Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.MEDİNEWEB FORUM GENEL.::. > Genel Konular > Serbest Kürsü > oylesine....

Konu Başlıkları: oylesine.... Konu Cevaplama Paneli
Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın
Aşağıdaki Kutuya Sorunun cevabını Yaz ( Bakara )
Başlık:
  
Mesajınız:
Trackback:
Kaynak olarak Ekle
Başlık Sembolleri
Konunun başında Sembol kullanmak için aşağıdaki Listeden bir Sembol seçiniz:

Diğer Seçenekler
Diğer Ayarlar
Değerlendirme
İsterseniz bu Konuyu buradan değerlendirebilirsiniz.

Konuya ait Cevaplar (Yeniler yukarda)
15 Şubat 2015 11:44
ali70
Cevap: oylesine....

Benim inandığım sistemde,
Sabah bir masumun öldürüldüğünü duyarsanız,
Akşam darağacında sallanan birini görürsünüz.

- Necip Fazıl Kısakürek
26 Aralık 2014 10:24
hakaşığı
Cevap: oylesine....

nefsimizin sesini tanıyalım...
26 Aralık 2014 10:22
hakaşığı
Cevap: oylesine....

Müslüman fikir ve ilim adamları için tabii ki “emin” bir yol gerekir. Hakikatle meşgul olan fikir ve ilim adamlarının, bu meşguliyetlerini, farkına bile varmadan, nefs ve şeytan vasıtasıyla yapıyor olmaları ne kadar kötü bir haldir. Hakikat berraktır, insanın hakikate muhatap olacağı zihni ve kalbi evreninin de berrak, temiz, emin olması gerekir. Bu seviyenin en alt basamağı, nefsin sesini tanımaktır.
*
İnsan zihni kaotiktir. İnsanın zihni evrenini “nizami” bir altyapıya kavuşturması fevkalade zordur. Akl-ı Selim, bunun yollarından biridir. Ne var ki akl-ı selimin oluşma süreci, çok çetin, çok çetrefilli, çok zordur. Bu sebeple elde edilmesi herkese nasip olmuyor. Öyleyse zihni evren ile ilgili temel meseleleri anlamak ve bunlar için gereken tatbikatları yapmak şart. Zaten nefsin sesini tanıma ameliyesi, aynı zamanda akl-ı selimin oluşma sürecindeki birinci basamaktır.
Mütefekkirlerin (Müslüman fikir adamlarının) işi zor… Kolaya getirmeye çalışanlar, mesafe almadan tökezliyorlar. Mesafe alanlar da ileride tökezliyor, ileride tökezleyenler ise daha ağır bedeller ödüyor. Mesafe almak, nefs emniyeti kazandırıyor, kendini murakabe etme ihtiyacını ortadan kaldırıyor, bir şekilde doğru mesafe almışsa fakat nefsinin sesini hala tanımıyorsa, daha derinlerde tökezliyor ki, karşısına, ödeyemeyeceği bedeller çıkıyor.
Her konu sathında konuşuluyor ve tartışılıyor. Hiçbir konu derinlerine, kaynaklarına, ufkuna varılarak anlaşılmıyor, konuşulmuyor, tartışılmıyor. Hatta fikirde derinleşenler, derinlerden elde ettiği manaları zarflayıp piyasaya sunanlar, “soyut yazma, anlayan yok” gibi ithamlara muhatap oluyor, gerçekten de okunmuyor, anlaşılmıyor. Fakat bunun suçu, fikir adamlarında, çünkü fikirde (manada) derinleşemeyenler fikir adamlığının profilini oluşturuyor ve saf fikrin müşterisi kalmıyor. Meseleler derinliğine anlaşılmayınca da, koca koca fikir adamları (bunu espri sayın), temel meselelerde patinaj yapıyor, yanlış yapıyor, istikametten savruluyor. Ne var ki bunu adamlara anlatmak imkansız. Kendinin bulunduğu yerden (seviyeden) farklı görünüyor çünkü.
Kendinin bulunduğu seviyeden farklı göründüğü malum… Müslüman fikir adamı, insanda nefsin olduğunu, dünyada da şeytanın bulunduğunu bildiği halde, Müslümanın şahsiyet terkibinde bunların nasıl keşfedileceğini, nasıl tanınacağını, nasıl tedbir alınacağını bilmiyor, konuşmuyor, gündeme getirmiyor. “Yoksa nefsin ve şeytanın olduğuna inanmıyor musunuz?” diye sormak tabii ki abes, hepsi inanıyor. Tamam da be adam, bunların tefekkür faaliyetine, tefekkür süreçlerine neresinden katıldığını, karıştığını konuşmayacak mıyız, konuşmamalı mıyız? Afedersin senin bu konuda bir fikrin var mı? Sorumuzu mazur gör, bu zamana kadar görmedik de. Bundan daha önemli bir tefekkür alanı olduğunu mu düşünüyorsun? Öyleyse, zihni çalkantılarını, o çalkantılardan meydana çıkan tesadüfi kelime guruplarını (cümlelerini) fikir zanneden garibanın tekisin.
Nefisleriyle konuşuyorlar, nefisleriyle yazıyorlar, nefisleriyle itiraz ediyorlar, sorarsanız da, hakikati aradıklarını, beyanlarının da hakikate dair olduğunu iddia ediyorlar. Nefisleriyle konuşuyorlar derken, nefsi hareket ediyorlar anlamında değil, adamın fikir üretim sürecinin göbeğinde nefs var, nefs sadece tavrında değil, fikrinin merkezinde. Zaten mesele bu, yoksa tavırlarında nefsin görülmesi şimdiki dünyada sıradan bir hadise haline geldi.
*
İslamcılık meselesindeki tartışmaların bir kısmı, nefsin bas bas bağırdığını gösteriyor. Sadece isimlendirme meselesindeki patinaj bu meselenin görülmesini sağlamaya kafi. İsimlendirmeye itiraz edenler, itirazlarında tamamen haklı olsalar bile, “şarap kadehine konan sütü” döküyorlar. Sütün (muhtevanın) şarap kadehine konması kerihtir ama süt vasfını değiştirmez, eğer şarap bulaşmamışsa, süt olmaya ve içilmeye devam eder. En fazla gösterilecek tavır, şarap kadehindeki sütten istikrah getirmek ve diğer süt kabındaki sütten içmektir. Her ne olursa olsun sütün muhafaza edilmesi ve içilmeye devam edilmesi şarttır. İsimlendirmeye itiraz edenlerin, İslamcılara hasım olması, onlarla tartışması, karşı tarafa yönelik tek bir yazı yazmaması nasıl izah edilir? Hadiseye bakın, isimlendirmeye itiraz edenler, İslam’ı has haliyle, artırmadan, eksiltmeden, değiştirmeden kabul eden, anlamaya çalışan ve tatbik edilmesi gerektiğin söyleyen, bunu dert ve dava edinen Müslümanlara karşı mevzileniyor. Siz, zihni evreninizdeki efendinizin, nefsinizin sesini duymuyorsunuz ama onun sesi binlerce kilometreden farkediliyor.
İslamcılık meselesi dışında da sayısız misali var. Suriye’de, halkı ve Müslümanları katleden Yezid’in tarafını tutanlar, bunu kırk tane gerekçeyle yapmaya çalışanlar, hayatlarında bir defa bile olsa nefslerinin sesini farkedememiş olanlardır. Nefslerinin sesini asla tanımayan, zihni evrenlerinin merkezine oturan nefislerini göremez hale gelenlerdir. Çünkü Suriye’de halkın tarafını tutmak, “mevzuu” cihetiyle nefsin sesini bilmeyi mümkün kılan açıklıktadır. Mevzuundan bile nefsinin sesini bilemeyenler, onun sesini nasıl tanıyacaklar? Meselenin ehemmiyetini daha nasıl anlatalım, daha nasıl misallendirelim. Esed için mücahid diye bağıran “kör akıllı”ların mesuliyeti de “fikir adamlarında” değil mi? Fikir adamları, hala, asıl iştigal alanları olan tefekkür faaliyetini nefsten arındırma usulünü bile keşfedememişken, Müslüman gençliğin (içlerinde fikir adamı müsveddesi bile var) bu tür savrulmaları nasıl önlenecek? Ağız dolusu konuşuyorlar ama ne derinlik ne işe yarar bir fikir… Bu hal neyin nesi? Siz kendinizde misiniz yoksa nefsinizde mi, yahu neredesiniz?
26 Aralık 2014 10:03
hakaşığı
Cevap: oylesine....

nefsim sen olmez misin?
olenler gormez misin?
anla artık ne olur vazgeç
gunahı kendime haram kıldım!
26 Aralık 2014 05:22
hakaşığı
Cevap: oylesine....

Vakit seher.
Ufukta günün kızıl çiçeği açmak üzere.
Vaktin rahmine sabahın nutfesi düştü az önce.
Gecenin toprağında saklı ışıktan tohumlar başlarını uzatıyor.
Şimdi hatırla ki, sen de bir zamanlar yokluğun karanlığında yitiktin.
Unutulmuşluk toprağına gömülü bir tohumdun.
Kimsenin adını bilmediği, hatırını saymadığı bir yetimdin.
Hatırla ki, unutulmuşluğun toprağında Rabbin seni unutmadı.
Rabbin seni sahipsiz de bırakmadı.
Rabbin seni yokluk gecesinden varlığın şafağına eriştirdi.
Taze bir bahar gibi gün yüzüne çıkardı bedenini.
Ete kemiğe bürüdü ruhunu.
Gülden tebessümler giydirdi yüzüne.
Şimdi seher vakti.
Göz kapaklarının ardından kaç.
Gafletin gecesinden uyan.
Aç gözlerini sehere.
Aç kalbini Rabbine.
Uyan.
Uyan, yan ve an seni hiç unutmayan Rabbini.
Güneş ufukta yükselmeden, sen dualar ufkuna yüksel.
Herkes unutsa bile seni unutmayan Rabbini herkesin O’nu unuttuğu anda ananlardan ol.
Haydi kalk!
Kalk ve miracına eşlik et En Sevgilinin
Şimdi sabah!
Şimdi sabah namazı vakti…

Senai DEMİRCİ
25 Aralık 2014 20:16
hakaşığı
Cevap: oylesine....

Nefsi ile mücadelenin mükafaati

Vaktiyle meşhur Üsküdar yangınında, bir Paşanın kızı gece yangının korku ve telaşıyla evinden uzaklaşırGece çıkan yangın bütün mahalleyi sararÇok evler yanıp kül olurBu korku ile evinin yolunu kaybeden kızcağız, ne yapacağını şaşırırO zamanlar şimdiki gibi elektrik yokHer taraf karanlık, zindan gibiKızcağız, caminin yanındaki medreselerin birinde mum ışığı görür Pencereden bakarki, bir molla kitap okuyor ders çalışıyorKızcağız nereye sığınsın?Her taraf zifiri karanlıkCan korkusu bu, hani " denize düşen yılana sarılır" derlerKız, mollanın kapısını çalar

Molla kapıyı açar:Hayrola ne istiyorsun? derKız:Yangın korkusu ile evimizin yolunu kaybettim,bütün mahallemiz yanıp kül oldu Evimizi karanlıkta bulamıyorumMüsade ederseniz, sabah olup her taraf aydınlanıncaya kadar burada kalayım derMollada:Hay hay!Başım üzerinde yeriniz varderBuyurun orada yatağım var uzanın, korkmuşsunuz, istirahat edin, dinlenin der

Kız yangının verdiği korku ile hemen orada sedirin üzerinde uyuya kalır

Mollada dersini çalışmaya devam ederFakat şeytan ve nefsi mollaya musallat olurNe duruyorsun?20 senedir böyle fırsat ilk defa eline geçiyor, bak şu kızın güzelliğine der

Molla bir an düşünür ve hemen parmağını yanan mumun ateşine dayar, parmakları yanarMolla nasıl der, bir küçük mumun ateşine dayanamıyorsun, yarın cehennem ateşine nasıl dayanacaksın der
Bu hal sabaha kadar devam eder

Ey kötü nefis!20 senelik göz nurumu boşa gidermemBakasana bir mum ateşine dayanamıyorsun diye nefsi ile şeytanı yakar, yok eder

Sabah olurKız uyanır, teşekkür ederek evine giderKızın anası babası telaş içinde, göz yaşı dökerek bu zamana kadar nerede olduğunu sorarlar

Kızda, birşeyinin olmadığını söyler ve olanları anlatır

Paşa gidip mollaya teşekkür eder, birazda para vermek isterAma molla kabul etmezMolla şöyle der:
Efendim ben birşey yapmış değilim, ben zaten dersimi yapacaktım, kızınızda burada sabahın olmasını beklediler deyip kızın babasını geçiştirmek ister

Fakat kızın babası bu iyiliği karşılıksız bırakmak istemezIsrarla mollaya sorar:Allah aşkına molla! bana doğruyu söyleBütün parmakların sarılı neden? niçin bu kadar acı ve ızdıraba katlanıyorsun?Bunları bana bir bir anlat der

Molla:
Efendim benim sizin için yaptığım bir iyilik yok ki, bütün yaptıkları kendi menfaatim içindirBen yirmi senedir köyümden buraya ilim tahsil etmek için geldimAna baba hasreti ile yanıyorumBu sene icazet alıp anama, babama döneceğim senedir nefsimi terbiye etmeye çalıştımNefsimin terbiye olduğunu zannediyordumBu gün gördümki, terbiye olmamış, onu terbiye için mum ışığının ateşine dayanabilirmisin? dedim, dayanamadıİşte elimdeki sargılar bundandır, der

Koca paşa mollanın ellerini öper

Evladım der Eğer müsade edersen sana ufak bir hizmette bulunmak isterimGel bundan böyle benim köşkümün misafiri olİstersen seni evlat edinirimKabul buyururusan kızımı sana veririmBenim kızım senin gibi fazilette kemale ermiş, dinin bütün faziletlerini kendinde toplamış bir zata layık değil ama, benim kızımda fazilet numunesidir, diyerek fazilet örneği olan mollaya kızını nikahlar
25 Aralık 2014 20:11
hakaşığı
Cevap: oylesine....

Hallac-ı Mansur k.s. hazretlerinin oğlu anlatıyor: “Babamın idam edileceği günün gecesiydi. Ona dedim ki:
– “Kıymetli babam, seninle son gecemdir, bana nasihat et.”
Şöyle dedi:
– “Nefsin seni bir meşguliyete düşürmeden sen onu ilahî meşguliyete sok. Eğer başıboş bırakırsan seni hayvaniyetin içine çeker.”
Sonra da şöyle devam etti:
– “Sen öyle bir şeyle ahirete hazırlık yap ki, onun bir zerresi bile insanların ve cinlerin amelinden üstündür.”
-” Baba, o şey nedir” diye sordum.
-“Allah Tealâ’yı bilmek ve sevmektir” dedi.
25 Aralık 2014 19:51
hakaşığı
Cevap: oylesine....

bizler ne kadar alıştırdık acaba dilimizi kalbimizi zikre...
25 Aralık 2014 19:49
hakaşığı
Cevap: oylesine....

Varlıkların Ortak Dili
Öncelikle, Kur’an’ın kâinattaki bütün varlıkların O’nu zikrettiğini haber verdiğini hatırlayalım:
“Yedi kat gök, yer ve bunların içindekilerin hepsi Allah’ı tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların zikrini anlamazsınız. O çok halimdir, çok bağışlayıcıdır.” (İsra/ 44)
Her bir varlığın kendine ait bir dua ve tesbihi vardır, onu bilir ve yerine getirir (Nur/41). Zikir ve tesbih hangi dilde yapılırsa yapılsın, Yüce Rabbimiz yapanı bilir ve zikrini işitir. Çünkü bütün mülk O’nundur. Her şey O’nun sonsuz kudretiyle ve yüce iradesiyle vücut bulmuş, hayat sahnesine çıkmıştır.
Konumuzla ilgili ayet ve hadisler de bizlere bu gerçekleri öğretiyor: Her şey, kendi dili ve hali ile Yüce Yaratıcısı’nı zikreder. İlâhi kanun böyledir. Varlıkların zikir şeklini belki bizler fark edemeyiz. Ancak bir çeşit zikir yaptıkları muhakkak.
Kâinatta var olan her şey O’nu zikrederken, Allahu Tealâ akıllı insandan da sevgi ve iradeyle zikir yapmasını istemektedir. Çünkü insan, zikrin bütün çeşitlerini yapabilecek bir kabiliyette yaratılmıştır.
İbadetlerin Özü
Zikir bütün ibadetlerin özüdür. Bütün hak dinlerin ortak ibadetidir. Bütün peygamberler de bir anlamda insanlara zikri öğretmek için gönderilmişlerdir. Çünkü denilebilir ki insanın yaratılış gayesi zikirdir.
Zikir iki taraflıdır. Birincisi, Yüce Rabbimiz’in insanı zikretmesi, diğeri ise insanın Allah’ı zikretmesidir. Allah’ın sevdiği kullarını anması ile düşmanlarını anması elbette farklı olur. Dostları Allah’ı zikrederken Allah da onları anar.
İnsanın Yüce Rabbini zikretme ihtiyacı fıtratında gizlidir. Bu ihtiyaç hayatla başlar ve devam eder. Gerçek zikir öldükten sonra yapılır. Kabirde, mahşerde, cennette ve cehennemde zikir hiç kesilmez. Cennetlikler hamd ederek, cehennemlikler ızdırap içinde devamlı “ya Allah” derler. Fakat birisinde muhabbet, diğerinde mecburiyet, mahcubiyet ve pişmanlık vardır. Sonuçta, dünyada iman eden de inkâr eden de ahirette Yüce Allah’tan başkasını zikredemez.
Namaz niçin kılınır, zekât niçin verilir, hacca niçin gidilir, kurban niçin kesilir gibi binlerce soru sorulsa ve bir cevap istense, verilecek cevap zikirdir. Hiçbir ibadet, kendi başına hedef değildir. Namaz, oruç, zekât, hac, hizmet, güzel ahlâk, ilim, irfan, ihsan hep Yüce Yaratıcı’yı zikir içindir.
Zikir, kulluğun temel esası, tadı ve hedefidir. Zikir kalbin gıdası, ruhun safasıdır. Zikir sevginin ispatı, ilâhi dostluğun aynasıdır. Zikir sevginin ispatıdır. Zikretmeyen kimse sevgilisine yabancı, sevgisinde yalancıdır.
Zikir Allah’a Yaklaştırır
Zikir anmak, hatırlamak, unutmamak ve yad etmek gibi manalar taşır. Ancak, ondaki gizli mana sevmek, yüceltmek ve özlemektir. Zikrin aslı, gönülden masivayı yani Allahu Tealâ dışındaki her şeyi çıkarıp O’nu sevmektir.
En büyük ibadetlerden biri de namazdır. Ondaki tek hedef de bütün azalarla Allah’ı zikretmektir. “Beni zikretmek için namaz kıl” (Tâhâ/14) ayeti, namazdaki asıl hedefin rukû ve secde değil, bütün bunları yaparken Yüce Mevlâ’yı zikretmek, dil ve hal ile O’nu yüceltmek olduğunu ifade ediyor.
Bir de şu ayeti düşünelim: “Namaz kıl. Muhakkak ki namaz, insanı kötülüklerden ve hoş olmayan hallerden alıkoyar. Hiç şüphesiz Allah’ın zikri en büyüktür.” (Ankebut/45) Kulun Yüce Allah’ı zikretmesi her şeyden büyüktür. Yaptığı zikre karşılık olarak Yüce Allah’ın kulunu zikretmesi ise hiçbir şeyle ölçülemeyecek kadar büyük bir saadettir. Allahu Tealâ’nın “Siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim” (Bakara/152) müjdesi her çeşit zikri içine alır. Allahu Teala’yı zikretmek için bu müjde yeter.
Rasulullah A.S. Efendimiz zikrin yerini ve değerini şöyle ifade eder:
“Size amellerinizin en hayırlısını, Rabbimiz katında en temiz olanını, derecenizi en çok yükseltenini; altın ve gümüş infak etmekten, düşmanla karşılaşıp onları öldürmenizden veya şehit düşmenizden daha hayırlı olanını haber vereyim mi: Allahu Tealâ’yı zikretmek.” (Tirmizi, İbn-i Mace, Ahmed, Hakim)
Bir defasında yine Rasulullah A.S. Efendimiz’e, “Hangi cihad, hangi namaz, hangi oruç, hangi zekât, hangi sadaka, hangi hac daha faziletlidir?” diye sorulduğunda, hepsi için şu cevabı vermiştir: “Bunlardan hangisinde Allahu Tealâ daha fazla zikrediliyorsa, o en faziletlisidir.” (Ahmed, İbn-i Mübarek, Tebarani)
Bir ibadetin maddi şartlarda yapılması onun hedefinin zikir olmasını değiştirmez. Bilakis zikri çeşitlendirip hayatın her alanına yayar ve manasını derinleştirir. Kurban keserken yapılan zikrin manası ve tadı ile, oruç tutarken yapılan zikrin tadı ve manası aynı değildir. İkisi de bir zikir sebebidir. İkisi de kalbi Allah’a bağlama yoludur. Diğer ibadetleri de böyle düşünmeliyiz. Şu hadis-i şerif konumuzu anlamak için yeterlidir:
“Kâbe’yi tavaf etmek, Safa ile Merve arasında koşmak, şeytan taşlamak ancak Allah’ı zikretmek için emredildi.” (Ebu Davud, Tirmizi)
Eğer, “Hangi zikir daha faziletlidir?” diye bir soru sorulursa cevap aynıdır: Kalbin en fazla uyanık olduğu ve ihlâsla Yüce Rabbini yücelttiği zikir en faziletli olandır.
Müminler her yaptıkları amelin başında, içinde ve sonunda kalplerini kontrol etmeli. O amelle kalbinin ne derece uyandığına ve Yüce Allah’a ne kadar bağlandığına bakmalıdır.
Kurtuluş Sebebi
Şunu belirtelim ki, Allahu Tealâ’yı bir şekilde zikretmek farzdır. Bu zikrin bir sayısı ve sınırı yoktur. Müminlere verilen ilâhi emir şudur:
“Allah’ı çokça zikredin ki, kurtuluşa eresiniz.” (Enfal/45)
“Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin. O’nu sabah akşam tesbih edin.” (Ahzap/41-42)
“Allah’ı çokça zikreden erkekler ve kadınlar var ya, Allah onlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzap/35)
Allahu Tealâ’yı seven gafil olmaz. Gafil de, Allah’ın dostu olamaz. Zikir gaflet halinden kurtuluştur. Kalbi diri tutma çabasıdır. Bu ibadetin önemini vurgulamak için bütün arifler, bu dersi geçemeyen kimsenin velilik makamına eremeyeceğini belirtmişlerdir.
Zikir, hak yolcusunun en birinci amelidir. Tasavvuf terbiyesinin ana hedefi kalbi uyandırmak ve Yüce Allah’a bağlamaktır. Bütün mesele kalbin uyanmasıdır. Kalbi uyanmayan kimse, bir türlü taklidi imandan kurtulamaz. Bu haliyle kalp, ibadetin gerçek tadını alamaz. İlâhi emirlerdeki hikmeti ve inceliği anlayamaz.
Allahu Tealâ, dostlarının halini anlatırken onların zikre nasıl aşık olduklarını şöyle haber verir:
“Onlar öyle er kişilerdir ki, herhangi bir ticaret ve alışveriş işi onları Allah’ı zikretmekten, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar, yüreklerin ve gözlerin dehşetten ters döneceği ahiret gününden korkarlar.” (Nur/37)
“Onlar, ayakta otururken ve yanları üzeri yatarken devamlı Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler.” (Âl-i İmran/161)
Büyük müfessir Fahrüddin Razi, bu ayetin tefsirinde Allahu Tealâ’ya gerçek kulluğun ve dostluğun ancak bütün vücut azalarıyla Allah’a yönelmekle mümkün olduğunu belirtmiştir. (Tefsir-i Kebir)
Arifler, Fahreddin Razi’nin anlattığı bu hale “zikr-i sultani” derler ve onu şöyle tarif ederler:
“Zikr-i sultani, zikrin vücuda yayılıp bütün duygu ve düşünceyi tesiri altına almasıdır. Bu durumdaki kimse öyle hassaslaşır ki, bütün eşyanın zikrini hissedecek hale gelir. Her gördüğü varlıkla birlikte bir çeşit zikre geçer.”
Büyük veli İmam-ı Rabbani K.S. bu konuda şu mühim uyarıyı yapıyor:
“Kalbin Allah’tan gayri her şeyi unutacak derecede zikir içinde kaybolması ve bu halin Allah’a yakınlık sebebi olması için Ehl-i Sünnet inancına bağlı olmak şarttır. Ayrıca hak mezheplerden birisinin hükümleriyle amel etmek gereklidir. Bu, peşine düşülecek en büyük hedeftir. Cenab-ı Hak ile huzur ve sükûna ulaşıp tertemiz olan kalp sahipleri, eşyaya baktıklarında devamlı Yaradan’ı hatırlarlar. Kalpleri eşyaya takılıp kalmaz. Buna, kalbin Allah’ın sevgisi ve zikri içinde kaybolması denir. Velilikte ilk basamak budur ve diğer velâyet makamları bu halin üzerine gelişir.” (Mektubat)
Zikirde İlk Nokta
Başlanmayan hiçbir işten sonuç alınamaz. Zikirde ilk nokta, onun gereğine inanmaktır. Zikir fazilet değil, farz olarak görülmelidir. Sonra birinci adımı atmak gerekir. Taklitle de olsa zikre başlamalıdır. Kalbin uyanması için ona yönelmek şarttır. Zikirde devamlılık esastır. Vücudun zikre alışması, ısınması ve onu nefes alış verişi gibi tabii hale getirmesi için, devam edilmesi gerekir. Arifler işin çözümünü zikre başlamakta ve devam etmekte görmüşlerdir.
Allah’ın zikrini kalplerine nakşedenlere ne mutlu!
25 Aralık 2014 19:47
hakaşığı
Cevap: oylesine....

Günümüzde zikir denince boş oturan, yapacak başka işi gücü olmayan kimselerin yaptığı “olsa da olur, olmasa da” cinsinden bir ibadet akla geliyor. Bazı insanlar da beş vakit namazını kılan, Kur’an okuyan, ilimle uğraşan, haramlardan kaçan müminlerin gereken zikri yaptığını, ayrıca bir zikre ihtiyacı olmadığını düşünüyor. Oysa Yüce Yaratıcı’ya karşı yapacağımız en büyük vazife devamlı zikirdir. Zikir bütün ibadet çeşitlerini içine alan bir ameldir.
Günümüzde insanların o kadar kafaları karışmış ki, bir takım ibadetlere dahi önyargılı yaklaşılabiliyor. Allah’ın bir emri olan zikir de bu önyargının ve cehaletin kurbanları arasında. Bu sebeple olsa gerek, zikir deyince hayatla irtibatları kopuk, yarı mecnun insanların kendilerini adadıkları garip bir iş akla geliyor.
Oysa Mukaddes Kitabımız ve hadis-i şeriflerden öğreniyoruz ki, insanın Allah’a karşı yapacağı en büyük vazife zikirdir. Zikir bütün ibadet çeşitlerini içine alan bir ameldir. Onun belirlenmiş bir sınırı, zamanı ve miktarı yoktur. Çünkü zikredilen zat alemlerin Rabbi Yüce Allah’tır. O, her an zikredilmeye, sevilmeye ve övülmeye layıktır. Her varlık O’nun karşısında aciz ve O’nu anmaya muhtaçtır. Her şartta ve her an yüce Allah zikredilmelidir. Öyleyse varlık alemine adım attıktan sonra üzerimizden hiç kalkmayacak zikir vazifesinin ne olduğunu bilmemiz gerekiyor.
Bu Konuda 10 fazla Cevap bulunuyor. Bütün Cevapları görmek için buraya tıklayın.

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Mesaj Yazma Yetkiniz Var
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.