlaşarak boşanmaları

Maraz-ı mevt : Ölümcül hastalık

Liân : Karısının zina ettiğini veya çocuğunun zina mahsulü olduğunu iddia eden ve bu iddiasını gerektiği şekilde ispat edemeyen koca hâkim huzurunda hususi bir şekilde yeminleşir ve evlilik birliğine hâkim tarafından son verilir. Kur’an’da da ana hatlarıyla temas edilen bu prosedüre (en-Nûr 24/6-9) İslâm hukukunda liân denilir. Liân sonunda hâkim tarafların arasını tefrik eder.

Îlâ : Kocanın dört ay veya daha fazla karısına yaklaşmayacağına dair yemin etmesi veya bu içerikte bir nezirde bulunmasına îlâ denilir.

İddet : Boşanma, evliliğin feshi ve ölüm gibi bir sebeple evliliğin sona ermesi durumunda kadının yeni bir evlilik yapmadan önce beklemesi gereken süreye iddet denir.

Ölüm İddeti: Kocası ölen kadınların bekledikleri iddettir. Bunlar eğer hamile iseler iddetleri doğumla biter; isterse bu doğum kocanın ölümünden çok kısa bir süre sonra gerçekleşsin. Eğer hamile değillerse bu durumdaki kadınların beklemeleri gereken süre dört ay on gündür.

Hamile olmayan eş:
Ric‘î talâk iddeti beklerken koca ölürse boşanma iddetini terkederek ölüm iddeti beklemeye başlar.
Bâin talâk iddeti bekleyen kadın ise ölüm iddeti beklemez; başlamış olduğu boşanma iddetini tamamlar.




Nesebin Sübûtu
1. Geçerli Evlilik. Sahih (geçerli) bir evlilikte doğan çocuğun nesebi kocaya bağlanır. Yalnız bunun için çocuğun evlilikten en az altı ay sonra doğmuş olması, erkeğin âdeten baba olacak yaşta bulunması ve karı kocanın birleşmelerinin imkân dahilinde olması gerekir.

2. Fâsid evlilik. Böyle bir evlilikte nesebin sübûtu için akid yeterli değildir; fiilî birleşme de aranır. Çocuğun böyle bir birleşmeden en az altı ay veya daha fazla bir zaman geçtikten sonra doğmuş olması gerekir. Öte yandan fâsid nikâh üzerine meydana gelen ayrılıktan itibaren âzami hamilelik müddeti içinde doğan çocukların nesebi de kocaya bağlanır.

3. İkrar. Nesebin sabit olma yollarından birisi de ikrardır. İkrar yoluyla nesebin sabit olabilmesi için baba ile çocuk arasında bu ilişkiye uygun bir yaş farkının bulunması ve çocuk mümeyyizse onun da bu ikrarı kabul etmesi gerekmektedir.

Hidâne : Çocukların bakım ve yetiştirilmesi

Hâdine : Çocuğun bakım ve terbiyesini üstlenen kimse

Terike : Vefat eden kimsenin geride bıraktığı mal ve haklar

Ferâiz ilmi : Miras hukuku

Mûris : Miras bırakan

Beytülmâl : Devlet hazinesi

24 Temmuz 2013 22:14
Medine-web
Cevap: diyanet ilmihali özetleri 1.ve 2. cild

Ondördüncü Bölüm
Haramlar ve Helâller


YİYECEKLER
Yahudilik’te beslenme ve yiyeceler konusunda getirilen birtakım kısıtlamaların Hıristiyanlık’ta ve İslâmiyet’te kısmen kaldırıldığı söylenebilirse de, bu üç ilâhî dinde de belli tür gıda maddelerinin yenmesi veya içilmesi yasaklanmış, İslâm dininde yasaklar en aza indirilmiş, bu konuda temel ilke ve
amaçların belirlenmesiyle yetinildiği de olmuştur.

İslâm dininde bazı yiyeceklerin haram kılınmış olması, çeşitli hikmet ve amaçlarla açıklanabilir. Ancak bu açıklamaların, yasağın hakiki sebebi ve yeterli açıklaması olduğunu iddia etmek doğru olmaz. Gerçek nedeni bilen sadece Allah olup, kulların Allah’ın emir ve yasaklarına itaat etme yükümlülüğü bulunmakla birlikte, İslâm’ın her bir emir ve yasağının mâkul bir anlam ve sebebinin de bulunduğundan hareketle bunların neler olabileceği üzerinde düşünüp araştırma yapmaları yasaklanmamış, aksine teşvik edilmiştir.
__________________________________________________ ________________________
Et‘ime: Yiyecekler
Zebâih: Hayvanların boğazlanması
Sayd: Avlanma
Udhiyye: Kurban
İsraf : İhtiyaç fazlası tüketim
Tebzîr : İhtiyaç olmayan yönde tüketim
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

A) Eti Yenen ve Yenmeyen Hayvanlar
Üç büyük semavî dinden biri olan Yahudilik’te bu konuda getirilen yasakların gerekçesi farklıdır. Kur’an’da taşkınlıkları ve zulümleri sebebiyle İsrâiloğulları’na bazı hayvanların tamamen, bazı hayvanların da belirli kısımlarının haram kılındığı bildirilir. Konuyla ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur: “Yahudilere tırnaklı bütün hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşıdıkları ya da kemiğe karışan yağlar hariç olmak üzere sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık. Bu, zulümleri yüzünden onlara verdiğimiz cezadır. Biz elbette doğru söyleyeniz” (el-En‘âm 6/146).

Yahudiliği tamamlamak üzere gelen Hıristiyanlık’ta da durumun böyle olması gerekirken hıristiyanlar, Tevrat’ta kendilerine haram kılınanları helâl saymışlar ve Pavlus’un “ağızdan giren şeylerin değil, ağızdan ve kalpten çıkan şeylerin insanı kirleteceği, çarşıda satılan her şeyin yenebileceği” (Matta, 15/11, 18; Korintoslular’a Birinci Mektup, 10/25) şeklindeki sözlerini esas alıp yeme ve içme sınırını çok geniş tutmuşlardır. Buna bağlı olarak da, Tevrat’ta haram kılınmış olmasına rağmen domuz eti yemeyi helâl saymışlardır.

Kur’an’da yiyecekler konusunda haramlıkla ilgili açıklamaların ortak noktası ise, “tayyibât” (iyi ve temiz) sayılamayacak “habâis” (pis ve iğrenç) şeylerin yenmemesi gereğidir. Ayrıca sağlığa zararlı maddelerin alınmaması İslâm’ın genel ilkelerinin (meselâ bk. el-Bakara 2/195) gereklerindendir. Bu konudaki somut yasaklar, bazı âyetlerde (el-Mâide 5/3) on madde halinde sayılmış ise de -aşağıda açıklanacağı üzere- bunların bir kısmı aynı grup içinde düşünülerek tamamının Bakara sûresinin 173. âyetinde yer alan dört ana maddede toplanması mümkündür. Bunlar da; kendiliğinden veya dinî usulde boğazlanmaksızın ölmüş hayvan (meyte), akıtılmış kan, domuz ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlardır.

Hz. Peygamber “yırtıcı hayvanlar”ın (zî nâb: ağzının dört yanında uzun ve sivri dişleri olan hayvanlar) ve “yırtıcı kuşlar”ın (zî mihleb: pençesi ile avını parçalayan kuşlar) etlerinin yenmeyeceği özellikle belirtilmiştir (Müslim, “Sayd”, 15, 16; Ebû Dâvûd, “Et’ime”, 32; Tirmizî, “Sayd”, 9, 11).
__________________________________________________ ________________________
Tayyibât : İyi ve temiz
Habâis : Pis ve iğrenç
Meyte : Kendiliğinden veya dinî usulde boğazlanmaksızın ölmüş hayvan
Zî nâb: Ağzının dört yanında uzun ve sivri dişleri olan hayvanlar (yırtıcı hayvanlar)
Zî mihleb: Pençesi ile avını parçalayan kuşlar (yırtıcı kuşlar)
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kara Hayvanları
Kara hayvanları özelliklerine göre gruplandırılarak etinin yenmesinin dinî
hükmü açıklanabilir.

a) Etlerinin yenmesinin helâl olduğunda görüş birliği bulunan hayvanlar dört gruptur:

1. Sığır, manda, koyun, keçi, deve, tavşan, tavuk, kaz, ördek, hindi türünden evcil hayvanların,

2. Geyik, ceylan, dağ keçisi, yabanî sığır ve zebra gibi vahşi hayvanların,

3. Güvercin, serçe, bıldırcın, sığırcık, balıkçıl gibi kuşların etlerinin helâl olduğunda fakihler görüş birliğindedir. Bu sayılanların bir kısmının helâlliği Kur’an’da tasrih edilmiş (el-Mâide 5/1; el-Hac 22/28, 30), diğerleri de Kur’an’ın “yiyiniz” dediği iyi ve temiz şeyler kapsamında görülmüştür. Bu hayvanların yırtıcı olmadığı yani ağızlarının dört yanındaki uzun ve sivri dişleri ile veya pençeleriyle kapıp avlanmadığı ve kendilerini savunmadıkları da açıktır.

4. Çekirge de, sünnette yenebileceğine dair özel hüküm bulunması sebebiyle yenmesi helâl hayvanlar grubunda yer almıştır (Buhârî, “Zebâih”, 13; Müslim, “Zebâih”, 52).

b) Etlerinin yenmesinin haram olduğunda görüş birliği bulunan hayvanlar ise üç gruptur:

l. Domuzun haram olduğu Kur’an’ın açık hükmüyle sabittir (el-Bakara 2/173). Kur’an’da tür olarak yasaklanan tek hayvan domuzdur. Domuzun çeşitli parçalarından yararlanmanın dinî hükmü aşağıda ayrıca ele alınacaktır.

2. Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların etlerinin haram olduğu da yine Kur’an’ın hükmüne dayanır (aş. bk.). Bu İslâm’ın tevhid akîdesine verdiği önemin ve şirke karşı aldığı kesin tavrın bir sonucudur. Câhiliye döneminde Araplar putlar adına kurban kesip Kâbe’nin duvarına bırakırlardı. Hayvanların kesiminde Allah’ın adının anılmasının emredilmiş olması da bu sebepledir. Törenlerde, açılış ve karşılamalarda kesilen hayvanlar ise, Allah’ın adı anılarak kesildiği, uğruna kesilen şahıs veya kuruma bir kutsiyet atfedilmediği sürece bu grupta yer almaz.

3. Meyte tabir edilen, dinî usulde kesilmemiş veya kendiliğinden ölmüş hayvanın etinin haram olduğu da yine Kur’an’ın açık hükmüne dayanır. Bakara sûresinin 173. âyetinde, “Allah size meyteyi (dinî usullere göre boğazlanmadan ölmüş hayvan etini), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına boğazlanmış hayvanı haram kılmıştır”, Mâide sûresinin 3. Âyetinde de, “Meyte, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanmış, boğulmuş, darbe ile (bir yerine vurularak) öldürülmüş, (yukarıdan) yuvarlanarak ölmüş, (başka hayvan tarafından) süsülerek ölmüş, -ölmeden yetişip boğazladıklarınız müstesna- yırtıcı hayvan tarafından yenmiş (yırtıcı hayvan artığı), dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar... size haram kılındı” buyurularak bir önceki âyetin hükmüne açıklık getirilmiştir.

c) Yukarıda sayılan grupların dışında kalan hayvanların etlerinin yenmesinin dinî hükmü fakihler arasında tartışmalıdır. Bazı hayvanlar fakihlerin ittifaka yakın derecede büyük çoğunluğu tarafından haram veya helâl sayılırken bazı hayvanlarda görüşlerin dengeli şekilde dağıldığı görülür.

1. Yırtıcı hayvanlar grubundan olan yani alt ve üst çenesindeki dört uzun ve sivri dişleri ile kapıp avlanan ve kendisini bu yolla savunan -evcil olsun olmasın- kurt, aslan, kaplan, pars, maymun, sırtlan, köpek, kedi gibi hayvanlar ile pençesiyle kapıp avlanan şahin, doğan, kartal, akbaba gibi yırtıcı kuşlar, bu özellikte olmasa bile genelde pislikle beslenen kuzgun, karga gibi kuşlar, tabiatı itibariyle iğrenç bulunan fare, yılan gibi hayvanlar, akrep, sinek, örümcek gibi haşerat fakihlerin büyük çoğunluğu tarafından haram görülmüştür.

Mâlikî bilginlerin bir kısmına göre: Aslan, kaplan gibi yırtıcı hayvanların etlerini yemek helâldir, bir kısmına göre haram olmamakla beraber mekruhtur.
Mâlikî mezhebinde meşhur görüşe göre: Şahin, kartal gibi yırtıcı kuşların ve pislikle beslenen kuşların yenmesi de mekruhtur. Bu âlimler Kur’an’da sadece domuzun haram kılınmış olmasından, âyetteki genel iznin hadisle sınırlanamayacağı noktasından hareket etmişlerdir.

2. Eti yenen hayvanların tesbitinde:
Çerçeveyi en dar tutanlar Hanefîler
Çerçeveyi en geniş tutanlar Mâlikîler

Bazı hayvanların saldırganlık özelliği, avını tutma ve yeme şekli ile tabiatı itibariyle iğrenç sayılıp sayılmaması hususunda farklı değerlendirmeler bulunduğu için etlerinin hükmü hakkında da ihtilâf edilmiştir.

Tilki :
Hanefîler’den Ebû Yûsuf ve Muhammed, Şâfiîler, Hanbelîler ve bazı Mâlikîler’e göre helâl sayılmıştır.

Ayı :
Hanefî ve Şâfiîler’e göre: Haram
Mâlikî ve Hanbelîler’e göre: Helâl

Zürafa:
Şâfiîler’e göre: Haram
Diğer üç mezhebe göre: Helâl

Tavus kuşu ve papağan
Şâfiî mezhebin’e göre: Haram
Diğer üç mezhebe göre: Helâl

Kirpi
Hanefî ve Hanbelîler’e göre: Haram
Şâfiî ve Mâlikîler’e göre: Helâl

Hanefîler’e göre: Yukarıda sayılanlar dışında yenmesi câiz görülmeyen belli başlı hayvanlar şunlardır: Çakal, sincap, samur, sansar, sırtlan, keler, gelincik, çaylak, kuzgun, baykuş, atmaca, kaplumbağa, köstebek, kertenkele, salyangoz ve her türlü haşerat.

3. Tavşan eti: Dört Sünnî mezhebe göre helâl olmakla birlikte, bazı sahâbe ve tâbiîn bilginleri ile müctehid imamlardan İbn Ebû Leylâ’ya göre tahrîmen mekruhtur.

4. At eti, dört mezhepte genel kabul gören görüşe göre helâldir.
Ebû Hanîfe’ye göre: Tahrîmen mekruhtur.

Hanefî literatüründen zâhirü’r-rivâye eserlerinde “mekruh”, Hasan b. Ziyâd rivayetinde “haram” nitelemesi geçmekte ise de, asıl belirtilmek istenen husus bunu yemenin helâl olmadığıdır.

İmâmeyn ise (Ebû Yûsuf ve Muhammed): At eti yemeyi mekruh saymamışlardır.
Fakat bazı Hanefî bilginlerin görüşü doğrultusunda olmak üzere Hanefî mezhebinde tenzîhen mekruh görüşü yaygındır.

Mâlikî mezhebi içinde: At eti yemeyi haram görenler ve tenzîhen mekruh sayanlar vardır.

5. Evcil eşek eti konusunda dört mezhepçe genellikle kabul edilen hüküm, ehlî merkeplerin etinin haram olduğu yönündedir.

Mâlikî bilginlerin bir kısmı : Bunu tenzîhen mekruh saymış, bazı sahâbîlerden ve
Hanefî bilgin Bişr el-Merisî’den ehlî eşek etinin helâl olduğu görüşü nakledilmiştir.

6. Katır ve benzerlerinin etine gelince, iki ayrı türden hayvanın birleşmesi ile meydana gelen hayvanın konusunda üç durum söz konusudur:
a) Her iki tür, eti helâl olanlardan ise, bunlardan meydana gelen hayvanın eti de helâldir.
b) Her iki tür, eti haram olanlardan ise, bunlardan meydana gelen hayvanın eti de haramdır.
c) Biri eti helâl olanlardan diğeri haram olanlardan ise;

Hanefî ve Mâlikîler’e göre: Hükümde ananın türü esas alınır
Şâfiî ve Hanbelîler’e göre: Helâl olmayan taraf esas alınır.

Buna göre dört mezhepte de anası eşek olan katırın haram olduğu görüşü yaygındır.

Anası at ise
Ebû Hanîfe’ye göre: Mekruhtur
Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre: Mekruh değildir.

Ayrıca, anasının at veya eşek olması hususunda ayırım gözetmeden -başka delillere dayanarak- katır etinin mekruh olduğunu savunan bir görüş de vardır.

d) Su Hayvanları
1. Balık türleri bütün mezheplere göre helâldir, boğazlama işlemine de gerek yoktur.

Hanefîler’e göre: Kendiliğinden ölmüş ve su üzerine çıkmış balıklar yenmez.

Hanefîler’in bu görüşü sağlık açısından ihtiyatı tercih etmiş olmalarından kaynaklanır. Fakat suyun çok sıcak veya soğuk olmasından, buzlar arasına sıkışmaktan, su içine hapsedilmekten ve suyun
çekilmesinden ötürü ölen balıklar kendiliğinden ölmüş sayılmaz, yenebilir.

2. Balık türü dışında kalan (midye, kurbağa, yengeç gibi) su hayvanlarını yemek;

Hanefîler’e göre: Helâl değildir.

Diğer üç mezhebe göre: Sadece suda yaşayan her türlü hayvan -kendiliğinden ölmüş bile olsa- yenebilir, helâldir.

Şâfiî mezhebine göre: Hanefîler’in paralelinde bir görüş ile su hayvanlarından eti yenen kara hayvanlarına benzeyenleri helâl, eti yenmeyen kara hayvanlarına benzeyenleri haram sayan bir görüş de vardır.

Hanefîler: Mâide sûresinin 3. âyetinde geçen “meyte” lafzını mutlak şekilde yorumlamışlar, ayrıca balık dışındaki türleri “habâis” (iğrenç şeyler) kapsamında kabul etmişlerdir.

Fakihlerin çoğunluğu Mâide sûresinin 96. âyetindeki “deniz avı” ifadesinin umumunu (kapsamlı oluşunu) esas almışlar ve ayrıca Hz. Peygamber’in “Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir” (Ebû Dâvûd, “Tahâret”, 41; Tirmizî, “Tahâret”, 52) anlamındaki hadisine dayanmışlardır.

e) Hem Karada Hem Suda Yaşayan Hayvanlar
Hem karada hem suda yaşayan kurbağa, kaplumbağa, yengeç, yılan, timsah gibi hayvanlar hakkında üç görüş vardır:

Hanefîler’e ve Şâfiîler’e göre : Bunları yemek helâl değildir.
Mâlikîler’e göre : Bu tür hayvanlar yenebilir, helâldir.
Hanbelîler’e göre : Timsah, kurbağa ve yılanın yenmesi helâl değildir, diğerleri yenebilir.

f) Hayvan Etleri ile İlgili Bazı Meseleler
Etinin yenmesi helâl olmakla beraber, pislik yemiş olan kara hayvanlarının (cellâle) bekletilmeden kesilip yenmesi hemen bütün mezheplerce mekruh görülmüştür.

Ahmed b. Hanbel’den : Mekruh ve haram olduğuna dair iki rivayet vardır

Mâlikîler’de yaygın görüş : Mekruh olmadığı yönündedir. Bu tür hayvanlar bir süre temiz yiyeceklerle beslenmeli, etindeki kötü kokunun gitmesi sağlanmalıdır.

Fıkıh kitaplarında, bu durumdaki tavuklar için üç gün, koyunlar için dört gün, sığır ve develer için on gün gibi süreler belirtilmiş ise de aslolan hayvandaki pis kokunun gitmesini sağlayacak bir süre beklenmesidir.

Balıkların temiz olmayan sularda bulunmuş olması, etlerinin yenmesine engel değildir. Etinin yenmesi helâl türlerden bile olsa, canlı hayvandan -henüz boğazlama yapılmadan- koparılan parça, meyte (murdar) hükmündedir; yenmesi bütün bilginlere göre haramdır.

**Usulünce kesilmiş hayvanın da yenmesi câiz görülmeyen bazı organ ve cüzleri vardır.**

Hayvanların yumurtası ve sütü genellikle etlerinin hükmüne bağlanmıştır; ancak bazı ayrıntılar vardır. Buna göre, etinin yenmesi câiz olan bir hayvandan ister canlı iken ister dinî usulüne göre boğazlandıktan sonra (ya da balık gibi boğazlamaya gerek olmayan hayvanlardan ölü halinde) çıkan yumurtanın yenmesi -bozulmuş olmadıkça- câizdir; bu hususta İslâm bilginleri fikir birliği içindedir.

Etinin yenmesi câiz olan fakat dinî usulüne göre boğazlanmadan ölmüş bir hayvandan çıkan yumurta sertleşmişse yenebilir, aksi halde yenmez.

Etinin yenmesi câiz olmayan hayvanın yumurtasına gelince
Hanefîler’e ve Hanbelîler’e göre : Bunun yenmesi câiz değildir.
Şâfiîler’e göre : Domuz, köpek ve bunlardan doğmuş hayvanlar hariç- canlı halinde iken bütün hayvanlar temiz olduğundan, eti yenmeyen hayvanların da canlı iken yaptıkları yumurta temizdir ve yenebilir.

Mâlikî fakihleri de : Yumurtlayan hayvanlarda eti yenen ve yenmeyen ayırımı yapmayıp, zararlı
değilse bunların yumurtalarının yenebileceği görüşündedir.
Süt, Dört mezhebe göre etin hükmüne tâbidir.

Ebû Hanîfe’den : At etinin haram veya mekruh olduğuna dair nakledilen görüşe göre atın sütü mubahtır, çünkü eti pis olduğu için değil cihad aracı olduğu için yasaklanmıştır.
__________________________________________________ ________________________
Cellâle : Dışkı yiyen hayvan
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

B) Hayvanların Kesimi
Hayvanları boğazlama klasik literatürde zebh ve tezkiye/zekâtkelimeleriyle, develerin nisbeten farklı kesim usulü de nahr kelimesiyle ifade edilir.

B) Hayvanların Kesimi
Hanefîler : Suda yaşayan hayvanlardan sadece balık türünü helâl sayarlar.
Diğer mezhepler : Yalnızca suda yaşayan diğer hayvanları da kural olarak helâl sayar ve boğazlanmasının gerekmediğini ifade ederler.

Av hayvanlarının usulüne uygun şekilde avlanması ve öldürülmesi çoğu zaman boğazlama hükmünde görülmekle birlikte, ele geçirildiğinde henüz yaşamakta olanların ayrıca boğazlanması da gerekli görülür.

Hayvanın kesim esnasında canlı olması ve ölümünün de bu kesim işlemi sonucu olması gerekir.

Hanîfe’ye göre : Hayvanın yaşadığının bilinmesi yeterlidir.
Ahmed b. Hanbel’e göre : Kanın akması yeterlidir.

Hayvanın ölümünün bu kesim işlemi sonucu meydana gelmiş olması şartı da yukarıda zikredilen canlılık şartını tamamlar.

b) Hayvanı Kesenin Niteliği
Hayvanı kesen kimsenin akıl ve temyiz gücüne sahip, müslüman veya Ehl-i kitap olması, Allah adına kesmesi gerekir. Kesen kimsenin kadın veya erkek olması fark etmediği gibi bâliğ olması da gerekmez. Allah adına kesmeyi kavrayacak ölçüde temyiz gücüne sahip olması genelde yeterli görülür.

Ehl-i Kitabın Kestiği Hayvanın Hükmü. Yahudi ve hıristiyanlar gibi esasında Allah’a inanıp peygamberine tâbi olup hak dine mensup iken zaman içinde bu hak yoldan uzaklaşan ve son hak peygamber Hz. Muhammed’e de inanmayan kimseler Ehl-i kitap olarak adlandırılmış, onlar müşrik ve putperestlerden farklı tutularak kızlarıyla evlenme, yiyeceklerini yeme Müslümanlara helâl kılınmıştır.

c) Tesmiye
Kur’an’da “Eğer Allah’ın âyetlerine inanıyorsanız, üzerine O’nun adı anılarak kesilenlerden yiyin” (el-En‘âm 6/118) ve “Üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin” (el-En‘âm
6/121) buyurulur.

Zâhirîler : Her hâlükârda besmeleyi şart gördüklerinden hayvanı keserken besmeleyi unutan veya
kasten terkedenin kestiğinin yenmeyeceği görüşündedirler.

Hanefîler ve Mâlikîler : Yukarıdaki âyetlerin lafzını da esas alarak hayvanın kesimi esnasında, unutulmadığı takdirde, besmeleyi şart olarak görür ve besmelenin kasten terkedilmesi halinde o hayvanın etinin yenmeyeceğini ifade ederler.

Unutanın hükmen besmeleyi söylemiş sayılması Hz. Peygamber’in “Ümmetimden yanılma, unutma ve zorla yaptıklarının sorumluluğu kaldırılmıştır” (Buhârî, “Hudûd”, 22; Ebû Dâvûd, “Hudûd”, 17) hadisi sebebiyledir.

İmam Şâfiî ve bir grup İslâm hukukçusu : Müslümanın hayvanı daima Allah adına keseceği, hayvanı keserken besmelenin farz ve şart olmayıp sünnet olduğu, ilgili âyetlerde putlar için kesilen hayvanlardan veya kendiliğinden ölen (meyte) hayvandan söz edildiği, bu sebeple hayvanı keserken besmeleyi kasten terkeden müslümanın kestiğinin de yeneceği görüşüne sahip olmuştur.

Delil olarak da Hz. Peygamber’in müslümanın daima Allah adına kestiği, Allah’ın adını ansa da anmasa da kestiğinin helâl olduğu (Zeylaî, Nasbü’r-râye, IV, 183), keserken besmelenin söylenip söylenmediğinin bilinmemesi durumunda besmele çekip bu hayvanın etinden yenebileceği (Buhârî, “Tevhîd”, 13; “Zebâih”, 21; Ebû Dâvûd, “Edâhî”, 13, 19) yönündeki hadislerini esas alırlar.

Şâfiîler’de de : Hayvanı keserken besmeleyi terketmek mekruhtur.

e) Kesim Usulü
Hayvanların kesimi, ihtiyarî (hakikî) ve ıztırarî (hükmî) olmak üzere ikiye ayrılır.

ihtiyarî (hakikî) Usul
Eti yenen ehlî hayvanların boğazlanması normal şartlarda, hayvanın çenesi altından yemek ve nefes borusu ile kan taşıyan iki büyük damarının kesilmesi (zebh) veya develerde boğazla göğüsün birleştiği yere bıçak saplamak (nahr) suretiyle olur ve buna “ihtiyarî boğazlama” tabir edilir.

Ebû Hanîfe : Bunlardan en az üçünün kesilmesini yeterli görürken
Ebû Yûsuf : Yemek ve nefes borusuyla birlikte iki damardan birinin kesilmesi
İmam Muhammed : Her birinin çoğunun kesilmesi gerektiği görüşündedir.
Şâfiî ve Hanbelîler : Kan damarlarından ziyade yemek ve nefes borusunun kesilmesinin gerektiğini söylerler

Iztırarî (hükmî) Usul
Vahşi hayvanların veya ehlî olduğu halde yakalanamayan veya yatırılıp boğazlanması mümkün olmayan hayvanın herhangi bir şekilde yaralanıp kanının akıtılması boğazlama yerine geçer. Hz. Peygamber’in de bulunduğu bir yerde kaçan ve yakalanamayan bir deve ok ile vurulmuş, Resûlullah da bunu tasvip ettiği gibi böyle durumlarda aynı şekilde davranılmasını emretmişlerdir (Buhârî, “Zebâih”, 15-18; Müslim, “Edâhî”, 4). Zaruret sebebiyle başvurulan bu usule de “ıztırarî boğazlama” tabir edilir.

Hayvanın kesimi esnasında sol yanı üzerine yatırılıp yönünün kıbleye çevrilmesi, kullanılan kesim aletinin keskin olması, hayvan yere yatırılırken ve kesilirken ona eziyet edilmemesi, hayvanın göreceği şekilde bıçak bilenmemesi, yerde fazla bekletilmemesi gibi hususlar tavsiye edilmiş, müslümanın her işinde olduğu gibi hayvanı keserken de en uygun ve güzel şekilde davranması ilkesi vurgulanmıştır.


__________________________________________________ ________________________
İhtiyarî : Hakikî
Iztırarî : Hükmî
Zebh : Hayvanın çenesi altından yemek ve nefes borusu ile kan taşıyan iki büyük damarının kesilmesi ile boğazlanması.
Nahr : Develerde boğazla göğüsün birleştiği yere bıçak saplamak suretiyle boğazlanması.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

f) Kesilen Hayvanın Karnından Çıkan Yavru
Kesilen bir hayvanın karnından çıkan yavru canlı ise ve yavru anne karnında oluşumunu tamamlamış konumdaysa kesilerek yenebilir. Organları tam gelişmemiş yavru ise yenmez. Yavrunun ölü olarak çıkması durumunda, yavrunun kesim işleminden önce öldüğü biliniyorsa yenmesi ittifakla haramdır. Yavrunun ölümünün annesinin kesimiyle olduğuna kanaat getirilirse fakihlerin büyük çoğunluğu bu yavrunun yenmesinin câiz olduğu görüşündedir. Bu konuda Hz. Peygamber’den rivayet edilen “Annenin kesilmesi karnındaki yavrunun da kesilmesi demektir” hadisini (Ebû Dâvûd, “Edâhî”, 18; Tirmizî, “Et‘ime”, 2) delil alırlar.

Ebû Hanîfe ve öğrencisi Züfer’e göre : Bu durumdaki yavru, canlı olarak çıkarılıp da kesilemediği için meyte hükmündedir.

C) Av ve Avlanma
Helâl olan türdeki bir kara hayvanının etinin yenebilmesi hususunda temel kural, onun dinî usule göre boğazlanmış olmasıdır. Aynı kuralın av hayvanlarına da uygulanması, yani av yoluyla elde edilen hayvanın etinin böyle bir boğazlama işlemi yapılmaksızın yenmesine müsaade edilmemesi gerekirken, bu konuda ihtiyaca dayalı bir kolaylık getirilmiş, av hayvanları belli durumlarda bu kuraldan istisna edilmiştir.

Av hayvanı ele geçirildiğinde henüz hayatiyeti sona ermemişse yine boğazlama işleminin yapılması gerekir. Aksi halde bu hayvanın etini yemek helâl olmaz.

a) Avlamanın Dinî Hükmü
Yeryüzündeki bütün mahlûkata karşı şefkat ve merhamet beslenmesini, Allah’ın yarattığı fıtratın ve güzelliklerin korunmasını emreder. Bu sebeple, hiçbir fayda sağlamaya yönelik olmayan ve sırf hayvanlara eziyet vermek ve bu yolla eğlenmek için yapılan avlama İslâmî ilkelerle bağdaşmaz. Nitekim Peygamberimiz bir hadîs-i şeriflerinde şöyle bir uyarıda bulunmuştur: “Kim bir serçe kuşunu boş yere öldürürse, o kuş kıyamet günü Allah’a şikâyette bulunarak der ki: Yâ rabbi! Falanca kişi hiçbir yarar gözetmeden beni boş yere öldürdü!” (Neylü’l-evtâr, VIII, 155- 156). Başka bir hadislerinde de Resûl-i Ekrem canlı bir varlığın hedef edinilmesini yasaklamıştır (Buhârî, “Zebâih”, 25; Müslim, “Sayd”, 58).

Eti yenen hayvanların eti için, eti yenmeyen hayvanların ise deri, kıl ve diş gibi cüzlerinden yararlanmak ya da zararlarından kurtulmak için avlanması kural olarak câiz görülmüştür.

b) Şartları
1. Avcı ve Avlama Şekli ile İlgili Şartlar
a) Av yapan kişinin, dinen hayvan kesimine ehil olması gerekir. Bu sebeple, temyiz gücüne sahip müslüman bir kişinin yaptığı av bütün İslâm bilginlerine göre helâldir. Akıl hastası ve gayri mümeyyiz küçük gibi temyiz gücünden yoksun olan kişilerin avladığı hayvanın eti;

Mâlikî ve Hanbelî mezhebine göre : Helâl değildir.
Hanefî mezhebine göre :Temyiz gücü esas olmakla birlikte, besmeleyi bilen ve av fiiline yönelen gayri mümeyyiz küçüğün, akıl hastasının ve sarhoşun avladığı hayvan yenebilir.
Şâfiîler’e göre : Avlayanın temyiz gücüne sahip olması şart değildir.

Ehl-i kitabın avladıkları yenir.

Buna karşılık putperestlerin ve mürtedlerin (İslâm dininden çıkanlar) avladığı hayvanın yenmesi câiz değildir. Avladığı yenmeyen kişilerle avlanma ehliyetine sahip kişilerin ortaklaşa avladıkları avın da eti yenmez.

b) Avcının ava niyet etmiş veya avın üzerine avcı hayvanın salınmış olması gerekir. Bu şart gerçekleşmemişse, meselâ avlanması câiz bir hayvan deneme atışı veya gelişigüzel yapılan atış ile vurulmuş ise, veyahut av köpeği kendi başına avın üzerine gidip onu öldürmüşse, bu av helâl olmaz.

Fakat avcı hayvan kendi başına avın üzerine gider, avcı da hemen Allah’ın ismini anar ve onu ava doğru kışkırtırsa;

Hanefî ve Hanbelî mezhebine göre :Bu helâldir.

Bu durumda avcı hayvan takdiren sahibi tarafından salınmış sayılır.

Mâlikî ve Şâfiîler’de :Sahih bulunan görüşe göre, böyle bir avın yenmesi helâl değildir.

Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhebi eserlerinde, bu şart avcının avı görmüş, yerini belirlemiş olması şeklinde detaylandırılmıştır.
c) Avlananın silâhını kullanırken veya avcı hayvanı salarken Allah’ın ismini anması gerekir ve bile bile bunu terketmemesi gerekir. İslâm bilginleri av esnasında Allah’ın ismini anmanın dinî bir görev olduğunu kabul etmekle birlikte, bu görevin bağlayıcılık derecesi konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.

Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre avcının besmeleyi unutmasının, tıpkı hayvanın kesim işleminde olduğu gibi, mahzuru yoktur. Besmele çekmeyi unutan avcı, hükmen besmele çekmiş sayılır.

Avlanma esnasında besmeleyi kasten terkeden kimseye gelince,

Hanefîler’e göre : “Allah’ın ismi anılmadan kesileni yemeyiniz” (el-En‘âm 6/12) meâlindeki âyetin kapsamı gereği, kasten besmeleyi terkedenin avladığı hayvanın eti yenmez.

Mâlikî ve Hanbelî’lerde : Kasten besmeleyi terkedenin avladığı hayvanın eti yenmez.

Şâfiîler : Bbu âyeti “Allah’tan başkası adına kesilen” şeklinde yorumlayarak ve konu ile ilgili hadislere dayanarak besmelenin kasten terkedilmesi durumunda da avlanan avın yenebileceğini ileri sürerler.

**Hayvanların kesiminde olduğu gibi avlanma konusunda da Şâfiî mezhebinin bu görüşünün getirdiği kolaylıktan yararlanılabilir.**

d) Avcı silâhını attıktan veya avcı hayvanı av üzerine saldıktan sonra ve yaralanan avı elde etme esnasında başka bir işle uğraşmaması gerekir. Avlanma esnasında avcının yapması gereken, vurulan avı kovalamak ve yakalamaktır. Zira yaralanan ava hayatiyeti sona ermeden yetiştiğinde dinî usulüne göre onu boğazlaması şarttır. Bu işte ihmalkâr davranır da av tabii seyrinde ölürse bu avın eti yenmez.

e) Kara hayvanı avlayan kişinin o esnada hac ve umre için ihrama girmiş durumda olmaması gereklidir. Kur’an’da, “İhramda bulunduğunuz sürece kara avı haram kılındı” (el-Mâide 5/96) buyurularak ihramlının kara avcılığı yasaklanmıştır. Ancak, ihramlı olan birisinin avlanması halinde, avladığı avın hükmü hususunda fakihler ihtilâf etmişlerdir.

Ebû Hanîfe, Şâfiî ve Ebû Sevr : Bu avı, ihramda olmayanın yemesini câiz görmüşlerdir.

İmam Mâlik : Bu avı meyte (murdar) kabul ettiğinden yenmesini helâl saymamıştır.

Deniz avcılığına gelince,”Hem size hem de yolculara fayda olmak üzere (yararlanmanız için) deniz avı yapmak ve onu yemek size helâl kılındı” (el-Mâide 5/96) anlamındaki âyetin açık ifadesi gereği, ihramlı halde iken deniz hayvanlarını avlamak yasak değildir.

2. Avlanacak Hayvanla İlgili Şartlar
a) Eti yenmeyen hayvanların deri, kıl ve kemik gibi cüzlerinden yararlanmak veya zararlarından korunmak için avlanması câizdir.

b) Avlanan hayvanın tabiaten vahşî hayvan türünden olması gerekir. Deniz hayvanlarından balık ve türlerinin, kara hayvanlarından evcil olmayıp etinin yenmesi helâl olanların avlanma usulüyle elde edilmesinin ve yenmesinin câiz olduğunda fakihler arasında görüş birliği vardır. Evcil hayvanlar normal kesim usulüne tâbidir. Aslen evcil olup da sonradan yabanîleşenlerin avlanması ise ihtilâflıdır.

Hanefî, Şâfiî, Hanbelî’lere göre :Yakalanıp boğazlanması mümkün olmayan evcil hayvanların avlanması câizdir.

Mâlikî mezhebine göre :Bu tür hayvanların avlanarak yenmesi helâl değildir.

c) Avlanılan hayvanın kesimden önce ölmesi halinde, ölümünün bu avlanmadan olması gerekir. Bu yüzden değil de başka bir sebeple ölürse, eti yenmez. Yaralandıktan sonra suya düşerek boğulan veya yamaçtan düşüp ölen hayvanın durumu da aynıdır. Yaralanan hayvanın yere düşme ve çarpma sonucu ölmesi ise, avlanma sonucu ölme sayılır. Bu itibarla avcı yaraladığı avı bir süre bulamasa da, sonra bu avı ölü olarak bulsa, bu durumda avın helâl olması için üç şart gereklidir:

1-Avcı, bulduğu avın suda boğularak ya da bir yardan yuvarlanarak öldüğü tereddüdünü taşımamalıdır.

2-Bulunan hayvanın bir başkasının yaralamadığını veya başkasının avcı hayvanı tarafından avlanmadığını, kendisi tarafından avlandığını bilmelidir.

3-Avlanılan hayvan bozulmamış ve sağlığa zararlı hale gelmemiş olmalıdır. Eğer pis koku yayacak, sağlık açısından sakıncalı olabilecek duruma geldiyse, yenmesi helâl olmaz.

d) Avlanan hayvan yaralı olarak ele geçirilir ve kesme imkânı da bulunursa, usulüne uygun olarak kesilmelidir. Buna imkân varken avcının kusur ve ihmali yüzünden kesilmezse, eti yenmez. Çünkü ihtiyarî boğazlama imkânı bulunduğu sürece ıztırarî boğazlama geçerli olmaz. Avcı, avladığı hayvana henüz ölmeden yetişmişse durumuna bakılır:

Şayet av, hayatiyetini yitirmiş de boğazlanmış hayvanın durumuna benzer bir canlılık belirtisi taşıyorsa, meselâ karnı yarılıp iç organları dışarıya fırlamış ise veya av köpeğinin öldürücü darbesine mâruz kalmışsa, artık hükmen ölü sayılır ve boğazlamaya gerek olmaksızın yenebilir.

Şâfiîler’e göre :Bu durumda hayvanı rahatlatmak için boğazını bıçakla kesmek müstehaptır; fakat böyle yapılmadan ölse de etini yemek helâldir.

Bu durumdaki hayvan suya düşmüş olsa da eti yenebilir, zira boğularak ölmüş sayılmaz.

Şayet av henüz hayatiyetini yitirmemiş ise boğazlanması gerekir. Kasten veya ihmal ile boğazlama terkedilirse, bu hayvan “meyte” hükmündedir, yenmesi helâl olmaz. Eğer bıçak bulunmaması veya vaktin yeterli olmaması gibi bir sebeple boğazlanamamışsa,

Hanefî mezhebindeki görüşe göre :Yenmez; fakat istihsanen yenebileceğine hükmedilmiş ve bu görüş daha sağlam bulunmuştur.

Şâfiîler ve Hanbelîler : Bu durumda boğazlanmayan hayvanın hükmü hakkında avcının kusurlu olup olmamasını esas almışlardır. Şayet avcının bir kusuru yoksa, meselâ bıçağa uzanırken veya boğazlama vaziyeti alırken hayvan ölmüşse, eti yenebilir. Fakat avcı kusurlu ise meselâ bıçağı yoksa yahut yanlışlıkla bıçağın sırtını sürmüşse ve bu yüzden boğazlama işlemi yapılamadan ölmüşse, eti yenmez.

3. Av Aleti ile İlgili Şartlar
Av ya av tüfeği, ok, mızrak gibi yaralayıcı ve öldürücü bir aletle ya da köpek, atmaca, şahin gibi bu iş için eğitilmiş hayvanlarla yapılır. Av yaparken kullanılacak bazı vasıtalara Kur’an ve Sünnet’te özetle işaret edilmiş, fıkıh eserlerinde ise bu vasıtalarda aranan özellikler konusu ayrıntı ile ele alınmıştır. Avlanmada kullanılacak vasıtalar, silâhlar ve hayvanlar olmak üzere iki kısma ayrılır:

a) Silâhla Avlanma
1. Avlanmada kullanılan silâhın, avın bedenini parçalayıcı (kesici, delici) özellikte olması ve vücuduna nüfuz etmesi gerekir. Meselâ tüfekle atılan saçma ve kurşunun durumu böyledir. Avcı, avı vurduktan sonra kesmek için yetişemese de av, yara aldığı ve üzerine Allah’ın ismi anılmış sayıldığından boğazlanması gerekmez.



2. Ava atılan bıçak ve kılıç darbesi onun bir organını vücudundan ayırırsa av yenir. Çünkü bu şekilde avda bir yaralama meydana gelmiştir ve bu onun boğazlanması gibidir. Vurulan kılıç, bıçak vb. aletlerin avı sadece yaralaması halinde de av boğazlanmış sayılır ve etini yemek helâldir.

3. Taş, sopa ve benzeri cisimlerle av yapılması delici özelliğinin bulunmaması yönünden bakıldığında câiz görülmemiştir. Bu cisimlerin delici bir etki ile hayvanı yaralaması veya öldürmesi durumunda ise avın yenebileceği kabul edilmiştir.

Hz. Peygamber’in bu konudaki şu hadisi bu ayırıma esas olmuş ve fakihlerin görüşlerini yönlendirmiştir: Sahâbeden Adî b. Hâtim mi‘râd denilen bir ucu keskin-delici, diğer ucu küt bir aletle yaptığı avın hükmünü sorduğunda Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur: “Eğer keskin yeri ile vurduysan ye, küt tarafı ile vurduysan yeme, çünkü o vekîzedir (darbe ile vurulup öldürülmüştür).” O devirde mi‘râd diye anılan aletin nitelikleri hakkında bilginler farklı açıklamalar yapmışlarsa da, hadisteki gerekçenin, Kur’ân-ı Kerîm’de (el-Mâide 5/3) “mevkuze” diye anılan (darbe ile öldürülmüş) hayvanların yasaklanma gerekçesi ile aynı paralelde olduğu anlaşılmaktadır. Kesici, delici, parçalayıcı özelliği olmayan cisimle bile olsa, hayvanın ölmeden ele geçirilip usulünce boğazlanması halinde yenmesi ise helâldir.



__________________________________________________ ________________________
Mevkuze : Darbe ile öldürülmüş hayvan.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
b) Avcı Hayvanla Avlanma
Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah’ın size öğrettiğinden avcı haline getirdiğiniz hayvanların sizin için yakaladıklarından da yiyin ve üzerine Allah’ın adını anın (besmele çekin)” (el-Mâide 5/4) buyurularak avcı hayvan ile avlanmanın câiz olduğu bildirilmiştir. Bu âyetin ve bazı hadislerin ışığında belirlenen avcı hayvanların özellikleri ve bunlara bağlanan hükümler ana hatlarıyla şöyledir:

1. Avcı hayvan olarak köpeğin kullanılmasının cevazında fakihler arasında görüş birliği vardır. Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre kaplan gibi yırtıcı dört ayaklı hayvanlar ile şahin gibi yırtıcı kuşlardan da avcı hayvan olarak yararlanılabilir.

2. Avlamada kullanılacak hayvanın av için eğitilmiş olması gereklidir. Bunun bilinmesi ise, köpek ve benzeri hayvanların eğitilmiş olmaları, yakaladıkları avdan yememeleriyle, kuşların eğitilmiş olmaları da av üzerine salındığında gitmesi, geri çağırıldığında gelmesiyle olur.

3. Fakihlerin çoğunluğuna göre avcı hayvanın yakaladığı avı, ondan yemeksizin sahibine getirmesi gereklidir. Şayet tutmuş olduğu avdan yerse kendisi için tutmuş olur ki, bu avın eti helâl olmaz.

Hanefîler :Yırtıcı kuşlar ile yapılan avda bu şartı aramazlar.
Mâlikî’lere göre : Av hayvanının yakaladığı avdan yemesi, bu etin yenmesine engel değildir.

4. Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre avcı hayvan avını yaralayarak öldürmüş olmalıdır. Şayet boğarak veya sert bir darbe ile öldürmüş ise bu avın eti yenmez.

Şâfiîler’e göre : Eğer av hayvanı avının üzerine yüklenip ağırlığı ile onu öldürmüşse bu avı yemek câizdir.

5. Avcı hayvan sahibi tarafından av için salıverilmiş olmalıdır. Sahibi tarafından salıverilmeksizin kendiliklerinden yakaladıkları hayvanın eti yenmez.

Hanefîler’e göre :Hayvanın belirli bir av için salıverilmesi şart olmayıp, av için salıverilmiş olması yeterlidir.

6. Avcı hayvana av esnasında eğitilmemiş başka bir hayvan ortak olmamalıdır. Birkaç avcı köpeğin birlikte avladıkları avın yenmesinde ise sakınca yoktur.

III. İÇECEKLER
Hz. Peygamber, “Her sarhoşluk veren şey hamrdır (şarap), her hamr da haramdır” (Buhârî, “Edeb”, 80; Müslim, “Eşribe”, 73), “Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır” (Tirmizî, “Eşribe”, 3; Ebû Dâvûd, “Eşribe”, 5) sözleriyle bu yasağın özü ve kapsamı konusuna açıklık getirmiştir.

İslâm hukukçularının “hamr” (şarap) kelimesinin sözlükteki anlam çerçevesiyle ilgili dil tartışmaları, sonuç itibariyle Kur’an’daki hamr yasağının kapsamını ve içki yasağının dayandığı delili belirlemeyi hedef alan metodolojik bir tartışma hüviyetindedir. Fakihlerin önemli bir kısmı, azı ve çoğu sarhoş eden her türlü içkiye, hangi maddeden üretilirse üretilsin, hamr deneceği, âyetteki hamr yasağının bu tür içkilerin hepsini kapsadığı görüşündedir.

Şâfiîler, Hanefîler, Mâlikîler : Sadece üzümden elde edilen sarhoş edici içkiye hamr denmesinin doğru olacağını söylerler.

Hanefî ekolü de dahil bütün fıkıh mezheplerinde hâkim ve ağırlıklı görüş sarhoş edici özelliği bulunan bütün içki türlerinin haram olduğudur.

Hz. Peygamber bir hadislerinde içkiyi üretenin, ürettirenin, içenin, taşıyan ve taşıtanın, dağıtanın, satanın, bundan gelir elde edenin, satın alanın, ikram edenin ve parasını yiyenin lânetlendiğini bildirerek bu grup insanları ağır bir şekilde kınamıştır (Ebû Dâvûd, “Eşribe”, 2; Tirmizî, “Büyû‘”, 58; İbn Mâce, “Eşribe”, 6).

Fakihler, şarabın kendiliğinden sirkeye dönüşmesi halinde, hem bu sirkenin hem de kabının kullanımının câiz olacağı görüşündedir. Hanefî ve Mâlikî mezheplerinde şarabın dışarıdan müdahale ile sirke yapılmasını da bu grupta mütalaa etme temayülü ağır basar.

IV. BAĞIMLILIKLAR
A) Sigara
1. Sigaranın zararlarını bilmeyen veya önemsemeyen bir grup bilgin, tütün kullanma (pipo, nargile vb. de dahil), sigara içme hakkında dinde açık bir hüküm bulunmadığını, şâri‘ tarafından açık bir yasak gelmediğini ileri sürerek sigara içmenin mubah olduğu görüşünü ileri sürmüştür.

2. Diğer bir grup İslâm bilgini ise, sigara içmeyi doğru bulmamakla birlikte, “haram” da diyemedikleri için “mekruh” olarak nitelendirmişlerdir.

3. Üçüncü bir grup ise, sigara içmeyi, özellikle tiryakilik derecesinde sigara alışkanlığını sağlık açısından zarara ve ekonomik yönden israfa yol açtığı, nafaka yükümlülüğünü ihlâl ettiği gerekçesiyle “haram” saymışlardır.

Sigara içmenin fıkhî hükmü başta zarar, israf ve nafaka yükümlülüğü olmak üzere çeşitli açılardan ele alınabilir.

Nargile ve enfiye gibi alışkanlıklar da bu çerçevede değerlendirilebilir.

B) Uyuşturucu Maddeler
İslâm’ın emir ve yasaklarındaki genel amaçlar dikkate alındığında İslâm’ın bu konudaki yasağının sadece şaraba veya belirli alkollü içkilere mahsus olmadığı, aklî ve ruhî dengeyi bozan, sinir sistemini uyuşturup beynin işlevlerini etkileyen, kişinin irade ve düşünme gücünü tamamen veya kısmen yok eden her türlü keyif verici uyuşturucunun da aynı yasak kapsamına girdiği görülür.

V. GİYİNME ve SÜSLENME
İslâm dininde, esasen serbesti ve mubah oluş temel kural olmakla birlikte, insanların zaaf ve temayüllerinin sapma noktasına varmasını ve toplumsal bünyenin bozulmasını önlemek maksadıyla örtünme ve süslenme ile ilgili bazı temel ölçüler ve kısıtlamalar getirilmiş, bunun dışında insanların kendi zevk, imkân ve kültürlerine göre giyinip kuşanmasına imkân verilmiştir. Bu yüzden de giyinme, örtünme ve süslenme konusunda fıkıh kültüründe yer alan bilgi ve önerilerin bir kısmı dinî metinlere dayalı hükümler iken bir diğer kısmı İslâm toplumlarının bu çerçevede oluşan ve asırlar boyu süregelen geleneğini, bilgi birikimini ve hayat tarzını yansıtır.

A) Örtünme
İslâm dininin örtünme emri, ferdin ruh sağlığını, fıtrî yapı ve onurunu, toplumun genel ahlâkını koruma, cinsler ve insanlar arası münasebetlerde dengeyi gözetme, insan haysiyetine yakışır bir cinsî hayat ve aile hayatı kurma gibi çeşitli gayelere yöneliktir. Örtünmede erkekle kadının farklı hükümlere tâbi olması da iki ayrı cinsin yaratılış özellikleri gözetilerek yapılmış bir ayırımdır.

Örtünmenin sınırı cinslere ve arada mahremiyetin (evlenme engeli sayılacak derecede yakınlığın) bulunup bulunmamasına göre farklılık taşıyabilir. Bunun için de fıkıhta örtünme; namazda örtünme, yakınlara karşı örtünme ve yabancılara karşı örtünme şeklinde üç ayrı açıdan ele alınabilir.

Erkeğin namazda ve namaz dışında örtülmesi gereken yeri, erkeklere ve karısından başka kadınlara karşı avret yeri, göbek ile diz kapağı arasında kalan bölgedir.

Kadınların kadınlara ve mahremlerine yani aralarında devamlı evlenme engeli bulunan erkek akrabasına karşı avret yeri:

Hanefî ve Şâfiîler’e göre : Erkeğin erkeğe karşı avret yeri gibidir. (göbek ile diz kapağı arasında kalan bölgedir)

Mâlikî ve Hanbelî’lere göre : Kadının mahremi erkekler yanında el, yüz, baş, boyun, kol, ayak ve baldır hariç bütün vücudunun avret olduğu ve örtülmesinin gerektiği yönündedir.

Kadının yabancı erkekler yani mahremi olmayan erkekler karşısında avret yeri:

Hanefî mezhebine göre: Yüzü, el ve ayakları hariç bütün vücududur.

Diğer üç Mezhebe göre: Kadının ayakları da avrettir.

B) İpekli Elbise ve Kumaş Kullanımı
İslâm her alanda olduğu gibi giyim kuşamda da itidal esasını getirmiş, Kur’an’da sıklıkla ölçülü hareket etmek, aşırılığa, lüks ve gösterişe kaçmamak tavsiye edilmiş, Hz. Peygamber de hayatı boyunca daima şık, temiz, sade ve güzel giyinmiş ve bunda da her zaman için itidali korumuştur.

İpekli elbise giyme ve ipekli kumaş kullanma ile ilgili hadislerin bazıları.

“İpeği dünyada giyen âhirette giyemeyecektir” (Buhârî, “Libâs”, 25; Müslim, “Libâs”, 2; Tirmizî, “Edeb”, 1).

İpek ve altın ümmetimin kadınlarına helâl, erkeklerine haramdır” (Buhârî, “Libâs”, 30).

Sahâbeden Berâ b. Âzib şöyle demiştir: “Hz. Peygamber bize yedi şeyi emretti, yedi şeyi de yasakladı. Hastaları ziyaret etmeyi, cenazenin arkasından gitmeyi, hapşırana iyi dilekte bulunmayı, yemini yerine getirmeyi, mazluma yardım etmeyi, davete icâbet etmeyi ve selâmı yaymayı emretti. Altın yüzük kullanmayı, gümüş kaptan içmeyi, eyerlerin üzerine konan ipek örtü (meyâsir) kullanmayı, ipek ile nakışlanmış kumaş (kassî) kullanmayı, ipek (harîr), kalın ipekli kumaş (istebrak) ve erişi ve argacı (çözgüsü ve atkısı) ipek olan kumaş (dîbâc) giyinmeyi yasakladı” (Buhârî, “Libâs”, 45; Müslim, “Libâs”, 1).
__________________________________________________ ________________________
Meyâsir : Eyerlerin üzerine konan ipek örtü
Kassî : İpek ile nakışlanmış kumaş
Harîr : İpek
İstebrak : Kalın ipekli kumaş
Dîbâc : İpek olan kumaş
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre :Savaş durumunda ipek giyilebilir.
Ebû Hanîfe’ye göre : Giyemez

Şâfiî âlimlerinden Nevevî :Bu konuda şu açıklamayı yapar: “İpek, istebrak, dîbâc ve kassî giymek erkeklere haramdır. Kişinin bunu böbürlenmek amacıyla giymesiyle başka amaçla giymesi arasında fark yoktur. Fakat bir deri hastalığı sebebiyle giymişse bu takdirde haram değildir.

Ahmed b. Hanbel’e göre : İpek giymenin iyi geldiği bir hastalığın bulunması halinde ipek elbise giymeyi câiz görmüştür.

Mâlik’i :Bu durumda bile ipek giymeye ruhsat vermediğini belirtmiştir.

Ebû Hanîfe ile bazı Mâlikî fakihleri : Hadislerdeki yasağın ipekli kumaşın sadece giyilmesine mahsus bir hüküm olduğu, bu sebeple de ipeğin giyim dışı kullanımının câiz olduğu görüşündedir.

İpekli Elbise İçinde Kılınan Namazın Hükmü.

Hanefîler’e göre : İpekli elbise içinde kılınan namaz sahih olup iadesi gerekmez. Ancak ipekli elbise ile namaz kılmak mekruhtur. Ayrıca bu şahıs, giyilmesi yasak olan bir şeyi giydiği için de günah işlemiş olur.

Şâfiî, Ebû Sevr ve Mâlik’e göre :Bu kişi o anda ipekten başka bir elbise bulma imkânına sahip ise, namazı hemen iade etmelidir.

C) Süslenme ve Estetik Müdahaleler
Allah insanları en güzel şekilde, dengeli, âhenkli bir surette yaratmakla kalmamış, insanlara mâkul ve mutedil ölçüler içerisinde süslenmelerine, güzelliklerini korumalarına, güzel görünmelerine de izin vermiş, hatta bunu teşvik etmiştir. Kur’an’daki “Ey Âdem oğulları, her mescide gidişinizde ziynetlerinizi takınız, yiyin için fakat israf etmeyin...” hitabı (el-A‘râf 7/31), Hz. Peygamber’in de “Allah güzeldir, güzelliği sever” buyurması bu anlamdadır. Buna karşılık, insanın yaratılıştan gelen özellik ve şeklini değiştirmeyi, fıtratı bozmayı hedef alan tasarruf ve müdahaleleri yasaklamış, yaratılışı değiştirmenin şeytanın emrine uyma olacağı bildirilmiştir (en-Nisâ 4/119).

a) Saçla İlgili Tasarruflar
Sahih hadis kitaplarının hepsi, Hz. Peygamber’in dökülen saçın yerine saç eklemeyi ve ekletmeyi yasakladığını rivayet ederler. Nitekim Buhârî ve Müslim’in rivayetine göre, ensardan bir câriye evlendikten sonra hastalanmış ve saçı dökülmüştü. Ailesi ona takma saç bağlamak istediler ve bunu Resûlullah’tan sordular. Hz. Peygamber bunun üzerine, “Allah, saç ekleyene ve eklettirene lânet etsin” buyurarak bunu yasakladı (Buhârî, “Libâs”, 83; Müslim, “Libâs”, 117).

Hadis kitaplarında sahâbe arasında benzeri olayların ve taleplerin olduğu, fakat hepsinde de Resûlullah’ın, saça saç eklemeyi, dökülmüş saçın yerine başkasının saçını takmayı yasakladığı rivayetleri vardır. Hadislerde geçen lânetin, kuvvetli bir yasaklama üslûbu olduğunu belirten İslâm hukukçuları da, erkek veya kadının ister hastalık ve saç dökülmesi sebebiyle, isterse güzellik kastıyla saçına saç eklemesini, başına başkasının saçını (peruk) takmasını câiz görmemişlerdir. Çünkü bunda hem tabii ve fıtrî şekli değiştirme hem de karşısındaki insanlara genç ve farklı görünerek onları yanıltma vardır.

Kullanılan malzeme ne olursa olsun, bir erkeğin veya kadının başına saçtan veya görünüş
olarak saça benzeyen bir maddeden peruk takmasının Hz. Peygamber tarafından hoş karşılanmadığı; ancak, saçı dökülen kimsenin tedavi ile bunu önlemesinin veya yeniden saç bitmesini sağlamasının câiz görüldüğü söylenebilir.

Saçta ağaran kılları yolmaya gelince, Hz. Peygamber bu konuda “Ak saçlarınızı yolmayın, saç ve sakalını müslüman olarak ağartan kimse için o saç ve sakal kıyamet gününde nur olacaktır” buyurmuşlardır (Ebû Dâvûd, “Tereccül”, 17). Bu sebeple de İslâm bilginleri, bir kimsenin saçındaki ağaran kılları yolmasını genelde mekruh saymışlardır.

Saç boyamaya gelince, Hz. Peygamber saçları bembeyaz olmuş bir sahâbîyi görünce, “Şu beyaz saçların rengini bir şey ile (boyayıp) değiştiriniz. Fakat siyaha boyamaktan kaçınınız” buyurmuştur (Müslim, “Libâs”, 79). O dönemde yaşlı yahudi ve hıristiyanlar saç ve sakallarını boyamazlardı. Bunun için de Hz. Peygamber, “Yahudi ve hıristiyanlar (saç ve sakallarını) boyamaz. Onlara muhalefet ediniz (de boyatınız)” buyurmuştur (Müslim, “Libâs”, 80).

Ancak burada bir emirden ziyade ruhsat ve müsaade söz konusudur

Kadınların saçlarını siyaha boyatması ise umumiyetle câiz görülür.

b) Kaş Alma-Kıl Yolma
Hz. Peygamber bir hadislerinde, “Allah yüz tüylerini yolan ve yolduran kadına lânet etsin...” buyurmuş olup (Buhârî, “Libâs”, 84; Müslim, “Libâs”, 120), bu yasağın hangi nevi fiilleri kapsadığı İslâm hukukçuları arasında tartışma konusu olmuştur.

Çoğunluğa göre kadının, kocası için ve onun izniyle yüzünde biten kılları alması, makyaj yapması, hatta kaşını düzeltmesi/inceltmesi câiz olup hadisteki yasak, kadının dışarı çıkmak için yüz kıllarını yolması ve kaş aldırması ile ilgilidir.

Hadiste yasaklanan kıl koparmayı, yüzde sonradan biten ve yüzü çirkinleştiren yüz kıllarını koparma değil de, kaşları inceltmek veya yukarı kaldırmak için kaş kıllarını yolma olarak anlamak daha doğru görünmektedir.

Hadiste gerek saç ekleme ve boyama, gerekse yüz kıllarını yolma hakkında vârit olan yasak, yaratılışı değiştirme, insanları aldatma, farklı görünme gibi gayelerle yapılan sunî müdahalelerle ilgilidir. Yoksa saçları bitmeyen veya anormal bir şekilde dökülen kimsenin, erken yaşta saçı ağaran, yüzü/vücudu anormal bir şekilde kıllanan çocuğun tıbbî müdahale ile, ilâçla veya ameliyatla tedavi olup normal bir yapıya kavuşturulmasında bir sakıncanın olmadığı açıktır.

c) Vücutta Kalıcı İz Bırakan Tasarruflar
Dövme (veşm) yaptırma, Hz. Peygamber’in hadislerinde şiddetle yasaklanıp lânetlenmiş (Buhârî, “Libâs”, 85-87; Müslim, “Libâs”, 119), İslâm bilginleri de bunu, Allah’ın yarattığı şekil ve surette kalıcı değişiklik meydana getirdiği için câiz görmemişlerdir.

Şâfiîler’den bir grup âlim :Dövme yapılan yerde biriken kanın necis, pis olduğunu, dövmeyi yok etmenin vâcip olduğunu da ilâve ederler.

Dişlerin güzellik için törpülenerek seyrekleştirilmesi de (teflîc) hadiste yasaklanmıştır (Buhârî, “Libâs”, 86; Müslim, “Libâs”, 119). Bu sebeple İslâm âlimleri tedavi kastı olmaksızın sırf güzellik için dişlerin seyrekleştirilmesini Allah’ın yaratışını değiştirme olarak tanımlayıp câiz görmezler.

Kızların kulaklarının küpe için delinmesi de, süslenme hakkının kapsamında mütalaa edilerek câiz görülmüştür.
__________________________________________________ ________________________
Veşm : Dövme (vücuda yapılan dövme)
Hilkat : Yaratıldığı hal ve şekil
Tebdil ve Tağyir : Allah’ın yarattığı şekil ve sureti bozma ve değiştirme
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

D) Altın ve Gümüş Kullanımı

a) Altın ve Gümüş Kullanımıyla İlgili Hadisler
Hazreti Peygambe (sav); Altın ve gümüş kaplardan bir şey içmeyiniz ve bu ikisinden yapılan tabaklarda bir şey yemeyiniz. Çünkü bu tabaklar (sıhâf) dünyada müşrikler için, âhirette ise sizin içindir.” (Müslim, “Libâs”, 2)

Başka bir hadislerinde ise Hz. Peygamber, “Gümüş kaptan içen, karnına cehennem ateşini akıtmaktadır” (Müslim, “Libâs”, 1) buyurmuştur.

Hz. Peygamber, altın ve gümüş kaplardan yiyip içmemizi, ipek ve dîbâc giymemezi ve ipek üzerine oturmamızı yasakladı” (Buhârî, “Libâs”, 27).

“Hz. Peygamber altın yüzük kullanmayı yasakladı” (Buhârî, “Libâs”, 45).

Yine Buhârî’de yer alan bir hadise göre, Hz. Peygamber altından bir yüzük edinmiş ve kaşını da avuç içine getirmişti. İnsanların bu şekilde yüzük edindiklerini görünce, bu yüzüğü atmış ve gümüş bir yüzük edinmiştir (Buhârî, “Libâs”, 45).

Altın ve Gümüş Eşya Bulundurma

İmam Muhammed : Üzerinde oturmamak ve uyumamak şartıyla süs eşyası olarak evde altın ve gümüşten yapılmış ve üzerine de ipek örtü serilmiş sandalye, koltuk bulundurulmasında beis görmez.

Ebû Hanîfe :Üzerine oturulmasında ve yatılmasında da bir sakınca görmez.

Mâlikîler, Şâfiîler ve Hanbelîler : Altın ve gümüş kapların ve diğer eşyanın evde bulundurulmasını, sonuçta bunların kullanılmasına yol açacağı düşüncesiyle altın ve gümüş ev eşyasının edinilmesini
de (evde bulundurulmasını) haram kabul etmişlerdir.

Hatta Şâfiîler, hadisin zâhirinden hareketle ticaret maksadıyla dahi olsa altın ve gümüş ev eşyasının edinilmesinin haram olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü ipekten farklı olarak, altın ve gümüş kabın kullanımı kadın erkek ayırımı olmaksızın herkes açısından yasaktır.

Ebû Hanîfe :Gümüş kaplamalı kaptan içmeyi ve abdest almayı, gümüş kaplamalı eyer kullanmayı ve gümüş sırmalı sedire oturmayı câiz görmüştür. Maddesinde altın veya gümüş karışımı bulunan kapların kullanımını da câiz görmektedir.

Mâlikîler : Kılıç ve mushafta altın ve gümüş kullanılmasını câiz görmüşler, kılıç ve mushaf dışında ise altın veya gümüşle süslenmiş eşyanın kullanılmasını haram saymışlardır.



__________________________________________________ _______________________
Ta’lîl : Gerekçelendirme
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

E) Saç Sakal ve Bıyık
Daha önce geçtiği üzere Hz. Peygamber, Ehl-i kitabın yaşlılarının saçlarını boyamadığından bahisle müslümanların onlara muhalefet edip saçlarını boyamalarını tavsiye etmiş, yine müşrik ve Mecûsîler’e muhalefet için bıyıklarını kısaltıp sakallarını uzatmalarını emir ve tavsiye etmiştir. Meselâ Resûlullah’ın, “Bıyığınızı kısaltınız, sakalınızı uzatınız” (Buhârî, “Libâs”, 64), “Bıyıklarınızı kırpınız, sakalları uzatınız. Mecûsîler’e muhalefet ediniz” (Müslim, “Tahâret”, 16), “Müşriklere muhalefet ediniz, sakalları çoğaltınız, bıyıkları kesiniz” (Müslim, “Tahâret”, 16), “Bıyığından almayan bizden değildir” gibi hadisleri (bk. Buhârî, “Libâs”, 63-65; Tirmizî, “Edeb”, 6) hemen hemen bütün sahih hadis kitaplarında yer almakta olup temelde bu gayeye mâtuftur.

Özetle ifade etmek gerekirse fakihlerin çoğunluğu sakalı tıraş etmenin haram olduğu görüşündedir. Şâfiîler’den Gazzâlî, Râfiî, Nevevî, Mâlikîler’den Kadî İyâz gibi bilginler ise sakalı tıraş etmenin haram değil mekruh olduğunu söylemiştir.

Hz. Peygamber’in genelde saçlarını omuzlarına dökülecek şekilde bıraktığı, bazan da saçını kısalttığı veya kazıttığı bilinmekle birlikte klasik dönem İslâm bilginleri sakal konusunda gösterdikleri yaklaşımı bu konuda sürdürmemişler, Resûl-i Ekrem’in saç şeklini örfî karakterde bir davranış ve kişisel bir tercih olarak görmüşlerdir.

Sakal ve bıyık konusunun müslümanlar arasında bir ihtilâf ve itham konusu olması, İslâm kardeşliğini ve müminlerin birlik ve dayanışmasını zedeler. Hz. Peygamber’in sünneti olduğu için sakal bırakan kişiye saygı gös termek ve bu hareketinin övgü ve ecre lâyık bir davranış olduğunu kabullenmek ne kadar gerekli ise, bu konuda farklı düşünen, daha esnek ve hoşgörülü davranan kimselere de saygılı olmak o kadar elzemdir. Aksi takdirde, şekil üzerindeki tartışmalar, müslümanların dinin özü ve içeriği, temel ilke ve gayeleri üzerinde yoğunlaşmasını önleyen, dikkatlerini dağıtan ve bir bakıma hedef saptırması yapan bir özellik taşımış olacaktır.

F) Kolonya ve Alkollü Madde Kullanım
Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’un anlayışlarına göre : Bunlar necis değildir; sarhoşluk için içilmeleri haramdır, fakat elbiseye veya namaz yerine dökülmeleri halinde namazın geçerliliğini etkilemez.

Şâfiî mezhebine göre : Necis çerçevesinde mütalaa ederek hem içilmesi hem de kullanılması haramdır.

Üzerinde Resim ve Sûret Bulunan Eşyayı Kullanmak.
Hanefîler: Üzerinde insan veya hayvan resmi bulunan yaygı üzerinde namaz kılmada bir sakınca olmadığını belirtmişlerdir. Çünkü, resimli yaygının ayaklar altına alınması, resimlere değer vermeme anlamındadır. Ancak, resime ibadet etmeye benzeyeceği için yaygıdaki resimler üzerine secde edilmemesi tavsiye edilmiştir. Yine bu resimler (sûret veya tesâvîr), baş hizasından daha yukarıda, kişinin hizasında ve önünde asılı olarak bulunurken namaz kılmanın mekruh olduğu söylenmiştir. Resimler, kişinin arkasında veya ayakları altında ise, namaz mekruh olmayıp, resimlerin evde bulundurulmuş olması mekruhtur. Evde resim bulundurmanın mekruh olmasının gerekçesi ise, Cebrâil’in, “Ben içerisinde köpek veya sûret bulunan eve girmem” sözüdür.

Resimli elbise giymek mekruh görülmekle birlikte, bu elbise içinde kılınan namaz sahihtir. Fakat ihtiyaten yeniden kılınması uygundur (Mergýnânî, el-Hidâye, I, 362-364).

Hanbelîler :Üzerinde canlı resimleri bulunan elbise giymenin haram olmayıp mekruh olduğunu belirtmişlerdir

Resimli Eşyanın Alım Satımı.
Bilginlerin çoğunluğu, Hz. Âişe’nin satın aldığı resimli minderi Hz. Peygamber’in iade ettirmeyerek, şeklini ve konumunu değiştirmek suretiyle başka bir amaçla kullanılmasına izin vermesinden hareketle, resimli eşyanın satımının câiz olduğunu söylemişlerdir.

Müzik
Ebû Hanîfe :Ggınâyı mekruh görmüş ve günah saymıştır.
Hanefîler :Def, mizmar gibi çalgı aletlerini dinlemenin haram ve mâsiyet olduğunu açıkça belirtmişlerdir.

İmam Mâlik : Gınânın hem icrasını, hem dinlenilmesini tasvip etmemiştir.

Şâfiî :“Gınâ, bâtıla benzeyen mekruh bir eğlencedir. Bunu çok yapan sefih sayılır ve şahitliği reddedilir” demiştir

Ahmed b. Hanbel : “Gınâ kalpte nifakı yeşertir, ben hoşlanmam” diye cevap vermiştir.
Müzik, İslâm bilginleri tarafından çokça tartışılan ve hakkında lehte ve aleyhte çok şey söylenen konular arasında yer alır. Müziğin lehinde ve aleyhinde öne sürülen gerekçeler birlikte düşünüldüğünde müziğin mutlak olarak yasaklanmadığı, aksine mubah bırakıldığı sonucuna ulaşılır. Gerçekten de elde Kur’an ve Sünnet’te müzik dinlemenin haram olduğunu ve müzik dinleyenlerin günahkâr olacağını ispata yetecek malzeme bulunmadığı açıkça görülmektedir. Ancak, diğer mubahlar gibi müziğin de haramın işlenmesine vesile yapılmasına karşı çıkılmıştır. Bu itibarla içinde isyan, küfür veya İslâm’ın hoş karşılamadığı sözler bulunan yahut cinsel tahrik, müstehcenlik gibi dinimizce hoş görülmeyen şeylere yol açan müziğin söylenmesi ve dinlenilmesi kesinlikle uygun değildir. Bununla birlikte müzik konusunu gerek önceki devirlerde gerekse zamanımızda bir tercih ve takvâ meselesi olarak değerlendirenler de bulunagelmiştir. Bunların saygıyla karşılanması gerektiği gibi, müzik dinlemeyi bir eğlence unsuru olarak görenlerin de hoş karşılanması gerekir.
__________________________________________________ ________________________
Melâhî : Çalgı aletleri
Lehve’l-hadîs : Sözlü eğlence
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

B) Spor ve Eğlence
Peygamberimiz’in Teşvik Ettiği Bazı Sportif Faaliyetler
1-Atletizm (koşu)
2-Güreş
3-Okçuluk
4-Binicilik

C) Oyun-Eğlence
a) Düğün
Nikâh akdi hukukun alanına girerken, düğün hukukun değil geleneğin, örf-âdetin ve teâmüllerin, kısaca sosyal ilişkileri düzenleyen kurallar alanında yer alır ve genel olarak içeriği gelenek tarafından oluşturulur, düzenlenir. Bu bakımdan temel ilkelere riayet şartıyla bir düğün töreninin nasıl olacağını din veya hukuk kuralları değil, gelenek belirler.

Evlenmenin duyurulması ve kutlanması yönünde Hz. Peygamber’in bazı tavsiyeleri olmuştur. Bunlardan biri evlenmenin def ile ilân edilmesi, bir diğeri de ziyafet verilmesidir. Bu tavsiyeler, evlenen çiftler ve yakınları için böylesine önemli bir olayın kutlanmasının ve duyulan sevincin paylaşılmasının tabii bir durum olduğunu göstermesi yanında, bir de özellikle ilân boyutu, durumun eşe dosta duyurulması ve çiftlerin beraberliğinin meşrû bir beraberlik olduğunu ilân etme gibi bir fonksiyon da üslenir.

Hz. Peygamber’in düğünlerde eğlenceye izin verdiğine, hatta kendisinin böyle düğünlere katıldığına dair rivayetler bulunmaktadır. Bir yakınını düğün yapmadan evlendirmek isteyen Âişe’ye Peygamberimiz, ensarın eğlenceden hoşlandığını hatırlatarak düğün yapmasının daha iyi olacağını söylemiş, bir rivayete göre de güzel şarkı söyleyen Erneb adlı bir kadını şarkı söylemek üzere göndermesini de tavsiye etmiştir.
__________________________________________________ ________________________
Halvet : Bir erkek ile bir kadının bir yerde baş başa kalmaları
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

C) Doğum Kontrolü

Azil dışında ilâç almak, vaginaya gebeliği önleyici bir madde koymak, prezervatif kullanmak gibi yollarla da gebeliğin önlenmesi mümkündür. Spiralin, gebeliği önleyici bir işlev gördüğü bilinmekle birlikte zaman zaman döllenmeyi engellemeyip rahimde teşekkül eden cenini dışarı atıcı bir fonksiyon icra ettiği de anlaşılmaktadır. İslâm hukukçuları azil ve diğer gebeliği önleme yöntemlerine karşı oldukça müsamahalı baktıkları halde, çocuk düşürmeyi hiçbir aşamada tasvip etmemiş, tıbbî ve dinî zaruret bulunması durumu hariç böyle bir işlemi cinayet, büyük günah saymışlardır.

Cenine karşı bir cinayet işlenmesi halinde gurre tabir edilen bir ceza tazminat ödenir. Gurrenin miktarının, sünnetteki tatbikat örneğinden yola çıkarak beş deve, -altın ve gümüşün o asırdaki değerine göre- yaklaşık 212,5 gr. altın veya 1785 gr.

Hanefîler’e göre : 1487,5 gr. gümüş olduğu görülmektedir.

Gurre ceninin mirası kabul edilir ve düşmesine sebep olan kimse hariç vârisleri arasında paylaştırılır. Gurrenin ödenmesi için çocuk düşürmenin kasten veya hata ile olması, anne veya baba tarafından işlenmesi farketmez.

Şâfiî ve Hânbelî :Fakihleri gurre ile birlikte kefâret ödenmesini de gerekli görürler.
__________________________________________________ ________________________
Azil : Erkeğin spermini dışarı akıtması. Cinsel ilişkiden sonra geri çekme ve dışarı boşalma.
Gurre : Cenine karşı bir cinayet işlenmesi halinde ödenmesi gereken ceza (tazminat).
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

E) Sunî İlkah ve Tüp Bebek
İslâm inancına göre diğer bütün nimetler gibi çocuk da Allah vergisidir. Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. O, ne dilerse, onu yaratır. Kimi dilerse ona kızlar bağışlar, kimi dilerse ona erkekler lutfeder. Yahut erkekler, dişiler olmak üzere çift verir. Kimi de dilerse onu kısır bırakır. Şüphesiz O, hakkıyla bilendir, her şeye kådirdir” (eş-Şuarâ 42/49-50).

Çağımızda konu hakkında görüş bildiren İslâm bilginlerine göre çeşitli nedenlerle çocuk sahibi olamayan evli çiftlerin bu imkâna kavuşturulması gerek tıbbî tedavi gerekse temel insan hakları açısından olumlu ve övgüye değer bir gelişmedir. Sunî döllenme ve tüp bebek yöntemi de bu amaçla kullanılabilir. Ancak bunda kocanın menisinin ve eşinin yumurtasının kullanılması ve hamileliği de yine eşin yapması şarttır. Döllenmenin bu şartlarla rahim dışında gerçekleştirilip sonradan anne adayı eşin rahmine konması dinen sakınca teşkil etmez.

VIII. GÜNLÜK HAYAT
A) Bid‘at ve Hurafeler
Dinî terminolojide bid‘at, dinin aslında olmadığı halde inanç ve ibadet alanında sonradan icat edilen inanış ve davranışları ifade eder. Daha açık bir ifadeyle, Hz. Peygamber zamanında olmayan veya meşrû görülmeyen bir inanış, ibadet, dinî anlayış ve davranış bid‘at kavramı içinde yer almaktadır.

İnanç ve ibadet hayatının dışında kalan yenilikler bid‘at kavramına girmez.

İslâm bilginleri bid‘atı ikiye ayırmışlar, iyi ve yararlı gördüklerine bid‘at-ı hasene, kötü ve zararlı bulduklarına da bid‘at-ı seyyie adını vermişlerdir.

Kur’ân-ı Kerîm’i bir mushaf içinde toplamak, hadis kitapları yazmak, teravih namazını cemaatle kılmak, kabirlerin üzerine türbe yapmak gibi hususlar da sonradan ortaya çıkmış şeyler olmakla birlikte İslâm bilginlerince güzel bid‘at olarak nitelendirilmişlerdir.

__________________________________________________ ________________________
Bid‘at-ı hasene : İyi ve yararlı uygulamalar.
Bid‘at-ı seyyie : Kötü ve zararlı uygulamalar.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

B) Gayb Bilgisi
Dinî terminolojide gayb tabiriyle, “akıl ve duyular yoluyla hakkında bilgi edinilemeyen varlık alanı” kastedilir. İslâm inancına göre gayb bilgisi yalnızca Allah’a aittir, Allah’tan başkası gaybı bilemez. Konu inanç alanında çok kolay ve pürüzsüz görünse de günlük hayat öyle değildir.
__________________________________________________ ________________________
İlm-i nücûm : Hem astronomiyi hem de astrolojiyi kapsayan bir terim
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
D) Rüya Tabir
İslâmî kaynaklarda üç türlü rüyanın bulunduğu ifade edilir.

1. Rahmânî rüya. Buna rüyâ-yı sâdıka, rüyâ-yı sâliha veya sadece “rüya” da denir. Bu tür rüyalar Allah tarafından doğrudan doğruya melekler vasıtasıyla gelen hak telkinlerdir. Hz. Peygamber bunu müjdeleyiciler anlamında “mübeşşirât” diye isimlendirip nübüvvetin kırk altıda biri (1/46) olarak nitelendirmiş, nübüvvetin bitiminden sonra da mübeşşirâtın devam edeceğini bildirmiştir (Buhârî, “Ta‘bîr”, 5; Tirmizî, “Rü’yâ”, 2-3; İbn Mâce, “Ta‘bîr”, 1). Bu tür rüyalar insanlar için yol gösterici ve ışık tutucudur.

2. Şeytânî rüya. Şeytanın aldatma, vesvese ve korkutmalarından doğan karışık hayaller, yalan ve bâtıl düşler, insanı kötülüğe sevkeden telkinlerdir. Bunları anlatmak ve tabir ettirmek tavsiye edilmez.

3.Nefsânî rüya. Nefsin hayal ve kuruntuları, uyku esnasındaki dış etkiler ve günlük meşgalelere ilişkin rüyalardır. Rüyada görülen şeyin kısa bir zaman önce uyanık olarak idrak edilmiş olup sûretinin hayalde devam etmesi, üzerinde önceden düşünülen veya gelecekte vukuu beklenen türden olması, üşüyen kişinin kar, harareti olan kişinin ateş görmesi gibi mizaç değişikliği ile bağlantılı olması bunun örnekleri olarak sayılabilir.

Özetle belirtmek gerekirse, peygamberlerin gördüğü veya tabir ettiği rüyalar dışında kalan rüya ve tabir kesin bilgi ifade etmez. Bu sebeple rüyalarla dinî hükmü belirlemek veya geçersiz kılmak ve buna göre de hayatı yönlendirmek câiz değildir. Rüya gibi rüyanın yorumu da rüyayı gören şahsı ilgilendirdiğinden başkalarının bu yorumu esas alarak onun üzerine hüküm bina etmesi uygun olmaz.

Haram Maddelerle Tedavi
İslâm bilginleri, uzman bir tabibin hayatî bir tehlikeden ancak yiyip içilmesi haram madde içeren bir ilâçla kurtulunabileceğini ve bunun alternatifinin de bulunmadığını bildirmesi halinde, bu ilâçla tedavinin câiz olduğu hususunda fikir birliği içindedirler. Bu şekilde bir hayatî tehlikenin bulunmadığı durumlarda ise bir grup bilgin haram madde ile tedaviyi câiz görmemekte ise de, çoğunluk bu konuda daha müsamahalı düşünmekte, belli şartlarla haram maddeyle tedaviyi câiz görmektedir. Bunun için aranan iki temel şart ise, alternatif helâl bir ilâcın bulunmaması ile ehliyetli bir doktorun teşhis ve önerisinin bulunmasıdır.

Köpek
Hz. Peygamber ziraat veya hayvancılık faaliyeti ya da ev bekletme veya av gibi bir sebep olmaksızın köpek besleyen kimsenin sevabından hergün bir miktar eksileceğini bildirmiş (Buhârî, “Hars”, 3; “Zebâih”, 6), içinde köpek bulunan eve meleklerin girmeyeceğini ifade etmiştir (Buhârî, “Bed’ü’l-halk”, 7,17; Müslim, “Libâs”, 81-84). Bu hadislerden hareketle;

Şâfiîler :İhtiyaç yokken evde köpek beslemenin haram olduğu görüşüne sahip olmuşlardır.

İslâm bilginlerinin çoğunluğu köpeğin artığının necis olduğu, yaladığı kabın da yedi defa yıkanması gerektiği görüşündedir.

Ebû Hanîfe :Üç defa yıkanması gerektiği görüşündedir.

Bu görüşlerle bağlantılı olarak köpeğin satışının ve bu satıştan elde edilen paradan yararlanmanın câiz olup olmadığı da tartışılmıştır.

Hanefîler ve bir grup İslâm bilgini, kendisinden yararlanılması şer’an serbest olan köpeğin alım satımını ve satışından elde edilecek paradan istifadeyi câiz görürler.

Haksız Fiil
Mala yönelik haksız fiillerin başında, bir kimsenin malını gizlice almak demek olan hırsızlık, zorla almak demek olan gasp ve eşkıyalık gelir. “Başkasının malını hukuka aykırı biçimde tahrip etmek” demek olan itlâf da bir diğer haksız fiil örneğidir.
__________________________________________________ ________________________
İtlâf : Başkasının malını hukuka aykırı biçimde tahrip etmek
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Haksız İktisap
Toplumsal huzuru ve güvenliği tehdit eden bir diğer yanlış davranış da haksız iktisaptır. Bu tabirle, hukukî bir sebebe dayanmadan bir şahsın mal varlığının başkası aleyhine çoğalması kastedilir.

İslâm hukuku şahıslar arası hukukî ve medenî ilişkilerde rızâ pensibine büyük önem vermiş, izni ve rızâsı bulunmadan bir kimsenin malında tasarrufta bulunmayı, ondan kazanç sağlamayı yasaklamıştır.

Hz. Peygamber tarafından, “Hiçbiriniz kardeşinin herhangi bir malını ciddi olarak veya şaka yoluyla almasın. Biriniz arkadaşının bir değneğini bile alsa onu iade etsin” (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 93; Tirmizî, “Fiten”, 3)




Haramlar ve Helâller Terimleri(sözlük)

Et‘ime: Yiyecekler

Zebâih: Hayvanların boğazlanması

Sayd: Avlanma

Udhiyye: Kurban

İsraf : İhtiyaç fazlası tüketim

Tebzîr : İhtiyaç olmayan yönde tüketim

Tayyibât : İyi ve temiz

Habâis : Pis ve iğrenç

Meyte : Kendiliğinden veya dinî usulde boğazlanmaksızın ölmüş hayvan

Zî nâb: Ağzının dört yanında uzun ve sivri dişleri olan hayvanlar (yırtıcı hayvanlar)

Zî mihleb: Pençesi ile avını parçalayan kuşlar (yırtıcı kuşlar)

Cellâle : Dışkı yiyen hayvan

ihtiyarî (hakikî) Usul : Eti yenen ehlî hayvanların boğazlanması normal şartlarda, hayvanın çenesi altından yemek ve nefes borusu ile kan taşıyan iki büyük damarının kesilmesi (zebh) veya develerde boğazla göğüsün birleştiği yere bıçak saplamak (nahr) suretiyle olur ve buna “ihtiyarî boğazlama” tabir edilir.

Iztırarî (hükmî) Usul : Vahşi hayvanların veya ehlî olduğu halde yakalanamayan veya yatırılıp boğazlanması mümkün olmayan hayvanın herhangi bir şekilde yaralanıp kanının akıtılması boğazlama yerine geçer.

Zebh : Hayvanın çenesi altından yemek ve nefes borusu ile kan taşıyan iki büyük damarının kesilmesi ile boğazlanmazı.

Nahr : Develerde boğazla göğüsün birleştiği yere bıçak saplamak suretiyle boğazlanması.

Mevkuze : Darbe ile öldürülmüş hayvan.

Meyâsir : Eyerlerin üzerine konan ipek örtü

Kassî : İpek ile nakışlanmış kumaş

Harîr : İpek

İstebrak : Kalın ipekli kumaş

Dîbâc : İpek olan kumaş

Veşm : Dövme (vücuda yapılan dövme)

Hilkat : Yaratıldığı hal ve şekil

Tebdil ve Tağyir : Allah’ın yarattığı şekil ve sureti bozma ve değiştirme

Ta’lîl : Gerekçelendirme

Melâhî : Çalgı aletleri

Lehve’l-hadîs : Sözlü eğlence

Halvet : Bir erkek ile bir kadının bir yerde baş başa kalmaları

Azil : Erkeğin spermini dışarı akıtması


Gurre : Cenine karşı bir cinayet işlenmesi halinde ödenmesi gereken ceza (tazminat).

Bid‘at-ı hasene : İyi ve yararlı uygulamalar.

Bid‘at-ı seyyie : Kötü ve zararlı uygulamalar.

İlm-i nücûm : Hem astronomiyi hem de astrolojiyi kapsayan bir terim

İtlâf : Başkasının malını hukuka aykırı biçimde tahrip etmek


24 Temmuz 2013 22:13
Medine-web
Cevap: diyanet ilmihali özetleri 1.ve 2. cild

Onüçüncü Bölüm
Adak ve Yeminler
Dinî literatürde dar ve teknik anlamdaki ibadet kavramıyla namaz, oruç, zekât ve hac ibadetleri ve bunlar içinde yer alan alt fiiller anlaşılmakta ise de kefâret gibi adak ve yemin konusu da ibadet kavramıyla yakından ilgilidir.

1. Adak

a) Mahiyeti
Arapça’da nezir (nezr) diye ifade edilen adak fıkıh dilinde, “bir kimsenin dinen yükümlü olmadığı ibadet cinsinden bir şeyi kendisi için vâcip kılması”nı ifade eder. Diğer bir ifadeyle “kişinin farz veya vâcip cinsinden bir ibadeti yapacağına dair Allah Teâlâ’ya söz vererek o ibadeti kendisine borç kılması”dır.

Adakta bulunma, arzu edilen sonuçları elde etme veya beklenmeyen kötü durumlardan korunmada Allah’ın yardımını temin etme gayesiyle başvurulan dinî bir davranış mahiyetindedir.

Bazı hadislerinde de Hz. Peygamber’in adakta bulunmayı hoş karşılamadığı görülür. Meselâ bir hadîs-i şerifte “Adak bir fayda sağlamaz, sadece cimrinin malını eksiltmiş olur” (Buhârî, “Eymân”, 26; Müslim, “Nezir”, 2) buyurmuştur.

İmam Şâfiî , Ahmed b. Hanbel ve fakihlerin önemli bir kısmına göre: Adak adamanın mekruh olduğu görüşündedir.

Hanefîlere göre: Allah’a ibadet ve taat kabilinden adakta bulunmayı mubah görürler.

Mâlikîlere göre: Adakta bulunmayı normalde mendup, şarta bağlı adağı ise mubah sayarlar.

Sonuçta bir ibadetin işlenmesine vesile olduğu için bunu müstehap görenler de vardır.

b) Şartları
1-Müslüman olmak
2-Akıllı olmak
3-Bulûğa (ergenlik çağına) ermiş bir kimse olması gerekir.

Çünkü adakta bulunma, sonucu itibariyle ibadet grubunda yer alır, bunun için de tam eda ehliyeti gerekir.

1. Adanan şeyin cinsinden bir farz veya vâcip ibadetin bulunması gerekir. Meselâ namaz kılmayı, oruç tutmayı, sadaka vermeyi, kurban kesmeyi konu alan adaklar geçerlidir. Hasta ziyareti veya mevlid okutma adak konusu olmaz. Türbelerde mum yakma, horoz kesme, bez bağlama, şeker ve helva dağıtma gibi halk arasında görülen adak âdetlerinin İslâm’da yeri yoktur.

2. Adanan şey bizzat hedeflenen (maksut) ibadet cinsinden olmalı, başka bir ibadete vesile olduğu için farz veya vâcip sayılan bir ibadet olmamalıdır. Meselâ abdest almayı, ezan ve kamet okumayı, mescide girmeyi konu alan adak geçerli olmaz.

3. Adanan husus, adayan şahsın o anda veya daha sonra yapması gereken farz veya vâcip bir ibadet olmamalıdır. Kılmakla mükellef olduğu namaz, tutmakla mükellef olduğu ramazan orucu adak konusu olmaz.

4. Adanan şeyin meydana gelmesi ve yapılması maddeten ve dinen mümkün ve meşrû olması, mal ise adayan şahsın mülkiyetinde bulunması gerekir. Bir kimsenin sahip olmadığı malı adaması geçersiz, sahip olduğundan fazlasını adaması halinde ise sadece sahip olduğu kadarı hakkında geçerlidir. Ancak bir kimsenin ileride sahip olması kuvvetle muhtemel bir malla ilgili adağı geçerli sayılır. Meselâ ileride miras yoluyla sahip olacağı malın adanması böyledir.

5. Adanan fiil Allah’a isyanı, bid’at, günah ve mâsiyeti içermemelidir. Bu takdirde adak geçersizdir.

c) Hükmü
Herhangi bir şart ve zamana bağlanmayan (mutlak) adaklar, adama anından itibaren gerekli hale gelir ve ilk fırsatta yerine getirilmesi uygun olur. Bir şarta bağlanan adakların da o şartın gerçekleşmesi halinde yerine getirilmesi gerekir. Şart gerçekleşmeden adak yerine getirilirse geçersizdir; yapılan ibadet nafile sayılır. Meselâ, herhangi işi olduğu takdirde üç gün oruç tutmayı nezreden kimsenin durumu böyledir.

Yerine getirilmesi gelecek bir zamana bağlanan adaklar ise,
Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’a göre: Bu zaman kaydına itibar edilmeksizin önceden de yerine
getirilebilir.

İmam Muhammed ile Şâfiîler ve Hanbelîlere göre: Sadaka gibi malî ibadetlerde aynı görüşü paylaşmakla birlikte namaz, oruç gibi bedenî ibadetlerde vakit gelmeden hükmün sabit olmayacağı görüşündedir. Onlara göre bu ibadetleri vakti gelmeden ifa etmek adak borcunu düşürmez.

Belirli bir tarihte oruç tutmayı nezreden yani böyle adakta bulunan kimsenin o tarihlerde; iyileşmesi halinde üç gün oruç tutmayı adayan kimsenin de iyileşince üç gün oruç tutması vâcip olur.

Adağın bu tarihlerde özürsüz olarak yerine getirilmemesi günah sayılır ve ilk fırsatta kazâsı gerekir.

Meydana gelmesi istenmeyen bir şarta bağlı olarak adakta bulunulması
Yalan söylememeye, kötü bir fiili işlememeye nezredip bu fiili işlemesi halinde bir adakta bulunan kimselerin, Allah’a karşı verdiği bu sözde durması gerekir. Meselâ “Bir daha içki içmeyeceğim, içersem bir ay oruç tutayım” şeklinde adakta bulunma böyledir. Fakat istenmeyen şart gerçekleşirse dilerse adadığı şeyi yerine getirir, dilerse yemin kefâreti öder.

Hanefîlere göre: Bu durumda yemin kefâreti ödemenin daha isabetli bir davranış olacağı görüşündedir. Çünkü bu ahidleşme yemin sayılmaktadır.

Tasaddukla (Sadaka ile) ilgili adaklar
Tasaddukla ilgili adaklarda mekân, zaman ve şahıs itibariyle belirleme yapılsa bile bu belirlemeye uymak gerekmez. Falanca zamanda camiye halı adayan, falanca şehrin fakirlerine tasadduku veya şu yurdun öğrencilerinin yemeleri için kurban kesmeyi adayan kimse bu bağışını başka zamanda başka yer ve şahıslara verebilir.

Kurban kesmeyi adayan kimse
Kurban kesmeyi adayan kimse bu adak kurbanın etinden yiyemeyeceği gibi bakmakla yükümlü olduğu kimseler de (anne ve babası, dede ve ninesi, çocukları ve torunları, hanımı) yiyemez. Şayet yiyecek olurlarsa yediklerinin bedelini fakirlere tasadduk etmeleri gerekir.

Adaktan doğan yükümlülük, yeminde de olduğu gibi kazâî değil diyânî, yani yargıyı değil kişinin dindarlığını ve Allah’a karşı sorumluluğunu ilgilendiren bir yükümlülüktür. Kul ile Allah arasında kalan bir iş olup dünyevî müeyyidesi yoktur.

Üzerinde malî bir adak borcu bulunduğu halde bunu ödemeden vefat eden kimsenin bu borcu, ödemesi yönünde vasiyetinin bulunması halinde terekesinden yerine getirilir. Böyle bir vasiyet yok da mirasçılar mecburiyetleri bulunmadığı halde adağı yerine getirmişlerse, ölen kimsenin adak borcundan kurtulması umulur.

2. Yeminler

a) Mahiyeti
Sözlükte “kuvvet, sağ taraf, sağ el, ant, kasem ve benzeri” mânalara gelen yemin dinî kullanımda, “bir kimsenin bir işi yapıp yapmaması veya bir olayın doğru olup olmaması konusundaki söylediği sözünü Allah’ın adını veya sıfatını zikrederek kuvvetlendirmesi”ni ifade eden bir terimdir. Meselâ “Vallahi şu işi yapmam”, “Vallahi şu yere gitmeyeceğim”, “Vallahi borcumu ödedim” şeklindeki beyanlar böyledir. Bu tür yeminlere fıkıh dilinde kasem adı verilir.

Kasem suretiyle yapılan yemin
Allah’ın isim veya sıfatlarından birine ant içmekle yapılır. “Vallâhi, tallâhi, billâhi, Allah şahit, rahim olan Allah hakkı için andolsun, Allah adına yemin ederim” gibi ifadeler böyledir.

Allah’ın isim ve sıfatları zikredilmeden söylenen bir sözün yemin sayılıp sayılmaması
Toplumun örfü ve kutsal hakkındaki değerlendirmesi ölçü alınır. Toplumumuzda “Kâbe hakkı için”, “Kur’an çarpsın”, “Ekmek çarpsın”, “Anam avradım olsun” gibi toplumun üst ve kutsal değerlerini sözünü teyit etmek için kullanma da, örfen yemin telakki edildiği sürece, diğer yeminlerin tâbi olduğu hükme tâbidir.

**Müslümanların her türlü yeminden, özellikle bu tür yeminlerden kaçınması, etrafındaki insanları da bu yönde uyarması gerekir.**

Çünkü dince kutsal ve saygın kabul edilen değerlerin günlük tartışma ve çekişme ortamına indirilmesi neticede, bu değerlerin yıpranmasına yol açar. Zaten fıkıh geleneğindeki yemin telakkisi, zıhâr yemini için de kefâretin gerekli görülmesi ve boşama teyitli sözlerin de yemin olarak algılanabilmesi bu bakış açısını haklı kılar.

Yemin etmek esasen mubah bir davranış olmakla birlikte, gereksiz yere yemin etmek ve onu alışkanlık haline getirmek doğru değildir.

Kur’an’da, verilen sözün yerine getirilmesi bağlamında “Yeminlerinizi koruyunuz” (el-Mâide 5/89), “Allah adına yaptığınız ahidleri yerine getirin. Allah’ı kefil tutarak kuvvetlendirdikten sonra yeminlerinizi bozmayın. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı bilir” (en-Nahl 16/91) buyurulur. Bu itibarla bir müslümanın yemin etmemesi, yemin etmişse bu, verdiği söze Allah’ı şahit tutmak demek olduğundan mutlaka yeminine bağlı kalması gerekir.

Yemin ettikten sonra yeminini tutmayan kimsenin yemin kefâreti ödemesi gerekir. Mâsiyet içeren bir iş için yemin eden kimsenin o işi işlemeyip yemin kefâreti vermesi gerekir. Bir kimsenin borcunu ödememeye, bir Müslüman kardeşiyle konuşmamaya, anne babasıyla aynı evde oturmamaya yemin etmesi gibi durumlarda yeminin bozulup kefâret ödenmesi tavsiye edilmiştir. Bir hadiste deBir kimse bir şey için yemin eder, sonra da ondan hayırlısını görürse yeminini bozsun ve kefâret versin” (Müslim, “Eymân”, 15-16) buyurulmuştur.

b) Yemin Çeşitleri

Kasem suretiyle yeminin mahiyeti ve hükmü ana hatlarıyla yukarıda özetlendiği gibidir.

1. Lağv Yemini: Yanlışlıkla doğru olduğu sanılarak yapılan yemindir.
Bir kimsenin borcunu ödediğini sanarakBorcumu ödedim” diye yemin etmesi böyledir.

Ayrıca dil alışkanlığıyla, hiçbir içerik taşımadan vallâhi, billâhi diye söz arasında edilen yeminler de lağv yemini sayılır. Kur’an’da “Allah kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden (lağv yemininden) dolayı sizi sorumlu tutmaz” (el-Mâide 5/89) buyurularak bu tür yeminden dolayı kefâret gerekmediği bildirilmiştir. Ancak ağız alışkanlığıyla konuşurken ikide bir yemin edenlerin bu kötü âdeti en kısa sürede bırakması gerekir.

2. Gamûs Yemini: Geçmiş zamanda yapılmış veya yapılmamış bir iş hakkında bile bile, kasten ve yalan yere yapılan yemindir.

Bir kimsenin borcunu ödemediğini bildiği halde “ödedim” diye yemin etmesi böyledir. Böyle bir yemin büyük günahtır ve sahibine çok ağır bir vebal yükler. Bu kasıtlı yanlışlığın bağışlanması için kefâret yeterli olmaz; onun için de gamûs yemini için kefâret gerekmez. Yalan yere yemin eden kimse bol tövbe ve istiğfarda bulunmalı, bir daha böyle bir hataya düşmemeye karar vermeli, yemin sebebiyle zayi olan hakları da ödeyip sahiplerinden helâllik istemelidir.

İmam Şâfiî’ye göre: Gamûs yemini için de kefâret gerekir. Ancak bu kefâret kul hakkını düşürmez. Umulur ki Allah hakkının düşmesine, Allah’ın bağışlamasına vesile olur.

3. Mün‘akit Yemin: Yeminin terim anlamına uygun olan şekli olup, mümkün ve geleceğe ait bir konuda yapılan yemindir.

Bir kimsenin şu tarihte borcunu ödeyeceğine, falanca yerde hazır bulunacağına, şu işi yapacağına yemin etmesi gibi. Bu yemin, yukarıda ifade edildiği gibi, yapılacak bir işe Allah’ı şahit tutma demek olup her hâlükârda yerine getirmelidir. Yerine getirilmezse yemin bozulmuş olur ve kefâret gerekir. Burada kefâret, Allah’a karşı işlenen bir hatanın ve mahcubiyetin yine ibadet cinsinden olumlu bir hareketle örtülmeye, affedilmesine çalışılmasıdır. Kur’an’da konuyla ilgili olarak şöyle buyurulur: “Allah kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sorumlu tutar. Bunun da kefâreti, ailenize yedirdiğiniz yemeği orta hallisinden on fakire yedirmek, yahut onları giydirmek, yahut da köle âzat etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefâreti işte budur. Yeminlerinizi koruyun (onlara riayet edin). Allah size âyetlerini açıklıyor, umulur ki şükredersiniz” (el-Mâide 5/89).

Allah’ın isim ve sıfatları anılarak yapılan veya bu hükümde görülen bu üç yemin çeşidine ilâve olarak fıkıh literatüründe iki yemin türü daha vardır. Birincisi, köle âzat etme ve boşamaya bağlanan yemin, diğeri de yargılama hukukunda ispat vasıtası olarak başvurulan yemindir.

Burada şu kadarını ifade etmek gerekirse, bir kimsenin “Şu işi yaparsam kölem âzat olsun”, “Şu yere gidersem karım boş olsun” şeklindeki sözleri âzat etme veya boşama iradesini değil o işi yapmama, o yere gitmeme yönünde kararlılığını ıtk veya talâk hükmüne bağlayarak teyit ettiğini gösterir.

Fakihler bu ve benzeri ifadeleri de bir tür yemin olarak nitelendirirler. Fakat yemin bozulduğunda yani o iş yapıldığında âzat etme ve boşama sonucunun mu yoksa kefâret yükümlülüğünün mü gerekeceği aralarında tartışmalıdır. Fakihlerden bu tür sözleri geçersiz sayıp kefâret de gerekmez, boşama da gerçekleşmiş olmaz diyenler de vardır.
__________________________________________________ _____________________________
Lağv Yemini: Yanlışlıkla doğru olduğu sanılarak yapılan yemin
Gamûs Yemini: Geçmiş zamanda yapılmış veya yapılmamış bir iş hakkında bile bile, kasten ve yalan yere yapılan yemindir.
Mün‘akit Yemin: Yeminin terim anlamına uygun olan şekli olup, mümkün ve geleceğe ait bir konuda yapılan yemindir.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
24 Temmuz 2013 22:13
Medine-web
Cevap: diyanet ilmihali özetleri 1.ve 2. cild

Onikinci Bölüm
Kefâretler

Kefâret kelimesi sözlükte “örten, gizleyen” anlamına gelir. Dinî bir terim olarak ise, “işlenen bir kusur ve günahtan dolayı Allah Teâlâ’dan af ve mağfiret dilemek niyetiyle yapılan, ceza özelliği de bulunan bir tür malî ve bedenî ibadet”tir.

Kefâretlerin sebebi, ya dinen yapılması gereken bir şeyin yapılmaması, ya da yapılmaması gereken bir şeyin yapılması şeklinde işlenen kusurlu davranışlar, hata ve günahlardır. Allah Teâlâ bu hatalı ve kusurlu davranışlara karşılık olmak üzere yine ibadet nevinden bazı fiillerin işlenmesine ve bu sayede kulun kendini affettirmesine imkân tanımıştır.

Kur’an ve Sünnet’te belirtilen veya sadece Hz. Peygamber’in söz ve uygulamasıyla sabit olan kefâret nevileri olarak; orucu bozma, yemin, zıhâr, hac yasaklarını ihlâl, adam öldürme ve hayızlı kadınla cinsel temas sebebiyle gereken kefâretler sayılabilir.

1. Oruç Bozma Kefâreti

Fıkıh literatüründe kefâret-i savm terimiyle ifade edilen bu kefâret türü, “Ramazan orucunu eda ederken, herhangi bir mazereti bulunmaksızın, oruçlu olduğunu bilerek orucunu kasten bozan kimseye gereken kefâret”tir.

Orucu kasten bozan kimse için öngörülen kefâretin cezaî yönü ağır basar. Bu kefâreti gerektiren sebep ise, ramazan orucunu eda eden kimsenin orucu kasten ve isteyerek bozmasıdır. İkrah (ağır baskı), hata, unutma gibi kasıtlı olmayan durumlar kefâreti gerektirmez.

Hanefîler de dahil fakihlerin çoğunluğuna göre: Ramazan orucunun cinsî münasebetle veya yeme içme ile bozulması aynı hükme tâbi iken

Şâfiîler başta olmak üzere bir grup fakihe göre: Ramazan orucunun sadece cinsî münasebetle bozulması kefâret gerektirir. Kasten de olsa yeme içme kefâreti gerektirmez.

Oruç bozmanın kefâreti; eğer imkânı varsa bir köle âzat etmek, buna gücü yetmiyorsa ara vermeksizin iki ay süreyle oruç tutmak, eğer buna da gücü yetmiyorsa altmış fakiri sabahlı akşamlı doyurmaktır.

Çağımızda kölelik kalktığına göre, oruç kefâretinde ilk sırayı oruç tutma, ikinci sırayı da fakiri doyurma alır.

Hanefîler de dahil fakihlerin çoğunluğuna göre: Kefâret ödeyecek kimsenin yukarıda sayılan sıraya riayet etmesi, bir öncekini yapma imkânı bulunmadığında bir sonrakine geçmesi gerekir.

Mâlikîler’e göre: Mükellef bu üç şıktan birini seçebilir. Hatta bunlar arasında altmış fakiri doyurma en faziletli olanıdır.

Oruç kefâretinin iki ay oruç tutmak şeklinde ödenmesi halinde, orucun ara vermeksizin peş peşe tutulması gerekir. Sadece kadınların hayız hali bu peş peşeliği bozmaz. Onun dışında hastalık, yolculuk gibi bir mazerete binaen oruca ara verilirse, önce tutulanların yok sayılıp iki ay oruca yeniden başlanması gerekir.

Şâfiîler: Loğusalık (nifas) oruca ara vermenin peş peşeliği bozmadığı görüşündedir.
Hanbelîler: Hastalık sebebiyle oruca ara vermenin peş peşeliği bozmadığı görüşündedir.

Kadınlar mazeret halleri biter bitmez ara vermeksizin oruçlarına kaldıkları yerden devam ederler ve tutulamayan bu günler hesap edilmeksizin oruç iki aya tamamlanır. Kefâret orucunda oruca geceden niyetlenmek, ayrıca tutacağı orucun kefâret orucu olduğunu niyetinde belirlemek de şarttır.

Oruç kefâretindeki ilk iki alternatif kefâret şeklinin yerine getirilmesi mümkün olmadığında üçüncü şık olarak mükellefin, altmış fakiri sabahlı akşamlı doyurması gerekli olur. Doyurma yemek yedirmek şeklinde olabileceği gibi yemeğin bedelini kendisine vermekle de olabilir. Ayrıca bir günde altmış fakirin doyurulmasından bir fakirin altmış gün süreyle doyurulmasına kadar çeşitli seçenekleri vardır. Ancak doyurulacak fakir, kefâret verenin bakmakla yükümlü olduğu kimseler arasından olmamalıdır. Doyurmada veya yerine para ödemede ölçü, yemin kefâretiyle ilgili âyetin (el-Mâide 5/89) ifadesinden de hareketle, kefâret verecek şahsın ve ailesinin günlük gıda tüketim ortalaması olmalıdır.

Farz orucun kasten bozulması ve kefâretinin ödenmesinden sonra aynı şekilde yeni bir ihlâl olduğunda onun için yeni bir kefâret gerekir.

Hanefîler’e göre: Kefâret sebepleri, araya kefâretin eda edilmesi girmeden birden fazla olursa, hepsi için bir kefâret ödeme yeterli olur.

Iskat-ı savmda yani ölenin muhtemel oruç kefâreti borçları için tek bir kefâretin ödenmesi de bu esasa dayanır.
__________________________________________________ _____________________________
Kefâret-i savm: Oruç bozma kefâreti
İkrah: Ağır baskı
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

2. Yemin Kefâreti

Bir kimsenin yaptığı yemine riayet etmeyip yeminini bozması halinde üzerine gereken kefârettir.

Yemin kefâretiyle ilgili olarak Kur’an’da şöyle buyurulur: “Allah kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren (lağv) yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmaz; fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da kefâreti, ailenize yedirdiğinizin orta hallisinden on fakire yedirmek, yahut onları giydirmek, yahut da bir köle âzat etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefâreti işte budur. Yeminlerinizi koruyunuz. Allah size âyetlerini açıklıyor; umulur ki şükredersiniz” (el-Mâide 5/89).

Yemin kefâretini sıraya uyması gerekmeden bu üç şeyden dilediğiyle ödeyebilir.

Hanefî ve Hanbelîler’e göre: Bu üç gün orucun arka arkaya tutulması şarttır.

Oruç kefâretinde oruç tutmanın ön sıraya alınıp fakiri doyurmanın bundan sonraya alınması, orucun kasten bozulmasının yine oruç tutularak telâfi edilmesi, suçun ve cezanın aynı türden olması, kişinin nefsini eğitmesine öncelik verilmesi gibi gaye ve hikmetlere sahiptir.

Yemin kefâretinde ise fakiri doyurma ve giydirme ön planda tutulmuş, buna imkân bulamayanların oruç tutması istenmiştir.

Bir kimse yeminini bozmadan kefâret verse de sonra bozsa,

Hanefîler’e göre: Bu yeterli olmaz; bozduktan sonra yeniden kefâret vermelidir.

Oruç kefâretinde de olduğu gibi, bir günde on fakirin doyurulması da, bir fakirin on gün süreyle doyurulması da câizdir. Doyurma ve giydirmenin, kefâret veren kimsenin sosyal konumuna, günlük gıda harcamalarına ve giyim tarzının ortalamasına göre olması gerekir. Doyurma ve giydirme yerine ihtiyaç sahiplerine bunların bedelleri de ödenebilir.

3. Zıhâr Kefâreti

Sözlükte “sırt” anlamına gelen zıhâr kelimesi, kökü İslâm öncesi dönem Hicaz-Arap toplumuna kadar uzanan bir geleneği simgeler. Câhiliye döneminde bir erkeğin karısına “Artık sen bana anamın sırtı gibisin” demesiyle onu kendisine haram kıldığına inanılır ve bu bir nevi boşanma sayılırdı. İslâm, kadının aleyhine olan bu boşanma tarzını kaldırdı. Hatta bu üslûpta bir söz söylemeyi kınadı. Bununla birlikte karısının herhangi bir uzvunu kendisine nikâhı ebediyen haram olan bir kadının uzvuna benzeterek perhiz yemini yapan kimseye, kefâret ödemesi mükellefiyeti yükledi.

Bu sebeple zıhâr kefâreti, zıhâr yemini yapan kimsenin karısıyla tekrar bir araya gelebilmesi için ödemesi gereken kefâretin adıdır.

Kur’an’da zıhâr yemini ve kefâretiyle ilgili olarak eski Arap örfüne de atıfta bulunulur ve meâlen şöyle buyurulur: “İçinizden zıhâr yapanların kadınları, onların anaları değildir. Onların anaları kendilerini doğuran kadınlardır. Şüphesiz onlar, çirkin ve yalan söz söylüyorlar. Kuşkusuz Allah affedicidir, bağışlayıcıdır. Hanımlarından zıhâr ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin onlarla temas etmeden önce bir köleyi hürriyete kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Buna (köle âzat etmeye) imkân bulamayan kimse, temas etmeden önce aralıksız olarak iki ay oruç tutmalıdır. Buna da gücü yetmeyen altmış fakiri doyurur. Bu (hafifletme), Allah’a ve resulüne inanmanızdan dolayıdır. Bunlar Allah’ın hükümleridir. Kâfirler için acı bir azap vardır” (el-Mücâdele 58/2-4). Âyette kefâret seçenekleri arasındaki sıraya riayetin zikredilmesi ve orucun peş peşe tutulmasının istenmesi diğer bazı kefâret çeşitleri için de geçerli görülmüştür. Öte yandan aile mahremiyeti içinde kalan bir yanlış söz ve davranış sebebiyle bile köle âzat etme, fakirlerin doyurulması gibi sosyal amaçlı ibadetlerin kefâret olarak emredilmiş olması, İslâm’ın insan hürriyetine ve toplumda sosyal adaletin sağlanmasına verdiği önemin bir göstergesi olmaktadır.

4. Adam Öldürmenin Kefâreti

Bir müslümanın müslüman, zimmî veya anlaşmalı (muâhid) gayri müslimi hataen (yanlışlıkla ve kaza ile) öldürmesi halinde, gereken diğer hukukî ve cezaî müeyyidelere ilâve olarak kefâret ödemesi de gerekir.

Hanefîler’e ve bir grup fakihe göre: Sadece hataen adam öldürmede kefâret gerekirken fakihlerin çoğunluğu kasten adam öldürmede de gerekli görürler.

Öldürme kefâreti, mümin bir köle âzat etmek, eğer buna güç yetmezse iki ay peş peşe oruç tutmak suretiyle ödenir. Bu konuda Kur’an’da şöyle buyurulur: “Yanlışlıkla olması dışında bir müminin bir mümini öldürmeye hakkı olmaz. Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin mümin bir köle âzat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Meğer ki ölünün ailesi o diyeti bağışlamış ola (o takdirde diyet vermez). Eğer öldürülen mümin olduğu halde, size düşman olan bir toplumdan ise mümin bir köle âzat etmek lâzımdır. Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir toplumdan ise ailesine teslim edilecek bir diyet ve bir mümin köleyi âzat etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay peş peşe oruç tutması lâzımdır. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir” (en-Nisâ 4/92).

Ancak kefâret, ibadet grubunda yer aldığı ve bir bakıma tövbe ve Allah’tan bağışlanma dileme mahiyetinde olduğu için hataen adam öldüren gayri müslimler kefâretle yükümlü tutulmaz ve sadece diyet öderler.

5. Hacda Tıraş Olma Kefâreti

Hacda ihrama girip de bir mazeret (hastalık veya başında bir rahatsızlık) sebebiyle vaktinden önce tıraş olmak zorunda kalan kimsenin ödemesi gereken kefârettir. Çünkü hac niyetiyle ihrama giren kimsenin ihram süresince tıraş olması yasaktır. Bu yasağın ihlâli halinde kefâret olarak ya üç gün oruç tutmak, ya altı fakiri doyurmak, ya da bir koyun kurban etmek gerekir. Konuyla ilgili olarak Kur’an’da şöyle bir açıklama yer alır: “... Sizden her kim hasta olursa, yahut başında bir eziyeti (yara) bulunur (da vaktinden önce tıraş olur)sa, ona oruç, sadaka veya kurban olmak üzere fidye gerekir...” (el-Bakara 2/196). Hz. Peygamber bu kefâretin üç gün oruç, altı fakiri doyurma veya bir koyunun kurban edilmesi suretiyle ödeneceğini açıklamıştır (Buhârî, “Muhsar”, 5-8). Üç gün orucun peş peşe tutulması şart değildir.

6. Hayızlı Kadınla Cinsî Münasebet Kefâreti

Kur’an’da hayız halinin kadın için rahatsızlık ve mazeret hali olduğu, hayız süresince kocalarının onlarla cinsî temastan uzak durması gerektiği bildirilmiştir (el-Bakara 2/222). Bu yasaklama ve Hz. Peygamber’in de bu yöndeki hadisleri sebebiyle, hayızlı kadınla cinsî münasebette bulunmanın haram olduğunda görüş birliği hâsıl olmuştur. Zaten böyle bir münasebet insanın selim zevkine aykırı olduğu gibi iki tarafın, özellikle de kadının ruh ve beden sağlığı açısından son derece zararlı ve tehlikeli bulunmaktadır.

Ebû Hanîfe de dahil İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre: Karısı ile hayızlı iken cinsî münasebette bulunan kimse günah işlemiştir. Allah’a bol tövbe ve istiğfar etmekten başka yapabileceği bir şey yoktur.

İbn Abbas, Katâde, Evzâî, Ahmed b. Hanbel gibi İslâm âlimlerine göre: Hayızlı kadınla ilk günlerde kurulan cinsî münasebet için bir dinar (4,25 gr. altın) kanamanın iyice azaldığı bir dönemde yapılan cinsî münasebet içinse yarım dinar kefâret ödenmesi gerekir. Bu kefâret kocanın zorlamasıyla olmuşsa sadece ona, iki tarafın isteğiyle olmuşsa ayrı ayrı ikisine de gerekir. Cinsî temasın kasten, unutarak, haram olduğunu bilmeden veya hayız durumunu fark etmeden yapılmış olması sonucu etkilemez.

Görüldüğü üzere kefâretler, kasten veya bilmeden yanlış bir davranışta bulunan, hata eden ve günah işleyen müslümana, tövbe ve istiğfar kapısının kapanmadığını öğretmekte fakat tekrar aynı yanlışı yapmaması için de onu sosyal içerikli bir ibadeti ifaya veya etkili bir nefis terbiyesine mecbur bırakmaktadır.



DÖRT MEZHEBE GÖRE KEFARETLER


Oruç Bozma Kefâreti
Hanefîler de dahil fakihlerin çoğunluğuna göre: Ramazan orucunun cinsî münasebetle veya yeme içme ile bozulması kefâreti gerektirir.

Şâfiîler başta olmak üzere bir grup fakihe göre: Ramazan orucunun sadece cinsî münasebetle bozulması kefâret gerektirir. Kasten de olsa yeme içme kefâreti gerektirmez.

Oruç bozmanın kefâreti; eğer gücü yetiyorsa ara vermeksizin iki ay süreyle oruç tutmak, eğer buna gücü yetmiyorsa altmış fakiri sabahlı akşamlı doyurmaktır.

Hanefîler de dahil fakihlerin çoğunluğuna göre: Kefâret ödeyecek kimsenin yukarıda sayılan sıraya riayet etmesi, bir öncekini yapma imkânı bulunmadığında bir sonrakine geçmesi gerekir.

Mâlikîler’e göre: Mükellef bu iki şıktan birini seçebilir. Hatta bunlar arasında altmış fakiri doyurma en faziletli olanıdır.

Kefaret orucuna ara verme
Şâfiîler: Loğusalık (nifas) oruca ara vermenin peş peşeliği bozmadığı görüşündedir.

Hanbelîler: Hastalık sebebiyle oruca ara vermenin peş peşeliği bozmadığı görüşündedir.


Hanefîler’e göre: Kefâret sebepleri, araya kefâretin eda edilmesi girmeden birden fazla olursa, hepsi için bir kefâret ödeme yeterli olur.

Yemin Kefâreti
Yemin kefâreti orta hallisinden on fakiri doyurmak veya giydirmek, yahut bir köle azâd etmek, yahut üç gün oruç tutmaktır.

Hanefî ve Hanbelîler’e göre: Bu üç gün orucun arka arkaya tutulması şarttır.

Yemin kefâretinde ise fakiri doyurma ve giydirme ön planda tutulmuş, buna imkân bulamayanların oruç tutması istenmiştir.

Bir kimse yeminini bozmadan kefâret verse de sonra bozsa,
Hanefîler’e göre: Bu yeterli olmaz; bozduktan sonra yeniden kefâret vermelidir.

Zıhâr Kefâreti
Bir köle azâd etmek, yahut iki ay oruç tutmak, yahut altmış fakiri doyurmak .

Adam Öldürmenin Kefâreti
Hanefîler’e ve bir grup fakihe göre: Sadece hataen adam öldürmede kefâret gerekirken fakihlerin çoğunluğu kasten adam öldürmede de gerekli görürler.

Hacda Tıraş Olma Kefâreti
Hz. Peygamber bu kefâretin üç gün oruç, altı fakiri doyurma veya bir koyunun kurban edilmesi suretiyle ödeneceğini açıklamıştır. Üç gün orucun peş peşe tutulması şart değildir.




Hayızlı Kadınla Cinsî Münasebet Kefâreti
Ebû Hanîfe de dahil İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre: Karısı ile hayızlı iken cinsî münasebette bulunan kimse günah işlemiştir. Allah’a bol tövbe ve istiğfar etmekten başka yapabileceği bir şey yoktur.

İbn Abbas, Katâde, Evzâî, Ahmed b. Hanbel gibi İslâm âlimlerine göre: Hayızlı kadınla ilk günlerde kurulan cinsî münasebet için bir dinar (4,25 gr. altın) kanamanın iyice azaldığı bir dönemde yapılan cinsî münasebet içinse yarım dinar kefâret ödenmesi gerekir. Bu kefâret kocanın zorlamasıyla olmuşsa sadece ona, iki tarafın isteğiyle olmuşsa ayrı ayrı ikisine de gerekir. Cinsî temasın kasten, unutarak, haram olduğunu bilmeden veya hayız durumunu fark etmeden yapılmış olması sonucu etkilemez.



24 Temmuz 2013 22:12
Medine-web
Cevap: diyanet ilmihali özetleri 1.ve 2. cild

Onbirinci Bölüm
Kurban
Sözlükte “yaklaşmak, Allah’a yakınlık sağlamaya vesile olan şey” anlamına gelen kurban, dinî bir terim olarak, “ibadet maksadıyla belirli bir vakitte belirli şartları taşıyan hayvanı usulünce boğazlamak, ya da bu şekilde boğazlanan hayvan” demektir. Arapça’da bu şekilde kesilen hayvana
udhiyye denilir.

1. Kurbanın Dinî Hükmü ve Kurban Çeşitleri

Hanefî mezhebinde ağırlıklı görüşe ve bazı müctehid imamlara göre: Vâcip
Fakihlerin çoğunluğuna göre:Mmüekked sünnet

Hanefîlere göre: Kur’an’da Hz. Peygamber’e hitaben “Rabbin için namaz kıl, kurban kes” (el- Kevser 108/2) buyrulmasının ümmeti de kapsadığı ve gereklilik bildirdiği görüşündedir.

Ayrıca Hz. Peygamber’in birçok hadisinde hali vakti yerinde olanların kurban kesmesi emredilmiş veya tavsiye edilmiş, hatta “Kim imkânı olduğu halde kurban kesmezse bizim mescidimize yaklaşmasın” (İbn Mâce, “Edâhî”, 2; Müsned, II, 321), “Ey insanlar, her sene, her ev halkına kurban kesmek vâciptir” (Tirmizî, “Edâhî”, 18; İbn Mâce, “Edâhî”, 2) gibi ifadelerle bu gereklilik önemle vurgulanmıştır. Öte yandan kurban kesmeyi Hz. Peygamber hiç terketmemiştir. Bu ve benzeri delillerden hareket eden fakihler gerekli şartları taşıyanların kurban bayramında kurban kesmesini vâcip görürler.

Sünnet olduğunu ileri sürenler ise, Kur’an’da bu konuda açık bir emrin bulunmayışından, Hz. Peygamber’in devamlı yapmış olmasının kurbanın sünnet olmasıyla da açıklanabileceği noktasından hareket ederler.

Kurban bayramında kesilen kurbandan ayrı olarak yine ibadet niyetiyle kesilen başka kurban çeşitleri de vardır.
1-Kurban bayramında kesilen kurban
2-Adak kurbanı
3-Akîka kurbanı
4-Kıran ve temettü haccı yapanların kestikleri ve hedy adı verilen kurban
5-Hacda yasakların ihlâli halinde gereken ceza ve kefâret kurbanı

Vasiyetinin veya adağının bulunması halinde ölmüş kimse için kurban kesilmesi gerekir ve kesilen kurbanın etinin tamamı fakirlere dağıtılır.

Vasiyet veya adak olmasa bile,
Şâfiîler hariç fakihlerin çoğunluğuna göre:Sevabı ölüye bağışlanmak üzere onun adına kurban kesilebilir.

2. Kurban Kesme Yükümlülüğü

1. Müslüman olmak.
2. Akıllı ve bulûğa ermiş olmak.
3. Mukim olmak, yani yolcu olmamak.
4. Belirli bir malî güce sahip bulunmak.


Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf ile Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre: Kurbanla yükümlü sayılmak için akıl ve bulûğ şart olmayıp gerekli malî güce sahip olan küçük çocuklar ve akıl hastaları adına kanunî temsilcileri tarafından kurban kesilmesi gerekir. Bu fakihler kurbanın malî bir ibadet oluşu ve başta fakirler olmak üzere üçüncü şahısların hakkının gözetilmesi hususunu ön planda tutmuşlardır.

Hanefî fakihlerinden İmam Muhammed’e ve Şâfiîler’e göre: Kurban mükellefiyeti için akıl ve bulûğ şarttır.

Hanefî mezhebinde bu konuda fetva İmam Muhammed’in görüşüne göre verilmiş ve tatbikatta bu görüş ağırlık kazanmıştır.

Çünkü çocuk ve akıl hastasının haklarının istikbale mâtuf olarak korunması, kanunî temsilciler için hukukî ve dinî bir sorumluluktur. Böyle bir kaygının söz konusu olmadığı durumlarda kanunî temsilcilerinin zengin çocuklar ve ehliyetsizler adına kurban kesmesi güzel bir davranış olur.

Dinen yolcu hükmünde olan kimse kurban kesmekle yükümlü değildir.
Ancak yolcu hükmünde bulunan kimsenin tek başına veya mukimlerle birlikte kurban kesmesine bir engel de yoktur.

Diğer mezheplere göre: Kurban mükellefiyeti açısından yolcu olanla mukim olan arasında, kurban kesmenin onlara göre sünnet olması sebebiyle, zaten bir farklılık yoktur.

Hanefîler’in yolcu için böyle bir ruhsattan söz etmeleri, ibadetlerde külfeti kaldırmaya ve kurbandan gözetilen hikmetlerin gerçekleşmesine öncelik vermeleri sebebiyledir. Bu kimselere kurban mükellefiyeti yüklemek maddî yönden ziyade ibadetin ifası yönünden ağır bir külfet teşkil edebilir.

Bayram tatilini fırsat bilerek yurt içi veya yurt dışı geziye çıkan, yazlığa giden, memleketine ana-ata ocağına giden kimsenin durumu farklıdır. Bu durumdaki kimselerin söz konusu ruhsattan yararlanma yerine ya önceden gerekli tedbirleri alarak vekâleten kurbanını kestirmesi ya da bulunduğu yerde kurban kesmesi daha isabetlidir.

**Kurban kesme mükellefiyeti için dördüncü şart, malî imkânın bulunmasıdır.**

Hanefî mezhebine göre, kurban kesmeyi vâcip kılan zenginliğin ölçüsü, zekâtta ve fıtır sadakasında aranan zenginlik ölçüsüyle aynı olup kişinin borçları ve aslî ihtiyaçları dışında 20 miskal (80.18 gr.) altına, ya da buna denk bir paraya veya mala sahip olmasıdır. Bu miktar bir mala sahip olan kimsenin kurban kesme imkânına sahip olduğu düşünülmüştür.

Böyle olunca ücretli, memur gibi sabit gelirli kimselerin, kendi bütçe imkânları içinde sıkıntı çekmeden kurban ücretini ödeyip ödeyemeyeceğini göz önünde bulundurması ve ona göre karar vermesi gerekir.

Bu takdirde, sabit gelirlilerin aslî ihtiyaç harcamalarını çıktıktan sonra yıllık gelirinden artakalan miktar 80.18 gr. altın değerine ulaşıyorsa kurban kesmeleri gerekir.

Zekât, sadaka-i fıtır ve kurban gibi malî yönü bulunan ödevlerle yükümlülük, dinimizde belli bir asgari zenginlik ölçüsüne ulaşmış olmaya bağlanmıştır. Dinen asgari zenginlik ölçüsü olarak belirlenen bu miktara nisâb denir. Bu üç malî mükellefiyet için aranan asgari zenginlik ölçüsü kural olarak aynıdır.

Fakat, zekât verme yükümlülüğünün mükellefe fiilen yönelmesi için, diğer ikisinden farklı olarak, öngörülen bu nisâbın üzerinden tam bir yılın geçmiş olması şart görülmüştür. Bu şart bir bakıma, ulaşılmış olan bu asgari zenginlik seviyesinin ne kadar süreceği belli olmayan bir ihtiyaçsızlık (istiğnâ) hali mi, yoksa oturmuş istikrar bulmuş bir zenginlik (gınâ) hali mi olduğunun test edilmesi amacına yöneliktir.

Diğer mezhepler kurban kesmeyi sünnet saydıklarından, kurban mükellefiyeti için ayrıca bir zenginlik ölçüsü tesbit etmemişlerdir.
__________________________________________________ ______________________________
İstiğnâ: Asgari zenginlik seviyesinin ne kadar süreceği belli olmayan bir ihtiyaçsızlık hali
Gınâ: Oturmuş istikrar bulmuş bir zenginlik hali
Nisâb-ı gınâ: Oturmuş zenginlik
Nisâb-ı istiğnâ: İhtiyaçsızlık durumu
­­­----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
3. Kurbanlık Hayvan ve Kesimi
Kurbanın sıhhat şartları.

a) Şartlar
1. Dinen kurban olarak kesilmesi kabul edilmiş hayvan türleri şunlardır:
Koyun, keçi, sığır, manda ve deve. Dolayısıyla ancak bu hayvanlardan (veya türdeşleri) kurban kesilebilir. Tavuk, kaz, ördek, deve kuşu, ceylan gibi hayvanların kurban olarak kesilmesi geçerli değildir. Kurbanın geçerliliği açısından bu hayvanların erkek veya dişi olması arasında fark yoktur. Ancak koyunun erkeğinin, diğerlerinin ise dişisinin kesilmesi daha faziletli görülmüştür.

Koyun ve keçi sadece bir kişi için; Deve, sığır ve manda ise yedi kişiyi aşmamak üzere ortaklaşa kurban olarak kesilebilir. Bu hüküm Hanefîler dahil üç mezhebe göre olup

Mâlikî mezhebine göre: Parasına ve etine iştirakle ortak kurban kesimi câiz görülmez.

2. Koyun ve keçi cinsinden hayvanlar bir yaşını doldurduktan sonra kurban edilebilir.
Hanefîler de dahil fakihlerin çoğunluğuna göre: Koyunun semizlik ve gösteriş olarak bir yaşındakilerle aynı olması halinde altı ayını tamamladıktan sonra da kurban olabileceği görüşündedir.

Sığır ve manda cinsinden hayvanlar iki yaşını, deve ise beş yaşını tamamladıktan sonra kurban olarak kesilebilirler.

3. Kesilecek hayvanın kurban olmaya engel bir kusurunun bulunmaması gerekir. Kurban edilecek hayvanın sağlıklı, düzgün, âzaları tamam, besili olması hem ibadetin gaye ve mahiyetine hem de sağlık kurallarına uygun düşer. Kötürüm derecesinde hasta, zayıf ve düşkün, bazı âzaları eksik meselâ bir veya iki gözü kör, kulakları ve boynuzları kökünden kesilmiş, dili kesik, dişlerinin tamamı veya çoğu dökülmüş, kuyruğu ve memesi kesik hayvanlar kurban olmaz. Ancak hayvanın doğuştan boynuzsuz, şaşı, topal ve deli, biraz hasta, bir kulağı delinmiş veya yırtılmış olmasında kurban açısından bir sakınca yoktur. Koyunun daha semiz ve lezzetli olması maksadıyla doğduğunda kuyruğunun kısmen veya tamamen kesilmesi kusur sayılmaz.

4. Kurbanın sahih olabilmesi için belirlenmiş vakit içinde kesilmesi gerekir. Kurban, kurban bayramının ilk üç günü yani zilhicce ayının 10, 11 ve 12. günleri, bayram namazının kılınmasından, 3. günün akşamına kadarki süre zarfında kesilebilir.

Şâfiî mezhebine ve bazı fakihlere göre: Bu süre, bayramın 4. günü akşamına kadardır.

Bayram namazı kılınmayan yerlerde sabah namazı vaktinden itibaren kesilebilir. Kurbanın bayramın 1. Günü kesilmesi daha faziletli görülmüş, kesimin gündüz yapılması tavsiye edilmiştir.

5. Kurbanın ibadet niyetiyle kesilmesi şarttır. Kur’an’da, kesilen kurbanlık hayvanların et ve kanlarının değil bu kesimi yapan müslümanın niyet, takvâ ve bağlılığının Allah’a ulaşacağı bildirilmiştir (el-Hac 22/37). Esasen kurbanı diğer hayvan kesimlerinden ayıran da budur. Niyette aslolan kalbin niyetidir, dil ile açıkça söylenmesi gerekmez. Kurbanda niyetin bu önemi sebebiyledir ki,

Hanefî mezhebine göre: Ortaklaşa kesilen kurbana bütün ortakların ibadet niyeti ile katılmaları şarttır. Ortaklardan birinin sadece et elde etme niyetiyle iştiraki diğerlerinin kurbanını geçersiz kılar.

Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre: Böyle bir ortaklık, kurban ibadetine zarar vermez.

**Bir kimse tek başına kesmek üzere aldığı büyük baş hayvana, sonradan altı kişiye kadar ortak kabul edebilir.**

Kurbanlık niyetiyle alınan hayvan kesilmeden önce ölürse, zengin kimsenin tekrar kurbanlık satın alması gerekir, fakir için gerekmez.

Kesimden önce kurbanlık kaybolur, sahibi ikinci defa kurbanlık alır da sonra birinci hayvan bulunursa, zengin de fakir de bunlardan sadece birini, tercihen daha iyi olanını keser. Fakirin ikisini de kesmesi gerektiği görüşü fetvada tercih edilmeyen zayıf bir görüş olup fakirin kesmesinin adak hükmünü alacağı noktasından hareketle söylenmiştir.

Mükellefler yanlışlıkla birbirlerinin hayvanlarını kesseler, her kesilen kurban, sahibinin kurbanı olmak üzere sahih olur. Etler dağıtılmamışsa değişim yaparlar, değilse helâlleşir ve bir fark da talep etmezler.

b) Kesim İşlemi
Hayvan kesim yerine incitilmeden götürülür, kesilecek zaman da kıbleye karşı ve sol tarafı üzerine yatırılır. Elinden geldiği sürece her mükellefin kurbanını kendisinin kesmesi menduptur, değilse bir başkasına vekâlet verip kestirir. Kurbanı kesecek kimsenin müslüman olması tercihe şayandır.

**Yahudi ve hıristiyanlara da kesim yaptırılabilir. Çünkü Ehl-i kitabın kestiği yenir.**

Ey Allahım, dostun İbrâhim’den ve habibin Muhammed’den kabul buyurduğun gibi benden de kabul buyur” şeklinde veya benzer tarzda dua eder. Daha sonra da tekbir ve tehlîl getirir.

Sağ eliyle tuttuğu bıçakla hayvanı keserken “Bismillâhi Allahü ekber” der. Kurbanı vekilin kesmesi halinde kurban sahibi de besmeleye iştirak eder. Kurban kesen kimse kesim esnasında Allah’ın adını anmayı (besmele) kasten terkederse,

Hanefî mezhebine göre: Bu hayvanın eti yenilmez.

Kurban kesmenin rüknü
Kurbanlık hayvanın kanını akıtmaktır.

Sığır, manda, koyun ve keçi cinsinden hayvanlar yatırılıp çenelerinin hemen altından boğazlanmak suretiyle (zebh), deve ise ayakta sol ön ayağı bağlanarak göğsünün hemen üzerinden (nahr) kesilir. Kesim işlemi boğazın iki tarafındaki şah damarları, yemek ve nefes borusu kesilerek yapılır ve hayvanın kanının iyice akmasını temin için bir süre beklenilir.

**Hayvana acı vermemek için önce şoka sokmak (bayıltmak), sonra kesmek câizdir; çünkü şoka giren hayvan ölmez, hayatı devam eder, ancak kesilince kanı akar ve ölür.**

4. Kurbanın Eti ve Diğer Parçaları
Hz. Peygamber’in hadislerinden hareket eden İslâm âlimleri, kurban sahibinin kurbanın etinden yiyebileceği, bakmakla yükümlü bulunduğu kimselere yedirebileceği, etinin bir kısmını da dağıtması gerektiği konusunda görüş birliği içindedir.

İslâm âlimlerinin çoğunluğu kurban etinin üç eşit parçaya bölünüp,( Bir parçasının kurban sahibi ve bakmakla yükümlü olduğu kimseler tarafından tüketilmesini ), (ikinci parçanın zengin bile olsalar eş, dost ve akrabaya hediye edilmesini), (üçüncü parçanın ise kurban kesmeyen fakir kimselere dağıtılmasını tavsiye ederler).

Kişinin bakmakla yükümlü bulunduğu kimselerin kalabalık olması veya ihtiyaçlarının bulunması halinde kurban etinin kimseye dağıtılmadan evde tüketilmesinde de bir sakınca görülmemiştir.

Bu konuda kesin bir sınır yoktur. Kurban sahibinin kurban etinden hem yemesi, ikram etmesi hem de fakirlere dağıtması esastır.

Adak (nezir) olarak kesilen kurbanın etinden, adakta bulunan kimse ve onun bakmakla yükümlü bulunduğu kimseler (babası, annesi, dede ve nineleri, çocukları, torunları, hanımı) yiyemezler. Şayet yiyecek olurlarsa yediklerinin bedelini fakirlere tasadduk etmeleri gerekir.

Nafile (tatavvu) olarak kesilen kurbanın etinden sahibi de, bakmakla yükümlü bulunduğu kimseler de yiyebilir.

Kurban sırf Allah rızâsını kazanmak için kesildiğinden kurbanın etinin ve diğer parçalarının satılması veya benzeri şekilde sahipleri için gelir getirici işlemlere harcanması câiz değildir.

Kurbanın derisi, yünü, bağırsakları, kemikleri, iç yağı gibi eti dışında kalan parçalarının da sahibine gelir temin etmek amacıyla para ile satılması câiz değildir. Bunları kurban sahibi evde kullanabileceği gibi kullanılmak üzere birine hediye de edebilir. Şayet satacak olursa parasını tasadduk(sadaka vermesi) etmesi gerekir. Kurbanın bu parçalarının veya satımı halinde parasının hayır işlerine sarfedilmesine, diğer bir anlatımla tasadduk etmenin dinen câiz olduğu kişi ve yerlere verilmesine özen gösterilmelidir. Bu parçalar da kurban ibadetinin devamı olarak görülmeli, aynı anlayış ve amaçla (Allah rızâsına uygun şekilde ve uygun yere) sarfedilmeli veya tüketilmelidir.

**Şayet kurban ücretle kestirilmişse, kesim ücreti kurbanın eti veya derisiyle veya bunların parasıyla ödenmez.**

Kurbanlık hayvanın kesim öncesinde sütünden ve yününden yararlanmak da tasvip edilmemiştir. Şayet yararlanılmışsa bedeli sadaka olarak verilmelidir. Kurbanlık koyun ve keçinin yünü, kesimden sonra kırkılıp evde ihtiyaç için kullanılabilir, fakat satılıp paraya çevrilemez. Aksi halde tasadduk edilmelidir.

Kurbanın etinin, kesimin yapıldığı bölgede dağıtılması teşvik edilirse de daha fazla ihtiyaç sahiplerinin bulunması halinde başka yerleşim birimlerine de gönderilebilir, nakledilebilir.
__________________________________________________ ______________________________
Tasadduk: Sadaka vermek
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
5. Akîka Kurbanı
Çocuğun doğumunun ilk günlerinde Allah’a bir şükran nişanesi olarak kesilen kurbana “akîka kurbanı” denilir.

Esasen akîka, Arapça’da yeni doğan çocuğun başındaki saçın adıdır. Akîka kurbanı kesildiği gün çocuğun başı da tıraş edildiği için kurban bu adı almıştır.

Hanefîler’e göre: Mubah (bazı rivayetlerde mendup)
Diğer üç mezhebe göre: Sünnet
Zâhirîler’e göre: Vâciptir.

Hz. Peygamber torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için birer koçu akîka kurbanı olarak kesmiş ve ümmetine de yeni doğan kız ve erkek çocukları için akîka kurbanı kesmelerini tavsiye etmiştir. Resûl-i Ekrem’in bu tür uygulama ve tavsiyeleri dinî bir gereklilik şeklinde değil de doğum, düğün gibi mutlu olayların yakın çevreye duyurulması, sevincin onlarla paylaşılması ve neticede sosyal yapının ve dayanışmanın sağlamlaştırılması yönünde tedbir ve örnekler (sünnet, nafile ibadet) olarak algılanması daha doğru olur.

Akîka kurbanı, çocuğun doğduğu günden bulûğ çağına kadar kesilebilirse de doğumun yedinci günü kesilmesi müstehaptır. Aynı günde çocuğa isim verilmesi ve saçının kesilerek ağırlığınca altın veya gümüşün tasadduk edilmesi de tavsiye edilmiştir.

Kurban olmaya elverişli her hayvan akîkaya da elverişlidir. Kesilen bu kurbanın etinden kurban sahibi ve aile fertleri, yakın dostları yiyebileceği gibi tasadduk da edilebilir.



DÖRT MEZHEBE GÖRE KURBAN



Kurban Kesme Yükümlülüğü
1. Müslüman olmak.
2. Akıllı ve bulûğa ermiş olmak.
3. Mukim olmak, yani yolcu olmamak.
4. Belirli bir malî güce sahip bulunmak.


Vasiyetinin veya adağının bulunması halinde ölmüş kimse için kurban kesilmesi gerekir ve kesilen kurbanın etinin tamamı fakirlere dağıtılır.

Vasiyet veya adak olmasa bile,
Şâfiîler hariç fakihlerin çoğunluğuna göre:Sevabı ölüye bağışlanmak üzere onun adına kurban kesilebilir.

Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf ile Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre: Kurbanla yükümlü sayılmak için akıl ve bulûğ şart olmayıp gerekli malî güce sahip olan küçük çocuklar ve akıl hastaları adına kanunî temsilcileri tarafından kurban kesilmesi gerekir. Bu fakihler kurbanın malî bir ibadet oluşu ve başta fakirler olmak üzere üçüncü şahısların hakkının gözetilmesi hususunu ön planda tutmuşlardır.

Hanefî fakihlerinden İmam Muhammed’e ve Şâfiîler’e göre: Kurban mükellefiyeti için akıl ve bulûğ şarttır.

Hanefî mezhebinde bu konuda fetva İmam Muhammed’in görüşüne göre verilmiş ve tatbikatta bu görüş ağırlık kazanmıştır.

Dinen yolcu hükmünde olan kimse kurban kesmekle yükümlü değildir.

Diğer mezheplere göre: Kurban mükellefiyeti açısından yolcu olanla mukim olan arasında, kurban kesmenin onlara göre sünnet olması sebebiyle, zaten bir farklılık yoktur.

Belli Bir Nisab Miktarına Sahip Olmak
Hanefîler: Zekât, sadaka-i fıtır ve kurban gibi malî yönü bulunan ödevlerle yükümlülük, dinimizde belli bir asgari zenginlik ölçüsüne ulaşmış olmaya bağlanmıştır. Dinen asgari zenginlik ölçüsü olarak belirlenen bu miktara nisâb denir. Bu üç malî mükellefiyet için aranan asgari zenginlik ölçüsü kural olarak aynıdır.

Diğer üç mezheb’e göre: Kurban kesmeyi sünnet saydıklarından, kurban mükellefiyeti için ayrıca bir zenginlik ölçüsü tesbit etmemişlerdir.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
KURBANLIK HAYVANLA İLGİLİ HÜKÜMLER
Hanefîler dahil üç mezhebe göre: Koyun ve keçi sadece bir kişi için; Deve, sığır ve manda ise yedi kişiyi aşmamak üzere ortaklaşa kurban olarak kesilebilir.

Mâlikî mezhebine göre: Parasına ve etine iştirakle ortak kurban kesimi câiz görülmez.

Kesilecek hayvanların yaşları
Hanefîler de dahil fakihlerin çoğunluğuna göre: Koyun ve Keçi cinsinden hayvanlar bir yaşını doldurduktan sonra kurban edilebilir. Koyunun semizlik ve gösteriş olarak bir yaşındakilerle aynı olması halinde altı ayını tamamladıktan sonra da kurban olabileceği görüşündedir.

Sığır ve Manda cinsinden hayvanlar iki yaşını, deve ise beş yaşını tamamladıktan sonra kurban olarak kesilebilirler.

Kesilecek hayvanın kurban olmaya engel bir kusurunun bulunmaması
Kötürüm derecesinde hasta, zayıf ve düşkün, bazı âzaları eksik meselâ bir veya iki gözü kör, kulakları ve boynuzları kökünden kesilmiş, dili kesik, dişlerinin tamamı veya çoğu dökülmüş, kuyruğu ve memesi kesik hayvanlar kurban olmaz.

Ancak hayvanın doğuştan boynuzsuz, şaşı, topal ve deli, biraz hasta, bir kulağı delinmiş veya yırtılmış olmasında kurban açısından bir sakınca yoktur.

Kurbanın sahih olabilmesi için belirlenmiş vakit içinde kesilmesi
Hanefîler: Kurban, kurban bayramının ilk üç günü yani zilhicce ayının 10, 11 ve 12. günleri, bayram namazının kılınmasından, 3. günün akşamına kadarki süre zarfında kesilebilir.

Şâfiî mezhebine ve bazı fakihlere göre: Bu süre, bayramın 4. günü akşamına kadardır.

Kurbanın ibadet niyetiyle kesilmesi
Hanefî mezhebine göre: Ortaklaşa kesilen kurbana bütün ortakların ibadet niyeti ile katılmaları şarttır. Ortaklardan birinin sadece et elde etme niyetiyle iştiraki diğerlerinin kurbanını geçersiz kılar.

Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre: Böyle bir ortaklık, kurban ibadetine zarar vermez.

**Bir kimse tek başına kesmek üzere aldığı büyük baş hayvana, sonradan altı kişiye kadar ortak kabul edebilir.**

Kesim İşlemi
**Yahudi ve hıristiyanlara da kesim yaptırılabilir. Çünkü Ehl-i kitabın kestiği yenir.**

Sağ eliyle tuttuğu bıçakla hayvanı keserken “Bismillâhi Allahü ekber” der. Kurbanı vekilin kesmesi halinde kurban sahibi de besmeleye iştirak eder. Kurban kesen kimse kesim esnasında Allah’ın adını anmayı (besmele) kasten terkederse,

Hanefî mezhebine göre: Bu hayvanın eti yenilmez.

Kurban kesmenin rüknü
Kurbanlık hayvanın kanını akıtmaktır.

**Hayvana acı vermemek için önce şoka sokmak (bayıltmak), sonra kesmek câizdir; çünkü şoka giren hayvan ölmez, hayatı devam eder, ancak kesilince kanı akar ve ölür.**

**Şayet kurban ücretle kestirilmişse, kesim ücreti kurbanın eti veya derisiyle veya bunların parasıyla ödenmez.**
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Akîka Kurbanı
Çocuğun doğumunun ilk günlerinde Allah’a bir şükran nişanesi olarak kesilen kurbana “akîka kurbanı” denilir.

Esasen akîka, Arapça’da yeni doğan çocuğun başındaki saçın adıdır. Akîka kurbanı kesildiği gün çocuğun başı da tıraş edildiği için kurban bu adı almıştır.

Hanefîler’e göre: Mubah (bazı rivayetlerde mendup)

Diğer üç mezhebe göre: Sünnet

Zâhirîler’e göre: Vâciptir.

Kurban olmaya elverişli her hayvan akîkaya da elverişlidir. Kesilen bu kurbanın etinden kurban sahibi ve aile fertleri, yakın dostları yiyebileceği gibi tasadduk da edilebilir.




Kurban Terimleri(sözlük)

Kurban : Sözlükte “yaklaşmak, Allah’a yakınlık sağlamaya vesile olan şey” anlamına gelen kurban, dinî bir terim olarak, “ibadet maksadıyla belirli bir vakitte belirli şartları taşıyan hayvanı usulünce boğazlamak, ya da bu şekilde boğazlanan hayvan” demektir. Arapça’da bu şekilde kesilen hayvana udhiyye denilir.
İstiğnâ : Asgari zenginlik seviyesinin ne kadar süreceği belli olmayan bir ihtiyaçsızlık hali
Gınâ : Oturmuş istikrar bulmuş bir zenginlik hali
Nisâb-ı gınâ : Oturmuş zenginlik
Nisâb-ı istiğnâ : İhtiyaçsızlık durumu
Tasadduk : Sadaka vermek
Nezir kurbanı : Adak kurbanı
Tatavvu kurbanı : Nafile kurban



24 Temmuz 2013 22:11
Medine-web
Cevap: diyanet ilmihali özetleri 1.ve 2. cild

Dokuzuncu Bölüm
Hac ve Umre


I. İLKELER ve AMAÇLAR
Kutsal zaman ve mekân inancı hemen bütün dinlerde mevcuttur ve esasen haccın temelinde, ulûhiyyetin herhangi bir yerde tecellîsine ilişkin inanç yatar. İslâm dininde de, kutsal mekân ve zaman telakkisi hac ibadeti bünyesine yerleştirilmiştir.

Hac sözcüğünün "kasıt, yöneliş ve yürüyüş" anlamına gelmesi, bir bakıma hac ibadetine saygınlık ve kutsiyet atfedilen birtakım özel mekânlar üzerinden Allah'a yürünmesi şeklinde sembolik bir mahiyet kazandırır.

II. HACCIN TANIMI ve MAHİYETİ

Hac Hicretin 9. Yılında farz kılınmıştır.

Hac sözlükte "kastetmek, yönelmek" anlamına gelen bir kelimedir. Fıkıh terimi olarak ise hac, "Mekke şehrindeki Kâbe'yi ve civarındaki kutsal sayılan özel yerleri, özel vakit içinde, usulüne uygun olarak ziyaret etmek ve yapılması gereken diğer menâsiki yerine getirmek" demektir. Bunların hepsine birden hac törenleri anlamında "menâsikü'l-hac" denir.

İslâmiyet'in beş esasından biri olan hac, hicretin 9. yılında farz kılınmıştır. Haccın farz olduğu hükmü, Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet'te bildirilmiş ve bu hüküm konusunda müslümanların görüş birliği (icmâ) gerçekleşmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Yoluna gücü yetenlerin evi (Kâbe) hac ve ziyaret etmeleri, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" (Âl-i İmrân 3/97) buyrulmuştur. Peygamberimiz de haccı Müslümanlığın beş esasından birisi olarak saymış, haccın önemini ve yararlarını belirtmiş ve bu törenlerin nasıl yapılacağını fiilen göstermiştir.

Gücü yeten, yani sağlık ve servet yönünden haccetme imkânına sahip olan müslümanların, ömründe bir defa haccetmeleri farz olup imkân elde edilince, geciktirmeden yerine getirilmesi gerekir. Hayatında bir defa hac yapmış olan müslüman bu farzı yerine getirmiş olur.

Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel: Gerekli şartları taşıyan hac yükümlüsünün bu ibadeti önündeki ilk hac mevsiminde eda etmesi gerektiği, sonraki yıllara tehir etmesinin günah olduğu, hatta bu ibadeti uzun süre geciktiren kişinin şahitliğinin kabul edilmeyeceği görüşündedirler.

Şâfiî ve İmam Muhammed: İleride yerine getirmeye azmedilmesi ve eda imkânının normal şartlarda elden çıkması gibi bir endişenin bulunmaması şartıyla haccın tehir edilebileceğini söylemişlerdir. Bununla birlikte, bunlar da hac ibadetinin bir an önce ve ilk fırsatta yerine getirilmesinin sünnete uygun ve daha ihtiyatlı bir tutum olduğunu belirtmişlerdir.

Kâbe'yi ziyaretle ilgili ibadetlerden biri de "umre"dir.
Ziyaret belirli zamanda ve Arafat vakfesiyle birlikte olursa "hac".
Belirli bir zamana bağlı olmayarak vakfesiz yapılırsa "umre" adını alır.
Hac ve umreyi birbirinden ayırmak için hacca, "hacc-ı ekber" (büyük hac), umreye "hacc-ı asgar" (küçük hac) denir. Halk arasında ise arefesi cumaya rastlayan haccın hacc-ı ekber olduğuna dair yaygın bir kanaat bulunmaktadır.

Umrenin faziletiyle ilgili olarak Resûl-i Ekrem "Umre, daha sonraki umreye kadar, ikisi arasında işlenen günahlar için kefârettir. Allah katında makbul haccın karşılığı ise ancak cennettir" (Buhârî, “Umre”, 1; Müslim, “Hac”, 437) ve "Hac ve umreyi birbirine ekleyin (peş peşe birlikte yapınız); çünkü bunlar körüğün demir, altın ve gümüşteki kiri, pası gidermesi gibi, yoksulluğu ve günahları giderir. Makbul bir haccın karşılığı ancak cennettir" (Tirmizî, “Hac”, 2: Nesâî, “Hac”, 6) buyurmuştur.



__________________________________________________ ___________________________
Menâsikü'l-hac: Hac törenleri
Hacc-ı ekber: Büyük hac (Normal hac) aynı zamanda arefesi cumaya rastlayan hac.
Hacc-ı asgar: Küçük hac (Umre)
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
III. HACCIN ŞARTLARI
A) YÜKÜMLÜLÜK ŞARTLARI

1-Müslüman olmak
2-Akıllı olmak
3-Buluğ olmak
4- Beden ve malî imkânın olması (istitâat)

Hac ibadetiyle yükümlü olmak için genel olarak bütün yükümlülükler de öngörülen Müslümanlık, akıl ve bulûğ şartı yanında, ayrıca hac yapmaya bedenî ve malî imkânların yeterli olması da şarttır. Beden ve malî imkânın yeterli düzeyde bulunmasına literatürde, yapabilme, güç yetirebilme anlamında istitâat denilir.

Ayrıca kişinin hac ile yükümlü sayılabilmesi ve hac yükümlülüğünün zimmetinde borç olarak sabit olabilmesi için belirtilen dört şarta ilâve olarak, bu farîzayı yerine getirecek vakte erişmiş olması da gerekir. Belirtilen tüm şartları taşıdığı halde, bu tarihten itibaren haccı ifaya elverişli zaman bulamadan yani hac mevsimine erişemeden ölen kişi hac ile yükümlü olmadan ölmüş kabul edilir.

İstitâat, teknik ifadesiyle söylenecek olursa, haccın vücûb(yükümlülük) şartıdır. Hac, sadece Kâbe ve civarında belirli günlerde eda edilen bir ibadet olduğu için hac yükümlülüğü bedenî ve malî imkânların yeterli olması şartına bağlanmıştır. İslâm dini, diğer mükellefiyetlerde olduğu gibi, hac ibadetinde de mükellefin durumunu dikkate almış ve ona güç ve imkânlarının üzerinde bir yük yüklememiştir.

İstitâat denilen yapabilme güç ve imkânı, hac yolculuğuna çıkacak kişinin gidip dönünceye kadar kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin geçimlerini sosyal seviyelerine uygun olarak sağlayacak malî güce ve hac için yeterli zamana ve malî güce sahip olması anlamına gelmektedir.

İstitâat: Güç yetirebilme

B) EDA ŞARTLARI
Haccın edasının, yani hac yükümlüsü tarafından bizzat ifa edilmesinin farz olması için bulunması gereken şartlara 'haccın edasının şartları' denir.

1- Sağlıklı Olmak.
2- Yol Güvenliği.
3- Ârızî Bir Engelin Bulunmaması.
4- Kadınlara Özel İki Şart.




a) Sağlıklı Olmak.
Ebû Hanîfe ve Mâlik: Sağlıklı olmayı hac yükümlüsü olmanın şartı olarak gördüklerinden bunlara göre sağlıklı olmayan kimseler hac yapmakla mükellef değildir; dolayısıyla yerlerine vekil göndermeleri de gerekmez.

Şâfiî , Hanbelî ve Hanefî imamlardan Ebû Yûsuf ve Muhammed: Yukarıda belirtilen yükümlülük şartlarının gerçekleşmesi halinde, fiilen haccetmeye engel teşkil eden bir hastalık veya sakatlığı bulunanlar, yerlerine vekil göndermeli veya bunu vasiyet etmelidirler. Fiilen hac etmeye engel hastalık ve sakatlıklar arasında, genel olarak, körlük, kötürümlük ve hac yolculuğuna dayanamayacak derecede hastalık veya yaşlılık durumları gösterilmiştir.

b) Yol Güvenliği
Hanefî ve Hanbelî mezheplerinde fetvaya esas olan görüşe göre yol güvenliğinin bulunması haccın edasının şartlarındandır.
Mâlikî ve Şâfiîler: İstitâat kavramına getirdikleri açıklama doğrultusunda, bunu yükümlülük şartları arasında saymışlardır.

c) Ârızî Bir Engelin Bulunmaması.
Tutukluluk veya yurt dışına çıkma yasağı gibi yolculuğa çıkmayı engelleyen bir durumun hac mevsimine denk gelmesi halinde eda yükümlülüğü gerçekleşmez.

d) Kadınlara Özel İki Şart
Haccın edasıyla doğrudan ilgisi bulunmamakla birlikte, kadınlara ilişkin başka hükümlerin sonucu olarak söz konusu edilen iki şart daha bulunmaktadır.

Birinci şart:
Kadınların tek başlarına uzun mesafeli yolculuklara çıkma yasağından kaynaklanan "yanlarında eşlerinin veya bir mahremlerinin bulunması" şartıdır.

Hanefî mezhebine göre: Haccedebilmek için seferîlik hükümlerinin uygulanacağı bir mesafeyi katetmek durumunda olan kadınlar tek başlarına hac yolculuğuna çıkamazlar.

Şâfiî mezhebine göre: Katedilecek mesafeden ziyade yol emniyeti ve kadınların güvenliği esas alındığından koca veya başka bir mahremin bulunması şart koşulmamış, bunun yerine kadınların bunu sağlayacak şekilde -ağırlıklı görüşe göre üç kadının yer aldığı- bir grup oluşturmaları yeterli görülmüştür. Bununla birlikte iki kadının hatta kendini güvenlik içinde hissediyorsa bir kadının -sadece- farz olan hac görevini yerine getirmek için tek başına yola çıkması câiz görülmüştür.

Mâlikî mezhebine göre: Kocası veya bir mahremi bulunmayan yahut ücretle bile olsa kendisiyle birlikte hacca gelmeyen bir kadın, güvenli bir kafile ile birlikte, bu kafilede başka kadınların bulunup bulunmaması dikkate alınmaksızın hac yolculuğuna çıkabilir.

İkinci şart:
Sadece boşanma iddeti veya vefat iddeti beklemekte olan kadınlara ilişkin olup, "beklemeleri gereken süreyi tamamlamış olmaları"dır.

Hanefî mezhebine göre: Eda şartı olan bu durum diğer mezheplere göre yükümlülük şartıdır.

Eda şartlarını taşıyan kimselerin bizzat hac yapmaları, bu şartlardan herhangi birinin gerçekleşmemesi durumunda bedel (vekil) göndermeleri veya bunu vasiyet etmeleri gerekir.


C) GEÇERLİLİK ŞARTLARI
Haccın geçerli yani sahih olabilmesi için üç şartın bulunması gerekir.
Bu şartlar;
a) Hac yapmak niyetiyle ihrama girmek
b) Özel vakit
c) Özel mekân

a) İHRAM
İhram sözlükte "haram etmek, kendini mahrum bırakmak" anlamına geldiği gibi, "tâzim edilmesi gereken zamana veya mekâna girmek ve bunlara saygı duymak" anlamına da gelir. İhram ilmihal dilinde hac veya umre yapmaya niyet eden kişinin, diğer zamanlarda mubah olan bazı fiil ve davranışları belirli bir süre boyunca yani hac veya umrenin rükünlerini tamamlayıncaya kadar kendi nefsine haram kılması anlamındadır. Namaza başlama tekbiri anlamına gelen tahrîme ile ihram kelimeleri aynı kökten türemiş ve anlamları birbirine çok yakın iki kelime olduğu gibi, ait oldukları ibadetteki fonksiyonları da birbirine çok yakındır. Hatta ihram için mecazen 'haccın başlama tekbiri' demek mümkündür.

Normal zamanda helâl olan bazı fiiller ihramlı için yasak hale gelir. Kılık- kıyafet, cinsel hayat ve avlanmak gibi hususlarla ilgili olmak üzere gruplandırılabilecek bu yasakların ihlâli, yasağın çeşidine ve ihlâl biçimine göre değişen cezaları gerektirir. Bu cezalar kurban kesmek, sadaka vermek, bedelini ödemek ve oruç tutmaktan ibarettir.

Bu yasaklar niyet ve telbiye anından itibaren başlar ki, zaten niyet ve telbiye ihramın rüknüdür. Bu bakımdan hac ve umreye niyet edip telbiye yapmaya "ihrama girmek", ihrama giren kişiye "muhrim" (ihramlı) denir. İhram giymek ise hac törenlerinin ifası sırasında giyilmek üzere yün, pamuk veya ketenden hazırlanmış beyaz renkli giysiyi (ihramlık) giymek anlamındadır.

İhram: Haram etmek, kendini mahrum bırakmak

aa) İhramın Rükünleri

1. Niyet
2. Telbiye

Hanefî mezhebine göre: İhramın, niyet ve telbiye olmak üzere iki rüknü vardır. Bunlardan birini terkeden kimse ihrama girmiş olmaz.

Diğer üç mezhebe göre: İhrama girmiş olmak için sadece niyet yeterlidir.

1. Niyet. Niyet hac veya umre yapmaya karar vermek ve hangisini yapacaksa onu belirlemekle olur. Niyeti dil ile ifade etmek de müstehaptır.

Hanefîler'e göre: Bu durumdaki bir kimsenin tavafa başlamadan önce yapacağı ibadetin hac mı yoksa umre mi olduğunu belirlemesi yeterlidir. Şayet bu belirlemeyi yapmadan tavafa başlayacak olursa umre için ihrama girmiş olur. Tavaf yapmadan doğruca Arafat'a çıkıp vakfe yapacak olursa bu ihramı hac için olur ve yaptığı hac da ifrad haccı olur

Şâfiî mezhebine göre: Bu durumda, hac ve umre ile ilgili menâsikten herhangi birine, meselâ tavafa başlamadan önce niyetteki belirsizliğin giderilmiş olması gerekir. Aksi halde yapılan törenler hac veya umre olarak değer kazanmaz. Çünkü bir ibadet ancak niyetle yapılabilir.

2. Telbiye. Telbiye ibadete başlama anını temsilen belli sözlerin söylenmesinden ibarettir. Telbiye namazdaki iftitah tekbiri mesabesindedir; bu bakımdan namazdaki tekbir ifadesi (Allahüekber) yerine bunda telbiye sözleri söylenir.

***Telbiye***
"Lebbeyk Allahümme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnne'l-hamde ve'n-ni‘mete leke ve'l-mülke, lâ şerîke lek" sözlerini söylemekten ibarettir (Anlamı: Davetine sözüm ve özümle geldim Allahım, emrin baş üstüne. Davetine sözüm ve özümle geldim ey ortaksız olan sen! Emrin baş üstüne. Hamd senin, nimet senin, mülk de senin. Yoktur senin ortağın).

Telbiyeyi ihrama girerken bir defa söylemek farz, zaman zaman yüksek sesle tekrarlamak ise sünnettir.

Kadınlar gerek telbiye gerekse diğer dua, zikir ve tesbihlerde seslerini fazla yükseltmezler.

İhrama Girme Zamanı.
Hac ayları girmeden hac menâsikinden hiçbiri yapılamaz.

Hanefî ve Mâlikîler'e göre: Mekruh olmakla birlikte henüz hac ayları başlamadan ihrama girmek câizdir. Çünkü onlara göre ihram, haccın rüknü değil sıhhat şartıdır. Diğer ibadetlerde olduğu gibi şartın yerine getirilmesi için vaktin girmesi gerekmez.

Şâfiî mezhebin’e göre: İhram şart değil, rükün sayıldığı için hac aylarından önce, hac için ihrama girilemez. Hac aylarından önce ihrama girildiği takdirde, bu ihram umre ihramı olarak geçerli olur.

Umre yapmanın özel bir vakti olmadığından umre için her zaman ihrama girilebilir.

İhrama Girme Yerleri. Kur'ân-ı Kerîm'de Kâbe'ye "el-beytü'l-harâm" (el-Mâide 5/2), onu çevreleyen mescide "el-mescidü'l-harâm" (el-İsrâ 17/1)denildiği gibi, bu mescidin içinde bulunduğu Mekke şehri de "harem" (el- Kasas 28/57; el-Ankebût 29/67) yani "saygıya lâyık" sözüyle vasıflandırılmıştır. Saygı gösterilmesi gereken bu kutsal mekânları sırasıyla "Harem", "Hil" ve "Âfâk" denilen, sınırları belirli ve özel fıkhî hükümleri olan bölgeler kuşatır. Böylece Kâbe'nin etrafını iç içe kuşatan yerler, sırasıyla Harem, Hil ve Âfâk olarak, hükümleri farklı üç bölgeye ayrıldığı gibi hac veya umre yapan kimseler de bulundukları bölgelere göre Âfâký, Hillî (veya Mîkatî) ve Mekkî olmak üzere üç sınıfa ayrılır.

Harem Bölgesi. Mekke ile etrafında, bitkileri koparılmamak ve av hayvanlarına zarar verilmemek üzere belirli sınırlar içindeki emniyetli bölgedir. Bu bölgede oturanlara Mekkî (Mekkeli) denir. Harem bölgelerinin sınırlarını Cibrîl'in rehberliğiyle Hz. İbrâhim belirlemiş, sınırları gösteren işaretler daha sonra Hz. Peygamber tarafından yenilenmiştir. Bu sınırlar Kâbe'ye eşit uzaklıkta değildir. En yakını, Mekke'ye 8 km. mesafede Medine istikametinde "Ten‘îm"; en uzak olanları ise Tâif yönünde "Ci‘râne" (Şi‘bü Âl-i Abdullah) ve Cidde istikametinde Hudeybiye yakınlarında "Aşâir"dir. Diğerleri ise, Irak yolu üzerinde "Seniyyetülcebel", Yemen yolu üzerinde "Edâtü Libn" (Hüseyniye) ve Arafat sınırında "Batn-ı Nemîre"dir.

Mekkeliler hac için Harem bölgesi sınırları içinde; umre için ise Hil bölgesine çıkarak meselâ Ten‘îm veya Arafat gibi Harem bölgesi dışındaki bir yerde ihrama girerler. Hac ve umre yapıp ihramdan çıkmış olan Harem bölgesindeki Mekkeli olmayan kişiler (Âfâký ve Mîkatî olanlar), umre yapıp ihramdan çıktıktan sonra, yeniden ihrama girmek istediklerinde, aynı hükme uyarlar. Onlar da hac için Harem bölgesinde, Umre için ise Harem bölgesi dışına çıkarak meselâ Ten‘îm veya Arafat gibi bir yere gidip ihrama girmek durumundadır.

Hil Bölgesi. Hil bölgesi, Harem bölgesi ile Mîkat yerleri arasındaki yerlerdir. Bu bölgede ikamet edenlere Mîkatî veya Hillî denir. Hillî, Hil bölgesinde yaşayan kişi anlamındadır. Mîkatîler gerek hac gerek umre için Harem bölgesine girmeden bulundukları Hil bölgesinde ihrama girerler.

Âfâk Bölgesi. Harem ve Hil bölgelerinin dışında kalan yerlere Âfâk denir. Hil bölgesi dışından doğrudan Mekke'ye veya Harem bölgesine gelenlerin ihramsız geçmemeleri gereken beş nokta, Hz. Peygamber tarafından belirlenmiştir. Bunlardan her birine "mîkat", bu noktaların sınırladığı ve Hil bölgesi dışında kalan yerlere de "Âfâk" ve bu yerlerde yaşayan insanlara da Âfâkı denir ki uzaklardan gelen anlamındadır.

Mekke’ye veya Harem bölgesine gelenlerin ihramsız geçmemeleri gereken bu beş yer şunlardır:

1.Zülhuleyfe. Mekke'ye Medine üzerinden gelenlerin mîkatıdır. Medine'ye yaklaşık 10 km., Mekke'ye 450 km. mesafededir. Mekke'ye en uzak mîkat budur. Hz. Peygamber Vedâ haccında, halen Âbâr-ı Ali denilen bu mîkatta ihrama girmiştir.
2.Cuhfe. Mısır ve Suriye istikametinden gelenlerin mîkatıdır. Mekke'ye yaklaşık 187 km. uzaklıktadır.
3.Zâtüırk. lrak yönünden gelenlerin mîkatıdır. Mekke'ye uzaklığı yaklaşık 94 kilometredir.
4.Karnülmenâzil. Necid ve Küveyt yönünden gelenlerin mîkatı olup, Mekke'ye yaklaşık 96 kilometredir.
5.Yelemlem. Yemen ve Hindistan tarafından gelenlerin mîkatı olup, Mekke'ye yaklaşık 54 km. mesafededir. Mekke'ye en yakın mîkat budur.

Süveyş yönünden Kızıldeniz yolu ile gelenler, Cuhfe yakınında Râbığ hizasında ihrama girerler. Hava yolu ile Cidde'ye gelenler ise, geldikleri istikametteki mîkatın hizasını geçmeden, niyet ve telbiye yaparak ihrama girerler.

Cidde Afak bölgesinde sayılacağından, hemen her gün çeşitli sebeplerle Cidde-Mekke arasında yolculuk yapanlar, Hanefî ve Malikîlere göre, Harem bölgesine her girişte ihrama girme ve umre yapma gibi uygulanması çok zor bir durumla karşılaşacaklardır.

Uzaklardan gelenler (Âfâkiler), gerek hac gerek umre için, yolları üzerindeki bir mîkatta ihrama girerler. Eğer yol üzerinde mîkat yoksa, en son, kendilerine en yakın mîkatın hizasını geçmeden ihrama girmelidirler. Mîkattan önce ihrama girmek câiz, hatta Hanefîler'e göre, ihram hükümlerine uyabileceği konusunda kendine güvenenler için daha da faziletlidir. Diğer üç mezhepte ise ihrama mîkat sınırında girmek sünnete uygun olduğu için daha faziletlidir.

Harem Bölgesine İhramsız Girmek

Hanefî ve Mâlikîler'e göre: Her ne maksatla olursa olsun doğrudan Harem bölgesine, meselâ Mekke'ye gidecek olan Âfâkiler’in, mîkat sınırını geçmeden ihrama girmeleri gerekir. Çünkü ihram, bu kutsal bölgeye saygı için vâcip kılınmıştır. Bu konuda hac ve umre için gelenler ile ticaret, ziyaret veya tedavi gibi başka maksatlar için gelenler arasında fark yoktur. Bunlar, hac veya umre yaptıktan sonra ihramdan çıkarlar. Herhangi bir sebeple mîkat sınırları dışında bulunan Hil ve Harem bölgeleri halkı da doğrudan Harem bölgesine meselâ Mekke’ye girme konusunda aynı hükme tâbidir.

Şâfiî mezhebine göre: Hac ve umre kastı olmadıkça uzaklardan gelenlerin (Âfâkı) Harem bölgesine ihramsız girmeleri vâcip değil, müstehaptır.

Hil bölgesi halkı hac veya umre yapmayacakları zaman, Harem bölgesine ihramsız girip çıkabilirler. Harem bölgesinde bulunan kimseler ister Mekkeli isterse uzaklardan gelenlerden olsun, Hil bölgesine, meselâ Cidde'yegittiklerinde, Harem bölgesine ihramsız dönebilirler. Doğrudan Harem bölgesine gitme kastı olmaksızın Hil bölgesindeki herhangi bir yere meselâ Cidde'ye gidecek olan Âfâkiler’in, mîkat sınırını ihramlı geçmeleri gerekmez. Bunlar, daha sonra Harem bölgesine, meselâ Mekke'ye gitmek isterlerse, Hil bölgesinde oturanların hükmüne tâbi olurlar. Hac veya umre yapacaklarsa, Harem sınırını geçmeden ihrama girerler. Hac veya umre kastı yoksa Harem bölgesine ihramsız girerler ve isterlerse Kâbe'yi ihramsız tavaf ederler.

Medine ziyaretini hacdan önce yapmak üzere mîkat sınırını ihramsız geçenler, Cidde'ye indikten sonra herhangi bir sebeple önce Mekke'ye gitmek zorunda kalırlarsa, Cidde'de -Harem bölgesi sınırını geçmeden- ihrama girerler.
__________________________________________________ ________________________________
Âfâk Bölgesi: Harem ve Hil bölgelerinin dışında kalan yerler
Âfâki: Hil bölgesi dışında yaşayanlar
Mîkat: Hz. Peygamber tarafından belirlenmiş, Mekke'ye veya Harem bölgesine gelenlerin ihramsız geçmemeleri gereken beş nokta’nın her birine verilen isim (Mîkat sınırı)
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

bb) İhramın Vâcipleri
1. Mîkat sınırını ihramsız geçmemek.
2. İhram yasaklarından sakınmak.

1. Mîkat sınırını ihramsız geçmemek.
Uzaklardan gelip doğrudan Harem bölgesine gidecek olan Âfâkîler, mîkat sınırını ihramsız geçerlerse cezâ (dem) koyun ve keçi cinsinden olan kurban gerekir. Ancak, mîkatı ihrama girmeden geçen kimse, henüz hac veya umre menâsikinden herhangi birine, meselâ kudüm veya umre tavafına başlamadan mîkata dönüp orada ihrama girerse ceza düşer. Bu kişinin, ihramsız geçtiği mîkat sınırı yerine; bulunduğu yere daha yakın bir mîkata gidip orada ihrama girmesi mümkündür. Mîkatı ihramsız geçtikten sonra, hac veya umre menâsikinden birine başlanmışsa artık mîkata dönülse bile ceza düşmez.

2. İhram yasaklarından sakınmak.
İhrama giren kimsenin ihram süresince davranışlarını haccın anlam ve amacıyla da bütünlük sağlayacak şekilde kontrol altında tutması ve belirli yasaklara uyması gerekir.

cc) İhramın Sünnetleri

1. İhrama girmeden yani niyet ve telbiyeden önce müstehap olan şeyler:
1. Tırnakları kesmek, kasık ve koltuk altı kıllarını temizlemek, gerekiyorsa tıraş olmak.
2. Temizlik için gusletmek. Abdesti olanlar ve özel hallerini görmekte olan kadınlar için de gusül sünnettir. Gusül yapılamazsa abdest alınır. Abdest mümkün olmazsa teyemmüm yapılmaz. Çünkü bu abdest ve gusül, beden temizliği içindir. Ancak abdesti olmayanlar ihram namazı için teyemmüm yaparlar.
3. Niyet ve telbiye yapmadan önce vücuduna güzel kokular sürmek.
4. Erkeklerin izâr ve ridâ denilen iki parçadan ibaret örtüye bürünmesi. İzâr belden aşağıya sarılan, ridâ ise vücudun üst kısmını örten havludur. Bu örtülerin beyaz, yeni veya yıkanıp temizlenmiş olması müstehaptır.

2. İhram örtülerine büründükten sonra müstehap olan şeyler:
1. Kerâhet vakti değilse iki rek‘at ihram namazı kılmak. Bu namazın ilk rek‘atında Kâfirûn sûresi, ikinci rek‘atında da İhlâs sûresinin okunması, ayrıca niyet ve telbiyenin de bu namazdan sonra yapılması efdaldir.
2. İhramlı bulunulan süre içinde her fırsatta telbiye söylemek.
3. Hac için ihrama, hac ayları başladıktan sonra girmek.



dd) İhram Yasakları
İhrama giren kimselere, ihramdan çıkıncaya kadar yasak olan iş ve davranışlar vardır. Bunlara "ihram yasakları" denir. İhram yasakları ilgili olduğu alanlara göre şu şekilde gruplandırılabilir:

1. Vücutla İlgili Yasaklar
1. Saç veya sakal tıraşı olmak, bıyıkları kesmek.
2. Kasık ve koltuk altı kılları ile vücudun diğer yerlerindeki kılları tıraş etmek, yolmak veya koparmak.
3. Tırnak kesmek.
4. Süslenme amacıyla saç, sakal ve bıyıkları yağlamak, boyamak, saçlara biryantin veya jöle sürmek, kadınlar oje ve ruj kullanmak. Vücuda veya ihram örtüsüne güzel koku sürmek; güzel kokulu sabun kullanmak.

2. Giyim ve Giyim Eşyası ile İlgili Yasaklar
Giyimle ilgili yasaklar sadece erkeklere yöneliktir. Kadınlar normal elbiselerini giyerler, sadece ihram süresince yüzlerini örtmezler.

1. Dikişli elbise ve iç çamaşırı türü giyim eşyası giymek. Normal şekilde giymeksizin, palto, pardesü gibi giyim eşyasını üzerine örtmek veya omuzuna almak yasak değildir. Bele kuşanılan kemerde, omuza asılan çantada, ayaklara giyilen üzeri ve topukları açık ayakkabı veya terlikte dikiş bulunabilir. Çünkü yasak olan dikiş değil; giyim eşyası olarak dikilmiş şeylerin giyilmesidir. Omuzlara örtülen ridânın uçlarını birbirine bağlamak veya iğne ile tutturmak ceza gerektirmez ise de mekruhtur.

2. Başı ve yüzü örtmek, takke ve benzeri şeyler giymek, başa sarık sarmak.
3. Eldiven, çorap ve topukları kapatan ayakkabı giymek.

Nalın gibi, mümkün olduğunca üzeri açık ayakkabı giymek müstehaptır. Üzeri açık ayakkabı giymek mümkün olduğu halde, sadece topukları açık ayakkabı giymek mekruhtur. Ayak bileğine bitişen ve topukları örten ayakkabı giymek ise yasaktır, ceza gerektirir.

3. Cinsel Konularla İlgili Yasaklar
1. Cinsel ilişki ve genellikle cinsel ilişkiye götüren öpme, oynaşma, şehvetle tutma gibi davranışlarda bulunmak.
2. Şehevî duyguları tahrik edici sözler söylemek.

4. Av Yasağı
Gerek Harem bölgesi içinde, gerek dışında eti ister yensin ister yenmesin her türlü kara avını avlamak, avcıya avını göstermek ve avlanmasına yardımcı olmak, av hayvanlarına zarar vermek yasaktır. Yaratılışı itibariyle vahşî, ürkek ve insandan kaçan hayvanlara av hayvanı denir. Suda yaşasa bile, doğup üremesi karada olan hayvanlar kara hayvanı sayılır. Deniz hayvanlarının avlanması yasak olmadığı gibi tavuk ve koyun gibi evcil hayvanların kesilmesi de ihramlıya yasak değildir.

5. Harem Bölgesiyle İlgili Yasaklar
Mekke şehri ve etrafındaki Harem denilen bölgedeki av hayvanlarının avlanması, bitkilerin kesilmesi veya koparılması ister ihramlı, ister ihramsız, herkes için yasaktır.

6. Yapılması Günah Olan ve Başkalarına Zarar Veren Konulardaki Yasaklar
1. Füsûk: Taatten ayrılıp mâsiyet sayılan şeyleri yapmak.

2. Cidâl: Başkalarıyla tartışmak, hakaret ve kavga etmek. Her zaman yasak olan bu tür davranışlardan, ihramlı iken daha çok sakınmak gerekir.

ee) İhramlıya Yasak Olmayan Şeyler
1. Yıkanmak, kokusuz sabun kullanmak.
2. İhram örtülerini değiştirmek ve yıkamak.
3. Dişleri fırçalamak, sürme çekmek.
4. Kırılan tırnağı ve zarar veren veya rahatsız eden kılı koparmak.
5. Diş çektirmek, kan aldırmak, iğne vurdurmak, yara üzerine sargı sarmak.
6. Silâh taşımak, bilezik, yüzük ve kol saati takmak.
7. Kemer kullanmak, omuza çanta asmak.
8. Yüzü ve başı örtmeden, yorgan ve battaniye gibi bir örtü ile örtünmek.
9. Palto, ceket gibi giyim eşyasını giymeden omuzlarına almak.
10. Şemsiye kullanmak, gölgede oturmak.
11. Balık vb. su ürünlerini avlamak.
12. İhramsız kişi tarafından avlanan kara avının etinden yemek.
13. Yılan, akrep, fare, sinek, pire, kene gibi zararlı hayvan ve haşareler ile saldırgan köpek, kurt ve kaplan gibi yırtıcı hayvanları öldürmek.

b) ÖZEL VAKİT
Haccın farzlarını yani "ihrama girme", "Arafat vakfesi" ve "ziyaret tavafı" nı, kendileri için belirlenmiş özel vakitlerinde yapmak haccın geçerlilik şartıdır.

Hac törenleri (menâsik), hac ayları içinde yapılır. Hac ayları, hac menâsikinin yapılacağı aylar olup, şevval ve zilkade ayı ile zilhicce ayının ilk on günüdür. Bu aylardan önce hac menâsikine başlanmaz. Ayrıca hacla ilgili vakfe, tavaf, sa‘y, şeytan taşlama gibi menâsikten her birinin bu aylar başladıktan sonra belirlenen vakitler içinde yapılması gerekir, aksi halde sahih olmaz.

c) ÖZEL MEKÂN
Haccın farzlarının özel mekânlarda yerine getirilmesinin anlamı, vakfenin Arafat sınırları içinde ve tavafın Kâbe'nin etrafında yapılmasıdır. Bu şartlardan herhangi birinin eksikliği durumunda yapılan hac geçerli olmaz.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Dem: Koyun ve keçi cinsinden olan kurban.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

IV. HACCIN RÜKÜNLERİ (Farzları)
Hanefîler'e göre: Üç farzı vardır
1-İhram
2-Arafat vakfesi
3-Ziyaret tavafı

Not: Haccın geçerlilik şartlarından birisi ve başta geleni olan ihram konusu yukarıda anlatıldı. Buradan itibaren Hanefî mezhebinde haccın iki rüknü olan Arafat vakfesi ve ziyaret tavafı anlatılacaktır.

Hac bu farzların sıraya uyularak yerine getirilmesiyle eda edilmiş olur. Bu farzlardan ihram şart, diğer ikisi ise rükündür. Buna göre Arafat vakfesinin vaktini geçiren kimse o yıl hac yapma imkânını kaybeder, daha sonra yarım bıraktığı haccını kazâ eder.

Mâlikîler'e göre: Bu üç farz yanında sa‘y de farzdır ve dördü birden haccın rükünlerini oluşturur.

Şâfiîler’e göre: Bunlara saçları kısaltmayı veya tıraş etmeyi (halk veya taksîr) ilâve ederek rükün sayısını beşe çıkarmışlar ve bu rükünler yerine getirilirken bir kısmında (ilk üçünde) sıraya riayet etmenin de farz (rükün veya şart) olduğunu söylemişlerdir. Rükünlerin tamamı, usulüne göre yapılmadıkça, ceza ve kefâret ödemekle hac sahih olmaz. Eksik kalan rüknün tamamlanması veya haccın kazâsı gerekir.

A) ARAFAT VAKFESİ
Arafat, Mekke'nin yaklaşık 25 km. güneydoğusunda Harem sınırları dışında bir bölgedir. Vakfe ise bir yerde bir süre durmak veya beklemek demektir. Arafat vakfesi önemli ve titizlik gerektiren bir rükündür. Çünkü süresi içinde Arafat'ta bulunamayanlar o sene hacca yetişememiş olurlar. Arafat vakfesi dışında vaktinde yapılamayan diğer menâsik ise, daha sonra kazâ edilerek veya fidye ödenerek telâfi edilebilir.

Hz. Peygamber’in "Hac, Arafat'- tan ibarettir" (Tirmizî, “Tefsîr”, 3; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 57) sözü Arafat vakfesinin önemini belirtmesi yanında, ayrıca, bu vakfeyi kaçırmamak için titizlik gösterilmesi gerektiğini de anlatmaktadır.

a) Vakfenin Geçerli Olmasının Şartları
Vakfenin geçerli (sahih) olabilmesinin iki şartı vardır.
1. Hac için ihramlı olmak
2. Vakfeyi özel (belirli) yer ve zamanda yapmak.

1. Vakfenin Yeri.
Arafat bölgesidir. Arafat bölgesinin Mekke tarafındaki sınırı, "Urene vadisi"dir. Urene vadisi dışında Arafat bölgesinin her yerinde vakfe yapılabilir. Bu vadi Arafat bölgesinden değildir. Burada bulunan "Nemîre Mescidi"nin kıble (kuzeybatı) tarafından bir kısmı da vakfe yerinin dışında kalmaktadır.

2. Vakfenin Zamanı. **
Zilhiccenin 9. arefe günü zeval vaktinden yani güneşin tepe meridyeni üzerine geliş vaktinden bayramın ilk günü "fecr-i sâdık" denilen tan yerinin ağarmaya başladığı zamana kadar geçen süredir. Bu konuda mezhepler arasında görüş ayrılığı yoktur. Sadece Hanbelîler'e göre vaktin ilk anı, arefe günü fecr-i sâdık ile başlar.

**Vakfenin sahih olması için niyet, akıl ve ilim (Arafat'ta bulunduğunu ve vakfe yaptığını bilmek) şart olmadığından, belirtilen süre içinde ister şuurlu, ister şuursuz, ister uykuda, ister uyanık, ister abdestli, ister abdestsiz her ne halde olursa olsun, bir an Arafat sınırları içinde bulunan, hatta oradan geçen kimse vakfeyi yapmış olur.**

Hanefîler'e göre: Arefe günü gündüz Arafat'ta bulunanların, mazeretsiz olarak güneş batmadan önce Arafat'tan ayrılmamaları vâciptir. Mazeretsiz olarak ayrılan kimse, henüz güneş batmadan bu bölgeye tekrar dönerse, bir şey gerekmez; aksi halde ceza (dem) gerekir. Fakat gündüz Arafat'ta bulunmayıp güneş battıktan sonra gelenlere bir ceza gerekmez.

Şâfiîler'e göre: Güneş batmadan ayrılanlara da ceza gerekmez.

Mâlikî mezhebine göre: Gecenin bir cüzünde Arafat'ta bulunmak vakfenin sıhhat şartıdır. Güneş batmadan Arafat'tan ayrılıp bir daha dönmeyen kişinin haccı bâtıl olur. Gündüzün çok az da olsa bir kısmında Arafat'ta bulunmak Mâlikîler'e göre vâciptir. Süresi içinde kısa da olsa bir müddet Arafat'ta bulunamayanlar hacca yetişememiş olurlar. Daha sonraki senelerde yeniden haccetmeleri gerekir.

b) Arafat Vakfesinin Sünnetleri

1. Zilhiccenin 8. terviye gününü arefe gününe bağlayan geceyi Mina'da geçirip, arefe günü sabahı güneş doğduktan sonra Arafat'a hareket etmek.
2. Zeval vaktinden önce Arafat bölgesinde bulunmak ve mümkünse vakfe için gusletmek.
3. Zeval vaktinden sonra öğle namazından önce Nemîre Mescidi’nde hutbe okunması.
4. Öğle ve ikindi namazlarını cem‘-i takdîm ile kılmak.
5. Vakfe esnasında abdestli ve kıbleye yönelik bulunmak.
6. Vakfeyi cem‘-i takdîm ile kılınan namazdan sonra yapmak. Vakfe esnasında ayakta durmak oturmaktan, binek üzerinde bulunmak ayakta durmaktan daha faziletlidir.
7. Mümkün olduğu kadar vakfeyi Cebelirahme denilen tepenin yakınında yapmak.
8. Oruçlu olmamak.
9. Gün boyunca telbiye, zikir, tesbih, dua ve istiğfar gibi ibadetleri çokça yapmak. Kendisi, anne ve babası, çocukları ve bütün müslümanlar için dua ve istiğfarda bulunmak.

Cem‘-i takdîm:
Arefe günü Arafat'ta öğle ve ikindi namazlarının öğle vakti içinde birleştirilerek birlikte kılınması sünnettir. Buna cem‘-i takdîm denir.

Ebû Hanîfe'ye göre: Bu namazların cem‘-i takdîm ile kılınabilmesi için;
a) Arefe günü hac için ihramlı olarak Arafat'ta bulunmak,
b) Mescid-i Nemîre'de cemâat-i kübrâ ile kılmak gerekir.
Aksi halde her namaz kendi vaktinde kılınır.

Diğer üç mezhep ile Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre: Arefe günü hac için ihramlı olanların Arafat'ta öğle ve ikindi namazlarını, ister Nemîre Mescidi’nde ister çadırlarda, ister cemaatle, ister münferit olarak cem‘-i takdîm ile kılmaları sünnettir.

Bu namazlar cem‘-i takdîm ile kılınırken ezan okununca önce öğle namazının ilk sünneti kılınır. Sonra ikamet yapılarak öğlenin farzı kılınır. Tekrar ikamet yapılır ve ikindinin farzı kılınır. İkindi namazı için ayrıca ezan okunmaz ve iki farz arasındaki sünnetler kılınmaz. Her iki farzdan sonra telbiye ve teşrik tekbirleri okunur.

B) ZİYARET TAVAFl
Tavaf, "bir şeyin etrafında dolaşmak, dönmek" gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise tavaf, Hacerülesved'in bulunduğu köşeden veya hizasından başlayıp, Kâbe'nin etrafında yedi defa dönmektir. Her bir devire "şavt" denir. Yedi şavt bir tavaf olur. Ziyaret tavafı farz olup haccın iki rüknünden biridir. "İfâda tavafı" da denilen bu tavaf yapılmadıkça hac tamam olmaz. Ancak, Arafat vakfesini yaptıktan sonra vefat eden kişi haccının tamamlanmasını vasiyet etmişse, bir "bedene" (sığır veya deve kurbanı) kesilmekle haccı tamamlanır.
__________________________________________________ ________________________________
Şavt: Hacerülesved'in bulunduğu köşeden veya hizasından başlayıp bir tur dönmeye, (Her bir devire "şavt" denir)
İfâda tavafı: Ziyaret tavafı
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
a) Tavafın Sahih Olmasının Şartları
1. Tavafın Vaktinde Yapılması
2. Niyet
3. Tavafın Mescid-i Haram’ın İçinde, Kâbe'nin Etrafında Yapılması.
4. Şavtların Çoğunu Yapmış Olmak.

1. Tavafın Vaktinde Yapılması
Tavafın hangi vakitten itibaren yapılacağı yani başlangıç vakti önemlidir. Son vakti için bir sınır yoktur, ömrün sonuna kadar herhangi bir vakitte yapılması yeterlidir.

Hanefî ve Mâlikîler'e göre: Ziyaret tavafının vakti bayramın ilk günü fecr-i sâdıktan itibaren başlar.

Şâfiî ve Hanbelîler'e göre: Ziyaret tavafının vakti, arefe günü gece yarısından itibaren başlar. Ziyaret tavafı ilk vaktinden sonra her zaman yapılabilirse de;

Ebû Hanîfe'ye göre: Bu tavafın kurban kesme günlerinde, yani bayramın üçüncü günü güneş batıncaya kadar yapılması vâciptir.

Mâlikîler'e göre: Zilhiccenin sonuna kadar yapılması vâciptir. Mazeretsiz olarak daha sonraya bırakılırsa ceza (dem) gerekir.

Şâfiî ve Hanbelîler ile Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre: Ziyaret tavafının bayramın ilk üç gününde yapılması vâcip değil, sünnettir. Mazeretsiz olarak daha sonra yapılması mekruh ise de ceza gerekmez.

**Tavafın, bayramın ilk günü yapılması ise daha faziletlidir.**

2. Niyet
Niyet, yapılmak istenen bir şeyin bilinmesi ve kalben belirlenmesidir. Ayrıca dille söylenmesi müstehaptır. Tavaf niyeti olmaksızın Kâbe'nin etrafında dolaşmak tavaf sayılmaz. Ancak niyette tavafın türünü yani bu yapılan tavafın kudüm tavafı mı, ziyaret tavafı mı yoksa umre tavafı mı olduğunu tayin etmek gerekmez; mutlak tavafa niyet yeterlidir.

3. Tavafın Mescid-i Haram’ın İçinde, Kâbe'nin Etrafında Yapılması
Kâbe'nin etrafında tavaf yapılan yere "metâf" (tavaf alanı) denir. Tavaf sadece burada yapılmaz. mescid-i Harâm'ın içinde olmak şartıyla, daha geniş devir yapılarak metâfın dışından, hatta mescidin üst katlarından Kâbe'- nin çevresi dolaşılabilir. Fakat Harem-i şerif'in dışından dolaşmak tavaf sayılmaz. Çünkü bu, Kâbe'yi değil, mescidi tavaf olur
__________________________________________________ ______________________________
Metâf: Tavaf alanı
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

4. Şavtların Çoğunu Yapmış Olmak

Hanefîler'e göre: Şavtların çoğunu yani en az dördünü yapmış olmak tavafın geçerlilik şartı olup son üç şavt yapılmayacak olursa, tavaf sahih olur, fakat farz ve vâcip tavaflarda eksik kalan her şavt için ceza gerekir.

Diğer üç mezhebe göre: Yedi şavtın hepsi rükün olup bütün şavtlar yapılmadığı takdirde tavaf sahih olmaz.

b) Tavafın Vâcipleri
1. Abdestli olmak. Tavaf esnasında abdest bozulursa, abdest alındıktan sonra eksik kalan şavtlar tamamlanabilir.
2. Setr-i avret, yani avret sayılan yerlerin örtülü olması. Setr-i avret, her zaman farzdır. Tavafta vâcip olmasının anlamı, ihlâlinden dolayı ceza gerekmesidir. Avret sayılan uzuvların dörtte biri veya daha çoğu açılırsa ceza gerekir; daha azında ceza gerekmez.
3. Teyâmün, yani Kâbe'yi sol tarafına alıp kendisi Kâbe'nin sağında olacak şekilde yürümek.
4. Tavafa Hacerülesved veya hizasından başlamak.
5. Tavafı, hatîmin dışından dolaşarak yapmak. Çünkü hatîm denilen kısım Kâbe'den sayılır. Hatîmin dışından dolaşmadan yapılan şavtlar iade edilmediği veya hiç değilse eksik kalan kısım hatîmin çevresi dolaşılarak ikmal edilmediği takdirde ceza gerekir.
6. Farz ve vâcip tavafları yedi şavta tamamlamak.
7. Gücü yetenler tavafı yürüyerek yapmak. Yaşlılık, hastalık veya sakatlık sebebiyle yürüyerek tavaf edemeyenler arabaya veya tahtırevana binerek tavaf ederler.
8. Tavaf namazı kılmak. İster farz, ister vâcip, isterse nâfile olsun, her tavaftan sonra iki rek‘at tavaf namazı kılmak vâciptir. Kerâhet vakti değilse, tavafın hemen peşinden hiç ara vermeden bu namazı kılmak müstehaptır. Daha sonra kılınsa da eda edilmiş olur. Çünkü bu namaz, haccın veya tavafın vâciplerinden değil, vitir namazı gibi müstakil bir vâciptir. Bu sebeple terki hac cinayeti sayılmaz ve bir ceza gerekmez.

Arada tavaf namazını kılmadan peş peşe tavaf yapmak ise mekruhtur.

Tavaf namazını "makam-ı İbrâhim"in arkasında kılmak müstehaptır.

Orada yer bulunmazsa, mescidin içinde uygun olan başka bir yerde kılınır.
Harem bölgesi dışında kılmak ise mekruhtur. İhram namazında olduğu gibi, bu namazın da ilk rek‘atında Kâfirûn, ikinci rek‘atında İhlâs sûrelerinin okunması müstehaptır. Tavaf için kerâhet vakti yoktur.

Hanefîler'e göre: Tavaf namazı farz ve vâcip namazların kılınması mekruh olan üç vakit dışında, sabah ve ikindi namazlarının farzları eda edildikten sonra da kılınmaz.

Şâfiî mezhebine göre: Kerâhet vaktinde tamamlanan tavafla ilgili tavaf namazı o anda kılınabilir.

**Yukarıda sayılanlardan ilk altısı**
Hanefîler'e göre: Vâciptir.

Diğer üç mezhebe göre: Bunlar tavafın sıhhat şartı olduğundan, herhangi birinin eksik kalması halinde tavaf sahih olmaz ve iade edilmesi gerekir.

**Son ikisi yani tavaf namazı ve tavafın yürüyerek yapılması**
Hanefî ve Mâlikîler'e göre: Vâcip,

Şâfiî ve Hanbelîler'e göre: Sünnettir.

c) Tavafın Sünnetleri
1. Necâsetten tahâret. Bedende, ihramda veya elbisede namaza engel pislik bulunmaması.
2. Tavafa başlarken, Hacerülesved'e veya hizasına, Rüknülyemânî yönünden gelmek.
3. Tavafa başlarken ve her şavtın sonunda Hacerülesved'i istilâm etmek.

İstilâm, Hacerülesved'i selâmlamak demektir. İstilâm için Hacerülesved'e dönülüp namaza durur gibi eller kulaklar hizasına kaldırılıp "Bismillâhi Allahüekber" denilerek üzerine konur ve eller arasından Hacerülesved öpülür. İzdiham sebebiyle Hacerülesved'e yaklaşılamadığı durumlarda, başkalarına rahatsızlık vermemek için uzaktan avuçların içi Kâbe'ye çevrilerek eller kulaklar hizasına kadar kaldırılıp "Bismillâhi Allahüekber" denilerek, karşıdan işaretle selâmlanır ve sağ elin içi öpülür. Hacerülesved uzaktan istilâm edilirken karşısında durulup beklenmez, yürümeye devam edilir.

Tavafın her şaftında Rüknülyemânî'nin de istilâm edilmesi müstehaptır.

4. Ardından sa‘y yapılacak tavafların ilk üç şavtında erkeklerin remel yapması. Remel, tavafta kısa adımlarla koşarak ve omuzları silkerek çalımlı ve çabuk yürümektir. Remel sadece sonunda sa‘y yapılacak tavaflarda yapılır. Kadınlar remel yapmazlar.

5. Remel yapılması gereken tavaflarda erkeklerin ıztıbâ‘ yapması.

Iztıbâ: Ridânın yani ihramın vücudun belden yukarısını örten parçasının bir ucunu sağ kolun altından geçirip, sol omuz üzerine atarak sağ kolu ve omuzu ridânın dışında bırakmaktır. Remel yapılması gereken tavafların bütün şavtlarında ıztıbâ‘ sünnettir. Tavaf bitince omuz örtülür, tavaf namazı omuz örtülmüş olarak kılınır. Remel yapılan tavaflar dışında, başka zamanlarda ıztıbâ‘ mekruhtur.

6. Muvâlât yani tavafın bütün şavtlarını ara vermeden peş peşe yapmak.

Tavaf esnasında farz namaz için ikamet yapılması veya abdestin bozulması gibi, tavafa devam etmeyi engelleyen bir durum ortaya çıkarsa, tavaf olduğu yerde bırakılır, kalan kısmı sonra tamamlanır.

7. Erkeklerin mümkün olduğu kadar Kâbe'ye yakın; kadınların ise erkekler arasına karışıp sıkışmayacak bir uzaklıktan tavaf etmeleri.

Tavafın sünnetlerinin mazeretsiz terki mekruhtur. Sünnetlerin terk edilmesi durumunda maddî bir ceza gerekmez.
__________________________________________________ ________________________________
Teyâmün: Kâbe'yi sol tarafına alıp kendisi Kâbe'nin sağında olacak şekilde yürümek. (Tavaf’ın vaciplerinden)
İstilâm: Hacerülesved'i selâmlamak
Remel: Tavafta kısa adımlarla koşarak ve omuzları silkerek çalımlı ve çabuk yürümektir.
Iztıbâ: Ridânın yani ihramın vücudun belden yukarısını örten parçasının bir ucunu sağ kolun altından geçirip, sol omuz üzerine atarak sağ kolu ve omuzu ridânın dışında bırakmaktır.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
d) Tavafın Yapılışı

Hangi tavaf yapılacaksa ona niyet edilerek, Rüknülyemânî cihetinden Hacerülesved hizasına gelinir. Tekbir ve tehlîl getirilerek Hacerülesved öpüldükten veya karşıdan selâmlandıktan (istilâm) sonra, dua okuyarak tavafa başlanır.

Hatîmin dışından dolaşılarak ve her şavtta hizalarına gelindikçe Rüknülyemânî ve Hacerülesved istilâm edilerek yedi şavt tamamlanır. Rüknülırâki ve Rüknüşşâmî'de istilâm yoktur. Tavaf tamamlanınca mümkünse makam-ı İbrâhim'in arkasında, orada yer yoksa uygun bir yerde tavaf namazı kılınıp dua edilir.

e) Tavaf Çeşitleri

Ziyaret tavafından başka, hacla ilgili olan ve olmayan farz, vâcip, sünnet ve nâfile başka tavaflar da vardır. Ancak hepsinin sıhhat şartları, vâcipleri, sünnetleri ve yapılış şekli aynıdır.

Hacla ilgili olarak "kudüm tavafı", "ziyaret tavafı" ve "vedâ tavafı" olmak üzere üç tavaf vardır.

Umrede yapılan tavafa ise umre tavafı denir.

1. Nezir Tavafı. Tavaf etmeyi adayan kişinin, nezrini yerine getirmesi vâciptir. Bunun için zaman belirlenmişse, belirlenen zamanda, zaman tayini yapılmamışsa uygun bir zamanda adanmış olan tavaf yerine getirilir.

2. Tahiyyetü'l-mescid Tavafı. Bir mescide girildiğinde kılınması sünnet olan tahiyyetü'l-mescid yerine, Mescid-i Harâm'a her girildiğinde hürmeten ve mescidi selâmlamak için bir tavaf yapmak müstehaptır. Buna selâmlama tavafı anlamında tahiyyetü'l-mescid tavafı denir. Hac veya umre gereği yapılacak olan tavaf bunun yerini tutar.

3. Tatavvu Tavafı. Mekke'de bulunulan süre içinde hac ve umre ile ilgili olarak yapılan tavaflar dışında, fırsat buldukça yapılan nâfile tavaflardır. Diğer ibadetler gibi, başlanılmış olan nâfile bir tafavın bitirilmesi de vâcip olur. Uzak yerlerden gelmiş olan kimselerin nâfile tavaf yapmaları, Mescid-i Harâm'da nâfile namaz kılmalarından efdaldir. Hac mevsimi dışında Mekkeliler için de hüküm aynıdır.

V. HACCIN VÂCİPLERİ
Haccın rükün ve şartlarının yanında bir de vâcip olan törenleri (menâsik) vardır. Bunların terkedilmesiyle hac geçersiz (fâsid) olmaz, fakat mazeretsiz terkedilmesi tahrîmen mekruhtur. Ayrıca meşrû bir mazeret olmadıkça terk edilen veya zamanında yapılmayan her vâcip için ceza gerekir. Diğer ibadetlerde olduğu gibi haccın vâcipleri de kendileri müstakil birer nüsük olan "aslî vâcipler" ve başka bir nüsüke bağlı olan "dolaylı (fer‘î) vâcipler" olmak üzere ikiye ayrılır.

Hanefî mezhebinde haccın aslî vâcipleri
1-Sa‘y
2-Müzdelife'de vakfe
3-Şeytan taşlama
4-Halk veya taksir
5-Vedâ tavafı

Bunlardan sa‘y ile halk veya taksir, hem hac, hem de umrede vâciptir. Diğer üçü ise umrede yoktur.

A) SA‘Y
Sa‘y sözlükte "koşmak, çaba göstermek" gibi anlamlara gelir. Hac ve umre ile ilgili bir terim olarak ise sa‘y, Kâbe'nin doğu tarafında bulunan Safâ ve Merve adlı iki tepe arasında, Safâ'dan başlanıp Merve'de tamamlanmak üzere yedi defa gidip gelmeyi ifade eder. Safâ'dan Merve'ye gidiş bir şavt ve Merve'den Safâ'ya dönüş bir şavt olur. Sa‘yin yapıldığı Safâ ile Merve arasındaki yaklaşık 350 metrelik mesafeye de "mes‘â" (sa‘y yeri) denir.

Hanefî mehebine göre: Hac ve umrenin vâciplerinden.

Diğer üç mezhebe göre: Haccın rükünlerindendir.

a) Sa‘yin Geçerli Olmasının Şartları
1. Sa‘yi, ihrama girdikten yani hac veya umre yahut her ikisi için niyet ve telbiye yaptıktan sonra yapmak. İhrama girmeden önce hac veya umre menâsikinden hiçbiri yapılamaz.

Sa‘yin sahih olması için, ihrama girdikten sonra yapılması şart ise de ihramlı olarak yapılması şart değildir; belirli menâsik tamamlanıp ihramdan çıktıktan sonra da yapılabilir. Nitekim hac için ihrama giren kimse, kurban bayramının ilk günü fecr-i sâdıktan önce ihramdan çıkamayacağı için, Arafat vakfesinden önce hac sa‘yini yapmak isterse, ihramlı olarak yapar. Arafat dönüşü ziyaret tavafından sonra yaparsa, ihramsız olarak da yapabilir. Efdal ve sünnete uygun olan da budur. Umre sa‘yinin ihramlı olarak yapılması vâciptir. Umre tavafının dördüncü şavtından sonra tıraş olan kişi, ihramdan çıkmış olur. Bu kişinin ihramsız olarak yapacağı umre sa‘yi sahihtir, fakat sa‘yi tamamlamadan ihramdan çıkarak vâcibi terkettiği için ceza (dem) gerekir.

2. Hac sa‘yini hac ayları başladıktan sonra yapmak. İhrama girme dışında, hacla ilgili menâsikten hiçbiri, hac ayları girmeden yapılamaz.
3. Sa‘yi muteber bir tavaftan sonra yapmak. Sa‘y tek başına müstakil bir nüsük değildir. Ancak muteber bir tavaftan sonra, ona bağlı olarak yapılabilir. Muteber tavaf, hades-i ekberle yani cünüp, aybaşı veya loğusa olarak yapılmamış olan tavaftır.
4. Şavtların çoğunu yani en az dördünü yapmış olmak. Hanefî mezhebinde, sa‘yin yedi şavtından dördü rükün, üçü vâciptir. Diğer üç mezhepte bütün şavtlar rükündür.
5. Sa‘ye Safâ'dan başlamak. Merve'den başlanırsa ilk şavt sahih olmaz.

b) Sa‘yin Vâcipleri

1. Sa‘yi yürüyerek yapmak. Yürümekten âciz olan hasta, yaşlı ve sakatlar, arabaya binerler.
2. Yedi şavta tamamlamak (ilk dört şavt rükündür).

c) Sa‘yin Sünnetleri

1. Tavaf bitince, tavaf namazı kılmak dışında ara vermeden sa‘ye başlamak.
2. Sa‘y yapmaya gitmeden önce Hacerülesved'i istilâm etmek.
3. Hadesten tahâret, yani sa‘yi abdestli olarak yapmak. Tavaflarını temiz olarak yaptıktan sonra âdet görmeye başlayan kadınların sa‘y yapmaları kerâhetsiz olarak câizdir.
4. Necâsetten tahâret. Bedende, ihramda ve elbisede namaza engel pislik bulunmamak.
5. Her şavt başında, Safâ ve Merve’de yükseğe çıkıp, Kâbe’ye yönelerek tekbir ve tehlil ile el açıp dua etmek.
6. Şavtları peş peşe -ara vermeden- yapmak.
7. Erkekler yeşil ışıklı sütunlar arasında "hervele" yapmak ve diğer kısımlarda ise normal yürümek. Hervele, kısa adımlarla koşarak canlı ve çalımlı yürümektir. Kadınlar hervele yapmazlar.
8. Sa‘y esnasında tekbir, tehlîl, zikir ve dua ile meşgul olmak.
9. Niyet etmek.

Hanefî, Şâfi, ve Mâlikilere göre: Sa‘yde niyet sünnet

Hanbelîler'e göre: Şarttır.

d) Sa‘yin Yapılışı

Tavaftan sonra, Hacerülesved istilâm(selamlama) edilerek Safâ tepesine çıkılır. Sa‘y yapmaya niyet edilip, tekbir, tehlil, zikir ve dua okunarak Merve'ye doğru yürünür. Yeşil ışıklı sütunlar arasında "hervele" yapılır. Bu sütunlar arasında her şavtta:

"Rabbim, günahlarımızı bağışla, bize acı, kusurlarımızı affet ve bize ikram et, bildiğin günahlarımızdan vazgeç; çünkü sen bizim bilmediklerimizi de biliyorsun. Şüphe yok ki sen en aziz ve en kerîm olan Allah'sın" duası okunur. Merve'ye varınca yine Kâbe'ye yönelinerek tekbir, tehlîl söylenip dua edilir. Böylece sa‘yin ilk şavtı yapılmış olur. Aynı şekilde Safâ'dan Merve'ye dört gidiş ve Merve'den Safâ'ya üç dönüş olmak üzere yedi şavt bitince sa‘y tamamlanmış olur.

Sa‘y kendi başına -müstakil- bir nüsük değildir. Mutlaka bir tavafa bağlı olarak yapılır. Tavaf namazından sonra ara vermeden yapılması sünnet ise de, tavaftan sonra hemen yapılmayıp bir süre sonra yapılması da câizdir.

Gerek hac, gerek umre için sadece birer sa‘y vardır. Sa‘yin nâfilesi yoktur. Bu sebeple her tavaftan sonra sa‘y yapılmaz.

Umre sa‘yinin umre tavafından sonra fakat ihramdan çıkmadan yapılması vâciptir.

Hac sa‘yinin ziyaret tavafından sonra yapılması efdal ise de, kudüm tavafından veya Arafat'a
çıkmadan herhangi nâfile bir tavaftan sonra yapılması da câizdir.

İfrad ve kırân haccı yapanlar, kudüm tavafından sonra hac sa‘yini yapmamışlarsa, Arafat'a çıkmadan önce diledikleri zaman, herhangi nâfile bir tavafı müteakip hac sa‘yini yapabilirler.

Temettu‘ haccı yapanlardan, Arafat'a çıkmadan önce hac sa‘yini yapmak isteyenler ise, terviye günü (veya daha önce) hac için ihrama girdikten sonra yapacakları nâfile bir tavafı müteakip hac sa‘yini yapabilirler. Çünkü hac sa‘yi, hac için; umre sa‘yi de umre için ihrama girmeden önce yapılamaz.
__________________________________________________ ______________________________
Hervele: Kısa adımlarla koşarak canlı ve çalımlı yürümek
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------




B) MÜZDELİFE VAKFESİ
Müzdelife, Arafat ile Mina arasında, Harem sınırları içinde bir bölgedir. Mina'dan Muhassır vadisi ile ayrılır. Haccedenlerin arefe gününü bayram gününe bağlayan geceyi burada geçirmeleri sünnet, burada vakfe yapmak ise vâciptir.

a) Geçerli Olmasının Şartları
1. Hac için ihramlı olmak.
2. Arafat vakfesini yapmış olmak.
3. Belirli yerde yani Müzdelife sınırları içinde yapmak. Muhassır vadisi dışında Müzdelife'nin her yerinde vakfe yapılabilir. Kuzeh dağı üzerindeki Meş‘ar-i Harâm civarında yapılması sünnettir.
4. Belirli zaman içinde yapmak.

b) Müzdelife Vakfesinin Zamanı

Hanefîler'e göre: Bayramın birinci günü (10 Zilhicce) tan yerinin ağarmaya başlamasından (fecr-i sâdık) güneşin doğmasına kadar olan süredir.

Şâfiî ve Hanbelîler'e göre: Gecenin yarısından itibaren güneşin doğuşuna kadar geçen süredir. Gece yarısı, güneşin batışı ile güneşin doğuşu arasındaki sürenin ortasıdır.

Mâlikîler'e göre: Arefe günü akşamı güneşin batışından bayram sabahı güneşin doğuşuna kadar olan süre

Arafat vakfesi gibi Müzdelife vakfesinin sıhhati için de niyet ve ilim (yani Müzdelife'de bulunduğunu ve vakfe yaptığını bilmek) gerekli olmadığından, mezheplere göre yukarıda belirtilen süreler içinde, ister uykuda, ister uyanık, ister bayılmış halde olsun, çok kısa da olsa bir zaman diliminde Müzdelife sınırları içinde bulunan veya buradan geçen kimseler, bu vecîbeyi yerine getirmiş sayılırlar.

Geceyi Müzdelife'de geçirip sabah namazını erkence kılmak, namazdan sonra telbiye, tekbir, tehlîl, zikir, dua ve istiğfar ile vakfeyi ortalık aydınlanıncaya kadar sürdürmek, ortalık iyice aydınlandıktan sonra güneş doğmadan Mina'ya hareket etmek ise bütün mezheplerde sünnettir.

c) Akşam ve Yatsı Namazlarının Cem‘-i Te’hir ile Kılınması

Haccedenlerin arefe günü akşamı Müzdelife'de akşam ve yatsı namazlarını ister münferit ister cemaatle olsun, yatsı vakti içinde cem‘-i te’hir ile kılmaları,

Hanefîler'e göre: Vâcip

Şâfiîler'e göre: Sünnett

Bu namazlar yatsı vaktinin çıkmasından endişe edilmedikçe Arafat'ta veya yolda kılınmaz; kılındığı takdirde, henüz yatsı vakti çıkmadan Müzdelife'ye ulaşılırsa,

Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre: Yeniden kılınır.

Ebû Yûsuf’a göre:Müzdelife'ye ulaşmadan kılınması mekruh ise de kılındığı takdirde iadesi gerekmez.

**Cem‘-i takdîm ve cem‘-i te’hir ile kılınan namazlarda, iki farz arasında başka namaz kılınması mekruhtur. Bu sebeple akşamın sünneti ve yatsının ilk sünneti kılınmaz. Yatsının son sünnetiyle vitir kılınır. İki vaktin namazı bir tek ezan ve bir tek ikametle kılınır. Yatsı namazı için ayrıca ezan ve ikamet gerekmez.**

C) ŞEYTAN TAŞLAMA
Dilimizde "şeytan taşlama" denilen remy-i cimâr, haccedenlerin bayram günleri Mina'da Küçük Cemre, Orta Cemre ve Akabe Cemresi adı verilen yerlere ufacık taşlar atması demektir. Halk dilinde küçük şeytan, orta şeytan ve büyük şeytan da denilen bu taş kümelerine taş atmak haccın vâciplerindendir. Mina, Müzdelife ile Mekke arasında, Harem sınırları içinde bir bölgedir.

Hanefîlere göre: Şeytan taşlanan günlerde Mina'da gecelemek sünnettir.

Diğer üç mezhebe göre: Mazereti olmayanların bu gecelerden her birinin yarıdan çoğunda Mina'da bulunmaları vâciptir. Aksi halde ceza gerekir.
__________________________________________________ ______________________________
Remy-i cimâr: Şeytan taşlama
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

a) Şeytan Taşlamanın Geçerli Olmasının Şartları

1. Taşlar cemrelere el ile fırlatılarak atılmalıdır. Ayakla veya herhangi bir aletle atılması sahih olmadığı gibi, taşı geriden fırlatmaksızın cemre üzerine el ile konulması da sahih olmaz.

2. Atılan şeyin, taş atma veya taşlama anlamını gerçekleştirecek bir madde olması gerekir. Bu bakımdan

Hanefîler'e göre: Atılan şeyin taş, kurumuş çamur gibi üzerinde teyemmüm yapılması câiz olan bir madde olması gerekir.

Diğer üç mezhebe göre: Atılan şey mutlaka taş olmalıdır.

*Ağaç, maden ve tezek gibi şeylerin atılması taşlama yerine geçmez.*

3. Taşların her birini ayrı ayrı atmak gerekir. Hepsi birden atılırsa tek taş atılmış sayılır.

4. Taşlar cemre kümesinin üzerine yani taş havuzunun içine veya yakınına düşürülmelidir.

5. Taş, atıldığı yere atanın fiili sonucu ulaşmalıdır. Atılan taş, bir yere çarptıktan veya düştükten sonra bu yerin etkisi olmadan kendiliğinden atıldığı yere ulaşırsa, sahih olur. Meselâ birinin omuzuna düşüp orada kaldıktan sonra o kişinin hareketiyle düşerse, istenilen yere ulaşsa bile sahih olmaz, yeniden atılmalıdır.

6. Gücü yetenler taşları bizzat kendileri atmalıdır. Namazlarını ayakta durarak kılamayacak durumda olan kimseler başkalarını vekil tayin edebilirler.

7. Taşları belirli vakitler içinde atmak gerekir.

b) Şeytan Taşlama Zamanı

Hanefî ve Malikîlere göre: Bayramın birinci günü fecr-i sâdıktan sonra

Şafiî ve Hanbelîlere göre: Gece yarısından bayramın dördüncü günü güneş batıncaya kadar olan süredir.


1. Bayramın Birinci Günü (10 Zilhicce)
Bu günde yalnız Akabe Cemresi’ne yedi taş atılır.

Hanefîler'e göre: Bayramın birinci günü taş atma zamanı, tan yerinin ağarmasından (fecr-i sâdık) ertesi günün tan yeri ağarmasına kadar olan süre olmakla birlikte, belirlenen bu süre içinde, güneşin doğması ile öğle namazı vaktinin girmesi arasındaki vakitte taşlamak sünnet, sabah güneşin doğmasından önce ve akşam güneşin batmasından sonra taş atmak mekruh kabul edilmiştir.

Mâlikîler'e göre: Taşlama vakti bayramın birinci günü tan yerinin ağarmasıyla başlar ve akşam namazı vaktinin girmesine kadar devam eder. Güneş battıktan sonra (gece veya ertesi gün) atılırsa, edâ değil kaza sayılır ve ceza gerekir.

Şâfiî ve Hanbelîler'e göre: Bu vakit gecenin yarısından bayramın dördüncü günü güneş batıncaya (teşrik günlerinin sonuna) kadar sürer. Bu sürenin herhangi bir anında taş atılması sahihtir. Ancak henüz güneş doğmadan atılması mekruh; güneşin doğuşundan zevale kadar geçen sürede sünnet; zevalden güneş batıncaya kadar kerâhetsiz câiz; mazeretsiz güneş battıktan sonraya geciktirmek ise mekruh sayılmıştır.

2. Bayramın İkinci ve Üçüncü Günleri (11-12 Zilhicce)
Bu günlerin her birinde her üç cemreye yedişer olmak üzere toplam 21 taş atılır. Bu iki günde taş atma zamanı, zeval vaktinde başlar.

Hanefîlere göre: Ertesi gün fecr-i sâdıka kadar

Şâfiî ve Hanbelîler'e göre: Bu günlerle ilgili taşlamanın süresi de bayramın ilk günü gibi teşrîk günlerinin sonuna kadardır.

Malikîlere göre: Güneşin batmasına kadar devam eder.

Belirtilen bu sürenin herhangi bir bölümünde taş atma işi yapılabilir. Bu iki günde zevalden önce taş atılması ise câiz değildir.

3. Bayramın Dördüncü Günü (13 Zilhicce)

Ebû Yûsuf, İmam Muhammed ve diğer üç mezhep imamına göre: Bayramın dördüncü günü de taş atma vakti, ikinci ve üçüncü günlerde olduğu gibi zevalden itibaren başlar.

Ebû Hanîfe'ye göre: Bayramın dördüncü günü taş atma zamanı fecr-i sâdıkta başlar. Ancak taşların henüz güneş doğmadan atılması mekruh, güneşin doğuşundan zevale kadarki sürede câiz, zevalden sonra atılması ise sünnettir.

İster edâ, ister kazâ olsun, bayramın dördüncü günü güneşin batmasıyla taş atma süresi sona erer.

c) Atılacak Taş Sayısı
Bayramın birinci günü, sadece Akabe Cemresi’ne 7 (yedi) taş atılır, diğer iki cemreye taş atılmaz.

Bayramın ikinci, üçüncü ve dördüncü günleri ise, Küçük Cemre’den başlamak üzere, sıra ile her üç cemreye, günde 7’şerden 21 olmak üzere üç günde 63 taş atılır. Bayramın birinci günü atılan yedi taş da eklenirse taşlamada atılan toplam taş sayısı 70 olur. Ancak bayramın dördüncü günü cemrelere taş atmak faziletli olmakla birlikte zorunlu değildir. Dördüncü gün taş zorunlu olmadığı takdirde atılan taş sayısı 49 (70- 21=49) olur.

**Bayramın dördüncü günü taş atmayacak olanların,**
Hanefîler'e göre: Dördüncü günü fecr-i sâdıktan önce, Mina'dan ayrılmış olmaları gerekir.

Diğer üç mezhebe göre: Üçüncü gün güneş batmadan önce Mina'dan ayrılmış olmaları gerekir.

Mina'nın Mekke tarafındaki sınırı, Akabe Cemresi’dir. Akabe Cemresi’nden Mekke cihetine birkaç adım ilerlemek bile Mina'dan ayrılmak sayılır.

Bayramın dördüncü günü taş atmayacak olanların, üçüncü gün güneş batmadan Mina'dan ayrılmaları,

Hanefîler'e göre: Sünnettir.

Güneş battıktan sonra ayrılmak mekruh ise de ceza gerekmez.

d) Şeytan Taşlamanın Sünnetleri
1. Taşları üç-beş metre mesafeden atmak.
2. Yedi taşı peş peşe atmak.
3. Bayramın ikinci, üçüncü ve dördüncü günleri sırayla Küçük, Orta ve Akabe cemrelerine taş atmak. Diğer üç mezhepte sıraya uymak sıhhat şartıdır.
4. Atılan taşların nohuttan büyük, fındıktan küçük olması.
5. Küçük ve Orta cemrelerde taş attıktan sonra dua etmek. Akabe Cemresi’ne taş attıktan sonra dua edilmez, orası hemen terkedilir.
6. Her bir taşı atarken "Bismillâhi Allahüekber" demek.

e) Şeytan Taşlamanın Mekruhları
1. Büyükçe bir taşı olduğu gibi veya kırıp birkaç parça yaparak atmak.
2. Cemre mahallinde biriken taşlardan alıp atmak.
3. Temiz olmayan meselâ pislik bulaşmış taşları atmak.
4. Bir cemreye aynı gün yediden çok taş atmak.
5. Taş atarken cemreler arasında sıraya uymamak.

f) Şeytan Taşlamanın Yapılışı
Cemre mahalline varmadan önce Müzdelife'de veya yolda yeteri kadar taş toplanıp hazırlanır. Taşların Müzdelife'den veya belirli bir yerden toplanması gerekmez, her yerden alınabilir. Sadece cemre mahallinde başkaları tarafından atılmış taşları alıp atmak mekruhtur. Taşları atmak için cemrelere yeteri kadar yaklaşılır. Atılacak taş, baş ve şahadet parmaklarının uçları ile tutulup "Bismillâhi Allahüekber, rağmen li'ş-şeytân ve hizbih" denile rek atılır. Atılan taş yerine ulaşmaz veya uzağa düşerse, onun yerine başkası atılır.

g) Şeytan Taşlamada Vekâlet
Hastalık, yaşlılık, sakatlık gibi mazeretlerle cemre mahalline gidip bizzat taş atmaları mümkün olmayanlar, uygun kişileri vekil ederek taşlarını attırırlar. Mazeretin ölçüsü ayakta namaz kılmaktan âciz olmaktır. İzdiham sebebiyle gündüz cemrelere yaklaşması mümkün olmayanlar taşlarını gece tenha zamanlarda atarlar. Gece taş atabilecek durumda olanların, başkalarını vekil etmeleri câiz olmaz. Çünkü vekâletin câiz olabilmesi için, acziyetin sabit olması gerekir. Taş atma süresi içinde herhangi bir vakit, meselâ bayramın dördüncü günü bizzat taşını atabilecek olan kişinin başkasını vekil etmesi câiz değildir. Vekil olanlar, önce kendi taşlarını, daha sonra vekili oldukları kişinin taşlarını atarlar.




h) Vaktinde Atılamayan Taşların Kazâsı
Taş atma günlerinde her günün taşının kendi vakti içinde atılması vâcip olduğu gibi, vaktinde atılamayan taşların taş atma süresi içinde kazâ edilmesi de vâciptir. Taş atma süresi, bayramın dördüncü günü güneşin batması ile son bulur. Bundan sonra eda ve kazâ olarak taşlama yapılmaz. Ebû

Hanîfe ve İmam Mâlik'e göre: Vaktinde atılamayan taşlar, taşlama süresi içinde kazâ edilse de cezası düşmez.

Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre: Taş atma süresi içinde kazâ edildiği takdirde cezası düşer.

Şâfiî ve Hanbelîler'e göre: Vaktinde atılamayan taşlar bayramın dördüncü günü güneş batmadan önce atıldığı takdirde, kazâ değil, eda sayılır. Gecikmeden dolayı ceza da gerekmez.

ı) Artan Taşlar
Artan taşlar ihtiyacı olanlara verilir veya uygun bir yere bırakılır; toprağa gömülmesi gerekmez. Yeterli sayıdan fazlasının cemrelere atılması mekruhtur.

D) SAÇLARI TIRAŞ ETMEK veya KISALTMAK
İlmihal dilinde saçların tıraş edilmesi "halk", kısaltılması ise "taksîr" olarak anılır. Halk, saçların dipten tıraş edilmesi, taksîr ise uçlarından kesilip kısaltılması demektir. Saçların dipten tıraş edilmesi, kısaltmaktan evlâ görülmektedir.

a) Zamanı ve Yeri

Hacda saçları tıraş etme veya kısaltmanın zamanı, bayramın ilk günü fecr-i sâdıktan, ömrün sonuna kadar devam eden süredir.

Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik'e göre: Bayramın üçüncü günü güneş batıncaya kadarki süre içinde yapılması vâciptir. Daha sonraya geciktirilmesi durumunda ceza (dem) gerekir.

Şâfiî ve Hanbelîler ile Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre: Bu vecîbenin bayramın ilk üç gününde yapılması vâcip değil, sünnettir Geciktirilmesi mekruh ise de ceza gerekmez.

Ancak tıraş olmadıkça ihramdan çıkılmış olmaz ve ihram yasakları devam eder. Umrede saçları tıraş etme veya kısaltmanın vakti, umre tavafının dört şavtını tamamladıktan sonra başlar. Fakat umre sa‘yini ihramlı olarak yapmak vâcip olduğu için sa‘yi de yaptıktan sonra tıraş olmak gerekir. Hac için ihrama girenler, bayramın ilk günü fecr-i sâdıktan önce, umre için ihrama girenler ise, umre tavafının en az dört şavtını tamamlamadan tıraş olmakla ihramdan çıkmış olmazlar, ihram yasağı işlemiş olurlar.

Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre: İster hac, ister umre için olsun, saçları tıraş etmenin veya kısaltmanın yeri Harem bölgesidir. Harem bölgesi dışında yapılması sahih ise de vâcip terkedildiği için ceza gerekir.

Ebû Yûsuf ve İmam Züfer'e göre: Bu vecîbenin Harem bölgesinde yapılması vâcip değil, sünnettir.

b) Tıraş Edilecek veya Kısaltılacak Saçın Miktarı

Hanefîler'e göre: Saçların tıraş edilmesi veya kısaltılmasında vâcip olan miktar, başın en az dörtte birindeki saçlardır. Başın sadece dörtte birinde veya daha az kısmında saç varsa, hepsinin tıraş edilmesi veya kısaltılması gerekir. Ne kadar kısmında olursa olsun, saçların tamamının tıraş edilmesi
veya kısaltılması ise sünnettir.

Şâfiîler'e göre: Vâcibin ifası için üç tel saçın tıraş edilmesi veya kısaltılması yeterlidir.

Mâlikî ve Hanbelîler'e göre: Saçların tamamının tıraş edilmesi veya kısaltılması vâciptir.

Mezheplerin her birinde başın tıraş edilecek miktarı ile abdestte meshi gereken miktarı aynıdır.

Erkeklerin saçlarını dipten tıraş etmeleri, kısaltmaktan efdaldir.

Kadınlar ise saçlarının en az dörtte birinin uçlarından bir miktar keserler. Onların saçlarını dipten tıraş etmeleri mekruhtur. Saçların kısaltılması halinde kesilen miktar, parmak ucu (parmağın uç boğumu) uzunluğundan daha az olmamalıdır.

c) Tıraş ile Diğer Menâsik Arasında Tertip

Hz. Peygamber Vedâ haccında bayramın ilk günü Mina'da önce Akabe Cemresi’ne yedi taş attı, sonra kurbanlarını kesti, daha sonra tıraş oldu ve aynı gün Mekke'ye gidip ziyaret tavafını yaptı ve tekrar Mina'ya döndü. Bu dört menâsik yerine getirilirken, Hz. Peygamber'in yaptığı sıralamaya uymanın vâcip veya sünnet oluşu konusunda müctehidler arasında görüş ayrılığı vardır.

Ebû Hanîfe'ye göre: Bunların ilk üçünde Hz. Peygamber'in yaptığı sıralamaya uymak vâciptir. Aksi halde ceza (dem) gerekir. Ancak, ifrad haccında şükür kurbanı vâcip olmadığından, nâfile olarak kesenlerin kurban konusunda tertibe uymaları vâcip değil, sünnettir.

Diğer üç mezheb ile Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre: Sıralamaya riayet sünnettir. Uyulmaması mekruh ise de ceza gerekmez.

Mâlikîlere göre: Akabe Cemresi’ne taş atmanın tıraş ve tavaftan önce olması gerekir.

Ziyaret tavafında ise

Ebû Hanîfe dahil, bütün müctehidlere göre: Tertip vâcip değil, sünnettir.

Tertibe uyulduğu takdirde:
İfrad haccı yapanlar Akabe Cemresi’ne taşlarını attıktan sonra,
Temettu‘ veya kırân haccı yapanlar ise taş atıp kurbanlarını kestikten sonra tıraş olup ihramdan çıkarlar. Tıraş olabilecek duruma gelen kimseler saçlarını kendileri tıraş edebilecekleri gibi henüz kendileri tıraş olmadan başka ihramlıları da tıraş edebilirler. Fakat tıraş olmadıkça veya saçlarını kısaltmadıkça diğer ihram yasaklarını yapamazlar.

d) Tıraş Olma ve Saçları Kısaltmanın Hükmü

Saçların tıraş edilmesi veya kısaltılması ile ihramdan çıkılmış olur. İhramdan çıkma, elbise giyme, koku sürünme, saç, sakal, bıyık ve tırnak kesme gibi ihram yasaklarının kalkması demektir. Buna "tehallül" denir. Hacda cinsel ilişki dışındaki yasakların kalkması ve cinsel ilişki yasağının kalkması olmak üzere iki ayrı tehallül vardır. Bunlardan birincisine "küçük tehallül" veya "ilk tehallül"; ikincisine ise "büyük tehallül" veya "ikinci tehallül" denir.

1. İlk Tehallül.
Hanefî mezhebine göre: Cinsel ilişki dışındaki ihram yasaklarının kalkmasını sağlayan ilk tehallül ancak saçların tıraş edilmesi veya kısaltılması ile olur. İlk tehallülün gerçekleşmesi için tertibe uymak gerekmediği gibi daha önce taş atma ve kurban kesme nüsüklerini yapmış olmak da gerekmez. Bayramın ilk günü fecr-i sâdıktan sonra tıraş olmakla ilk tehallül gerçekleşir ve cinsel ilişki dışındaki bütün ihram yasakları kalkar. Fakat Akabe Cemresi’ne taş atmak, kurban kesmek, hatta ziyaret tavafını yapmakla -tıraş olmadıkça- ne ilk ne de ikinci tehallül gerçekleşir.

Şâfiîler'e göre: Taş atma, tıraş olma veya ziyaret tavafından herhangi ikisini yapmakla ilk tehallül gerçekleşmiş olur.

Mâlikî ve Hanbelîler'e göre: Akabe Cemresi’ne ilk günkü taşları atmakla ilk tehallül gerçekleşir.

2. İkinci Tehallül. İkinci tehallül cinsel ilişki dahil bütün ihram yasaklarının kalkması demektir.

Hanefîlere göre: İlk tehallülden sonra ziyaret tavafının da yapılmasıyla olur. Şayet henüz tıraş olmadan ziyaret tavafı yapılmışsa, tıraş olmakla ilk ve ikinci tehallül her ikisi birden gerçekleşir.

Diğer üç mezhebe göre: İkinci tehallül için ziyaret tavafından başka sa‘yin de yapılmış olması gerekir. Çünkü onlara göre sa‘y vâcip bir nüsük değil, haccın rükünlerindendir.
__________________________________________________ ______________________________
Halk: Saçların dipten tıraş edilmes
Taksîr: Saç’ın uçlarından kesilip kısaltılması
Tehallül: İhram yasaklarının kalkması
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

E) VEDÂ TAVAFI
Vedâ tavafı Mekkeli olmayan ve Mekkeli hükmünde sayılmayan, uzak bölgelerden gelmiş hacıların Mekke'den ayrılmadan yapmaları gereken en son tavaftır. Buna sader tavafı da denir. Sader ayrılma demektir.

a) Vâcip Olmasının Şartları
1. Haccetmiş olmak.
2. Hacceden kişinin Âfâki olması.
3. Kadınlar, Mekke'den ayrıldıkları esnada aybaşı veya loğusalık halinde olmamak.

Sadece umre yapanlar ile, Mekke'de, Harem bölgesinde ve mîkat sınırları içinde ikamet eden hacıların, Mekke'den ayrılırken vedâ tavafı yapmaları gerekmediği gibi, henüz vedâ tavafını yapmadan aybaşı veya loğusa olan ve temizlenmeden Mekke'den ayrılan kadınlardan da vedâ tavafı düşer. Fakat Mekke'den ayrılmadan temizlendikleri takdirde, yola çıkmak için hazırlanmış bile olsalar, vedâ tavafını yapmaları gerekir.

b) Vakti ve Sıhhat Şartı

Vedâ tavafı ziyaret tavafından sonra yapılır. Mekke'den ayrılıp mîkat dışına çıkılmadıkça vakti sona ermiş olmaz. Vedâ tavafını yapmadan Mekke'den ayrılan kişi henüz mîkat sınırları dışına çıkmamışsa, ihramsız olarak Mekke'ye dönüp vedâ tavafını yapması vâciptir. Mîkat dışına çıkılmışsa dönmek vâcip değildir ve artık ceza(dem) gerekir. Fakat dönülüp eda edilirse yani yeni bir umre yapmak üzere ihrama girip umreden sonra vedâ tavafı yapılırsa ceza düşer. Ziyaret tavafından önce vedâ tavafı yapılmaz. Şayet yapılırsa, bu tavaf ziyaret tavafı sayılır. Çünkü Arafat vakfesinden sonra yapılan ilk tavaf hangi niyetle yapılırsa yapılsın ziyaret tavafı olur. Ziyaret tavafından sonra yapılan her tavaf da vedâ tavafı sayılır.

Hanefîlere göre: Vedâ tavafının Mekke'den ayrılırken yapılması daha faziletli ise de önceden yapmak da câizdir. Bu takdirde Mekke'den ayrılırken tekrar yapmak gerekmez. Vedâ tavafını yaptıktan sonra Harem-i şerif’e gidip namaz kılmakta veya tavaf yapmakta bir sakınca yoktur. Bu durumda en son yapılan tavaf, vedâ tavafı olur.

Şâfiî ve Hanbelîler'e göre: Vedâ tavafı Mekke'den ayrılırken yapılır. Aksi halde iadesi gerekir.

Mâlikîler'e göre: Vedâ tavafı vâcip değil sünnettir.

VI. HACCIN SÜNNETLERİ ve ÂDÂBI
Hacda farz ve vâcipler dışında kalan diğer menâsik haccın sünnetleridir. Sünnetlerin yerine getirilmesi haccın sevabını arttırır. Mazeretsiz terki mekruhtur. Fakat sünnetlerin terkinde herhangi bir maddî ceza gerekmez. Haccın vâcipleri gibi sünnetleri de "aslî" ve "fer‘î" olmak üzere iki kısımdır.

A) HACCIN SÜNNETLERİ

a) Kudüm Tavafı (Mekke'ye geliş tavafı)
Kudüm, "geliş ve varış" anlamındadır. Buna göre kudüm tavafı, Mekke'ye geliş tavafı demektir. İfrad veya kırân haccı yapan Âfâkýler için sünnet olup Arafat vakfesine kadarki süre içinde eda edilir. Mekke'ye varınca geciktirilmeden yapılması müstehaptır. Haccın sa‘yi bu tavaftan sonra yapılacaksa tavafta "ıztıbâ‘" ve "remel" yapılır. Aksi halde yapılmaz. Âfâký olmayanların, yani haccetseler bile Harem ve Hîl bölgeleri halkının, temettu‘ haccı veya sadece umre yapanların, ifrad haccı yaptıkları halde Mekke'ye uğramadan doğrudan Arafat'a çıkanların ve özel halleri sebebiyle Arafat vakfesinden önce kudüm tavafı yapamamış olan kadınların kudüm tavafı yapmaları gerekmez.

b) Hac Hutbeleri

Hacla ilgili olarak üç hutbe vardır.
1-Birinci hutbe Zilhiccenin 7. günü Mekke'de, Harem-i şerif'te öğle namazından önce okunur.
2-İkinci hutbe, arefe günü Arafat'ta Nemîre Mescidi’nde zevalden sonra cem‘-i takdîm ile kılınan öğle ve ikindi namazlarından önce, cuma hutbesinde olduğu gibi, arada oturularak iki hutbe halinde okunur.
3-Üçüncü hutbe ise, bayramın 2. günü öğle namazından önce Mina'da Mescid-i Hayf'ta irad edilir.

c) Arefe Gecesini Mina'da Geçirmek
Zilhiccenin 8. terviye günü güneş doğduktan sonra Mekke'den Mina'ya gitmek ve o günkü öğle namazından ertesi günkü sabah namazı dahil, beş vakit namazı Mina'da kılıp geceyi de Mina'da geçirmek ve arefe günü sabahı güneş doğduktan sonra buradan Arafat'a hareket etmek sünnettir. Günümüzde kalabalık sebebiyle genellikle doğrudan Arafat'a çıkılmakta ve bu sünnet -düzeni ve emniyeti koruma zaruretinden dolayı- terkedilmektedir.

d) Bayram Gecesini Müzdelife'de Geçirmek
Arefe günü güneş battıktan sonra Arafat'tan Müzdelife'ye intikal edip geceyi burada geçirmek ve sabah namazını kıldıktan ve ortalık aydınlandıktan sonra buradan Mina'ya hareket etmek sünnettir.

e) Bayram Günlerinde Mina'da Kalmak
"Eyyâm-ı nahr" ve "eyyâm-ı Mina" denilen Zilhiccenin 10, 11 ve 12. günlerinde Mina'da kalmak ve orada gecelemek, Hanefîler'e göre sünnet, diğer üç mezhepte ise vâciptir.

f) Muhassab'da Bir Süre Dinlenmek
Hac sonunda Mina'dan dönüşte, Mekke girişinde, Cennetü'l-muallâ civarında, Muhassab denilen vadide bir süre dinlenmek (tahsîb), Hanefîler'e göre sünnet-i kifâye, diğer mezheplerde ise müstehaptır. Bu yere "Ebtah", "Batha" veya "Hasba" da denilmektedir. Bu vadi günümüzde Mekke'nin içinde kaldığından artık bu sünnet yapılamamaktadır.

B) HACCIN ÂDÂBI
1. Hac farîzası helâl kazanç ile eda edilmelidir. Hac sadece malî bir ibadet olmadığından, meşrû olmayan kazanç sarfedilerek yapılan hac şeklen sahih olursa da bu haccın sevap ve fazileti olmaz.
2. Üzerlerinde kul hakkı bulunanlar yola çıkmadan önce hak sahiplerinin haklarını ödeyerek onlarla helâlleşmelidir.
3. Bir daha işlememek azim ve kararı ile günahlara tövbe edilmelidir.
4. Kazâya kalmış ibadetleri mümkün olduğunca kazâ edilmeye çalışılmalıdır.
5. Hac yolculuğu konusunda bilgi ve tecrübesi bulunan kişilerle istişarede bulunulmalıdır.
6. Haline uygun, anlaşabileceği yol arkadaşları edinmelidir.
7. Yola çıkmadan akraba ve dostlarla vedalaşmalıdır.
8. Gösterişten ve böbürlenmekten sakınmalı, mütevazi ve ihlâslı olmalıdır.
9. Yola çıkarken ve eve dönüşte ikişer rek‘at namaz kılmalıdır.
10. Gerek yolculukta gerek hac esnasında başkalarıyla tartışmaktan ve kırıcı davranışlardan sakınmalıdır.
11. Boş ve faydasız şeylerle meşgul olmayıp vakitler ibadet ve faydalı işlerle değerlendirilmelidir.
__________________________________________________ _____________________________
Sader tavafı: (ayrılma) Veda tavafı
Kudüm: Geliş ve varış
Kudüm Tavafı: Mekke'ye geliş tavafı
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

VII. UMRE

A) Tanım
Umre, ihrama girerek tavaf ve sa‘y yaptıktan sonra tıraş olup ihramdan çıkmaktan ibarettir.

Hanefî ve Mâlikîler'e göre: Müslümanın ömründe bir defa umre yapması müekked sünnettir.

Şâfiî ve Hanbelîler'e göre: Farzdır.

B) Umrenin Farz ve Vâcipleri

Hanefîler'e göre: Umrenin farzları ihram ve tavaf olmak üzere ikidir.
İhram: Şart
Tavaf: Rükün

Şâfiî ve Hanbelîler'e göre: Bu dört nüsük yani ihram, tavaf, sa‘y ve tıraş birer rükündür.

Mâlikîlere göre:
ihram, tavaf, sa‘y : Rükün
Tıraş: Vâcip

C) Umrenin Zamanı
Umre için belirli bir zaman yoktur, her zaman yapılabilir. Ramazanda yapılması mendup ve daha faziletlidir.

Hanefîlere göre: "Teşrîk günleri" denilen yılda beş gün yani arefe günü sabahından bayramın 4. günü güneş batıncaya kadarki süre içinde umre yapmak, tahrîmen mekruhtur.

Diğer üç mezhebe göre: Haccetmeyen kişilerin teşrîk günleri dahil her zaman umre yapmaları, kerâhetsiz câiz görülmüştür.

Mâli kîler'e göre: Haccedenler, bayramın 4. günü güneş batıncaya kadar umre yapamazlar.

Şâfiîler'e göre: Vedâ tavafı dışında haccın bütün menâsiki tamamlanmadıkça umre yapamazlar.

D) Umrenin Yapılışı
Bulunulan yere göre mîkat sınırında veya Harem bölgesi dışında usulüne göre ihrama girilir. Harem-i şerif'e gelince: "Allahım, senin rızânı kazanmak için umre tavafını yapmak istiyorum. Onu bana kolay eyle ve kabul buyur!" diye niyet edilerek umre tavafı yapılır. Tavaf namazı kıldıktan sonra, "Allahım, senin rızânı kazanmak için umrenin sa‘yini yapmak istiyorum. Bana kolaylık ver ve onu benden kabul eyle!" diye niyet edilip Safâ ile Merve arasında umrenin sa‘yi yapılır. Sa‘y tamamlandıktan sonra, uygun bir yerde saçlar dipten tıraş edilir veya kısaltılır. Böylece umre tamamlanmış ve ihramdan da çıkılmış olur.

VIII. HACCIN ÇEŞİTLERİ
A) HÜKÜM BAKIMINDAN HAC ÇEŞİTLERİ
Şer‘î hüküm açısından hac farz, vâcip ve nâfile olmak üzere üç çeşittir. Belirli şartları taşıyan yükümlünün ömründe bir defa haccetmesi farzdır. Yükümlü olmadığı halde, haccetmeyi adayan kişinin bu adağını yerine getirmesi vâciptir. Diğer nâfile ibadetlerde olduğu gibi, başlandıktan sonra bozulan nâfile haccın kazâsı da vâcip olur. Farz ve vâcip dışında yapılan hac ise nâfiledir. Hacla yükümlü olmayan çocukların yaptıkları hac ile bir kimsenin birinciden sonra adama (nezir) dışında yapacağı her hac nâfiledir.

B) YAPILIŞ ŞEKLİ BAKIMINDAN HAC ÇEŞİTLERİ
1-İfrad haccı
2-Temettu‘ haccı
3-Kırân haccı

Hac ve umre, her biri tek başına yapılabildiği gibi, aynı yılın hac ayları içinde, ikisi birbirine bağlı olarak da yapılabilir.

a) İfrad Haccı
İfrad haccı umresiz yapılan hacdır. Sadece hac ibadeti yapıldığı için "umresiz hac" anlamında olmak üzere bu ad verilmiştir. Hac ayları içinde, hacdan önce umre yapmayıp, sadece hac niyetiyle ihrama girerek hac menâsikini eda edenler, ifrad haccı yapmış olurlar. İster mîkat sınırı dışında ister içinde ikamet etsin, herkes ifrad haccı yapabilir.

b) Temettu‘ Haccı
Temettu‘ “yararlanmak, istifade etmek” anlamına gelir. Aynı yılın hac aylarında umre ayrı ihramla, hac ayrı ihramla yapıldığı zaman iki ihram arasında, ihramsız, yani ihram yasaklarının bulunmadığı yasaksız bir zaman dilimi, umre ile hac arasında hac yasaklarının söz konusu olmadığı serbest bir vakit bulunduğu için bu ad verilmiştir.

Temettu‘ haccı aynı yılın hac ayları içinde, umre ve haccı ayrı ayrı niyet ve ihramla yapmaktır. Hac ayları içinde umre yapıp ihramdan çıktıktan sonra, aynı yıl hac için yeniden ihrama girip hac menâsikini de eda eden uzak bölgelerden gelmiş hacılar temettu‘ haccı yapmış olurlar.

c) Kırân Haccı
Kırân haccı, her ikisine birlikte niyet edilerek aynı yılın hac ayları içinde umre ve haccı bir ihramda birleştirmektir. Hac ve umre tek ihramla yapıldığı için "birleştirmeli hac" anlamında bu adı almıştır. Umre ve hacca, ikisine birden niyet edip umreyi yaptıktan sonra ihramdan çıkmadan, aynı ihramla hac menâsikini de tamamlayan Âfâkiler "kırân haccı" yapmış olurlar.

d) Temettu‘ ve Kırân Haccının Şartları
1. Hacceden kişi Âfâki olmalıdır. Harem ve Hil bölgelerinde, mîkat sınırları içinde ikamet edenlerin temettu‘ ve kırân haccı yapmaları câiz değildir. Hac aylarından önce Mekke'ye gidip hac günlerine kadar orada kalan Âfâkiler de bu konuda aynı hükme tâbidir. Bunlardan haccedecek olanların, o yıl hac ayları girdikten sonra umre yapmamaları gerekir. Yaptıkları takdirde, isâet etmiş olurlar; şükür kurbanı değil, ceza kurbanı keserler.

2. Umre ve hac, her ikisi aynı yılın hac aylarında yapılmalıdır. Şayet umre hac aylarından önce yapılmışsa veya umre tavafının en az dört şavtı, hac ayları henüz girmeden tamamlanmışsa yapılan hac temettu‘ veya kırân değil, ifrad haccı olur.

3. Hac aylarında yapılan umreden sonra "sahih ilmâm" olmamalıdır.
Hanefîler'e göre: Umre ile hac arasında herhangi bir sebeple memlekete dönmekle,( Sahih ilmâm) gerçekleşir.

Şâfiîler'e göre: Mîkat sınırları dışına çıkmakla ,( Sahih ilmâm) gerçekleşir.

Umre ile hac arasında
Hanefîler'e göre: Memleketine giden kimse

Şâfiîler'e göre: Mîkat sınırları dışına çıkan kimse

Dönüşte tekrar umre yapmazsa, yaptığı hac temettu‘ değil, ifrad olur.

Kırân haccında umreden sonra ihramdan çıkılmadığı için umre ile hac arasında ister mîkat dışına çıkılsın, ister memlekete veya başka bir yere gidilsin, kırân haccı ifrada dönüşmez.

Sahih imlâm: Bu üç nevi hacdan hangisi yapılırsa yapılsın, umre ile hac arasında, herhangi bir sebeple mikat sınırları dışına çıkmak veya memleket’ine gidip hac günlerinden önce tekrar geri dönüp hac ibadetine devam etse hac farîzası eda edilmiş olur.

Bunların fazilet bakımından sıralanışı
Hanefîler'e göre: Kırân, temettu‘,ifrad
Şâfiîler'e göre: Aynı yıl arkasından umre yapmak şartıyla ifrad, temettu‘, kırân
Mâlikîler'e göre: İfrad, kırân, temettu
Hanbelîler'e göre: Temettu‘, ifrad, kırân

Bu görüş ayrılığının sebebi, Hz. Peygamber’in yaptığı haccın eda biçimine ilişkin rivayetlerin farklı olmasıdır.
__________________________________________________ _____________________________
İfrad Haccı: Umresiz hac
Temettu: Yararlanmak, istifade etmek
Temettu‘ haccı: Aynı yılın hac ayları içinde, umre ve haccı ayrı ayrı niyet ve ihramla yapmaktır.
Kırân Haccı (birleştirmeli hac) Hac ve umre tek ihramla yapıldığı için bu adı almıştır.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

IX. HAC ve UMRENİN YAPILIŞI

a) Hac ve umre menâsiki ihrama girmekle başlar. İhrama girmeden önce tırnaklar kesilir, koltuk altı ve kasık kılları temizlenir, gerekiyorsa saç, sakal tıraşı olup bıyıklar düzeltilir. Mümkünse gusledilir veya abdest alınır. Gusül, abdestten efdaldir. Su yoksa veya kullanılamıyorsa, teyemmüm yapılmaz; çünkü bu abdest ve gusül, beden temizliği içindir. Bu sebeple abdestli olanlara ve özel hallerinde bulunan kadınlara da sünnettir.

Erkekler, üzerlerindeki bütün giysilerden soyunup izâr ve ridâ denilen iki parça ihram örtüsüne, usulüne göre sarınırlar. Başları açık, ayakları çıplaktır. Ancak ayaklarına topukları ve mümkün olduğunca üzerleri açık ayakkabı veya terlik giyebilirler.

Kadınlar normal elbise ve kıyafetlerini değiştirmezler. Onların her türlü giyim eşyası, kapalı ayakkabı, çorap ve eldiven giymelerinde bir sakınca yoktur. Yalnızca yüzlerini örtmemeleri gerekir.

Kerâhet vakti değilse, iki rek‘at ihram namazı kıldıktan sonra niyet ve telbiye yapılarak ihrama girilir.

İfrad haccı yapacak olanlar
"Allahım, senin rızânı kazanmak için haccetmek istiyorum. Onu bana kolaylaştır ve kabul buyur!" diyerek sadece hacca niyet eder ve telbiye yaparlar.

Temettu‘ haccı yapacak olanlar
"Allahım, senin rızânı kazanmak için umre yapacağım, onu bana kolaylaştır ve benden kabul eyle!" diyerek sadece umreye niyet eder ve telbiye yaparlar.

Kırân haccı yapmak isteyenler ise
"Allahım, senin rızânı kazanmak için umre ve hac yapmak istiyorum. Bunların edâsında bana kolaylık ver ve her ikisini de kabul buyur!" diyerek hem umre, hem de hacca niyet edip telbiye söylerler.

Niyet ve telbiyenin yapılmasıyle ihrama girilmiş ve ihram yasakları başlamış olur. Telbiye, tekbir, tehlîl ve salavât-ı şerife söyleyerek yolculuğa devam edilir. Telbiyeyi her söyleyişte üç defa tekrarlamak, sonra tekbir, tehlîl ve salavât-ı şerife okumak müstehaptır. Telbiye hacda bayramın ilk günü Akabe Cemresi’ne taş atmaya başlamakla, umrede ise, umre tavafına başlamakla biter; daha sonra yapılmaz. Mekke'de kalınacak yere yerleşip mümkünse boy abdesti, değilse abdest alındıktan sonra telbiye söylenerek Harem-i şerif’e gidilir. Beytullah görülünce üç defa tekbir ve tehlîl getirilip dua edilir. Farz namaz kılınmıyorsa hemen tavafa başlanır.

b) İfrad haccında ilk yapılacak tavaf "kudüm tavafı", temettu‘ ve kırân haccında ise "umre tavafı"dır.

Temettu‘ ve kırân haccında umre tavafından sonra umrenin sa‘yi yapılacağı için tavafta "ıztıbâ‘" ve "remel" yapılır. İfrad haccında ise, şayet hac sa‘yi kudüm tavafını takiben yapılacaksa, tavafta ıztıbâ‘ ve remel yapılır, aksi halde yapılmaz. Müsait yer varsa, makam-ı İbrâhim'in arkasında, orada yer yoksa, uygun başka bir yerde tavaf namazı kılınıp dua edildikten ve zemzem içildikten sonra temettu‘ ve kırân haccı yapanlar umre sa‘yini; ifrad haccı yapanlar ise, isterlerse hac sa‘yini yaparlar.

İfrad haccı yapanlar, hac sa‘yini ister yapsınlar ister yapmasınlar tıraş olmazlar ve ihramdan çıkmazlar, ihramlı olarak kalırlar.

Temettu‘ haccı yapanlar mîkatta sadece umreye niyet ettikleri için umrenin sa‘yi tamamlanınca, tıraş olup ihramdan çıkarlar. Tekrar hac için ihrama girinceye kadar Mekke'de ihramsız kalırlar. 8 Zilhicce (terviye) günü veya isterlerse daha önce hac için tekrar ihrama girerler. Hac için ihrama girdikten sonra yapacakları nâfile bir tavafı takiben isterlerse hac sa‘yini Arafat'a çıkmadan önce yapabilirler. Bu takdirde, ziyaret tavafından sonra sa‘y yapmazlar.

Kırân haccı yapanlar, ihrama girerken hacca da niyet ettikleri için umre sa‘yindan sonra tıraş olmazlar ve ihramdan çıkmazlar. Bunlar umre sa‘yi bitince, gerekiyorsa biraz dinlendikten sonra ayrıca kudüm tavafı yapıp tavaf namazını kılarlar. Hac sa‘yini isterlerse bu kudüm tavafının arkasından, isterlerse ziyaret tavafından sonra yaparlar. Peşinden sa‘y yapılacak tavafta ıztıbâ‘ ve ilk üç şavtta remel yapılır.

c) İster ifrad, ister temettu‘, ister kıran yapsınlar, bütün haccedenler terviye (8 Zilhicce) günü Mekke'den ayrılıp Mina'ya veya Arafat'a geçerler.

d) Hac Menâsikinin Eda Edildiği Günler
Hac menâsiki yoğun olarak 8-13 Zilhicce arasındaki altı gün içinde eda edilir. Bu günlerden her birinde yapılan menâsik kısaca şöyledir:

1. Terviye günü (8 Zilhicce). İster ifrad, ister temettu‘, ister kırân haccı yapsınlar, bütün haccedenler terviye günü sabah namazından itibaren Mina'ya veya Arafat'a intikale başlarlar. Terviye günü öğle namazından arefe günü sabah namazına kadarki beş vakit namazı Mina'da kılmak ve geceyi orada geçirip güneş doğduktan sonra Arafat'a hareket etmek sünnettir.

2. Arefe günü (9 Zilhicce). Arafat'ta zeval vaktine kadar çadırlarda dinlenilir ve ibadetle meşgul olunur. Zeval vaktinden sonra, mümkünse gusledilir. Öğle ve ikindi namazları cem‘-i takdîm ile kılındıktan sonra vakfe yapılır. Bütün gün telbiye, tekbir, tehlîl, zikir, tesbih, salavât-ı şerife, dua, namaz- niyaz, tövbe-istiğfar, Kur'ân-ı Kerîm tilâveti gibi ibadetlerle değerlendirilir. Resûlullah "Bugün gözüne, kulağına ve diline sahip olanın geçmiş günahları bağışlanır" (Müsned, I, 329, 356) buyurmuştur. Güneş battıktan sonra akşam namazı kılınmadan Arafat'tan Müzdelife'ye intikal başlar. Akşam ve yatsı namazları, yatsı vakti girdikten sonra, Müzdelife'de cem‘-i tehîr ile kılınır. Bayram gecesi burada ibadet ve istirahatle geçirilir. Şeytan taşlamada kullanılmak için yeteri kadar taş toplanır.

3. Bayramın ilk günü (yevm-i nahr; 10 Zilhicce).

a) Vakti girince sabah namazı Müzdelife'de erkence kılınır. Namazdan sonra ortalık aydınlanıncaya kadar vakfe yapılır. Dua, niyaz ve istiğfar edilir. Ortalık iyice aydınlanınca, güneş doğmadan Mina'ya hareket edilir.

b) Mina'da eşyalar çadırlara yerleştirildikten sonra Akabe Cemresi’ne gidilir. Her birinde "Bismillâhi Allahüekber, rağmen li'ş-şeytâni ve hizbih" denilerek yedi taş atılır. İlk taşın atılması ile telbiye biter. Bundan sonra artık telbiye yapılmaz.

c) Daha sonra Harem bölgesi sınırları içinde kurban kesilir veya vekâlet yolu ile kestirilir. Temettu‘ ve kırân haccı yapanların şükür kurbanı kesmeleri vâciptir. İfrad haccı yapanların kurban kesmeleri gerekmez; isterlerse nâfile olarak keserler.

d) İfrad haccı yapanlar Akabe Cemresi’ne taş attıktan sonra; temettu‘ ve kırân haccı yapanlar ise kurbanlarını da kestikten veya kestirdikten sonra, saç tıraşı olup ihramdan çıkarlar. Böylece cinsel ilişki dışındaki diğer bütün ihram yasakları kalkar. Cinsel ilişkiyle ilgili yasak ise ancak ziyaret tavafı yapılınca kalkar. Haccedenler bizzat kendi saçlarını kesebilecekleri gibi birbirlerini de tıraş edebilirler. Tıraş olabilecek duruma gelmiş olan bir ihramlının henüz kendisi tıraş olmadan başka bir ihramlıyı tıraş etmesinde bir sakınca yoktur.

e) Aynı gün imkân olursa, Mekke'ye inilerek ziyaret tavafı yapılır. Daha önce hac sa‘yini yapmamış olanlar ziyaret tavafından sonra hac sa‘yini de yaparlar. Ziyaret tavafının bayramın ilk günü yapılması efdaldir. O gün yapılamazsa daha sonra yapılır. Bu tavafın en geç bayramın 3. günü güneş batmadan önce yapılması Ebû Hanîfe'ye göre vâcip, diğer müctehidlere göre ise sünnettir.

f) Ziyaret tavafı bayramın ilk günlerinde yapılmışsa, tavaftan sonra tekrar Mina'ya dönüp şeytan taşlama günlerinde Mina'da gecelemek,

Hanefîler'e göre: Sünnet
Diğer üç mezhebe göre: Vâcip

4. Bayramın 2, 3 ve 4. günleri (11, 12 ve 13 Zilhicce).

a) Bayramın 2 ve 3. günleri zeval vaktinden sonra sırayla Küçük, Orta ve Akabe cemrelerine yedişer taş atılır. Küçük ve Orta cemrelere taş attıktan sonra uygun bir yere çekilerek dua edilir. Akabe Cemresi taşlandıktan sonra ise dua için artık durulmayıp orası hemen terkedilir. Bu iki gün zevalden önce "şeytan taşlama" yapılmaz

b) Bayramın 4. günü cemrelere taş atmayacak olanların, o gün fecr-i sâdıktan yani tan yeri ağarmaya başlamadan önce Mina'dan ayrılmış olmaları gerekir. Bunların 3. gün henüz güneş batmadan Mina sınırları dışına çıkmaları sünnet; güneş battıktan sonra ayrılmaları mekruhtur. 4. gün tan yeri ağarmaya başlamadan Mina'dan ayrılmamış olanların o gün de her üç cemreye yedişer taş atmaları gerekir.

Ebû Hanîfe'ye göre: 4. gün taşların fecr-i sâdıktan itibaren zevalden önce atılması da câizdir. 4. gün taşlar atıldıktan sonra Mina'dan Mekke'ye inilir

c) Âfâkiler, Mekke'den ayrılmadan önce vedâ tavafı yaparlar. Böylece hac tamamlanmış olur.

e) Hacda Kadınlar
Hac ve umre menâsikinde kadınların erkeklerden ayrıldıkları hususlar, aşağıdakilerden ibaret olup diğer hususlarda aralarında fark yoktur.

1. İhramlı iken elbise, çorap, eldiven, kapalı ayakkabı, mest, çizme ve her türlü giyim eşyası giyebilirler. Başlarını örterler, sadece yüzlerini örtmezler.

2. Telbiye, tekbir ve dua yaparken, seslerini fazla yükseltmezler.
3. Tavafta ıztıbâ‘ ve remel, sa‘yde ise hervele yapmazlar.
4. İhramdan çıkmak için saçlarını tıraş etmezler, uçlarından biraz keserler.
5. Erkekler arasında sıkışmamak için Hacerülesved'i uzaktan istilâm ederler.
6. Hacdan sonra aybaşı veya loğusa iken Mekke'den ayrılırlarsa vedâ tavafı sâkıt olur.
7. Özel hallerini görmekte olan kadınlar, tavaftan başka, haccın bütün menâsikini bu halleriyle yapabilirler. Hayız ve nifas denilen özel durumları sebebiyle farz olan ziyaret tavafını eyyâm-ı nahrdan yani bayramın ilk üç gününden sonra yapmak veya vedâ tavafını terketmekle kendilerine ceza
gerekmez.

Bu haliyle ziyaret tavafı yapmaları da
Hanefîler'e göre: Geçerlidir.

Bu durumda ceza kurbanı kesmesi gerekir. Hayız veya nifas halindeki bir kadın kudüm veya umre tavafını yapmadan Arafat'a çıkmak ve vakfe yapmak zorunda kalırsa;

a) İfrad haccı yapmak üzere sadece hac için ihrama girmişse, temizlendikten sonra ziyaret ve vedâ tavaflarını yapar. Sünnet olan kudüm tavafının terkinden dolayı bir şey gerekmez; haccı tamam olur.

b) Temettu‘ haccı yapmak üzere sadece umre için ihrama girmişse,

Hanefîler'e göre: Arafat'a çıkarken hac için niyet ve telbiye yaparak umre ihramını iptal eder. Hacdan önce umre yapmadığı için ifrad haccı yapmış olur; şükür kurbanı kesmesi gerekmez. Hacdan sonra iptal ettiği umreyi kazâ eder ve iptal ettiği için ceza kurbanı keser.

Diğer üç mezhebe göre: Hac için niyet ve telbiye yapmakla umre ihramı bozulmaz, hac ihramı ile birleşmiş sayıldığından kırân haccı yapmış olur ve kırân hedyi kesmesi gerekir. Fakat hacdan sonra önceden yapılamayan umrenin kazâsı için ayrıca tavaf ve sa‘y gerekmez. Hac için yapılan tavaf ve sa‘y umre için de yeterli olur.

c) Kırân haccı için ihrama girmişse,

Hanefîler'e göre: Umre tavafından önce Arafat’ta vakfe yapmakla umresi bozulmuş sayıldığından ifrad haccı yapmış olur. Şükür kurbanı kesmesi gerekmez. Fakat hacdan sonra bozulan umreyi kazâ eder ve bozduğu için bir ceza kurbanı keser.

Diğer üç mezhebe göre: Umre tavafını yapmadan Arafat'ta vakfe yapmakla umre bozulmuş olmaz. Yapılan hac yine kırân haccı olur ve şükür kurbanı kesmek gerekir. Hacdan sonra, önceden yapılamayan umrenin kazâsı için ayrıca tavaf ve sa‘y gerekmez. Hac için yapılan tavaf ve sa‘y umre için de yeterli olur.

X. HAC ve UMRE ile İLGİLİ KURBANLAR

A) Hedyin Mahiyeti
Hac ve umre menâsikiyle ilgili olarak kesilen kurbanlara hedy denir. Hedy, Kâbe'ye ve Harem bölgesine hediye olmak üzere kesilen kurban demektir. Kurban bayramı dolayısıyla kesilen kurbanlara ise udhiyye denir. Mükellefiyet yönünden bu ikisi birbirinden tamamen ayrı ise de, hedy kurbanı keyfiyet bakımından, aynen udhiyye gibidir. Deve, sığır ve davar cinsinden olur. Deve ve sığır yedi kişi için, davar (koyun ve keçi) bir kişi içindir. Yaş ve ayıp bakımından udhiyye kurbanı olmayacak hayvanlardan hedy kurbanı da olmaz.

Koyun ve keçi cinsinden olan kurbana dem, sığır ve deve cinsi kurbana ise bedene denir. Deve ve sığırın müşterek kesilmesi halinde, ortakların hepsinin niyetleri kurbet (yani Allah için kurban) olmak şartıyla, kurbanların vasıflarının aynı olması gerekmez. Ortaklaşa sığır veya deve kurban kesenlerden kimi şükür, kimi ceza, kimi adak, kimisi de tatavvu kurbanı veya udhiyye gibi değişik niyetlerde olabilir.
__________________________________________________ ________________________________
Hedy: Hac ve umre menâsikiyle ilgili olarak; Kâbe'ye ve Harem bölgesine hediye olmak üzere kesilen kurban
Udhiyye: Kurban bayramı dolayısıyla kesilen kurban
Dem: Koyun ve keçi cinsinden olan kurban
Bedene: Sığır ve deve cinsi kurban


Şâfiî ve Hanbelîler'e göre: Ortaklardan her birinin niyetlerinin kurbet olması da gerekmez; ortaklar arasında et için katılanlar da bulunabilir.

B) Hedy Kurbanıyla Yükümlü Olanlar ve Hedyin Çeşitleri
İfrad haccı veya sadece umre yapanların, ceza kurbanı kesmeyi gerektiren bir durum olmadıkça hedy kurbanı kesmeleri gerekmez. Fakat isterlerse nâfile olarak kesebilirler. Temettu‘ ve kırân haccı yapanların ise, temettu‘ veya kırân hedyi kesmeleri vâciptir. Hedy kurbanları, tatavvu (nâfile) ve vâcip olmak üzere iki kısımdır.

a) Tatavvu Hedy
Hac veya umre yaparken, yükümlülük bulunmadığı halde kesilen kurbanlardır. İfrad haccı veya sadece umre yapanların tatavvu hedyi kesmeleri müstehaptır.

b) Vâcip Hedy
1. Temettu‘ ve kırân hedyi. Temettu‘ ve kırân haccı yapanların hedy kurbanı kesmeleri vâciptir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de "Kim hac günlerine kadar umre ile faydalanmak isterse, kolayına gelen kurban kesmesi gerekir" (el-Bakara 2/196) buyurulmuştur.

Hanefîler'e göre: Bu kurban, bir seferde iki ayrı ibadetin yapılmasından dolayı "şükür kurbanı" (dem-i şükrân) olarak kesilir.

Şâfiîler'e göre: Temettu‘ haccında hac için ihrama mîkatta girilmeyip Mekke'de girilmesinden dolayı; kırân haccında ise, iki ayrı ibadetin bir tek ihram ile yapılmasından doğan kusurun telâfisi için "ceza kurbanı" (dem-i cübrân) olarak kesilir.

2. Ceza hedyi. Hac ve umrenin vâciplerinin terki, vaktinde yapılmaması ve ihram yasaklarının ihlâlinden dolayı kesilmesi vâcip olan kurbanlardır.

3. İhsar hedyi. Hac ve umre yapmak üzere ihrama girdikten sonra vakfe ve tavaf yapma imkânı ortadan kalktığından bu nüsükler tamamlanmadan ihramdan çıkabilmek için kesilen kurbanlardır.

4. Nezir (adak) hedyi. Harem bölgesinde kesilmek üzere nezredilen kurbanlardır. Vâcip olmasının sebebi nezredilmesidir.
__________________________________________________ ______________________________
Dem-i şükrân: Şükür kurbanı
Dem-i cübrân: Ceza kurbanı
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

C) Hedy Kurbanının Kesileceği Yer ve Zaman
İster vâcip, ister tatavvu olsun, bütün hedy kurbanları Harem bölgesi sınırları içinde kesilir. Aksi halde tatavvu olanlar hariç, Harem bölgesinde yeniden kesilmesi gerekir.Kurban bayramının ilk üç gününde (eyyâm-ı nahr) kesilen hedy kurbanlarının Mina'da; bu günler dışında kesilenlerin ise Mekke'de kesilmesi efdaldir.

Temettu‘ ve kırân hedyleri
Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîler'e göre: Bayramın ilk günü fecr-i sâdıktan itibaren kesilir.

Daha önce kesilmesi câiz olmaz; aksi halde iadesi gerekir.

Bunların eyyâm-ı nahr denilen kurban kesme günlerinde (bayramın ilk günü fecr-i sâdıktan, üçüncü
günü güneş batıncaya kadarki süre içinde) kesilmesi

Ebû Hanîfe'ye göre: Vâcip;
Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre: Sünnettir.

Mazeretsiz olarak eyyâm-ı nahrda kesilmezse
Ebû Hanîfe'ye göre : Daha sonra biri kazâ, biri de ceza olarak iki kurban gerekir.
Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre: Eyyâm-ı nahrdan sonra kesilmesi, mekruh ise de ceza gerekmez.
Mâlikî ve Hanbelîler'e göre: Eyyâm-ı nahrdan sonra kesilen temettu‘ ve kırân hedyleri kaza olarak kesilmiş olur fakat ceza gerekmez.
Şâfiîlere göre: Temettu‘ ve kırân hedylerinin, eyyâm-ı nahrda kesilmesi sünnet ise de bunlar ceza hedyi sayıldığı için ihrama girdikten sonra olmak şartıyla (eyyâm-ı nahrdan önce veya sonra) her zaman kesilebilir.

Temettu‘ haccında, henüz hac için ihrama girmeden, umre ihramından çıktıktan sonra da kesilebilir.

Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîler'e göre: Eyyâm-ı nahr (kurban kesme günleri), bayramın 3. günü güneş batıncaya kadar olmak üzere üç gün
Şâfiîler'e göre: 4. gün güneş batıncaya kadar dört gündür.

İster vâcip, ister tatavvu olsun, kırân ve temettu‘ hedyleri dışındaki hedy kurbanlarının kesilmesi için belirli bir zaman yoktur. Bunlardan nâfile olanların eyyâm-ı nahrda; ceza kurbanlarının ise, cinayeti müteakip geciktirilmeden kesilmesi efdaldir.
__________________________________________________ ______________________________
Eyyâm-ı nahr: Kurban kesme günleri (Kurban bayramının ilk üç günü)
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

D) Hedy Kurbanlarının Etleri
Tatavvu (nâfile) olarak kesilen hedy kurbanları ile temettu‘ ve kırân haccı yapanların şükür kurbanı olarak kestikleri hedy kurbanlarının etlerini, zengin-fakir herkes yiyebilir. Bunların etlerinden sahiplerinin de yemeleri müstehaptır.

Ceza hedyi ile ihsâr hedyinin etlerinden bunların sahipleri, bakmakla yükümlü oldukları kimseler ve zenginler yiyemezler. Bunların etlerini adak kurbanı gibi ancak yoksul kimseler yerler; fakat bunların Harem bölgesindeki yoksullar olması gerekmez.

E) Kurban Yerine Oruç
Temettu‘ veya kırân haccı yapanlardan, çeşitli sebeplerle temettu‘ ve kırân hedyi kesme imkânı bulamayanlar, üçü hac esnasında, yedisi de hacdan sonra olmak üzere toplam on gün oruç tutarlar. İlk üç günün, hac ayları içinde, ihrama girdikten sonra ve kurban bayramının ilk gününden önce tutulması gerekir. Temettu‘ haccında bu üç gün oruç, henüz hac için ihrama girmeden, umre ihramından sonra da tutulabilir. Ancak kurban bayramın dan önce tamamlanamadığı takdirde, kurban kesme imkânı olmasa bile oruç kurbana bedel olmaz. Hac esnasında üç gün oruç tutulduktan sonra, "eyyâm-ı nahr" denilen kurban kesme günleri içinde ve henüz tıraş olmadan kurban kesme imkânı doğarsa, oruç kurban yerini almaz; kurban kesmek gerekir. Fakat tıraş olduktan veya eyyâm-ı nahrdan sonra bu imkân elde edilirse, ayrıca kurban kesmek gerekmez. Hacdan sonra tutulması gereken yedi gün orucun Mekke'den ayrılmadan tutulması da mümkün ise de döndükten sonra memlekette tutulması efdaldir. Gerek hac esnasında, bayramdan önceki üç gün; gerek hacdan sonra tutulması gereken yedi gün orucun, aralıklı olarak tutulması câiz fakat ara vermeden peş peşe tutulması efdaldir.

XI. HAC ve UMRENİN CİNAYETLERİ

A) CİNAYETİN ANLAMI
İhramlı iken Harem bölgesinde yapılması yasak olan şeylerin yapılmasına cinayet denir.

Semavî yani insanlar tarafından olmayan mazeretler sebebiyle terkedilen veya zamanında yapılamayan vâcipler için bir şey gerekmez ise de, Harem bölgesi ve ihram yasaklarıyla ilgili cinayetlerden dolayı, bunlar ister mazeretle, ister mazeretsiz yapılsın ceza (kefâret) gerekir. Harem bölgesi ve ihram yasaklarıyla ilgili cinayetlere ceza gerekmesi için yapılan işin cinayet olduğunu bilip bilmemek arasında fark bulunmadığı gibi kasten, zorlama, hata veya yanılma ile uykuda veya unutarak yapma arasında da fark yoktur. Ancak bunların kasten yapılması günahtır. Kefâret ödenmesinden başka, tövbe ve istiğfar edilmesi de gerekir.

Hanefîler'e göre: Kırân haccında ihram yasaklarıyla ilgili cinayetlerden dolayı biri umrenin, biri de haccın ihramı olmak üzere, her bir cinayet için iki ceza gerekir. Umre tavafının abdestsiz yapılması gibi sadece umreyi veya Müzdelife'de vakfe yapılmaması gibi sadece haccı ilgilendiren bir vâcibin terkiyle ilgili cinayetler sebebiyle ise, tek kefâret ödenir.

Diğer üç mezhebe göre: İhram yasaklarıyla ilgili cinayetler için de tek ceza ödemek gerekir

B) CİNAYETLERİN CEZA ve KEFÂRETLERİ
Hac esnasında işlenen kimi cinayetler. haccın bozulmasını ve kazâsını gerektirirken, kimileri ağırlık derecesine göre çeşitli ceza ve kefâreti gerektirirler. Cinayetin durumuna göre ödenmesi gereken kefâret ve cezalar şunlardır:
1-Kazâ
2- Bedene
3-Dem
4-Sadaka
5-Bedel ödeme
6-Oruç

a) Hac ve Umrenin Bozulmasına Yol Açan ve Kazâ Edilmesini Gerektiren Cinayetler
1. Hac için ihrama girdikten sonra henüz Arafat vakfesini yapmadan cinsel ilişkide bulunmak haccı ifsat eder. Bu konuda bütün mezhepler aynı görüştedir. Hac tamamlanmadan ihramdan çıkılamayacağı için bozulan bu haccın yarım bırakılmayıp tamamlanması, ayrıca gelecek senelerde kazâ edilmesi ve işlenen cinayet sebebiyle bir koyun veya keçi kurban edilmesi (dem) gerekir.

Arafat vakfesinden sonra fakat ilk tahallülden önce -yani tıraş olup ihramdan çıkmadan önce- cinsel ilişkide bulunmakla da

Hanefîlere göre: Bu durumda haccın bozulmayacağını, fakat ceza olarak bir sığır veya deve kurban edilmesi gerektiğini söylerler.

Diğer üç mezhebe göre: Hac bozulur.

2. Umre için ihrama girildikten sonra umre tavafının en az dört şavtı yapılmadan cinsel ilişkide bulunmak da

Hanefîler'e göre: Umrenin bozulmasına yol açar. Bozulan umre bırakılmayıp tamamlandıktan sonra ihramdan çıkılması, daha sonra bunun kazâ edilmesi ve işlenen cinayet sebebiyle bir koyun veya keçi kurban edilmesi gerekir.

b) Deve veya Sığır Kesmeyi (Bedene) Gerektiren Cinayetler

1. Hanefîler’e göre: Arafat'taki vakfeden sonra fakat ilk tehallülden önce, yani henüz tıraş olmadan, cinsel ilişkide bulunmakla hac geçerli olur ve kaza gerekmez.

Diğer üç mezhebe göre: Hac fasit olur, kazası gerekir.

2. Ziyaret tavafını cünüp olarak yapmak. İlmihal kitaplarında fakihlerin çoğunluğunun görüşü olarak, kadınların hayız ve nifas halinde yani aybaşı ve loğusa iken ziyaret tavafını yapmalarının da aynı şekilde bu cezayı gerektirdiği belirtilir.

Bazı âlimler ise sebebi ve temizlenme imkânı iradî olmayan bu mazeret hallerini cünüplükten ayrı tutup temizlenmeden Mekke’den ayrılmak zorunda olan bu durumdaki kadınların ziyaret tavafı yapabileceğini ve bir ceza da gerekmeyeceğini belirtirler. Grup halinde seyahat edilip kafilenin bekleyememesi halinde bu son görüşün getirdiği kolaylıktan istifade edilebilir.

Hanefiler dışındaki diğer üç mezhebe göre: Abdestli olmak tavafın sıhhat (geçerlilik) şartı olduğundan bu haller ile yapılan tavaf, ceza ödemekle de geçerli olmaz.

Cünüp veya abdestsiz olarak yapılan tavaf, hangi tavaf olursa olsun, abdestli olarak yeniden yapılırsa cezası düşer. Cünüp olarak yapılan tavafın abdestli olarak yeniden yapılması vâcip; abdestsiz yapılan tavafın iadesi ise menduptur.

c) Koyun veya Keçi Kesmeyi (Dem) Gerektiren Cinayetler
Bunlar, hac ve umrenin vâcipleriyle ve ihram yasaklarıyla ilgili cinayetler olmak üzere ikiye ayrılabilir.

aa) Hac ve Umrenin Vâcipleriyle İlgili Olanlar

1. Mîkatı ihramsız geçmek.
2. Sa‘yin tamamını veya en az dört şavtını terketmek yahut özürsüz yürüyerek yapmamak.
3. Müzdelife vakfesini özürsüz olarak terketmek.
4. Şeytan taşlamayı hiç yapmamak veya bir günde atılması gereken taşların yarıdan çoğunu atmamak. Yarıdan çoğu atılmışsa, eksik bırakılan her bir taş için sadaka vermek gerekir.
5. Ziyaret veya umre tavafının son üç şavtını ya da sadece birini yapmamak.
6. Âfâkî olanlar vedâ tavafını veya en az dört şavtını yapmamak.
7. Farz ve vâcip tavaflarda (ziyaret, umre ve vedâ tavaflarında) setr-i avrete uymamak.
8. Ziyaret ve umre tavaflarını abdestsiz; kudüm, vedâ ve umre tavaflarını cünüp olarak yapmak. Tavaf abdestli olarak iade edilirse ceza düşer.

Hanefîler dışındaki üç mezhebe göre: Hadesten tahâret, tavafın sıhhat şartı olduğundan,
cünüp veya abdestsiz olarak yapılan tavaf sahih olmaz.

9. Arefe günü Arafat'tan güneş batmadan önce ayrılmak.
10. Ebû Hanîfe'ye göre: İhramdan çıkmak için Harem bölgesi dışında veya bayram günlerinden sonra tıraş olmak; ziyaret tavafını bayram günlerinden sonra yapmak ve Akabe Cemresi’ne taş atma, kurban kesme ve tıraş olma nüsüklerinde sıraya uymamak. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ile diğer üç mezhepte bunlar vâcip olmayıp sünnet olduğundan ceza gerekmez.

bb) İhram Yasaklarıyla ilgili Olanlar
1. Bir defada (aynı yerde ve aynı anda) vücudun veya bir uzvun tamamına güzel koku yahut yağ sürmek. Değişik yerlerde ve zamanlarda sürülürse, her bir uzuv için ayrı ceza gerekir.

İhrama sürülen güzel kokunun eni ve boyu birer karıştan büyük ve kokunun etkisi bir gündüz veya gece süresi devam ederse, koyun veya keçi kesmek gerekir. Bu orana ulaşmazsa sadaka verilir. Vücuda sürülen kokudan ceza gerekmesi için belirtilen miktarda sürülmesi yeterlidir; bir gündüz veya gece süresi etkili olması şart değildir.
Hanefîler dışındaki üç mezhebe göre’de: Aynı şekilde güzel kokudan ceza gerekmesi için miktar ve zaman kaydı yoktur; sürülmesi yeterlidir.

2. Vücudun veya saç, sakal gibi bir uzvun tamamına, süslenmek için yağ, jöle, biryantin sürmek veya kına, saç boyası ve benzeri şeylerle boyamak.
Tedavi için sürülen ilâç, merhem veya kokusuz krem ve yağlar için bir şey gerekmez.

3. Erkekler bir tam gündüz veya gece süresince giyim eşyası (elbise, iç çamaşırı, çorap, topukları kapatan ayakkabı) giymek, başı ve yüzü örtmek. Kadınlar yüzlerini örtemezler. Bir gündüz veya gece süresinden daha az giyilirse, sadaka yeterlidir.
Şâfiî ve Hanbelîler'e göre: Ceza gerekmesi için bir süre geçmesi gerekmez; giyilmesi yeterlidir. Mâlikîler'e göre: Giyilen şey vücudu sıcak ve soğuktan koruyorsa, kısa bir süre giymekle; sıcak ve soğuktan korumayan incecik bir şey ise bir tam gün giymekle ceza gerekir.

4. Saçın veya sakalın en az dörtte birini veya başka bir uzvun tamamını tıraş etmek. Daha azında sadaka yeterlidir.

5. Bir defada (aynı anda ve aynı yerde) bütün tırnakları veya bir elin yahut bir ayağın tırnaklarının tamamını kesmek. El ve ayaklardan her birinin tırnaklarının tamamı, ayrı ayrı yerlerde ve zamanlarda kesilirse, her biri için ayrı ceza gerekir. Bir elin veya ayağın tırnaklarının tamamı kesilmeyip bir kısmı kesilirse, kesilen her bir tırnak için sadaka verilir. Bu takdirde verilmesi gereken sadaka toplamı, bir koyun veya keçi bedelini aşarsa, her tırnak için sadaka yerine, istenirse bir dem (koyun veya keçi) kesilebilir. Kendiliğinden kopan veya kırılan tırnaklar için bir şey gerekmez.

6. İlk tehallülden sonra henüz ziyaret tavafını yapmadan cinsel ilişkide bulunmak.

7. İhramlı iken eşini şehvetle öpmek, okşamak, sarılıp kucaklamak gibi cinsel ilişkiye yol açan davranışlarda bulunmak. Şehvetle bakmak veya düşünmekle, boşalma bile olsa bir şey gerekmez.

d) Fıtır Sadakası Kadar Bağışta Bulunmayı Gerektiren Cinayetler

1. Herhangi bir uzvun tamamına değil, bir kısmına güzel koku sürmek.
2. Saç ve sakalın dörtte birinden az kısmını tıraş etmek.
3. Bir el veya ayaktaki tırnaklardan bir kısmını kesmek yahut bir el veya ayaktaki tırnakların tamamını ayrı ayrı yer ve zamanlarda kesmek. Ancak her tırnak için ayrı ceza ödenir.
4. Her türlü giyim eşyasını bir gündüz veya gece süresinden daha az giymek.
5. Kudüm veya vedâ tavafını abdestsiz olarak yapmak. Diğer üç mezhepte abdestsiz tavaf sahih olmaz.
6. Vedâ tavafı veya sa‘yin, dördüncü şavttan sonraki şavtlarını eksik yapmak veya bu şavtları yürüyerek yapmamak. Eksik bırakılan her şavt için ayrı ceza gerekir.
7. Farz ve vâcip olmayan tavaflarda setr-i avrete uymamak.
8. Şeytan taşlamada, bir günde atılan taşların, yarısından sonrasında eksik taş atmak. Eksik atılan her taş için ayrı ceza gerekir.
9. İhramlı veya ihramsız birini tıraş etmek. Başkasına elbise giydirmek veya güzel koku sürmekten bir şey gerekmez.

e) Bedel Ödemeyi Gerektiren Cinayetler
Bunlar, karada yaşayan av hayvanlarıyla ve Harem bölgesinin av ve bitkileriyle ilgili olanlar olmak üzere iki kısımdır.

aa) Karada Yaşayan Av Hayvanlarıyla İlgili Olanlar
İhramlı iken karada yaşayan av hayvanı avlanırsa,

Hanefîler'e göre: Bu hayvanın kıymeti takdir edilir. Takdir edilen meblağ, her birine bir fıtır sadakası miktarından daha az veya daha çok olmamak üzere yoksullara dağıtılır veya her fıtır sadakası miktarı için bir gün oruç tutulur. Yahut da, eğer bu meblağ ile bir hedy satın alınabiliyorsa, Harem bölgesinde bir hedy kesilir. Takdir edilen meblağ hedy bedelinden fazla ise, artan kısmın tasadduk edilmesi gerekmez. Eti yenilen av hayvanları için bir koyun veya keçi bedelinden daha fazla kıymet takdir edilebilir ise de fil, arslan, kaplan gibi eti yenmeyen hayvanlara daha fazla kıymet takdir edilmez. Av ölmemiş fakat yaralanmış veya zarar görmüşse, sağlam durumu ile kusurlu hali arasındaki kıymet farkı takdir edilir. Verilen zarar iyileştikten sonra hayvanda bir eksiklik bırakmazsa, ceza ödemek gerekmez.

Diğer üç mezhebe göre: Av hayvanları, benzeri olanlar ve olmayanlar olmak üzere ikiye ayrılır. Meselâ yaban eşeği sığıra; ceylan keçiye ve tavşan oğlağa benzetilmiştir. Avlanan hayvanın benzeri varsa, o Harem bölgesinde kesilip eti yoksullara tasadduk edilir veya takdir edilen bedelin her bir fıtır sadakası miktarı için bir gün oruç tutulur. Benzeri olmayan hayvanların, takdir edilen kıymetlerine itibar edilir.

bb) Harem Bölgesinin Avları ve Bitkileriyle İlgili Olanlar
Harem bölgesiyle ilgili yasaklar sadece ihramlılar için değildir. Bu bölgenin avının avlanması, kendiliğinden biten her türlü canlı/yaş ağaç, bitki ve otlarının kesilmesi veya koparılması, ihramlı ihramsız herkese yasaktır.

Hanefîler'e göre: Harem bölgesinin avını avlayan kimse kıymetini tasadduk eder. Bunun yerine oruç tutmak câiz olmaz. Bu bölgede kendiliğinden biten ve insanlar tarafından ekilip dikilen cinsten olmayan ağaç ve bitkileri kesip koparan kimsenin bunların bedelini tasadduk etmesi gerekir. Bunları sahibinin kesmesi ceza gerektirmez. İnsanlar tarafından ekilip dikilen veya insanların ekip diktiği cinsten olan ağaç ve bitkilerin kesilip koparılmasından dolayı ise bir ceza gerekmez.

f) Özür Sebebiyle İhram Yasaklarına Uymamak
İhram yasakları bir mazeretle de yapılsa, yine ceza gerekir. Ancak bu yasaklar meselâ hastalık veya geçirilen bir kaza sebebiyle başın tıraş edilmesi, örtülmesi yahut elbise giydirilmesi gibi semavî bir mazeretle yapılırsa ceza olarak mutlaka dem (koyun veya keçi kesmek) gerekmez. Böyle bir durumla karşılaşan kişi muhayyer olur. İster peş peşe veya aralıklı olarak üç gün oruç tutar, isterse altı yoksula birer fıtır sadakası kadar bağış yapar, bir yoksula altı gün fıtır sadakası verse de olur, yahut da Harem bölgesinde bir dem keser.

Hanefîler'e göre: Bilgisizlik, yanılma, unutma, baskı (tehdit) gibi semavî olmayan mazeretlerle işlenen yasaklar için muhayyerlik yoktur, koyun veya keçi kurban etmek gerekir.

Diğer üç mezhepte: Semavî olmayan mazeretlerden dolayı da muhayyerlik vardır.

C) CİNAYET CEZA ve KEFÂRETLERİNİN ÖDEME ZAMANI ve YERİ
Hac ve umrede işlenen bir cinayetin cezasını ödemek için belirli bir süre yoktur. Cinayetin işlenişinden ömrün sonuna kadar, her zaman ödenebilir. Çünkü bütün kefâretler, gecikmeli olarak (terâhî üzere) yapılabilecek vâcip türündendir. Ancak, işlenen cinayetin hac veya umrede meydana getirdiği kusuru bir an önce gidermek efdaldir. Vefatına kadar ödemeyen ve ödenmesini vasiyet de etmeyen kimse günahkâr olur. Vasiyet olmadığı halde, mirasçıların, teberru olarak ödemeleriyle de borç eda edilmiş sayılır.

Söz konusu kefâretlerden oruç, sadaka ve bedelini ödeme cezalarının ödeneceği belirli bir yer yoktur. İstenilen her yerde bunlar eda edilebilir. Ceza kurbanları ise, ister deve veya sığır, ister koyun veya keçi olsun, diğer "hedy" kurbanları gibi ancak Harem bölgesinde kesilir.

Gerek sadakaların gerekse bu kurbanların etlerinin, sadece Harem bölgesindeki yoksullara verilmesi ve yedirilmesi gerekmez. Diğer yerlerdeki yoksullara da verilebilir.





XII. İHSÂR ve FEVÂT

A) İHSÂR
İhsâr, hac veya umre yapmak üzere ihrama girdikten sonra, herhangi bir sebeple tavaf ve vakfe yapma imkânının ortadan kalkması demektir.

Bunlardan herhangi birini yapma imkânı olursa, ihsâr gerçekleşmez.

Hanefîler'e göre :Düşmanın engellemesi, savaş sebebiyle yolların kapanması, hastalık, parasız kalmak, kadının yanındaki mahreminin ölmesi gibi, hac yolculuğunu ve dolayısıyla tavaf ve vakfeyi önleyen her türlü engel, ihsâr sebebi sayılır.

Şâfiîler'e göre : İhsâr, ancak düşmanın engellemesiyle meydana gelir.

a) İhsar Sebebiyle İhramdan Çıkma
İhramdan ancak, hac veya umre yapılarak çıkılır. Hac ve umre yapması engellenen kişi
1-Umre veya ifrad haccı için ihrama girmişse bir adet "ihsâr hedyi" keserek ihramdan çıkar.
2-Kırân haccı için ihrama girmişse iki adet "ihsâr hedyi" keserek ihramdan çıkar.

Hanefîler'e göre: İhsâr hedyi de, diğer hedy kurbanları gibi, ancak Harem bölgesinde kesilir.
Şâfiîler'e göre: İhsârlı kişinin bulunduğu yerde kesilir.

Hanefîler'e göre: İhsâr durumuyla karşılaşan kişi, Harem bölgesi dışında ise, kesilme vaktini belirleyerek Harem bölgesinde kendi adına ihsâr kurbanı kestirir. Kurbanın kesilmesiyle tıraş olmasa bile, ihramdan çıkmış sayılır.

Şâfiîler'e göre: Tıraş olmadıkça ihramdan çıkılmaz. Henüz ihsâr hedyi kesilmeden ihramdan çıkılır veya ihram yasakları yapılırsa ceza gerekir.

b) İhsar Sebebiyle Yapılamayan Menâsikin Kazâsı
İhsâr sebebiyle yapılamayan hac ve umrenin kazâsı gerekir.
Şâfiîler'e göre: Farz veya vâcip olmayanların kazâ edilmesi gerekmez.

Hanefîler'e göre:
1- Hac için ihrama girenler, bir hac ve bir umre kazâ ederler.
2- Kırân haccı için ihrama girmiş olanlar, bir hac ve iki umre kazâ ederler.
3- Umre için ihrama girmiş olanlar ise, sadece bir umre kazâ ederler.

Şâfiîler'e göre: Hangisi için ihrama girilmişse ancak onun kazâsı gerekir.

İhsâr: Hac veya umre yapmak üzere ihrama girdikten sonra, herhangi bir sebeple tavaf ve vakfe yapma imkânının ortadan kalkması.

B) FEVÂT
Fevât, haccetmek üzere ihrama giren kişinin Arafat vakfesine yetişememesi, vakfe süresi içinde bir an olsun Arafat'ta bulunamamasıdır.

İster mazeret sebebiyle ister mazeretsiz, vakfe süresi içinde (arefe günü zeval vaktinden, bayram sabahı tan yeri ağarmaya başlayıncaya kadar), kısa da olsa bir an Arafat'ta bulunamayan kişi, o yılki hacca yetişememiş, haccı kaçırmış (fevt etmiş) olur. Bu duruma düşen bir kimse;

a) İfrad haccı yapmak üzere ihrama girmişse, umre yaparak ihramdan çıkar. Daha sonraki yıllarda haccını kazâ eder.

b) Temettu‘ haccı yapmak üzere önce umre yapıp, sonra hac için ihrama girmişse, vakfeye yetişemediği için temettu‘ bozulur; şükür kurbanı gerekmez. Bir umre daha yaparak ihramdan çıkar. Daha sonraki yıllarda sadece bir hac kazâ etmesi gerekir.

c) Kırân haccı için ihrama girmiş ve vakfenin fevtinden önce umrenin tavaf ve sa‘yini yapmışsa, temettu‘ haccında olduğu gibi, ikinci bir umre daha yaparak ihramdan çıkar. Şayet umre tavafını ve sa‘yini yapmamışsa, önce umre ihramından çıkmak için tavaf ve sa‘y yapar; sonra hac ihramı için ikinci defa tavaf ve sa‘y eder ve tıraş olup ihramdan çıkar. Daha sonraki yıllarda sadece bir hac kazâ eder. Vakfeyi kaçırarak hacca yetişemeyen kişilerin, ihramdan çıkmak için yaptıkları umreler, ihsâr durumuyla karşılaşanların kestikleri "hedy" yerinde sayıldığı için,

Hanefîler'e göre: Haccı fevt olan kimselerin ayrıca kurban kesmeleri gerekmez.
Diğer üç mezhebe göre: Kazâ edilen hacda kurban kesmek vâciptir.

XIII. HACDA VEKÂLET

A) İbadetlerde Vekâlet
İbadetler yalnız bedenle, yalnız mal ile veya hem beden hem de mal ile yapılanlar olmak üzere üçe ayrılır. Hangi şekilde yapılırsa yapılsın, yapılan bir ibadetin sevabı başkasına bağışlanabilir. Kendisine sevap bağışlanan kişi de bundan yararlanır.

a) Namaz, oruç, itikâf gibi sadece bedenle yapılan ibadetlerde vekâlet mutlak olarak câiz değildir. Hiç kimse başkası adına, onun yerine oruç tutamaz, namaz kılamaz. Bu tür ibadetlerin vekâleten yapılması ile yükümlünün sorumluluğu kalkmaz.

b) Zekât, kurban, sadaka gibi yalnız mal ile yapılan ibadetlerde vekâlet, mutlak olarak câizdir. Bir kimse zekâtını bizzat verebilecegi gibi, kendi adına vermek üzere başkasını vekil de edebilir.

c) Hac gibi hem bedenî hem de malî ibadetlerde ise, yükümlünün bizzat edadan aczi halinde vekâlet câizdir; aksi halde câiz değildir.

Ölüm, yaşlılık, devamlı hastalık, kadınların birlikte yolculuk yapacak mahremlerinin bulunmayışı gibi sebeplerle bizzat haccedemeyecek kimselere vekâleten yapılan hac, onlar adına yapılmış olur. Bu durumdaki kimselerden, üzerlerine hac farz olmuş olanların, bedel göndererek vekâleten hac yaptırmaları gerekir. Vekâleten yapılan hac ile bunların hac borçları eda edilmiş sayılır.

Üzerlerine hac farz olduğu halde, kendileri haccetmedikleri gibi, bedel de göndermeden vefat eden kimselerin ise, kendi yerlerine haccetmek üzere bedel gönderilmesini vasiyet etmeleri gerekir. Bıraktıkları mirasın üçte biri, bedel gönderilecek kişinin masrafını karşıladığı halde, mirasçılar bedel göndermezlerse, Allah katında sorumlu olurlar. Mirasın üçte biri bedelin masrafını karşılamazsa veya ölenin bu konuda vasiyeti yoksa, mirasçılar bedel göndermekle sorumlu olmazlar. Ancak, vasiyet olmasa veya mirasın üçte biri bedel göndermeye yetmese bile, mirasçılar masrafını kendileri karşılayarak onun adına hacceder veya ettirirlerse, yükümlünün hac borcu ödenmiş olur.

Şâfiîler'e göre: Üzerine hac farz olduğu halde, haccetmeden vefat eden kişinin, bu konuda vasiyeti olmasa ve mirasının üçte biri hac masrafını karşılamasa bile, mirasçılar mirasın tamamı ile, onun adına haccetmek veya ettirmekle yükümlüdür.

Kendisine hac farz olduğu yıl, hac için yola çıkan fakat haccedemeden vefat eden kişinin bedel gönderilmesini vasiyet etmesi gerekmez ise de üzerine hac farz olduğu yıl haccetmeyip, daha sonra hac yolculuğuna çıkan kişi haccetmeden vefat ederse, yerine bedel gönderilmesini vasiyet etmesi gerekir.

Ebû Hanîfe'ye göre: Bu durumda bedel, bu kişinin memleketinden gönderilir.
Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre: Vefat ettiği yerden gönderilir.

B) Farz Olan Hac İçin Vekâlet Şartları
Farz olan haccın bedel tarafından yapılan hacla eda edilmiş sayılabilmesi için:

1. Adına haccedilecek kişi vefat etmiş veya yaşlılık, iyileşme ümidi olmayan hastalık, kadının birlikte yolculuk yapacağı mahreminin bulunmaması gibi sebeplerle, bizzat haccetmekten devamlı olarak âciz olmalıdır. Bizzat haccetmekten devamlı olarak âciz olduğu konusunda galip zan bulunan kişi, adına vekâleten haccedildikten sonra haccedebilecek hale gelse bile, vekilin yaptığı hacla borcu ödenmiş olur.

Fakat acz hâli geçici olan veya bizzat haccedebilecek durumda olan kişi adına vekâleten yaptırılan hac nâfile olur; ayrıca kendisinin haccetmesi gerekir.

2. Adına haccedilecek kişiye hac, önceden farz olmuş olmalıdır.

Üzerine hac farz olmayan kişi adına vekâleten yapılan hac nâfile olur. Bu kişiye daha sonra hac farz olursa, bizzat haccetmesi, hac etmekten aciz olması halinde ise, tekrar bedel göndermesi gerekir.

3. Bedel gönderilecek kişi müslüman, akıllı, ergenlik çağına ulaşmış veya mümeyyiz olmalıdır. Henüz buluğa ermemiş mümeyyiz çocuk, bedel olarak başkası adına haccedebileceği gibi kadının da başkası adına vekâleten haccetmesi câizdir.

Hanefîler'e göre: Bedel gönderilecek kişinin, daha önce haccetmiş olması efdal ise de şart değildir.
Şâfiî ve Hanbelîler'e göre: Vekilin daha önce haccetmiş olması gerekir.

4. Vekil, ihrama girerken sadece gönderen adına niyet etmelidir. Vekil kendisi için de niyet eder veya birkaç kişiden vekâlet alıp her biri için niyet ederse, kendi adına haccetmiş olur, aldığı paraları iade etmesi gerekir.

Vekil hacla ilgili masrafları için kendisine verilen parayı israf etmeden ve aşırı kısmadan, normal şekilde harcar. Artan miktarı dönüşünde iade eder. Bunun geri alınmayıp hediye olarak vekile bırakılmasında bir sakınca yoktur.


6. Bedel gönderilen kişinin hac masrafı, gönderen tarafından karşılanmalıdır.

Başkası adına, kendi parasıyla hacceden kişi, kendisi için haccetmiş olur. Bu haccın sevabını başkasına bağışlayabilirse de bununla o kimsenin üzerindeki hac borcu ödenmiş olmaz.

Şâfiîler'e göre: Ödenmiş olur.

7. Adına haccedilen kişi, kendisi için haccetmesini vekilden istemiş olmalıdır.

İzin veya vasiyeti olmadan, bir kimse adına başkası tarafından yapılan hac ile, o kimse üzerindeki hac borcu düşmez.

Şâfiîler'e göre: Düşer.

8. Vekil, haccı bizzat kendisi yapmalıdır.

Hastalık, tutuklanma gibi bir mazeretle gönderenin bilgi ve izni dışında, vekil görevi başkasına devrederse, aldığı parayı iade etmesi gerekir. Ancak bu konuda yetkili kılınmışsa, yerine başkasını vekil edebilir.

9. Vekil, gönderenin isteğine uymalı, onun istediği haccı yapmalıdır.

İfrad haccı istenildiği halde, vekil temettu‘ haccı yaparsa, gönderen adına değil, kendi adına haccetmiş olur, aldığı parayı iade etmesi gerekir.

İfrad haccı istenildiği halde, kırân haccı yaparsa,
Ebû Hanîfe'ye göre: Hüküm yine aynıdır.
Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre: İstihsanen gönderen adına haccetmiş sayılır.

Gönderen, ifrad, temettu‘ veya kırân haccından birini ismen belirtmeksizin, sadece "hac yapılmasını" istemişse, ifrad haccı istemiş olduğu kabul edilir. Ancak "dilediğini yap" gibi bir ifade ile seçimi vekile bırakmışsa, vekil dilediği haccı yapabilir.

10. Adına haccedilmesini vasiyet eden kişi, sarfedilecek paranın miktarını ve vekilin nereden gönderileceğini belirlemişse, buna uymak gerekir. Şayet belirlememişse, vasiyet edilen para veya mirasın üçte biri yeterli ise, vekil adına haccedilecek kişinin memleketinden, yeterli değilse yettiği yerden gönderilir.

11. Vekil, gönderen adına yapılacak menâsiki tamamlamadıkça kendisi için umre yapmamalıdır.

İster hac, ister umre için gönderilmiş olsun, vekil ancak gönderen adına yapılacak menâsiki tamamladıktan sonra, kendisi için umre veya hac yapabilir. Aksi halde yolculuğu kendi adına yapmış sayılacağından aldığı parayı iade etmesi gerekir.

Başkası adına yapılacak nâfile hac için, vekilin müslüman, akıllı ve mümeyyiz olması, adına haccettiği kişi için ihrama girmesi ve haccı ücret karşılığı yapmaması şartları yeterlidir. Başkası adına hacceden vekil, haccı ifsat ederse aldığı parayı iade eder. İradî olarak işlediği cinayetler için ödenecek fidye ve ceza kurbanlarının bedellerini kendisi karşılayacağı gibi, gönderenin izniyle bile olsa, temettu‘ veya kırân haccı yaptığı takdirde, kırân ve temettu‘ hedylerini de kendi parasıyla keser. İhsâr kurbanı ise, gönderenin parasından kesilir. Çünkü bunda vekilin kusuru ve dahli yoktur.

XIV. MEDİNE'DE MESCİD-i NEBÎ'Yİ ve PEYGAMBERİMİZ’İN
KABRİNİ ZİYARET
Medîne-i Münevvere, Hz. Peygamber'in hicret yurdudur. Resûl-i Ekrem Efendimiz hicretten sonra burada yerleşip Hz. Âişe'nin odasında vefat etmiş ve vefat ettiği yere defnedilmiştir. Daha sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in de defnedildiği bu yer, mescidin genişletilmesi sebebiyle, halen Mescid-i Nebî'nin içinde bulunmaktadır. Resûlullah'ın mübarek cesedini sinesinde saklayan yer, şüphesiz yeryüzünün en şerefli yeridir. Kabr-i saâdeti ziyaret ise, mendup ve müstehap işlerin en üstünü olup Allah'a yaklaşma ve Resûlullah sevgisini gönüllere nakşetmenin en etkili yoludur. Bu sebeple İslâm bilginleri hacceden her müslümanın hacdan önce veya sonra Resûlullah'ın kabrini ziyaret etmesini vâcip derecesinde önemli saymışlar, bir zaruret bulunmadıkça bunun ihmalini büyük bir gaflet ve duygusuzluk olarak değerlendirmişlerdir. Gerçekten hacceden her müslümanın, hacdan önce veya sonra mutlaka Medine'de Mescid-i Nebî'yi ve Hz. Peygamber'in kabrini de ziyaret etmesi, terkedilmeyen bir sünnet olarak devam edegelmiştir.

Şüphesiz Allah’ın resulünün yaşadığı mekânları görmek, yürüdüğü yerlerde yürümek, ashabının kabirlerini ziyaret etmek, onlarla ilgili hatıraları yâdetmek, vahyin indiği ve tebliğ edildiği bu kutsal yerlerin havasını solumak, her müslümanın en tatlı özlemidir. İşte bu duygularla kendisini ziyaret edenler için Resûl-i Ekrem "Beni vefatımdan sonra ziyaret edenler, hayatım-da ziyaret etmiş gibidir" (Dârekutnî, II, 278, nr. 192; Beyhaký, Şuâbü'l-îmân, III, 488, nr. 4151; es-Sünenü'l-kübrâ, V, 246), "Kabrimi ziyaret edenlere şefaatim sabit bir hak olur" (Dârekutnî, II, 278, nr. 194; Beyhaký, Şuâbü'l-îmân, III, 490, nr. 4159), "Kim, gönlünde beni ziyaretten başka hiçbir düşünce bulunmaksızın, beni ziyarete gelirse, kıyamet günü ona şefaatçi olmak benim üzerimde bir hak olur" (Taberânî, el-Evsat, V, 275, nr. 4542) buyurmuştur.


DÖRT MEZHEBE GÖRE HAC VE UMRE

HACCIN ŞARTLARI
YÜKÜMLÜLÜK ŞARTLARI
1-Müslüman olmak
2-Akıllı olmak
3-Buluğ olmak
4- Beden ve malî imkânın olması (istitâat)

EDA ŞARTLARI
1- Sağlıklı Olmak.
2- Yol Güvenliği.
3- Ârızî Bir Engelin Bulunmaması.
4- Kadınlara Özel İki Şart.

Kadınlara Özel İki Şart
Birinci şart:
Hanefî mezhebine göre: Haccedebilmek için seferîlik hükümlerinin uygulanacağı bir mesafeyi katetmek durumunda olan kadınlar tek başlarına hac yolculuğuna çıkamazlar.

Şâfiî mezhebine göre: Katedilecek mesafeden ziyade yol emniyeti ve kadınların güvenliği esas alındığından koca veya başka bir mahremin bulunması şart koşulmamış, bunun yerine kadınların bunu sağlayacak şekilde -ağırlıklı görüşe göre üç kadının yer aldığı- bir grup oluşturmaları yeterli görülmüştür. Bununla birlikte iki kadının hatta kendini güvenlik içinde hissediyorsa bir kadının -sadece- farz olan hac görevini yerine getirmek için tek başına yola çıkması câiz görülmüştür.

Mâlikî mezhebine göre: Kocası veya bir mahremi bulunmayan yahut ücretle bile olsa kendisiyle birlikte hacca gelmeyen bir kadın, güvenli bir kafile ile birlikte, bu kafilede başka kadınların bulunup bulunmaması dikkate alınmaksızın hac yolculuğuna çıkabilir.

İkinci şart:
Sadece boşanma iddeti veya vefat iddeti beklemekte olan kadınlara ilişkin olup, "beklemeleri gereken süreyi tamamlamış olmaları"dır.

Hanefî mezhebine göre: Eda şartı olan bu durum diğer mezheplere göre yükümlülük şartıdır.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
GEÇERLİLİK ŞARTLARI
Haccın geçerli yani sahih olabilmesi için üç şartın bulunması gerekir.
Bu şartlar;
a) Hac yapmak niyetiyle ihrama girmek
b) Özel vakit
c) Özel mekân

İhramın Rükünleri
1. Niyet
2. Telbiye

Hanefî mezhebine göre: İhramın, niyet ve telbiye olmak üzere iki rüknü vardır. Bunlardan birini terkeden kimse ihrama girmiş olmaz.

Diğer üç mezhebe göre: İhrama girmiş olmak için sadece niyet yeterlidir.

Niyet.
Niyet hac veya umre yapmaya karar vermek ve hangisini yapacaksa onu belirlemekle olur. Niyeti dil ile ifade etmek de müstehaptır.

Hanefîler'e göre: Bu durumdaki bir kimsenin tavafa başlamadan önce yapacağı ibadetin hac mı yoksa umre mi olduğunu belirlemesi yeterlidir. Şayet bu belirlemeyi yapmadan tavafa başlayacak olursa umre için ihrama girmiş olur. Tavaf yapmadan doğruca Arafat'a çıkıp vakfe yapacak olursa bu ihramı hac için olur ve yaptığı hac da ifrad haccı olur

Şâfiî mezhebine göre: Bu durumda, hac ve umre ile ilgili menâsikten herhangi birine, meselâ tavafa başlamadan önce niyetteki belirsizliğin giderilmiş olması gerekir. Aksi halde yapılan törenler hac veya umre olarak değer kazanmaz. Çünkü bir ibadet ancak niyetle yapılabilir.

İhrama Girme Zamanı.
Hac ayları girmeden hac menâsikinden hiçbiri yapılamaz.

Hanefî ve Mâlikîler'e göre: Mekruh olmakla birlikte henüz hac ayları başlamadan ihrama girmek câizdir. Çünkü onlara göre ihram, haccın rüknü değil sıhhat şartıdır. Diğer ibadetlerde olduğu gibi şartın yerine getirilmesi için vaktin girmesi gerekmez.

Şâfiî mezhebin’e göre: İhram şart değil, rükün sayıldığı için hac aylarından önce, hac için ihrama girilemez. Hac aylarından önce ihrama girildiği takdirde, bu ihram umre ihramı olarak geçerli olur.

Umre yapmanın özel bir vakti olmadığından umre için her zaman ihrama girilebilir.

Harem Bölgesine İhramsız Girmek
Hanefî ve Mâlikîler'e göre: Her ne maksatla olursa olsun doğrudan Harem bölgesine, meselâ Mekke'ye gidecek olan Âfâkýler’in, mîkat sınırını geçmeden ihrama girmeleri gerekir. Çünkü ihram, bu kutsal bölgeye saygı için vâcip kılınmıştır.

Şâfiî mezhebine göre: Hac ve umre kastı olmadıkça uzaklardan gelenlerin (Âfâkı) Harem bölgesine ihramsız girmeleri vâcip değil, müstehaptır.

İhramın Vâcipleri
1. Mîkat sınırını ihramsız geçmemek.
2. İhram yasaklarından sakınmak.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
HACCIN RÜKÜNLERİ (Farzları)
Hanefîler'e göre: Üç farzı vardır
1-İhram
2-Arafat vakfesi
3-Ziyaret tavafı

Mâlikîler'e göre: Bu üç farz yanında sa‘y de farzdır ve dördü birden haccın rükünlerini oluşturur.

Şâfiîler’e göre: Bunlara saçları kısaltmayı veya tıraş etmeyi (halk veya taksîr) ilâve ederek rükün sayısını beşe çıkarmışlar ve bu rükünler yerine getirilirken bir kısmında (ilk üçünde) sıraya riayet etmenin de farz (rükün veya şart) olduğunu söylemişlerdir. Rükünlerin tamamı, usulüne göre yapılmadıkça, ceza ve kefâret ödemekle hac sahih olmaz. Eksik kalan rüknün tamamlanması veya haccın kazâsı gerekir.

Vakfenin Geçerli Olmasının Şartları
Vakfenin geçerli (sahih) olabilmesinin iki şartı vardır.
1. Hac için ihramlı olmak
2. Vakfeyi özel (belirli) yer ve zamanda yapmak.

Vakfenin Zamanı
Zilhiccenin 9. arefe günü

Hanefîler'e göre: Arefe günü gündüz Arafat'ta bulunanların, mazeretsiz olarak güneş batmadan önce Arafat'tan ayrılmamaları vâciptir. Mazeretsiz olarak ayrılan kimse, henüz güneş batmadan bu bölgeye tekrar dönerse, bir şey gerekmez; aksi halde ceza (dem) gerekir. Fakat gündüz Arafat'ta bulunmayıp güneş battıktan sonra gelenlere bir ceza gerekmez.

Şâfiîler'e göre: Güneş batmadan ayrılanlara da ceza gerekmez.

Mâlikî mezhebine göre: Gecenin bir cüzünde Arafat'ta bulunmak vakfenin sıhhat şartıdır. Güneş batmadan Arafat'tan ayrılıp bir daha dönmeyen kişinin haccı bâtıl olur. Gündüzün çok az da olsa bir kısmında Arafat'ta bulunmak Mâlikîler'e göre vâciptir. Süresi içinde kısa da olsa bir müddet Arafat'ta bulunamayanlar hacca yetişememiş olurlar. Daha sonraki senelerde yeniden haccetmeleri gerekir.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Cem‘-i takdîm:
Ebû Hanîfe'ye göre: Bu namazların cem‘-i takdîm ile kılınabilmesi için;
a) Arefe günü hac için ihramlı olarak Arafat'ta bulunmak,
b) Mescid-i Nemîre'de cemâat-i kübrâ ile kılmak gerekir.
Aksi halde her namaz kendi vaktinde kılınır.

Diğer üç mezhep ile Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre: Arefe günü hac için ihramlı olanların Arafat'ta öğle ve ikindi namazlarını, ister Nemîre Mescidi’nde ister çadırlarda, ister cemaatle, ister münferit olarak cem‘-i takdîm ile kılmaları sünnettir.

Tavafın Sahih Olmasının Şartları
1. Tavafın Vaktinde Yapılması
2. Niyet
3. Tavafın Mescid-i Haram’ın İçinde, Kâbe'nin Etrafında Yapılması
4. Şavtların Çoğunu Yapmış Olmak

Tavafın Vakti
Hanefî ve Mâlikîler'e göre: Ziyaret tavafının vakti bayramın ilk günü fecr-i sâdıktan itibaren başlar.

Şâfiî ve Hanbelîler'e göre: Ziyaret tavafının vakti, arefe günü gece yarısından itibaren başlar. Ziyaret tavafı ilk vaktinden sonra her zaman yapılabilirse de;

Ebû Hanîfe'ye göre: Bu tavafın kurban kesme günlerinde, yani bayramın üçüncü günü güneş batıncaya kadar yapılması vâciptir.

Mâlikîler'e göre: Zilhiccenin sonuna kadar yapılması vâciptir. Mazeretsiz olarak daha sonraya bırakılırsa ceza (dem) gerekir.

Şâfiî ve Hanbelîler ile Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre: Ziyaret tavafının bayramın ilk üç gününde yapılması vâcip değil, sünnettir. Mazeretsiz olarak daha sonra yapılması mekruh ise de ceza gerekmez.

Şavtların Çoğunu Yapmış Olmak
Hanefîler'e göre: Şavtların çoğunu yani en az dördünü yapmış olmak tavafın geçerlilik şartı olup son üç şavt yapılmayacak olursa, tavaf sahih olur, fakat farz ve vâcip tavaflarda eksik kalan her şavt için ceza gerekir.

Diğer üç mezhebe göre: Yedi şavtın hepsi rükün olup bütün şavtlar yapılmadığı takdirde tavaf sahih olmaz.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
HACCIN VÂCİPLERİ
Hanefî mezhebinde haccın aslî vâcipleri
1-Sa‘y
2-Müzdelife'de vakfe
3-Şeytan taşlama
4-Halk veya taksir
5-Vedâ tavafı

Bunlardan sa‘y ile halk veya taksir, hem hac, hem de umrede vâciptir. Diğer üçü ise umrede yoktur.

SA‘Y
Hanefî mehebine göre: Hac ve umrenin vâciplerinden.

Diğer üç mezhebe göre: Haccın rükünlerindendir.

Hanefî, Şâfi, ve Mâlikilere göre: Sa‘yde niyet sünnet

Hanbelîler'e göre: Şarttır.

Müzdelife Vakfesinin Zamanı
Hanefîler'e göre: Bayramın birinci günü (10 Zilhicce) tan yerinin ağarmaya başlamasından (fecr-i sâdık) güneşin doğmasına kadar olan süredir.

Şâfiî ve Hanbelîler'e göre: Gecenin yarısından itibaren güneşin doğuşuna kadar geçen süredir. Gece yarısı, güneşin batışı ile güneşin doğuşu arasındaki sürenin ortasıdır.

Mâlikîler'e göre: Arefe günü akşamı güneşin batışından bayram sabahı güneşin doğuşuna kadar olan süre

Akşam ve Yatsı Namazlarının Cem‘-i Te’hir ile Kılınması
Hanefîler'e göre: Vâcip

Şâfiîler'e göre: Sünnett

**Cem‘-i takdîm ve cem‘-i te’hir ile kılınan namazlarda, iki farz arasında başka namaz kılınması mekruhtur. Bu sebeple akşamın sünneti ve yatsının ilk sünneti kılınmaz. Yatsının son sünnetiyle vitir kılınır. İki vaktin namazı bir tek ezan ve bir tek ikametle kılınır. Yatsı namazı için ayrıca ezan ve ikamet gerekmez.**

Şeytan Taşlamanın Geçerli Olmasının Şartları
Hanefîler'e göre: Atılan şeyin taş, kurumuş çamur gibi üzerinde teyemmüm yapılması câiz olan bir madde olması gerekir.

Diğer üç mezhebe göre: Atılan şey mutlaka taş olmalıdır.

Şeytan Taşlama Zamanı
Hanefî ve Malikîlere göre: Bayramın birinci günü fecr-i sâdıktan sonra

Şafiî ve Hanbelîlere göre: Gece yarısından bayramın dördüncü günü güneş batıncaya kadar olan süredir.

Bayramın Birinci Günü (10 Zilhicce)
Bu günde yalnız Akabe Cemresi’ne yedi taş atılır.

Bayramın İkinci ve Üçüncü Günleri (11-12 Zilhicce)
Bu günlerin her birinde her üç cemreye yedişer olmak üzere toplam 21 taş atılır. Bu iki günde taş atma zamanı, zeval vaktinde başlar.

Hanefîlere göre: Ertesi gün fecr-i sâdıka kadar
Şâfiî ve Hanbelîler'e göre: Bu günlerle ilgili taşlamanın süresi de bayramın ilk günü gibi teşrîk günlerinin sonuna kadardır.

Malikîlere göre: Güneşin batmasına kadar devam eder.

Bayramın Dördüncü Günü (13 Zilhicce)
Ebû Hanîfe'ye göre: Bayramın dördüncü günü taş atma zamanı fecr-i sâdıkta başlar. Ancak taşların henüz güneş doğmadan atılması mekruh, güneşin doğuşundan zevale kadarki sürede câiz, zevalden sonra atılması ise sünnettir.

İster edâ, ister kazâ olsun, bayramın dördüncü günü güneşin batmasıyla taş atma süresi sona erer.

Atılacak Taş Sayısı
Bayramın birinci günü, sadece Akabe Cemresi’ne 7 (yedi) taş atılır, diğer iki cemreye taş atılmaz.
Bayramın ikinci, üçüncü ve dördüncü günleri ise, Küçük Cemre’den başlamak üzere, sıra ile her üç cemreye, günde yedişerden 21 olmak üzere üç günde 63 taş atılır. Bayramın birinci günü atılan yedi taş da eklenirse taşlamada atılan toplam taş sayısı 70 olur.

Vaktinde Atılamayan Taşların Kazâsı
Hanîfe ve İmam Mâlik'e göre: Vaktinde atılamayan taşlar, taşlama süresi içinde kazâ edilse de cezası düşmez.

Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre: Taş atma süresi içinde kazâ edildiği takdirde cezası düşer.

Şâfiî ve Hanbelîler'e göre: Vaktinde atılamayan taşlar bayramın dördüncü günü güneş batmadan önce atıldığı takdirde, kazâ değil, eda sayılır. Gecikmeden dolayı ceza da gerekmez.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
SAÇLARI TIRAŞ ETMEK veya KISALTMAK
Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik'e göre: Bayramın üçüncü günü güneş batıncaya kadarki süre içinde yapılması vâciptir. Daha sonraya geciktirilmesi durumunda ceza (dem) gerekir.

Şâfiî ve Hanbelîler ile Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre: Bu vecîbenin bayramın ilk üç gününde yapılması vâcip değil, sünnettir Geciktirilmesi mekruh ise de ceza gerekmez.

Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre: İster hac, ister umre için olsun, saçları tıraş etmenin veya kısaltmanın yeri Harem bölgesidir. Harem bölgesi dışında yapılması sahih ise de vâcip terkedildiği için ceza gerekir.

Ebû Yûsuf ve İmam Züfer'e göre: Bu vecîbenin Harem bölgesinde yapılması vâcip değil, sünnettir.

Tıraş Edilecek veya Kısaltılacak Saçın Miktarı
Hanefîler'e göre: Saçların tıraş edilmesi veya kısaltılmasında vâcip olan miktar, başın en az dörtte birindeki saçlardır.

Şâfiîler'e göre: Vâcibin ifası için üç tel saçın tıraş edilmesi veya kısaltılması yeterlidir.

Mâlikî ve Hanbelîler'e göre: Saçların tamamının tıraş edilmesi veya kısaltılması vâciptir.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
VEDÂ TAVAFI
Vâcip Olmasının Şartları
1. Haccetmiş olmak.
2. Hacceden kişinin Âfâki olması.
3. Kadınlar, Mekke'den ayrıldıkları esnada aybaşı veya loğusalık halinde olmamak.

Hanefîlere göre: Vedâ tavafının Mekke'den ayrılırken yapılması daha faziletli ise de önceden yapmak da câizdir.

Şâfiî ve Hanbelîler'e göre: Vedâ tavafı Mekke'den ayrılırken yapılır. Aksi halde iadesi gerekir.

Mâlikîler'e göre: Vedâ tavafı vâcip değil sünnettir.

Hac Hutbeleri
Hacla ilgili olarak üç hutbe vardır.
1-Birinci hutbe Zilhiccenin 7. günü Mekke'de, Harem-i şerif'te öğle namazından önce okunur.
2-İkinci hutbe, arefe günü Arafat'ta Nemîre Mescidi’nde zevalden sonra cem‘-i takdîm ile kılınan öğle ve ikindi namazlarından önce, cuma hutbesinde olduğu gibi, arada oturularak iki hutbe halinde okunur.
3-Üçüncü hutbe ise, bayramın 2. günü öğle namazından önce Mina'da Mescid-i Hayf'ta irad edilir.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
UMRE
Hanefî ve Mâlikîler'e göre: Müslümanın ömründe bir defa umre yapması müekked sünnettir.

Şâfiî ve Hanbelîler'e göre: Farzdır.

Umrenin Farz ve Vâcipleri
Hanefîler'e göre: Umrenin farzları ihram ve tavaf olmak üzere ikidir.
İhram: Şart
Tavaf: Rükün

Şâfiî ve Hanbelîler'e göre: Bu dört nüsük yani ihram, tavaf, sa‘y ve tıraş birer rükündür.

Mâlikîlere göre: ihram, tavaf, sa‘y : Rükün
Tıraş: Vâcip

Umrenin Zamanı
Hanefîlere göre: "Teşrîk günleri" denilen yılda beş gün yani arefe günü sabahından bayramın 4. günü güneş batıncaya kadarki süre içinde umre yapmak, tahrîmen mekruhtur.

Diğer üç mezhebe göre: Haccetmeyen kişilerin teşrîk günleri dahil her zaman umre yapmaları, kerâhetsiz câiz görülmüştür.

Mâli kîler'e göre: Haccedenler, bayramın 4. günü güneş batıncaya kadar umre yapamazlar.

Şâfiîler'e göre: Vedâ tavafı dışında haccın bütün menâsiki tamamlanmadıkça umre yapamazlar.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
YAPILIŞ ŞEKLİ BAKIMINDAN HAC ÇEŞİTLERİ
1-İfrad haccı - - - - - (kurban kesmez, dilerse keser)
2-Temettu‘ haccı - - -(kurban keser)
3-Kırân haccı - - - - -(kurban keser)

İfrad Haccı: Umresiz yapılan hacdır.
Temettu‘ Haccı: Umre ve haccı ayrı ayrı niyet ve ihramla yapmaktır.
Kırân Haccı: Hac ve umre tek ihramla yapıldığı için "birleştirmeli hac" anlamında bu adı almıştır.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
HAC ve UMRE ile İLGİLİ KURBANLAR
Hedy Kurbanının Kesileceği Yer ve Zaman

Temettu‘ ve kırân hedyleri
Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîler'e göre: Bayramın ilk günü fecr-i sâdıktan itibaren kesilir.

Daha önce kesilmesi câiz olmaz; aksi halde iadesi gerekir.
Bunların eyyâm-ı nahr denilen kurban kesme günlerinde (bayramın ilk günü fecr-i sâdıktan, üçüncü
günü güneş batıncaya kadarki süre içinde) kesilmesi

Ebû Hanîfe'ye göre: Vâcip;

Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre: Sünnettir.

Mazeretsiz olarak eyyâm-ı nahrda kesilmezse
Ebû Hanîfe'ye göre : Daha sonra biri kazâ, biri de ceza olarak iki kurban gerekir.

Mâlikî ve Hanbelîler'e göre: Eyyâm-ı nahrdan sonra kesilen temettu‘ ve kırân hedyleri kaza olarak kesilmiş olur fakat ceza gerekmez.

Şâfiîlere göre: Temettu‘ ve kırân hedylerinin, eyyâm-ı nahrda kesilmesi sünnet ise de bunlar ceza hedyi sayıldığı için ihrama girdikten sonra olmak şartıyla (eyyâm-ı nahrdan önce veya sonra) her zaman kesilebilir.

Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîler'e göre: Eyyâm-ı nahr (kurban kesme günleri), bayramın 3. günü güneş batıncaya kadar olmak üzere üç gün

Şâfiîler'e göre: 4. gün güneş batıncaya kadar dört gündür.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
HAC ve UMRENİN CİNAYETLERİ
Hac ve Umrenin Bozulmasına Yol Açan ve Kazâ Edilmesini Gerektiren Cinayetler
Arafat vakfesinden sonra fakat ilk tahallülden önce -yani tıraş olup ihramdan çıkmadan önce- cinsel ilişkide bulunmakla da

Hanefîlere göre: Bu durumda haccın bozulmayacağını, fakat ceza olarak bir sığır veya deve kurban edilmesi gerektiğini söylerler.

Diğer üç mezhebe göre: Hac bozulur.

Umre için ihrama girildikten sonra umre tavafının en az dört şavtı yapılmadan cinsel ilişkide bulunmak

Hanefîler'e göre: Umrenin bozulmasına yol açar. Bozulan umre bırakılmayıp tamamlandıktan sonra ihramdan çıkılması, daha sonra bunun kazâ edilmesi ve işlenen cinayet sebebiyle bir koyun veya keçi kurban edilmesi gerekir.

Deve veya Sığır Kesmeyi (Bedene) Gerektiren Cinayetler
Hanefîler’e göre: Arafat'taki vakfeden sonra fakat ilk tehallülden önce, yani henüz tıraş olmadan, cinsel ilişkide bulunmakla hac geçerli olur ve kaza gerekmez.

Diğer üç mezhebe göre: Hac fasit olur, kazası gerekir.

Koyun veya Keçi Kesmeyi (Dem) Gerektiren Cinayetler
Hanefîler dışındaki üç mezhebe göre: Hadesten tahâret, tavafın sıhhat şartı olduğundan,
cünüp veya abdestsiz olarak yapılan tavaf sahih olmaz.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
İHSÂR İLE İLGİLİ HÜKÜMLER
Hanefîler'e göre :Düşmanın engellemesi, savaş sebebiyle yolların kapanması, hastalık, parasız kalmak, kadının yanındaki mahreminin ölmesi gibi, hac yolculuğunu ve dolayısıyla tavaf ve vakfeyi önleyen her türlü engel, ihsâr sebebi sayılır.

Şâfiîler'e göre : İhsâr, ancak düşmanın engellemesiyle meydana gelir.

İhsar Sebebiyle İhramdan Çıkma
Hanefîler'e göre: İhsâr hedyi de, diğer hedy kurbanları gibi, ancak Harem bölgesinde kesilir.

Şâfiîler'e göre: İhsârlı kişinin bulunduğu yerde kesilir.

Hanefîler'e göre: İhsâr durumuyla karşılaşan kişi, Harem bölgesi dışında ise, kesilme vaktini belirleyerek Harem bölgesinde kendi adına ihsâr kurbanı kestirir. Kurbanın kesilmesiyle tıraş olmasa bile, ihramdan çıkmış sayılır.

Şâfiîler'e göre: Tıraş olmadıkça ihramdan çıkılmaz. Henüz ihsâr hedyi kesilmeden ihramdan çıkılır veya ihram yasakları yapılırsa ceza gerekir.

İhsar Sebebiyle Yapılamayan Menâsikin Kazâsı
Hanefîler'e göre:
1- Hac için ihrama girenler, bir hac ve bir umre kazâ ederler.
2- Kırân haccı için ihrama girmiş olanlar, bir hac ve iki umre kazâ ederler.
3- Umre için ihrama girmiş olanlar ise, sadece bir umre kazâ ederler.

Şâfiîler'e göre: Hangisi için ihrama girilmişse ancak onun kazâsı gerekir.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
FEVÂT
Hanefîler'e göre: Haccı fevt olan kimselerin ayrıca kurban kesmeleri gerekmez.

Diğer üç mezhebe göre: Kazâ edilen hacda kurban kesmek vâciptir.
__________________________________________________ __________________________________________________ ________________
Şavt: Hacerülesved'in bulunduğu köşeden veya hizasından başlayıp bir tur dönmeye, (Her bir devire "şavt" denir)
İfâda tavafı: Ziyaret tavafı
İstilâm: Hacerülesved'i selâmlamak
Remel: Tavafta kısa adımlarla koşarak ve omuzları silkerek çalımlı ve çabuk yürümektir.
Metâf: Tavaf alanı
Remy-i cimâr: Şeytan taşlama
İhsâr: Hac veya umre yapmak üzere ihrama girdikten sonra, herhangi bir sebeple tavaf ve vakfe yapma imkânının ortadan kalkması.
Fevât: Haccetmek üzere ihrama giren kişinin Arafat vakfesine yetişememesi, vakfe süresi içinde bir an olsun Arafat'ta bulunamamasıdır.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------




Hac ve Umre Terimleri(sözlük)

Hac : Belirli zamanda Ziyaret ve Arafat vakfesiyle birlikte olur.
Umre : Belirli bir zamana bağlı olmayarak vakfesiz yapılır.
Menâsikü'l-hac : Hac törenleri
Hacc-ı ekber : Büyük hac (Normal hac) aynı zamanda arefesi cumaya rastlayan hac.
Hacc-ı asgar : Küçük hac (Umre)
İstitâat : Güç yetirebilme
İhram : Haram etmek, kendini mahrum bırakmak
Harem Bölgesi : Mekke ile etrafında, bitkileri koparılmamak ve av hayvanlarına zarar verilmemek üzere belirli sınırlar içindeki emniyetli bölgedir. Bu bölgede oturanlara Mekkî (Mekkeli) denir. Harem bölgelerinin sınırlarını Cibrîl'in rehberliğiyle Hz. İbrâhim belirlemiş, sınırları gösteren işaretler daha sonra Hz. Peygamber tarafından yenilenmiştir.
Mîkat sınırı : Hz. Peygamber tarafından belirlenmiş, Mekke'ye veya Harem bölgesine gelenlerin ihramsız geçmemeleri gereken beş nokta’nın her birine verilen isim.
Hil Bölgesi. Harem bölgesi ile Mîkat yerleri arasındaki yerlerdir. Bu bölgede ikamet edenlere Mîkatî veya Hillî denir. Hillî, Hil bölgesinde yaşayan kişi anlamındadır. Mîkatîler gerek hac gerek umre için Harem bölgesine girmeden bulundukları Hil bölgesinde ihrama girerler.
Âfâk Bölgesi. Harem ve Hil bölgelerinin dışında kalan yerlere Âfâk denir.
Âfâkı : Uzaklardan gelen anlamındadır. Harem ve Hil bölgelerinin dışında yaşayanlara denir.
Füsûk : Taatten ayrılıp mâsiyet sayılan şeyleri yapmak.
Cidâl : Başkalarıyla tartışmak, hakaret ve kavga etmek. Her zaman yasak olan bu tür davranışlardan, ihramlı iken daha çok sakınmak gerekir.
Şavt : Hacerülesved'in bulunduğu köşeden veya hizasından başlayıp bir tur dönmeye, (Her bir devire "şavt" denir)
İfâda tavafı : Ziyaret tavafı
Metâf : Tavaf alanı
İstilâm : Hacerülesved'i selâmlamak demektir.
Lztıbâ : Ridânın yani ihramın vücudun belden yukarısını örten parçasının bir ucunu sağ kolun altından geçirip, sol omuz üzerine atarak sağ kolu ve omuzu ridânın dışında bırakmaktır. Remel yapılması gereken tavafların bütün şavtlarında ıztıbâ‘ sünnettir. Tavaf bitince omuz örtülür, tavaf namazı omuz örtülmüş olarak kılınır. Remel yapılan tavaflar dışında, başka zamanlarda ıztıbâ‘ mekruhtur.
Remel : Tavafta kısa adımlarla koşarak ve omuzları silkerek çalımlı ve çabuk yürümektir.
Aslî vâcipler : Diğer ibadetlerde olduğu gibi haccın vâcipleri de kendileri müstakil birer nüsük olan "aslî vâcipler”
Fer‘î vâcipler : Başka bir nüsüke bağlı olan "dolaylı (fer‘î) vâcipler"
Sa’y : Sa‘y sözlükte "koşmak, çaba göstermek" gibi anlamlara gelir. Hac ve umre ile ilgili bir terim olarak ise sa‘y, Kâbe'nin doğu tarafında bulunan Safâ ve Merve adlı iki tepe arasında, Safâ'dan başlanıp Merve'de tamamlanmak üzere yedi defa gidip gelmeyi ifade eder. Safâ'dan Merve'ye gidiş bir şavt ve Merve'den Safâ'ya dönüş bir şavt olur.
Mes‘â : Sa‘yin yapıldığı Safâ ile Merve arasındaki yaklaşık 350 metrelik mesafeye (sa‘y yeri) denir.
Hervele : Kısa adımlarla koşarak canlı ve çalımlı yürümek.
Remy-i cimâr : Şeytan taşlama.
Halk : Saçların dipten tıraş edilmesi.
Taksîr : Saçların uçlarından kesilip kısaltılması.
Tehallül : İhram yasaklarının kalkması.
Sader tavafı : Vedâ tavafı.
Kudüm Tavafı : (Mekke'ye geliş tavafı) Kudüm, "geliş ve varış" anlamındadır.
Eyyâm-ı nahr" ve "eyyâm-ı Mina" : Zilhiccenin 10, 11 ve 12. Günleri.
Tahsîb : Hac sonunda Mina'dan dönüşte, Mekke girişinde, Cennetü'l-muallâ civarında, Muhassab denilen vadide bir süre dinlenmek.
İfrad Haccı : Umresiz yapılan hac.
Temettu‘ Haccı : Temettu‘ “yararlanmak, istifade etmek” anlamına gelir. Aynı yılın hac aylarında umre için ayrı, hac için ayrı niyet ve ihram’a girilerek yapılan hac.
Kırân Haccı : Her ikisine birlikte niyet edilerek aynı yılın hac ayları içinde umre ve haccı bir ihramda birleştirmektir. Hac ve umre tek ihramla yapıldığı için "birleştirmeli hac" anlamında bu adı almıştır.
Hedy : Hac ve umre menâsikiyle ilgili olarak; Kâbe'ye ve Harem bölgesine hediye olmak üzere kesilen kurban
Udhiyye : Kurban bayramı dolayısıyla kesilen kurban
Dem : Koyun ve keçi cinsinden olan kurban
Bedene : Sığır ve deve cinsi kurban
Dem-i cübrân : Ceza kurbanı
Dem-i şükrân : Şükür kurbanı
Eyyâm-ı nahr : Kurban kesme günleri (Kurban bayramının ilk üç günü)
İhsâr : Hac veya umre yapmak üzere ihrama girdikten sonra, herhangi bir sebeple tavaf ve vakfe yapma imkânının ortadan kalkması demektir.
Fevât : Haccetmek üzere ihrama giren kişinin Arafat vakfesine yetişememesi, vakfe süresi içinde bir an olsun Arafat'ta bulunamamasıdır. (Fevt etmiş) haccı kaçırmış olur.




Bu Konuda 10 fazla Cevap bulunuyor. Bütün Cevapları görmek için buraya tıklayın.

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Mesaj Yazma Yetkiniz Var
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.