Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.MEDİNEWEB FORUM GENEL.::. > Genel Konular > Serbest Kürsü > Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434

Konu Başlıkları: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434 Konu Cevaplama Paneli
Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın
Aşağıdaki Kutuya Sorunun cevabını Yaz ( Bakara )
Başlık:
  
Mesajınız:
Trackback:
Kaynak olarak Ekle
Başlık Sembolleri
Konunun başında Sembol kullanmak için aşağıdaki Listeden bir Sembol seçiniz:

Diğer Seçenekler
Diğer Ayarlar
Değerlendirme
İsterseniz bu Konuyu buradan değerlendirebilirsiniz.

Konuya ait Cevaplar (Yeniler yukarda)
10 Şubat 2014 13:49
enderhafızım
Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434

Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm- 44

Mechûle Giden Adımlar

Zilhicce ayı bitmiş Muharrem ayı başlamıştı. Zilhicce’nin bitişiyle Hicrî 60. yıl da bitmiş, 61. yıla girilmişti.

Hz. Hüseyin, yanındakilerle birlikte artık nereye gideceğini, nerede duracağını bilmez bir şekilde ilerliyordu. Gönlündeki bütün ümit ışıklarının sönüp sönmediğini bilemiyoruz. Ancak durumun ne kadar ümit pırıltılarına kapalı olduğunu anlıyor, mü’minin ye’se kapılmayacağını, kapılmamasının gerektiğini biliyoruz. Târîh de, onun bu duyguyla mücâdeleye devâm ettiğine şâhid oldu.
Ubeydullah İbn Ziyâd, Hz Hüseyin’in Kûfe’ye doğru geldiğini ve yaklaştığını biliyordu. Çevreye muhâfız birlikleri salmış, onlardan Basrâ, Kûfe ve Şâm yollarını çok iyi takîb etmelerini, hiç kimseyi bu şehirlere bırakmamalarını, uzaklaşmaya da müsâade etmemelerini emretmişti. Kısaca şehirlere, insanların iskân ettikleri beldelere girmelerine müsâade edilmeyecek, uzaklaşıp gözden kaybolmalarına da imkân verilmeyecek, ilerleyişleri durdurulacak ve boş arâzîlerde oyalanacaklardı.

Hz. Hüseyin ve adamları “Şeraf” denilen yere gelmişlerdi. Burada konakladılar. Seher vakti olmuştu. Hüseyin(r.a) hizmetinde bulunanlara alabildikleri kadar su almalarını söyledi. Suyu çok almalarını istiyordu çünkü, bir sonraki merhalede, hangi şartlarda konaklayacakları mechûldü.

Sular alındıktan sonra gün ortasına kadar yola devâm ettiler. Hz. Hüseyin(r.a) adamlarından birinin tekbîr getirdiğini duydu, niçin tekbîr getirdiğini sordu. “-Hurmalık gördüm!” diye cevâb verdi. Sevinmişti, sesi de sevinçliydi. Bu açık denizde ilerlerken kara parçası görmek gibi bir şeydi. Hurmalık görüldüğünün söylenmesi kâfiledekileri sevindirmişti. Çünkü düzenli ağaçlar var demek, bahçe var demekti. Bahçe var demek de yerleşim beldesi, insanlar var demekti. Onlar, umrân bir diyâra ulaşıldığı manâsına geliyordu. Günlerdir mamûr diyârlardan uzaktılar. İçinde insanların yaşadığı bir beldeyi özler hâle gelmişlerdi. Ancak hac dönüşü gelerek kâfileye yetişen iki Benî Esedli sevinçlere gölge düşürdü. “-Bu mekânda hurmalık yoktur,” dediler.Onlar bölgeyi bilen insanlardı. Civârda böyle bir hurmalık yoktu. Bu mıntıkada konup göçen bedevîler arasında buraya yakın herhangi bir hurmalığın sözünün edildiğini de duymamışlardı. Hz.Hüseyin endişelenmişti. Onlara; “-Sizin kanâatiniz nedir?” diye sordu. Cevâb, endîşeyi artırıcıydı: “Süvârî birliği. Sizin peşinizdeler, size doğru geliyorlar!”

Uzaktan hurma ağaçları zannedilenlerin çok geçmeden ağaçlar gibi yerlerinde durmadığı, giderek yaklaştığı anlaşıldı. Benî Esedliler haklı çıkmıştı. Gelenler süvârî birliğiydi. Hüseyin(r.a); “-Sırtımızı vereceğimiz bir sığınağımız yok mu? Düşmânla tek cebheden yüzyüze gelelim,” dedi. Benî Esedliler, “-Var,” dediler. “Zû Hasm denilen yer.”Bulundukları yerden sola dönüp Benî Esedlilerin rehberliğinde hızla “Zû Hasm” diye anılan mıntıkaya doğru ilerlediler. Oraya süvârî birliğinden önce ulaşmalı ve orada yer tutmalıydılar.

Zû Hasm’a varınca atlarından indiler. Hüseyin(r.a) çadırların kurulmasını emretti. Çadırlar kuruldu, şekil olarak düzenlendi. Hazırlıklar bittikten sonra sırtlarını dağa verdiler ve yüzlerini gelen süvârî birliğine dönerek birliğin gelişini beklemeye başladılar...
10 Şubat 2014 13:49
enderhafızım
Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434

Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm- 43

Kûfe’den Gelen Haberler

Hz Hüseyin Kûfe’ye doğru yol almaya devâm ediyordu. Kûfe’de cereyân edenlerden haberi yoktu. Hangi su başında konaklasa, hangi kabîlenin yanına varsa sevgi ve hürmetle karşılanıyor, orada kendisine biât edenler ve katılanlar oluyordu.

Esed kabîlesinden Abdullah İbn Süleym ile Münzir İbn Müşmail anlatıyor: “Haccımızı yapmıştık. Şimdi tek arzumuz Hz Hüseyin’e yetişmekti Nitekim Kûfe’ye varmadan da yetiştik.
Hüseyin(ra), Esedoğullarından bir adamın yanından geçti. Onunla konuşmaya, ona bir şeyler sormaya niyetlendi, sonra bundan vazgeçip yoluna devam etti. Onun arkasından adamın yanına vardık. Haberleri sorduk. “-İnsanlar ne yapıyor?” dedik. “-Ben Kûfe’den ayrılmadan Müslim İbn Akîl ve Hânî İbn Urve öldürülmüştü. Onların
ayaklarından tutularak çarşıda sürüklendiğini gördüm,” dedi.

Adamla konuştuktan sonra Hz Hüseyin’in peşinden yetiştik. Kûfe’de olanı ona da haber verdik. Defalarca; (إِنَّا للهِ وَ إِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ) “Biz Allah’ın kullarıyız, onunuz ve ona döneceğiz,” dedi. Ona; “-Allah için, Allah için kendi canını düşün! Kendini koru!” dedik. “-Onlardan sonra yaşamanın ne hayrı var?” diye cevap verdi.
Hüseyin(ra) çok üzülmüştü. Sözleri hem üzüntüsünü, hem ümit kırıklığını aksettiriyordu. Derin derin iç çekti. Haberle birlikte kara bulutlar çökmüş gibiydi. Kaybedilen canlar, can dostlar ve kaybolan ümitler…

Kûfe yine öbür çehresini göstermişti. Acı veren ve çirkin olan çehresini. Hz Hüseyin’in yanındakilerden biri; “Vallahî Müslim’le sen aynı değilsin,” dedi. “Kûfe’ye sen varsaydın, insanlar hemen çevrende yer alırdı.” Bu doğru muydu? Hakîkaten alırlar mıydı veya ne kadarı alırdı. Bunların hakîkî cevâbını Allah bilirdi. Müslim’in biât edenler gibi önceden yanında yer alırlar sonradan dağılırlar mıydı?.. Onu da Allah bilirdi. Ancak ortada bir gerçek vardı: Bütün bunlar üzüntüyü dağıtmıyor, gidenleri geri getirmiyordu.

Hz Hüseyin’in kâfilesinde Akîl’in oğulları da vardı. Kardeşlerinin ölümünü ve uğradığı muâmeleyi duymuşlar, yürekten yaralanmışlardı. Geri dönme fikrini kabûl etmediler. “-Hayır!” diyorlardı.”İntikâmımızı almadan ya da kardeşimizin tattığını biz de tatmadan geri dönmeyiz!”

Hüseyin(ra) yola devam etti. Zerûd denilen mevkîye ulaşınca kendisiyle mektûb gönderdiği Kays’ın ölüm haberini aldı. Acısına acı eklendi. “-Bizim safımızda olduğunu söyleyenler bizi hayâl kırıklığına uğrattı. Kolumuzu kanadımızı kırdılar,” dedi. Çok üzülmüştü. Ümîdleri, istikbâle âit düşündükleri derin yaralar almıştı. Aldığı yaraların acısını kalbine gömerek yanındakilere döndü ve büyüklüğünün gereğini yaptı:
“-Kim ayrılmak isterse hiç sıkıntı duymadan ayrılabilir. Bize bağlılık mecbûriyetiniz yok,” dedi. Bu; “-Durumu görüyorsunuz. Bu yolun ucunda dünyâlık ümîdi yok. Sıkıntılar ve acılar var. Belki de ölüm var. Sizi bunların içine sürüklemek istemiyorum. Bu durumu bilerek kendi karârınızı verin. Ayrılmayı seçenler serbesttir. Onları kınamıyoruz,” demekti.

Bu sözün arkasından garîb bir el değmiş gibi çevresindeki insanlar sessizce sağa sola dağılmaya başladı. Kûfelilere yakışan bir başka davranış yaşanıyordu. Geriye Hz Hüseyin’in Mekke’den yola çıktığı insanlar kaldı. Ölüme kadar onunla olmayı göze alanlar.

Ayrılanlar kınanmadı, kendilerine sitem edilmedi. Ancak her gidenin arkada burukluk bırakmadığı, giderken de içleri rahat gittiği elbette ki söylenemez...
10 Şubat 2014 13:48
enderhafızım
Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434

Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-42

Kûfe’ye Son Mektûb ve Elçi Kays

Hz.Hüseyin ve kâfilesi “Zi’r-Rumme denilen vâdîye, bu vâdîde yer alan el-Hâcir denilen mevkîe ulaşmışlardı. Hüseyin(r.a), yanında bulunanlardan Kays İbn Müshir es-Saydâvî’yi bir mektûbla Kûfe ehline gönderdi. Gönderdiği mektûbda şunlara yazıyordu:

بســـم الله الحمن الرحــــيم"
: من الحسين بن على إلى إخوانـه من المؤمنـين و المسلمـين
سلامٌ عليكم. فإنى أحمد إليكم الله الذى لا إلـه إلا هو. أما بعد
فإن كتاب مسلم بن عقيل جاءنى يخبرنى فيه بحسن رأيكم و اجتماع ملئِكم على نصرنا و الطلب بحقنا. فنسأل الله أن يحسن لنا الصنيع و أن يثيبكم على ذلك أعظم الأجر
و قد شخصت إليكم من مكّـة يوم الثلاثاء لثمانٍ مضين من ذى الحجـة يوم الترويـة. فإذا قدم عليكم رسولى فاكتموا أمركم و جدّوا. فإنى قادمٌ عليكم فى أيـامى هذه إن شاء الله تعالى.
."و السلام عليكم و رحمة الله و بركاتـه

“Bismillahirrahmanirrahîm
Hüseyin İbn Alî'den mü’min ve müslümân kardeşlerine,
Allah’ın selâmı üzerinize olsun. Sizler sebebiyle kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a hamd ederim. Sonra;
Müslim İbn Akîl’in mektûbu bana ulaştı. Mektûbda kanâat güzelliğinizi, ileri gelenlerinizin bize destek, yardım ve hakkımızı taleb için bir araya geldiklerini haber veriyor. Rabbimizden bizlere güzel ameller nasîb etmesini, bu tavrınız sebebiyle sizleri de ecirlerin en büyüğü ile mükâfaatlandırmasını dilerim.
Salı günü, Zilhicce ayının sekizinde, Terviye Günü Mekke’den size doğru yola çıktım. Gönderdiğim elçi size ulaşınca durumunuzu ve çalışmalarınızı gizli tutun. Gayretlerinizi hızlandırın ve hazırlanın. İnşâAllah bu günlerde yanınıza ulaşacağım.
Vesselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.”

Müslim’in gönderdiği mektûb, şehâdetinden 27 gün önce Hz Hüseyin’e ulaşmıştı. Kays ile gönderilen bu mektûb yazıldığında ise o hayâtta yoktu.

Kays, Hz. Hüseyin’in mektûbunu alarak Kûfe’nin yolunu tuttu. Kâdisiye’ye ulaştığında İbn Ziyâd’a bağlı komutanlardan Husayn İbn Nümeyr[1] tarafından ele geçirildi. Husayn, askerler tarafından yakalan Kays’ı artık hem Basrâ hem de Kûfe’nin valisi olan Ubeydullah İbn Ziyâd’a gönderdi. Bir zâlim bir başka zâlime yaranmak için önüne çıkan fırsatı, eline geçen her imkânı değerlendiriyordu. O da bir başka zâlime…

Şimdi yeni bir zulüm çarkı dönmeye başlamıştı. İşleyen zulüm çarkı basit bir çark da değildi. Zulüm çeşidi olduğu gibi bir insanın hakîkî madenini ve maden değerini ortaya çıkaran, asıl duygularını açığa vuran davranışlardı. İbn Ziyâd, Kays’a; “-Kasrın tepesine çık!” dedi. “Orada Alî İbn Ebî Tâlib yalancı oğlu yalancıdır, oğlu Hüseyin de öyledir, diye bağır!” dedi. Kays, önceden Müslim’in de çıkarıldığı yere, kasrın tepesine çıkarıldı. O da Müslim gibi kalpleri başka, kendileri ve davranışları başka millete şimdi yüksekten bakıyordu.
İnsanlar yeni bir utanç sahnesi seyretmek üzere toplanmışlardı. İbn Ziyâd ve adamları güçlü olmanın tadını çıkarıyor, aşağıdan kasrın tepesine bakarak Kays’ın Hz.Alî’ye ve Hz. Hüseyin’e dil uzatan sözlerini bekliyorlardı.
Can tatlıydı, Kays’ın önünde başka çıkar yol yoktu. Elbette beklediklerini yapacaktı. Kays, kendisinden istenenleri söylerse sanki hakîkat de böyle olacaktı; İbn Ziyâd ve adamları haklı bir davânın yolcuları sayılacaklardı. Herkes heyecânla söyleneceklerin, olacakların şâhidi olmak istiyordu. Seyredenler arasında kimlerin kalbi acıyla sızlıyor, kimlerin gönlü buruklukla bekliyordu,kimler “-oh olsun!” diyordu, bilemiyoruz. Bu saniyeler içinde belki de en sâkîn olan Kays’tı. Ne diyeceğini bir o biliyordu, bir de Allah. Her şeyi her yönüyle bilen ve hesâb günü gelince hükmü verecek olan…

Kays, önce hamd ü senâda bulundu, sonra bütün gücüyle haykırdı:
“-Ey İnsanlar! Hüseyin İbn Alî şu anda yaşayan insanların en hayırlısıdır. O, Rasûlullah’ın kızı Fâtıma’nın oğludur. Ben, onun size gönderdiği elçiyim. Ondan ayrıldığımda Zî’r-Rumme vâdîsinde el-Hâcir denilen yere ulaşmıştı. Onun davetine icâbet edin, ona itâat edin, onun sözünü dinleyin!” Şimdi içi rahattı. Mektûbu ulaştıramasa bile Rabbi ona mesajı ulaştırma imkânı sunmuştu. Görevi bitmişti, içi rahatlamıştı. Ancak yapmak istedikleri henüz bitmemişti. Yine haykırarak Abdullah İbn Ziyâd’a ve babasına lânet etti. Hz.Alî için de Hz.Hüseyin için de mağfiret diledi.

Bütün bunlar İbn Ziyâd’ı çıldırtmıştı. Yanında olsa ağzını kapatır ya da onu köşkten aşağı atardı. Hiçbiri olmadan Kays beklenmeyeni, herkese ibret olması gerekeni yapmıştı. Öfkeyle Kays’ın aşağı atılmasını emretti. Aşağı itilen Kays, zemine doğru uçuyordu. İçi rahattı. Ulaştıracağını ulaştırmış, söyleyeceğini söylemişti. Kendisini zâlimin insâfına bırakmamış, küçük düşürmemiş, aksine zâlimlerini küçültmüştü. Artık dünyâyı terk zamanıydı…Zemine hızla çarptı. Neredeyse kırılmadık kemiği kalmamıştı. Henüz ölmemişti. Bir kılıç darbesi acılarına son verdi…

Kılıcı kullanan, yanındakilere; “-Acı çeksin istemedim,” dedi. Yüreklere derin bir burukluk çöktü. İbn Ziyâd, zafer tadı tadamamıştı. Kays’ın tavrı ve sözleri bütün heves ve arzularına gem vurmuştu. Şimdi cansız bedeni yerde yatıyordu. Ancak kazanan o olmuştu. Seyreden gözler, içindeki duyguları dışarı vuramayan yürekler, onu takdîr eden duygularla atar olmuştu...
*

[1] Husayn İbn Nümeyr: Ubeydullâh İbn Ziyâd’a bağlı, sertlik ve şiddetiyle tanınan bir komutandır. Mekke’de Mescîd-i Harâm’a sığınan ve oradan müdâfaaya devam eden Abdullah İbn Zübeyr ve adamlarını kuşatarak Mescîd-i Harâm’ı mancınıkla taş yağmuruna tutan da odur. Hicrî 67 (Miladî 686) yılında Musul yakınlarında İbrâhîm İbn Eşter’le yapılan savaşta ölmüştür. (El-A’lâm 2/ 262)
10 Şubat 2014 13:29
enderhafızım
Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434

Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-41

Hz. Hüseyin, Mekke’den ayrılmadan önce umre yapmak istedi. Hacca kalmama kararındaydı. Onu ihrâmlı olarak Mültezem’de (Hacerü’l-Esved ile Kâbe kapısı arasında) gördüler. Yanında Abdullâh ibn Zübeyr(r.a) vardı. Her ikisi de ayaktaydı. Konuşuyorlardı. Vakit kuşluk vaktiydi. Güneş yükselmişti, canlıydı. Abdullâh, Hz. Hüseyin’e; “–İstersen aramızda kal, ümmetin idâresini sen üstlen. Yanında yer alır sana destek oluruz. Sana biât eder, bilgi ve tecrübemizi paylaşırız,”dedi.
Hüseyin(r.a) cevâb verdi: “Babam bana bir koçunun olacağını, kanının helâl kabûl edileceğini anlatmıştı. Bu koçun ben olmasını istemiyorum.”
“–O zaman burada kal. Beni işin başına geçir. Sözünden çıkılmayacak, sana karşı gelinmeyecek.”
“–Bunu da istemiyorum.”
Sonra çevredeki insanlar tarafından duyulmaması için seslerini alçalttılar. Bir süre daha böylece konuştular. Güneş iyice yükselmişti. Münâdîler, Minâ’ya çıkış için sesleniyorlardı.
Hüseyin(r.a) tavâfını, arkasından da Safâ, Merve arasında sa‘yını yaptı, saçını kısaltarak umresini tamamladı ve ihrâmdan çıktı.
Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ın sözleri de paylaşılması gereken sözlerdendi: “–Çıkma! Allah, Rasûlullah’ı(sav) dünyâ ile âhiret arasında muhayyer bıraktı, dilediğini seçecekti. O, âhireti seçti. Sen ondan bir parçasın. Sen de dünyâya ulaşamazsın.”
Vazgeçmeyeceğini anlayınca da sarılarak ağladı ve vedalaştı…

Kûfe Yollarında

Zilhicce’nin 8.günü(Terviye günü), insanlar Minâ’ya doğru akarken Hüseyin(r.a) Kûfe’ye doğru yola çıktı. Yanında, âilesi, yakınları ve onlara yoldaşlık eden Kûfeli 60 kişi vardı.
Hüseyin(r.a) ve yanındakiler Mekke’den ayrılmış gidiyorlardı. Harameyn nâibi Amr İbn. Sa‘îd’in gönderdiği bir ekip yolunu kesti. Başlarında nâibin kardeşi Yahyâ İbn Sa‘îd vardı. Hz.Hüseyin’e;
“- Geri dön! Nereye gidiyorsun?” dedi.
Tavır küstahça, söz emredici idi. Hüseyin(r.a) onlara da sözlerine de aldırmadı, yoluna devâm etti. İki gurup arasında sürtüşme oldu. Kamçılar ve âsâlar havalandı. Darbe sesleri duyuldu.
Gelen gurubun engelleme niyetinin ciddîyeti anlaşılınca Hz. Hüseyin’in çevresindekiler sertleşti ve gelen ekibi gerilemeye zorladı. Hüseyin(r.a) yoluna devâm ederken Yahyâ’nın sesini duydu:
“–Ey Hüseyin! Allah’tan korkmuyor musun? Halîfe’ye bağlı bir cemâate karşı çıkıyorsun. Söz bir noktada toplandıktan sonra ümmetin birliğini dağıtıyorsun!”
Ne kadar garîbdi? Herkes hâdiseye bir başka taraftan bakıyordu. Yezîd’e biât ümmetin birliği olmuş, Hüseyin(r.a) ise parçalayanı, dağıtanı. Yezîd’e itâat takvâ, karşı çıkmak da isyân ve bozgunculuk…
Hüseyin(r.a) bu sözlere şu âyetle cevap verdi:

( ل۪ي عَمَل۪ي وَ لَكُمْ عَمَلُكُمْ اَنْتُمْ بَر۪يۤؤُنَ مِمَّاۤ اَعْمَلُ وَ اَنَا بَر۪يۤءٌ مِمَّا تَعْمَلُونَ )

“Benim amelim bana, sizin amelleriniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız ben de sizin yağtığınızdan uzağım, berîyim.” (Yûnus 10 / 41).

Bu, Rabbimizin kulu ve Rasûlünden inkârcılara vermesini istediği cevâbdı. Âyet, “Rabbin bozguncuları, fesâd çıkaranları en iyi bilendir,” âyetinden sonra geliyordu.
Bu sözlerin arkasından iki kâfile birbirinden uzaklaştı.

Kâfile Ten’ îm’de ilerlerken Yemen nâibi Büceyr İbn Ziyâd el-Himyerî’nin Yezîd’e gönderdiği hey'etle karşılaştı. Yezîd’e hediyeler gidiyordu. Elbise boyamak için vers (turuncu boya) ve kumaşlar vardı. Hz.Hüseyin’in kâfilesi bunlara el koydu. Yüklü develeri kiraladı, üzerindeki bütün malların ücretini ödedi. Kâfile çok geçmeden yolda Farazdak ile karşılaştı. Farazdak, Hz.Hüseyin’i tanımıştı. Kendisi Irâk’tan geliyordu. Selâm verdi. Ardından; “–Allah, arzuladığına nâil etsin, emeline ulaştırsın,” dedi. Hz.Hüseyin ona insanların durumunu sordu. Irâk’ta geride bıraktığı insanlar ne düşünüyor, nasıl davranıyordu. Hüseyin(r.a) bunu merâk ediyordu. Etmeliydi de.

Farazdak, Hz Hüseyin’’in ne murâd ettiğini biliyordu. Sorusuna verdiği cevâb az, öz ve ibretliydi:
“–İnsanların kalbi seninle, kılıçları Ümeyyeoğulları ile. Hüküm semâdan iner, Allah dilediğini yapar.”
Hz.Hüseyin; “–Doğru söylüyorsun,” dedi. “Geçmiş ve gelecek her şey Allah’ın takdîrinde. O dilediğini yapar. Her gün yeni bir tecellî ile karşılaşabiliriz. Hoşumuza giden bir kazâ tecellî ederse ni'meti için Allah’a hamd ederiz. Şükrünü edâ için yine onun yardımına sığınır, ondan yardım dileriz. Kazâ arzu ettiğimiz, ümîd bağladığımızla aramızı ayıracak şekilde tecellî ederse niyeti hak olan, iç dünyâsı takvâ dolan haddini hudûdunu bilerek hareket eder.”
Bu sözlerden sonra Hüseyin(r.a) bineğini hareket ettirdi ve; “Es-Selâmü Aleyküm!” diyerek Farazdak’tan ayrıldı. Farazdak, gönlü buruk olarak onun arkasından uzun uzun baktı. Sonra o da Mekke’ye doğru yoluna devâm etti.

Hüseyin(r.a), Zâtü Irk denilen mevkîe varıncaya kadar bir daha durmadı. Irâk istikâmetinden gelenler için mikât mahalli olan Zâtü Irk’ta konakladı.
O, yollarda iken Mervân’dan İbn Ziyad’a bir mektûb ulaşıyordu:
“Hüseyin İbn Alî sana doğru geliyor. O, Fâtıma’nın oğludur. Nefsini hiçbir şeyin tahrîk etmesine izin verme. Sonra hiçbir şey olanları örtemez. İnsanlar onu unutamaz. Dünyâ durdukça anılmaya, konuşulmaya, dillerde dolaşmaya devâm eder.”

İbn Ziyâd’a Yezîd’den de başka bir mektûb geldi:
“-Bana Hüseyin’in Kûfe’ye doğru yola çıktığı haberi ulaştı. Diğer zamanlar içinde senin zamanın böyle bir imtihânla karşı karşıya. Diyârlar içinde de senin belden. Diğer canlılar içinde de sen bu imtihânla yüz yüzesin. Hürriyetini kazanmak da köleler gibi esârete düşmek de bu imtihâna bağlı.”

Hz.Hüseyin’in oğlu Alî’den gelen bir bilgiye göre Hz.Ca'fer’in oğlu Abdullâh(r.a), oğulları Avn ve Muhammed ile bir mektûb göndermişti. O hâlâ Hüseyin’i durdurmak, daha doğrusu korumak için çırpınıyordu. “Mektûbum sana ulaşınca yola devâm etme, beni bekle,” diyordu. “Gittiğin yer helâkin olacak, ehl-i beytin yok edilecek diye korkuyorum. Eğer sen yok edilirsen İslâm’ın nûru söner. Sen hidâyet yolcularının temel direği, yol arayanın yolunu bulacak nişânı, alemisin. Mü’minlerin ümîdisin. Yol almak için acele etme. Ben mektûbun peşinden yoldayım, geliyorum. Vesselâm.” Böyle diyordu. Sanki hep birlikte olacakları hissetmiş gibiydiler. Hakîkî dostlar felâketi önlemek için çırpınıyorlardı.

Abdullâh İbn Ca’fer mektûbu gönderdikten sonra Mekke nâibi Amr İbn Sa‘îd'in yanına vardı. Ona; “ – Hüseyin’e bir mektûb yaz. Ona emân verdiğini, can güvenliğini sağlayacağını söyle. Ona hayırlı düşüncelerini bildir, yakınlık göster. Mektûbunla ona güven ver, geri dönmesini iste. Kalbi mutmaîn olursa belki döner,” dedi. Esâsen Amr da bunu istiyordu. Hz.Hüseyin, sadece Rasûlullah’ın torunu olduğu için kıymetli değildi. O insan olarak da bulunmaz bir kıymetti. Emsâli nâdir bulunabilecek biriydi. Abdullâh’a; “Nasıl arzu ediyorsan benim ağzımdan öyle bir mektûb yaz. Sonra bana getir mühürleyeyim,” dedi. Abdullah nelerin söylenmesini arzu ediyorsa onların hepsini Amr’ın sözleri olarak yazdı. Sonra mektûbu Amr’a getirdi. Amr, mektûbu kendi mühürüyle mühürledi. Abdullâh ondan makûl bir şey daha istedi: “–Benimle birlikte ona güven verecek birini gönder.” Amr da kardeşi Yahyâ’yı gönderdi.
Abdullah ile Yahyâ, Hz.Hüseyin’e yetiştiler. Yazılan mektûbu kendisine okudular. Bu çırpınışlar da fayda vermedi. Hüseyin(r.a,) dönmeyi kabûl etmiyordu. Rasûlullah’ı(sav) rüyâsında gördüğünü ve kendisine bir emir verdiğini söylüyor; “–Ben o yolda devam edeceğim,” diyordu. “–Bu rüya nedir?” diye sorduklarında; “Rabbime kavuşuncaya kadar onu kimseye anlatmayacağım,” diyordu.
Abdullâh ve Yahyâ çâresiz geri döndüler...
10 Şubat 2014 13:29
enderhafızım
Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434

Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-40

Misver İbn Mahreme ise onu yazdığı bir mektûbla ikâz ediyordu: “Ehl-i Irâk’ın mektûbları da seni aldatmasın, İbn Zübeyr’in ‘yanlarına var, onlar sana yardım edeceklerdir,’ sözleri de.”

Belki de Mekke’de kalması için en çok ısrâr edenlerin başında Abdullâh İbn Abbâs(r.a) vardı. “Harem’i terk etme. Eğer Irâklıların gerçekten sana ihtiyâcı varsa, buraya ulaşmak için gerekirse develerle sahrâlar aşar yanına gelirler. Sen de çevreni saran bir orduyla, bir güçle buradan çıkarsın.”

Abdullâh’ın tavsiyeleri yerli yerindeydi. Hz. Hüseyin, Mekke’yi âilesi ile terk edecek, hepsi birden Irâk yollarına düşeceklerdi. Bu küçük kâfile her kötü niyetli birliğin, her Yezîd ordusunun veya ona yaranmak isteyen bir ordunun hedefi hâline gelebilirdi. Irâklılar, Hz. Hüseyin’i hakîkaten ümmetin başında görmek istiyorlar, ümmetin birlik ve dirlik bulma, izzet ve şeref dolu günlerine dönme ümîdinin ona bağlı olduğuna inanıyorlarsa, mektûb yazıp çağırmak yerine güçlü bir birlik ile gelir onu ve âilesini alır, koruma altında Kûfe’ye getirirlerdi. Yüzlerce fersah mesâfeyi tehlikelerle yüzleşerek aşmasına fırsat vermezlerdi.

Akrabâsından olan Bekir İbn Abdurrahmân yanına geldi. “-Amca oğlu!” dedi. “Irâk ehlinin babana ve kardeşlerine yaptığını gördün. Şimdi sen bu insanların yanına varmak için yola çıkmak istiyorsun. Onlar dünyâya kul olmuş insanlardır. Sana yardım vaad edeni bile karşına geçip seninle savaşabilir. Sana muhabbet besliyor olsa bile sevmediği insanların yanında yer alıp seni yardımsız bırakabilir, çâresizliğe terk edebilir. Allah için kendi canını korumanı hatırlatırım. Onun aşkı için ne olur kendini koru!”

Hz. Hüseyin onun bu sözlerine; “Amca oğlu Allah ecrini, mükâfaatını lutfetsin. Allah’ın takdîr ettiği ne ise o olur,” diye karşılık verdi.
Bu sözleri duyan Bekir; " ( إِنَّا للهِ وَ إِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ ) " dedi ve ekledi: “Artık Hüseyin’i Allah yoluna fedâ edilmiş sayıyoruz.”

Hz. Cafer’in Habeşistan hicreti sırasında dünyâya gelen oğlu Abdullâh bir mektûb yazmış, Irâklılar hakkında onu uyarmış, “-Allah için onların yanına gitme!” demişti. Hz. Hüseyin ona; “-Ben bir rüyâ gördüm. Rüyâmda Rasulullâh’ı gördüm, o bana bir şey emretti. Ona doğru gideceğim. Yapmam gerekeni yapıncaya kadar bu rüyânın ne olduğunu kimseye söylemeyeceğim,” cevâbını gönderdi.

Haremeyn Nâibi Amr İbn Sa‘îd İbn Âs’dan bir mektûb ulaştı. Mektûbda onu yanına çağırıyor şöyle diyordu: “Rabbimden sana rüşd ilhâm etmesini niyâz ederim, niyetlendiğinden de seni döndürmesini. Bana ulaştığına göre Irâk’a gitmeye azmetmişsin. Allah’ın seni ayrılıktan korumasını dilerim. Eğer can korkusu taşıyorsan bana gel. Benim yanımda emniyet, dostluk, iyilik ve yakınlık bulacaksın.”

Hz Hüseyin’in ona da cevâbı şu oldu:
“Eğer bana gönderdiğin mektûbda hayrımı, iyiliğimi ve dostluğumu istediysen Allah dünyâda da âhirette de seni mükâfaatlandırsın.
Allah’a çağıran, sâlih amel işleyen ve ‘hakîkaten ben müslümânlardanım’ diyen bir insan ayrılık çıkaran olamaz. Emniyetin en hayırlısı Allah’ın bahşettiği emniyettir. Allah’a inanmayan, dünyâ hayâtında Allah korkusu taşımaz.
Dünyâ hayâtında Allah’tan dilediğimiz korku, yarın kıyâmet gününde bize huzûr ve güven verecek korkudur.”

Rasûlullah’ın vefâtında genç bir sahâbî olan Abdullâh İbn Abbas(ra) artık Hâşim oğullarının büyüklerindendi. Kendisini yakınlarından mes'ûl hissediyor, Hz. Hüseyin ve âilesinin âkıbeti onu korkutuyordu. Hz. Hüseyin’in yanına gelerek defâlarca onunla konuştu, kalmak için iknâ etmeye çalıştı. Kendisi anlatıyor: Hüseyin(r.a), Mekke’den çıkış hakkında benimle istişâre etti. Ona; “İnsanlar davranışımızı hafîf bulmayacak olsa ellerimle başını sımsıkı tutar, seni gitmeye bırakmazdım,” dedim. Bana cevâbı şu oldu: “Herhangi bir yerde öldürülmem Mekke’de öldürülmemden daha iyidir. Olacaksa bu şekilde olmasını tercîh ederim.”
Beni Hüseyin hakkında tesellî eden bir şey varsa, onun bu sözleridir[1]

Gitme kararını ilk duyduğunda da yanına gelmiş; “-Amca oğlu insanlar senin Irâk’a gitmek istediğini konuşup duruyorlar. Ne yapacaksın, bana açıkça söyle!” demişti. Hz. Hüseyin, onun bu sözlerine; “-Bu bir-iki gün içinde inşâAllah yola çıkma kararındayım,” diye cevâb verdi. Duyduğu sözlerle İbn Abbâs üzülmüş; “-Bana söyler misin?” demişti. “Başlarındaki idâreciyi yok etmişler mi, düşmanlarını kovmuşlar mı, beldelerini zabt u rabt altına almışlar mı? Eğer bunu yaptılarsa yanlarına git. Emîrleri hayâtta ve başlarında ise, idâreyi elinde tutuyor, beldeye dirâyetle hükmediyorsa ve memûrları vergileri topluyorsa, onlar seni fitneye ve savaşa çağırıyorlar demektir. İçim rahat değil, insanları sana karşı kışkırtırlar, kalblerini senin aleyhine çevirmenin yollarını bulurlar. Seni dâvet eden insanlar sana karşı en şiddetli insanlar hâline gelirler.”

Bu sözler yerli yerinde sözlerdi. İyiliğini isteyen bir insanın sözleriydi. Hz. Hüseyin ona geçiştirici bir cevâb verdi: “ - İstihâre yapacağım. Ne olacağına yeniden bakacağım.” İbn Abbâs(r.a) yanından ayrıldı, Abdullâh İbn Zübeyr(r.a) girdi. O da ne yapmak istediğini sordu. Hüseyin(r.a); “ - Kendi kendime Kûfe’ye gitme kararı verdim. Orada bulunan taraftârlarım ve şehrin eşrâfı yanlarına gelmem için bana mektûb yazdılar. İstihâre yapacağım.”
Abdullah İbn Zübeyr(ra); “Senin taraftârların gibi taraftârlarım olsaydı, ben onlardan vazgeçmezdim,” dedi. Sözleri gitmeye teşvîk eder gibiydi.

Çok geçmedi, o gün akşam veya ertesi gün Abdullâh İbn Abbâs dayanamayıp Hüseyin’in yanına yine geldi. “-Amca oğlu! Sabretmeye çalışıyorum, sabredemiyorum,” dedi. “Bu yolda ilerlersen hayâtını kaybedeceğinden korkuyorum. Irâk ehli gadretmekten çekinmeyen bir millet. Onların hâli seni kandırmasın. Irâklılar, düşmân bildikleri kimseleri diyârlarından sürünceye kadar bu beldede kal. Ondan sonra yanlarına var. Bu gerçekleşmezse Yemen’e git. Orada kaleler, koruması kolay dağ arası beldeler ve sarp yollar var. Orada babanın taraftârları da var. Şâmlıların hükmü altındaki insanlardan uzakta ol. Onlara mektûb yaz, aralarına dâvetçilerini yay. Bunu yaparsan bir süre sonra arzu ettiğin noktaya geleceğini ümîd ederim.”

Bunlar öncekinden daha da yönlendirici fikirlerdi. Hz. Hüseyin onu dikkatle dinlemişti. Ne demek istediğini anlıyordu, iyi niyetini de biliyordu. “–Amca oğlu! Vallâhî biliyorum ki sen şefkatli bir nasîhatçisin. Ancak ben gitmeye azmettim.” İbn Abbâs’ın yerli yerinde bir tavsiyesi daha vardı: “ - Eğer mutlaka gitmeye niyetlendiysen hac mevsimi geçinceye kadar bekle. Hacda birçok insanla karşılaşırsın, neler düşünüyor, meyilleri nedir, iç dünyâlarında neler taşıyorlar öğrenirsin. Sonra karârını buna göre verirsin.” Abdullâh(r.a) bunları söylediğinde Zilhicce ayı girmiş, Arafat’a çıkışa sayılı günler kalmıştı. Hüseyin(r.a) bu teklîfi de kabûl etmedi. O karârını vermişti, Irâk’a gidecekti. Abdullah dayanamadı, acı da olsa kalbinden geçeni söyledi: “-Gideceksen bâri çocuklarını ve hanımlarını götürme. Vallâhî Osmân’ın, hanımı ve kızlarının gözü önünde öldürüldüğü gibi senin de kadınların ve çocuklarının gözleri önünde öldürülmenden korkuyorum.” Bu da yerli yerinde bir tavsiye idi, ancak yine icâbet edilmedi. Abdullâh’ın ısrârları fayda vermedi.
Hüseyin(r.a); “–Başka diyârda öldürülmem Mekke’de öldürülmekten, başka diyârlarda kanımın helâl kabul edilmesi Mekke hareminde helâl kabûl edilmesinden daha iyidir. Bunu tercîh ederim,” diyordu. Çâresiz kalan Abdullâh İbn Abbâs ağlıyordu.
“-Bu davranışın Zübeyr’in oğlunu sevindirir,” diyor, gözyaşları içinde Hz. Hüseyin’in yanından ayrılıyordu.

Üzüntülüydü, öfkeliydi. Kapıda Abdullah İbn Zübeyr’i gördü.
“–Ey Zübeyr oğlu!” dedi. “İstediğin oldu. Arzuladığın gerçekleşiyor. Gözün aydın! Ebû Abdullah[2] (Hüseyin) buradan ayrılıyor. Hicâz’ı sana bırakıyor.” Sözleri sitem doluydu. Sitemine bir de şiir ekledi:

"ياَ لَكِ مِنْ قَنْبَـرَةٍ بِمَعْمَـرِ | خَلاَ لَكِ الْجَوُّ فَبِيضِى وَ افْرَخِـى
وَ نَقِّرِى كَماَ شِئْتِ أَنْ تُنَقِّرِى | صَيَّادُكَ الْيَوْمَ قَتِـيلٌ فاَبْشِـرِى"

“Ey geniş topraklarda yaşayan kanbere[3] kuşu!
Gökyüzü şimdi senin, istediğin gibi yumurtla, istediğin gibi yavrula.
Ne kadar ötmek istiyorsan artık dilediğince öt,
Bu gün avcın öldü, müjdeler olsun sana!”

O, Abdullâh İbn Zübeyr’in de Hz. Hüseyin’i durdurmasını istiyordu. Kendisi gibi o da kalması için ısrâr etmeliydi. Ancak aksini görüyordu. Abdullâh İbn Zübeyr(r.a) hiçbir zaman Hz. Hüseyin’e muhâlefet etmemişti. Yanına gelir, diğer insanlarla birlikte sohbetine iştirâk ederdi. Mekke’ye ulaşan ve başta Hz. Hüseyin’i hedef alan Yezîd güçlerini o göğüsler, o püskürtürdü. Ancak söz ve davranışları Hz. Hüseyin’i Irâk’a gitmeye teşvîk yönündeydi. Abdullâh İbn Abbâs(r.a) bunu; “Sen Irâk’a git de Hicâz bana kalsın,” manâsına anlıyor, böyle değerlendiriyordu. Abdullâh’ın bütün söz ve davranışları değerlendirildiğinde de ortaya bu manâ çıkıyordu.

Hz Hüseyin, Medîne’ye haber gönderdi. Abdülmuttalîboğullarından durumu müsâid olanları yanına çağırıyordu. Kardeşleri, kızları ve hanımlarından meydana gelen 19 kişi olarak Mekke’ye geldiler. Kardeşi Muhammed İbn Hanefiyye[4] de onlarla berâber gelmişti. Bu günlerde Mekke’den ayrılma karârının doğru bir karâr olmadığını söyledi, kalması için o da ısrâr etti. Ne var ki Hz. Hüseyin’i iknâ edemedi. Muhammed, kendi çocuklarının Hz Hüseyin’le yola çıkmasına izin vermedi. Onun bu davranışı ister istemez Hz. Hüseyin’de kırgınlığa sebeb oldu. Ona; “–Bizim başımıza gelenin çocuğunun başına gelmesinden mi korkuyorsun?” dedi. Kırgınlığı sözlerinden belli oluyordu. Muhammed bu kırgınlık taşıyan soruya cevâb verdi: “-Çocuğumun veya âilemin başına geleceklerden senin başına gelecek benim için çok daha önemli.”
Onun bu sözleri Hz. Hüseyin’in gönül kırgınlığını kısmen yatıştırmıştı. Ancak hiçbir söz onu kalmaya râzı edememişti.

[1] El-Bidâye ve’n-Nihâye (8/ 161).

[2] Ebû Abdullâh, Hz. Hüseyin’in künyesidir. Bir insanın künye ile anılması ona hürmet manâsı taşır, ona değer verildiğini gösterir.

[3] Kanbera veya kubbera kuşu, açık alanlarda yaşayan küçük yapılı, Türkçe’de “çekik kuşu” veya “tuğrul kuşu” diye anılan kuştur. Şiir İthâfü’l-Verâ isimli eserde (2/ 47) “kubbera” kelîmesiyle zikredilir.

[4] Muhammed İbn Hanefiyye, Hz. Hüseyin’in baba bir kardeşidir. Yani o, Hz. Ali’nin oğludur. Annesi Hanîf kabîlesinden olduğu, biraz da Fâtıma’nın oğlu olmadığının anlaşılması için İbn Hanefiyye diye anılmıştır. Annesinin adı Havle’dir.
Hicrî 21. yılda Medine’de dünyâya geldi. Son derece bilgili, takvâ sâhibi ve çok cesur bir insandı. Hicrî 81 yılında da vefât etmiştir. Hakkında bize ulaşan birçok bilgi vardır. (A’lâm 6/ 270).
10 Şubat 2014 13:28
enderhafızım
Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434

Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-39

İbn Ziyâd bir öncekini söylememiş gibi tekrar etti: “-Seni öldüreceğim!”
“-Bana yakınlarıma vasiyette bulunma fırsatı ver.”
Müslim bunu istiyordu çünkü kendini rahatsız etmeye başlayan bir mektûbu vardı. Hz. Hüseyin’e yazdığı mektûb.
“-Et bakalım!”
Müslim, meclîste bulunanlara göz gezdirdi. Orada bulunanlar arasında Sa’d İbn Vakkâs’ın(r.a) oğlu Ömer de vardı. Ona seslendi:
“-Ey Ömer! Seninle aramızda akrabalık bağı var. Şu anda sana ihtiyacım var. Söyleyeceğim sırdır. Kasrın tenhâ bir köşesine çekilelim.”

Ömer kalkamadı. İbn Ziyâd’dan çekindiği, ondan izin beklediği belli oluyordu. İbn Ziyâd izin verdi. Gelen izin üzerine kalktı. İbn Ziyâd’ın bulunduğu salonda bir kenara çekildiler.
Müslim yerine getireceğine inandığı Ömer’e; “-Kûfe’de 700 dirhem borcum var. O borcu benim yerime sen öde. Bedenimi de İbn Ziyâd’dan iste ve göm. Hüseyin’e haber gönder. Ben ona Kûfe’deki insanların biât edip yanında yer aldığını yazmıştım. O şimdi yollara düşmüş geliyordur,” dedi.

Söyleyecekleri bu kadardı. Sözleri bitince yerlerine döndüler. Müslim’in tavrı, İslâm şuûru taşıyan her mü’minin tavrıydı. Şimdi üzerindeki yükü kısmen boşaltmış, biraz rahatlamıştı.
Ömer, Müslim’in onu kendine yakın bulması ve bir kenara çekerek konuşması ile kendini töhmet altında hissediyor olacak ki bütün söylediklerini İbn Ziyâd’a aktardı. Müslim’in isteklerini reddetmenin manâsı yoktu, izâhı da yoktu. Bütün istekleri kabûl etti ve yerine getirilmesini istedi. Hz. Hüseyin’le ilgili birkaç kelîme söyleme ihtiyâcı duydu: “-Hüseyin’e gelince; o bizi hedef seçmezse biz de onu hedef seçmeyiz. Eğer bizi kendine hedef seçer üzerimize gelirse, biz de elimiz kolumuz bağlı durmayız.”

Müslim, şimdi hazırdı. Kimseye söyleyeceği bir şey yoktu. Esâsen yaşananlar çok şey anlatıyordu. Ancak orada bulunanlar anlamak istemiyorlar, anlamaya niyetli görünmüyordu.

İbn Ziyâd, Müslim’in kasrın tepesine çıkarılmasını emretti. Çok geçmeden Müslim kasrın tepesindeydi. Kendisini seyreden herkesten mânen yüksek olduğu gibi şimdi mekân olarak da yüksekteydi.

Bütün gözler ona kilitlenmişti. Kalplerden geçenleri ise Allah bilirdi. Kendisini seyredenler arasında birkaç gün önce ona biât edenler de vardı. Şimdi yaşadıkları sürece unutamayacakları bir ibret levhasının son bölümünü seyrediyorlardı.

Gözler ona bakarken Müslim kasrın tepesinde yüksek sesle tekbîr, tehlîl getiriyor, Allah’ı tesbîh ediyor, Rabbinden mağfiret diliyor, salât ü selâm getiriyordu. Ardından yanık yüreğinden gelen şu duâ duyuluyordu:

" !اللَّهُمَّ احْكُمْ بَيْنَنـَا وَ بَيْنَ قَوْمٍ غَرُّونـَا وَ خَذَلُونـَا"

“Allah’ım! Bizi aldatan, yardımsız bırakıp çâresiz duruma düşüren bir millet ile aramızdaki hükmünü sen ver!”

Bu, Müslim için duâ, onu aldatan, çâresizliğin kucağına teslîm eden, zâlimlerin eline düşürenler için bedduâ idi. Bir milletin bu şekilde anılması ve târîhte hep böyle yâd edilmesi ne kadar kötüydü. Müslim’in bu sözleri aynı zamanda Kûfe’de yaşadıklarının bir özetiydi.

Sonra Müslim için dünyâ hayâtı bitti. İnen kılıç acıları, çileleri, hıyânetleri, vefâsızlıkları, yorgunlukları, sataşmaları ve küstahlıkları geride bıraktı. İlâhî hesâb için yeniden açılıncaya kadar defteri kapandı.

Kılıcı indiren Bükeyr İbn Hamran’dı. Bükeyr, önceki mücâdelede Müslim’in yaraladıklarından biriydi. O zaman birçok arkadaşı ile bilikte Müslim’e diş geçirememişlerdi. Verilen emânla kılıcını teslîm eden, eli-kolu bağlı kalan Müslim’in cellâdı o olmuştu. O da bu cellâdlığı âhirete taşıdı. Sonra kestiği başı kasrın üstünden aşağı attı. Peşinden de bedenini…

Târîh, 60. Hicrî yılın Zilhicce ayının 9. gününü gösteriyordu. Sonra Müslim’i evinde barındıran Hâni' İbn Urve’yi yakaladılar. Onun başı da hayvan pazarında vuruldu. Başsız bedeni Künâse denilen mevkîde asıldı. Vefâdan pek nasîbi olmayan Kûfe halkına ibret olsun istenmişti. Yoksa, bu cinâyetlerde sizin de payınız var, “Sebep olduğunuzu iyi seyredin” mi denmek istemişti?

Ölümler, Müslim ve Hâni’ ile bitmedi. Kûfe halkı biâtlarından dönüşlerinin daha birçok eserini gördüler. Çünkü İbn Ziyâd tarafından ipler artık iyice ele geçirilmiş, Kûfe’de ölüm çarkı işlemeye başlamıştı. Müslim’in şehâdetinden önce vurguladığı gibi; kan dökerek sultayı elde tutmayı kendilerine idâre tarzı seçenler yeniden ölüm saçmaya, kan dökmeye başlamışlardı.

Müslim’in yanında yer alıp yardım eden, ona biâta teşvîk eden birçok insan öldürüldü ve başları Şam’a, Yezîd’e gönderildi.
Bu başlarla beraber Kûfe’de neler olduğunu, nereden nereye gelindiğini bildiren bir mektûb da Şam’a ulaştırılmıştı.
Sanki Kûfe’de hasad mevsimi gelmişti. Ancak biçilen, hasad edilen ekinler değil, insanlardı.

Allah Rasûlü(s.a.v.), Vedâ Hutbesi'nde; “Bu belde nasıl mukaddes bir belde, bu an nasıl mukaddes bir zaman dilimi ise kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız birbirinize öylece mukaddes, öylece harâmdır!” diyordu.

Şimdi ise ne kadar mü’min kanı dökülür olmuştu…
10 Şubat 2014 13:27
enderhafızım
Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434

Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-38

İçeriden haber geldi. Haber üzerine Müslim’i, Vâlî İbn Ziyâd’ın huzûruna çıkardılar. Müslim, şimdi can düşmanının önündeydi.
Dünden bu güne durum ne kadar değişmişti. Dün daha güçlü mevkîde olan kendisiydi. Şimdi çâresiz, kolu kanadı kırıktı. İbn Ziyâd’a selâm vermedi. Onun selâm vermediğini gören muhâfız devreye girdi. “-Emîre selâm vermeyecek misin?” dedi.
Bu soru değil emirdi. “Unuttuğun bir şey var, yerine getir,” demekti.
Müslim; “-Hayır!” dedi. Eğer katlimi istiyorsa selâmın ne manâsı var. Katlimi istemiyorsa istediğiniz kadar selâm veririm.”
Bunu söylerken “Nerde o insâf!” der gibiydi.

Vâlî, ona yöneldi ve ithâm eden bir üslûbla konuşmaya başladı: “-Ey İbn Akîl! İnsanların yanına geldin. Onlar birlik ve dirlik içindeydiler. Onları böldün, parçaladın. Artık aynı sözü konuşmaz oldular. Onları birbirlerinin aleyhine kışkırttın, birbirlerini öldürmeye teşvîk ettin.”
Müslim; “-Hayır!” dedi. “Bunun için gelmedim. Geldim çünkü şehir halkı, babanın izzet ve şahsiyet sâhibi hayırlı insanları katlettiğini, insanların kanlarını haksız ve manâsız sebeplerle döktüğünü, Kisrâların, Kayserlerin yolunu tuttuğunu, onların kendi halkına yaptığını müslüman halka yaptığını düşünüyorlar.
Biz insanlara hak ve adâleti emretmek, onları Allah’ın kitâbı ile hükmetmeye davet için geldik.”

Müslim’in sözleri İbn Ziyad’ı öfkelendirmişti.
“-Ey fâsık! Sen nerede, bu söylediğin nerede? Bu dediğini neden Medîne’de içki içerken yapmadın?!” İbn Ziyâd’ın sözleri de Müslim’i öfkelendirdi. Allah şâhiddir ki o hiçbir zaman içki içmemişti. Aklından bile geçirmemişti. Karşısındaki alçak da bunu biliyordu. Aklına gelen her nev'î yalan ve iftirâ ile onu halkın gözünde yaralamaya, küçük düşürmeye çalışıyordu. Her şahsiyetsiz insanın üste çıkma gayretlerinden biri daha sergileniyordu. Hep bu şekilde sefîhçe bir yol tutarlardı. Müslim; “-Ben mi içki içiyorum?” dedi. ”Allah’a yemîn olsun ki Rabbim senin yalan söylediğini biliyor. Sözünü hiçbir bilgiye dayanmadan söylediğini de biliyor.
İçki içecek biri varsa sensin. Buna benden çok daha yakın olduğun bir gerçek. Ben asla senin söylediğin gibi biri olmadım. Müslüman kanlarını dökenler, bunu kendilerine hayât tarzı seçenler, Allah’ın mükerrem kıldığı canlara hiçbir haklı bir hükme dayanmadan kıyanlar, nice hayâtı zulümle söndürenler, bazen sırf öfkelendiği, bazen de kapıldığı vehmi bahâne edinerek insan katledenler, arkasından hiçbir şey yapmamış gibi çalıp oynayanlar benden daha çok içkiyle anılmaya lâyıktırlar.”

İbn Ziyâd, Müslim’i halkın önünde horlamak, küçük düşürmek istiyordu. Ancak böyle devam ederse kendisi küçük düşeceğe benziyordu. Müslim’in sözleri iyi nişân alınmış oklar gibi hedefini daha iyi buluyordu. Çünkü hedef geniş bir hedef, Müslim de iyi bir okçuydu. İşlediği cürümler, gevşek hayât tarzı Müslim’e geniş bir hedef sunuyordu.

Esâsen meclîste hazır bulunanlar şu anda güçlünün yanında olsalar, düşerek yükseldiklerini zannetseler de kimin ne olduğunu iyi biliyorlardı. Müslim’le eşit şartlarda söz yarıştıramayacağını İbn Ziyâd da biliyordu. Askerleri ile güçlü olmanın, Müslim’in de önünde çâresiz kalışının kendisine sunduğu imkânı sonuna kadar kullanıyordu. Altta kalmamak için yeniden sesini yükseltti:
“-Ey fâsık! Nefsin hayâller kuruyordu, sen de o kuruntular dünyâsında yaşıyordun. Fakat Allah seninle hayâllerinin, kuruntularının arasına set çekti. Çünkü sen buna ehil değildin, Allah da nasîb etmedi.”

Konuşma şeklinden durumunu silâh olarak kullandığı açık olarak anlaşılıyordu. Bununla hem kendini hem de Müslim’e biât ettikten sonra ahde vefâsızlık edenleri, yan çizenleri, sonunda onu yalnızlığa terk edip bu duruma düşürenleri rahatlatmaya çalışıyordu.

Onun dediğine göre Allah, Müslim’i ehil görmemişti. Ehil olan İbn Ziyâd mıydı? Yoksa herkesten daha ehil Yezîd miydi? Ya da şu anda seyreden insanlar, verdikleri ahde sadâkatsızlığa, zulmün yanında yer almaya, onlara güvenerek yola çıkan insanı satmaya, şimdi de hıyânetin meyvelerini toplamaya mı ehildi?Müslim kötüydü, fâsıktı da onlar mı iyiydi. İnsanlara zulmedenler, kan dökerek idareyi elde tutmayı meslek edinenler mi iyiliğin temsilcisiydi? Akla gelen bir şey daha vardı: Yoksa bu insanlar bütünüyle iyiye lâyık değil de Ubeydullah İbn Ziyâd gibi birinin idâresinde yaşamaya mı lâyıktı?

İlk sataşmaların peşinden aralarındaki konuşma şöyle devam etti.
“-Ziyâd oğlu! Sence ehil kim?”
“-Mü’minlerin Emîri Yezîd.”
“-Her hâl ve durumda Allah’a hamd olsun. Biz, Rabbimizin sizinle bizim aramızdaki hükmüne râzıyız.”
“-Sanki idâreye hakkınız varmış gibi bir zan taşıyorsun?”
“-Hayır vallahi! Bu zan değil. Bu kesin bir hakîkat.”
Bu sözün arkasından yine tehdît devreye girdi:
“-Eğer seni, İslâm târîhinde şimdiye kadar hiç kimsenin öldürmediği bir şekilde öldürmezsem Allah canımı alsın!”
“-İslâmda olmayan bir şeyi İslâm’a sokmaya çalışmak sana zaten yakışır. Bildiğin en kötü öldürme yollarından, işkencelerden hiçbirini ardına koyma. Yazarlarınızdan, câhillerinizden öğrenip kazandığınız ne kadar habîs huy, çirkin ahlâk varsa onları da ardına koyma.”

İbn Ziyâd, elinde bulundurduğu güce dayanarak Müslim’e, Hz Hüseyin’e, hattâ bu dünyadan göçüp giden Hz. Alî’ye hakâretler yağdırdı. Konuşmaları giderek çirkefleşti. Onu çıldırmış gibi gören Müslim sustu. Onun düştüğü çirkefliğe düşmek, kirli bataklığa saplanmak istemiyordu.

Hezeyânları biten İbn Ziyâd yine; “-Seni öldüreceğim!” dedi.
Müslim, ölüme zaten hazırdı. “-Öyle olsun!” diye cevâb verdi. Bütün bunlar Abdurrahmân’ın verdiği emânın burada geçmeyeceğini gösteriyordu. Müslim’in de zaten böyle bir ümîdi yoktu...
10 Şubat 2014 13:27
enderhafızım
Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434

Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-37

Muhammed İbn Eş‘as, vasiyeti yerine getirdi. Geri dönmesi için Hz.Hüseyin’e haberci gönderdi. Kûfe’ye dört günlük mesâfenin kaldığı bir noktada haberci Hz.Hüseyin’e ulaştı. Hem Hz.Hüseyin hem de yanındakiler haberciye ve getirdiği habere güvenmediler. Hüseyin(r.a); "كُلُّ ماَ حَمَّ الْإِلٰـهُ وَاقِعٌ." “Allah’ın takdîr ettiği ne ise o olur,” diyor ve ekliyordu: “Canlarımızın ve ümmetin başına geçen insanların fesâdının da muhâsebesini Allah huzûruna bırakıyor, hakîkî karşılığın orada olacağına inanıyoruz.”

Müslim, kasrın kapısına gelmişti. Önceden orduyla geldiği ve kendilerinden başka kimsenin olmadığı kapıya. Kapıda kendilerine giriş izni verilmesi için emîrler ve şehrin ileri gelenleri bekleşiyorlardı.Bunların içinde Müslim’in önceden tanıdıkları ve Müslim’i önceden tanıyanlar vardı. Askerler arasında, bir katır üzerinde kapıya gelen Müslim, kanlar içindeydi. Katırdan indi. Yüzü kanlı, elbiseleri kanlıydı. Vücûdunun birçok yerinde yara vardı. Yaraları ve kaybettiği kan onu halsizleştirmişti. Susuzluk içini yakıyordu. Kapı yanındaki bir testide soğutulmuş su vardı. Suya doğru yöneldi. Bağrının yangınını söndürmek istiyordu. Orada bulunanlardan biri mâni oldu: “Cehennemin kızgın sularından içmeden bunu içemezsin,” dedi.

İnsanoğlu, insanlığını kaybedince ne kadar çirkefleşebiliyordu. Rahmân’a kul olmak yerine şeytâna uşak olma gayretinde olan ne kadar çok insan vardı. İblîs, ne kadar çok insanın kanına karışmak için yol bulabiliyordu. Onun bu davranışı tamamen vâlîye yaranma gayretiydi. Hâliyle de İblîs’in hoşuna giden bir davranıştı.

Müslim bu küstaha; “–Yazıklar olsun! Sen kimsin?” dedi.
Adam bu soruya hazır gibiydi; cevap verdi: “Ben, senin inkâr ettiğin hakkı bilen, sen onu aldatırken imâmı lehine nasîhatte bulunan, sen karşı gelip isyân ederken dinleyen ve itâat eden. Ben, Müslim İbn Amr el-Bâhilî. Adları aynıydı, Ahlâkları ne kadar farklıydı ve ne kadar farklı cephelerde duruyorlardı!

Müslim ona; “Nahîle oğlu! Ne kadar kuru, ne kadar kaba ve küstahsın. Vallahî cehennemim kaynar sularına da, Cehennem ateşinde ebediyyen kalmaya da sen benden çok daha uygunsun,” diyerek karşılık verdi. Bu nevî sözler ve davranışlar bedenine aldığı yaralardan daha çok canını yakıyordu.

Bu sözlerden sonra arkasını duvara dayayarak oturdu. Su içmesine müsâade edilmemişti. Yorgunluk, halsizlik ve susuzluk sesebiyle ayakta zor durur hâle gelmişti. Umâra İbn Ukbe İbn Ebî Muayt, hizmetinde bulunanlardan birini evine gönderdi. Hizmetçi ağzında mendil olan bir testi getirdi. Testi su doluydu. Yanına kâse de almıştı. Kâseyi doldurarak halsizlik ve susuzluğun çökerttiği Müslim’e uzattı. Müslim kâseyi alırken o elindeki testiyi ikinci döküş için hazırladı. Çünkü kanlar içindeki bu insana bir kâse suyun yetmeyeceğini biliyordu.

Onun davranışları Müslim’in dikkatini çekmişti. Bir önceki çiğ davranış ile bu hizmetkârın davranışları birbirinden ne kadar farklı idi. Müslim ise suyu içmekte zorluk çekiyordu. Yaralı dudaklarından, dişlerinden, başından ve şakağından akan kanlar suyu içilmez hâle getiriyordu. Biraz içtikten sonra tamâmen kızıla boyanan suyu dökmek zorunda kalıyordu. Birkaç hamleyle de olsa susuzluğunu bastıracak kadar su içti. Susuzluğu yatışmıştı. Acıları ise çoğalmıştı. Suyla birlikte ön dişleri de düşmüştü. Demek ki döğüş sırasında ağır bir darbe almışlar, düşmeye hazır bu anı beklemişlerdi.
Yeniden sırtına duvara dayarken; “-Allah’a hamd olsun!” dedi. “-Demek ki, taksîm edilen dünyâ nimetlerinden içtiğim bu su kadar daha payım kalmış imiş.”

Acılar içinde olsa da aklına hamdetmek gelmişti. Bu suyun belki de dünyâ nimetlerinden son payı olduğunu ifâde ediyordu...
10 Şubat 2014 13:26
enderhafızım
Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434

Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-36

Fırtına durmuş, her şey bitmiş gibiydi. Yelelerini indiren bir aslan gibi sâkînleşti. Bir katır getirdiler ve onu katıra bindirdiler. Her tarafı kan içindeydi. Tek sâdık dostu olan kılıcını elinden aldılar. Şimdi kendisini koruyacak hiçbir şeyi yoktu. Şimdi bütünüyle teslîm alanların insâfına, Abdurrahmân’ın emân vaadine kalmıştı.

Çâresizdi, kimsesizdi, dostsuzdu. Döğüşürken kalbinde duyduğu öfke giderek dibi bulunmaz, uçsuz bucaksız bir hüzne dönüştü. Kendi istemese de tutmaya çalışsa da belli etmemek için çaba gösterse de önüne geçemedi, hüznün tetiklediği gözyaşları yanaklarından aşağı süzülmeye başladı. İnsanların önünde ağlayacağı hiç aklına gelmezdi. Şimdi ağlıyordu. Gözyaşları sanki iç dünyâsındaki volkanı, ümitsizliği, duyduğu çâresizliği dış dünyâya boşaltıyordu.

Verilen sözde de durulmayacağını veya durulamayacağını hissediyordu. İbn Ziyâd gibiler ona yaşama hakkı vermeyeceklerdi. Nâmert olanlar şimdiye kadar hangi sözünde durmuş, hangi hukûka riâyet edeceklerine dâir kendilerine güven duyulmuştu ki…

Gözyaşlarını kendi hâline bırakmıştı. Onlar dökülmeye devam ediyordu. Kendisi için mi, “gel” diye mektûb yazdığı Hüseyin için mi, yoksa uğradığı vefâsızlık için mi, hissettiği yalnızlık ve çâresizlik için mi bilmiyordu. Boşanmış ağlıyordu.

Artık kendi canından da vazgeçmiş katırın kendisini götürdüğü yere gidiyordu. Dudaklarından;

(إِنَّا للهِ وَ إِنَّا إِلَيْـهِ رَاجِعُـونَ)

“Biz Allah’ın kullarıyız, onunuz ve ona döneceğiz,” (Bakara [2] / ) sözleri döküldü.

Biraz önce aslanlar gibi dövüşen bu insanın ağlayışını çevresindekiler de yadırgamıştı. İçlerinden biri; “-Senin yapmaya kalktığını yapmak isteyen birinin başına, senin başına gelenler gelse o ağlamazdı!” dedi.Aynı duruma düşmeyen birinin konuşması, fikir yürütmesi ne kadar kolaydı. Ancak onun bu sözleri, Müslim’in derin üzüntüsünün asıl sebebini ortaya çıkartmaya yaradı. O, Hüseyin’i Kûfe’ye çağırmıştı. Binlerce insanın kendisine biât ettiğini haber vermişti. Hüseyin(r.a) yola çıktıysa dehşetli bir uçuruma doğru ilerliyor demekti. Buna sebeb olan da kendisiydi.
Kûfe’ye belli bir gâye için gelmişti. İyi başlamıştı, sonu gelmemişti. O başarması gereken şeyi başaramamıştı, olması gereken olmamıştı, yanılmıştı, yanıltılmıştı…

Şimdi içindeki duygular daha canlı, hüznün kaynağı daha açık ve netti. Laf atana cevap verdi: “ - Kendim için ağlamıyorum. Hüseyin için ağlıyorum. Hüseyin’in âilesi için ağlıyorum. O, bugün veya dün size doğru yola çıktı. Mekke’den buraya geliyor.” Asıl; “-Benim gibi o da size güvendi. Yazdığınız mektûblara, verdiğiniz sözlere, akidlere, ısrarlı dâvetlere inandı. Mekke’den yola çıktı, siz vefâsızlara doğru yol alıyor. Helâke doğru ilerliyor, âilesi ve çocukları ile geliyor,” demeliydi, kan akan dudaklarından yukarıdaki kelimeler dökülmüştü.

Sonra kendisine emân veren Abdurrahmân’ın babası Muhammed İbn Eş‘as’a döndü. “–Ey Allah kulu! Bana verdiğiniz emânı yerine getiremeyeceğinizi görüyorum. İmkân bulabilirsen benim ağzımdan Hüseyin’e haber gönder. Bu iyiliği yapabilirsen yap. Haberci ona; “Beni İbn Akîl gönderdi. O Kûfelilerin elinde esir, sabah mı öldürülür, akşam mı bilmiyor. Senden âilenle birlikte dönmeni istiyor. Kûfe halkı seni aldatmasın, diyor. Onlar, babanın adamlarıydı. Ancak ya ölmesini veya öldürülmesini bekleyerek ondan ayrılmayı isteyen adamları. Kûfe halkı sana da bana da yalan söyledi. Gözüyle gören yalan söylemez, desin. Ona önmesini söylesin,” dedi.

Muhammed İbn Eş’as, Hz Hüseyin’e haber verilmesi için söylenen sözleri kendilerine de söylenmiş kabûl etti. Tesîrinde kalmıştı. “-Vallahî söylediğini yapacağım. İbn Ziyâd’a da sana emân verdiğimizi söyleyeceğim, dedi.

Müslim, her şeye rağmen bu insanların Hz. Hüseyin’i sevdiklerini biliyordu. Kendi yaşadığını onun da yaşamasını istemezlerdi. Hem Hz. Hüseyin’in geri dönmesi bölgede yeni bir kargaşa yaşanmasını da önlerdi.

Müslim’in sözleri aynı zamanda vasiyet gibiydi...
10 Şubat 2014 13:24
enderhafızım
Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434

Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-35

Bir taraftan taş yağmuru devam ederken evin çatısını örten kamışları, dolayısıyla da damın yükünü taşıyan kirişleri ateşe verdiler.

Duman, evin içini doldurmaya başlamıştı. Ateş giderek çatıda yayılıyordu. Sıcaklık dayanılmaz bir hâl almıştı. Müslim, kılıcı elinde dışarı fırladı. Çâresiz kalıp dışarı çıkışını bekleyenlerin üzerine atıldı. Hâlâ mücâdeleye devâm ediyor, vazgeçeceğe de benzemiyordu.

Dışarda bekleyenler ve Müslim’in saldırısı ile karşı karşıya gelenler yaralı aslana saldıran sırtlanlar gibiydiler. Ona yaklaşamıyorlar, çevresinden de ayrılmıyorlardı. Yaklaşmaya, sinsi ve ânî bir darbe indirmeye çalışıyor, onun hamlesiyle geri çekiliyorlardı. Tavırları canı tatlı olanların tavırlarıydı.

Müslim ise her şeyi göze alan bir yiğidin, kaslarında kalan son enerjiyi, son gücü kullanmaya azimli bir insanın kararlılığı ile dövüşüyordu. Çevresindekileri dağıtınca kısa nefesler alıyor, onların saldırısı ile yeniden harekete geçiyordu…

Kaldığı evin sâhibi olan Eş‘as’ın torunu Abdurrahmân artık dayanamadı. Onun bu gözü karalığı ve kararlılığı, bedeninden akan kanlara rağmen yılmadan vuruşması şefkatini ve hayranlığını celbetmişti. “-Can güvenliğini ben sağlayacağım! Seni koruyacağım!” dedi. Bu, emân manâsına geliyordu. Bir müslümanın emân verdiğine başkaları dokunamazdı. Emân verilen insan, verenlerin hukûkuna riâyet ettiği gibi emân verenler de emân verdikleri insanların can ve mâl emniyetini temîn ederlerdi. Bu, İslâm hukukunun bir gereği idi.

Allah Rasûlü(sav) şöyle buyuruyordu ki;

المـُسْلِمُونَ تَتَكاَفَأُ دِماَءُهُمْ ؛ يَسْعَى بِذِمَّتِهِمْ أَدْناَهُمْ وَ يُجِـيرُ عَلَيْهِمْ))

(( أَقْصَاهُمْ وَ هُمْ يَدٌ عَلَى مَنْ سِوَاهُمْ

“Müslümanların kanları birbirine denktir. İctimâî açıdan en düşük olanın verdiği güven dahî geçerlidir. En uzağı bile koruma hakkına sâhibdirir. Onlar, başkalarına karşı tek bir eldir…” [1]

Abdurrahmân onu sevmiş, takdîr etmişti. O, Allah Rasûlü’nün amcasının oğlunun oğluydu. Yiğit bir insandı. Onun bu hâli, içini burkmuştu. Onu kurtarmak istemişti. Ancak verdiği söze sâdık kalabilir veya zâlimler karşısında yerine getirme gücü bulabilir miydi?Abdurrahman’ın bu tavrı, yangının içinde hissedilen meltem gibiydi. Müslim’i kısmen durgunlaştırmıştı. Abdurrahmân’ın silâhsız olarak yaklaşmasına ve elini tutmasına izin verdi...

[1] Sünen-i Ebû Dâvûd, Cihâd (3/ 183-185 H. No: 2751), Sünen-i İbn Mâce, Diyât (2/ 895 H. No: 2683- 2685).
Bu Konuda 10 fazla Cevap bulunuyor. Bütün Cevapları görmek için buraya tıklayın.

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Mesaj Yazma Yetkiniz Var
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.