Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.MEDİNEWEB FORUM DİNİ KONULAR.::. > Muhtelif Dini Konular > İlmihal Bölümü

Konu Kimliği: Konu Sahibi Nesli_Nur,Açılış Tarihi:  04 Aralık 2012 (15:30), Konuya Son Cevap : 04 Aralık 2012 (15:30). Konuya 0 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 04 Aralık 2012, 15:30   Mesaj No:1
Meal Gurubu Üyesi
Medineweb Emekdarı
Nesli_Nur - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Nesli_Nur isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 20510
Üyelik T.: 01 Ekim 2012
Arkadaşları:24
Cinsiyet:
Mesaj: 1.012
Konular: 166
Beğenildi:76
Beğendi:1
Takdirleri:187
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Emri bil maruf ve nehyi anil münker

Emri bil maruf ve nehyi anil münker

EMRİ BİL MARUF VE NEHYİ ANİL MÜNKER

Bir şeyin, herhangi bir şeyle sıfatlanmasındaki, durumu iki şeklide açığa çıkar. Birincisi, o şeyin, kazandığı sıfatta en yüksek noktasına ulaşmasıdır. İkincisi ise bu sıfatın, o şeyde tam olarak yerleşmesi ve o şeyi başkasına tesir edecek ve kendi özelliğiyle özelleştirecek duruma getirmesidir. Konunun daha iyi anlaşılması için örnek verecek olursak; kar, kendi yapısında “soğuklukla” sıfatlanmıştır. Bu onun ilk ve asıl özelliğidir. Bununla beraber o, başkasını da soğutur. Bu ise onun ikinci özelliğidir. Böylece, salih bir kimsenin salihliğinde ilk özelliği kendi zatında salih olmasıdır. İkinci özelliği ise bu salihliğin tesiriyle başkalarını ıslah edici olmasıdır. Kötü bir adamın, kütülüğündeki ilk özelliği, kedisinin kötü olmasıdır. İkinci özelliği ise, başkalarını kötülük açısından etkilemesidir.
Bu genel kuraldan hareket ettiğimizde görürüz ki, kafir veya mü’min birisinin küfür veya imanda iki derecesi vardır. Kafir, küfür inancında iyice kökleştiğinde bu onun ilk özelliği olarak kendisi kafir olur. Fakat o bu durumuyla küfür açısından başkalarını da etkilemeye başlar ki böylece ikinci özelliği de açığa çıkmış olur. Bu ikinci özelliğiyle o, başkalarını da kendi inancına çağırır. İnsanları hak yoldan saptırmak ve onları batıl yola sürüklemek için güç sarfetmek gibi özellikleri vasıtasıyla, küfrü büyüleyici, etkileyici ifadeleriyle süsler veya silah gücüyle inancını yaymaya çalışır. Böylece ikinci özellik en açık şekliyle ortaya çıkar. Yine bunun gibi, mü’min imanında rasih (kökleşmiş), hakka itaatında kamil olduğunda, iman sıfatıyla sıfatlanması nedeniyle birinci özelliği kazanmış olur. Fakat bu sıfat onda kuvvetleşir, başkalarını hakka davet etmeye başlayacak derecede etkinleşirse iman sahibi olur. İnsanları hakka teslim olmaya davet eder. O kendisine verilen kalem ve lisan gücünü bu hizmette kullanmak temiz ahlakı ve güzel gidişatı ile bunların hizmetinde, bulunan insanları fiili olarak Allah’a teslim olmaya çağırıp, bunun için çalıştığında da ikinci özellik açığa çıkar. Böylece imanın kemal derecesini elde etmiş olur. Bu durum Kur’an’ın pek çok yerinde ve Rasulullah’ın (s.a.v.) birçok hadisinde çok açık olarak belirtilmiştir. Al-i İmran suresinde ehli kitaba şöyle seslenilmektedir:
“Ey kitap ehli! (Gerçeği) gördüğünüz halde, niçin Allah’ın ayetlerini inkar ediyorsunuz?” (Al-i İmran: 3/70)
“De ki; “ey kitap ehli! Gerçeği gör(üp) (bil)diğiniz halde, niçin Allah’ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek mü’minleri Allah yolundan çevirmeye çalışıyorsunuz?”
(Al-i imran: 3/99)
Bu iki ayetten, insanın küfründe ilk özelliğinin, sadece kendi seviyesinde, Allah’ın ayetlerini inkar edişi, küfürde ikinci özelliğinin ise inkara davet edici durumda olması olduğunu, anlıyoruz. Böylece küfre sahip olan kişinin insanları, küfre davet edeceğini, onları haktan uzaklaştırıp, doğru yoldan saptıracağını öğrenmiş oluyoruz. Allah (c.c.) bu surenin daha sonraki ayetlerinde mü’minlere hitap eder ve onlara iki durumu açıklar. Bunlardan birincisi:
“Ey inananlar! Allah’tan, O’na yaraşır biçimde korkun ve ancak müslümanlardan olarak ölün. Ve topluca Allah’ın ipine yapışın, ayrılmayın...”
(Al-i İmran: 3/102-103)
İkincisi ise;
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülükten meeden bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i İmran: 3/104)
Burada, iman edenin iki özelliği vardır. Birincisi; mü’minin bizzat kendisinin Allah’a karşı mutlaka saygılı, itaatkar, son nefesine kadar Allah’ın emir ve hükümlerine itaat edici ve bütün gücüyle O’nun ipine yapışıcı olmasıdır. İkincisi ise hayra davet edici, iyiyi emredici ve kötülükten uzaklaştırıcı olmasıdır.
Şüphesiz ki, mum, elektrik lambası, ay ve güneş, ışık ve aydınlatma araçlarıdır. Ancak bunlar ışık ve aydınlatma sıfatındaki özellik bakımından değişik derecededirler. Mum, sadece küçük bir odayı aydınlatabilirken, elektrik lambası sınırları geniş büyük bir evi aydınlatabilmektedir. Ay, dünya ve etrafındaki uzay boşluğunu aydınlatır. Güneş ise bütün bir güneş sistemini aydınlatır. Mü’min de böyledir. Başkasının kalbinin iman nuruyla nurlanır duruma gelmesine sebep olur. Fakat bu imanın en düşük derecesidir. O, bir grup, millet veya ülke çerçevesinde daveti gerçekleştirme gayretine girer ki, böylelikle imanın kemal derecelerini elde etmeye başlamış olur. Bu derecelerin en yüsek noktası bütün dünyada Allah’ın hakimiyetini tesis için çalışmaktır. Böylelikle dünyanın hiçbir yerinde kötünün bulunmasına müsade edilmez. Aksi halde, eğer bulunacak olursa, yatağında rahat bir şekilde yatmayıp o kötülüğü kaldırıncaya veya ömrü bitinceye kadar çalışır. Kendisini, bu davetinde ve gayretinde bir millete, ülkeye veya coğrafi bir bölgeye bağlayıp bırakmaz. Kendisini böyle suni ve İslam’la ilgisiz sınırlarla sınırlamaz. İşte imanın kemal derecesi, en yükseği budur.
Allah (c.c.) müslümanlar için, hayatlarındaki bütün durumlar hakkında, yüce bir hedef ve büyük bir gaye belirlemiştir. Onlara işlerinde, korkaklığı, gevşekliği, zelil ve hakir olmayı emretmemiştir. Onlara Al-i İmran suresinin son ayetlerinde, müslümanın ferdi ve sosyal yaşantısındaki gayesinin, sadece dünyayı bir ucundan öteki ucuna kadar, yüce dine tabi kılmak için gayret sarfetmesi olduğunu açıkça belirlemiştir.
“Siz, insanlar için çıkarılmış ve hayırlı bir ümmet oldunuz. İyiliği emreder, kötülükten menedersiniz ve Allah’a inanırsınız...” (Al-i İmran: 3/110)
Müfessirler Al-i İmran suresinin 104 ayetinin tefsiri hakkında ihtilaf etmişlerdir. İhtilaflarının sebebi ayette geçen “minkum” kelimesidir. Müfessirlerin bazısı “minkum” kelimesinin teb’iz (bir kısım, sizden bir kısmı) manasında olmadığı, bunun tebyin ve tevzih (açıklama) manasında olduğunu söyler. Diğer bir kısmı ise teb’iz manasında olduğu görüşündedir. Birinci görüşte olan müfessirler Allah’ın hayra davet, iyiliği emir ve kötülükten nehiy hususunda, ümmetin bütün fertlerini istisnasız sorumlu tuttuğu görüşündedirler. Her mükellefin üzerine hayra davet ve iyiliği emredip, kötülükten menetmek görevinin var olduğu ve gücü yeterse eli ile, eğer gücü yetmiyorsa dili ile, buna da gücü yetmiyor ise kalbi ile bunu yerine getirmesi gerektiği kanaatindedirler. Nitekim bu durum Rasulullah’tan (s.a.v.) rivayet edilen sahih bir hadiste mevcuttur. Buna göre ayetin en genel anlamı “Siz iyiliği emreden, kötülükten meneden bir ümmetsiniz” olur.
İkinci görüşü savunan müfessirlerin kabul ettikleri delil iki kısımdır.
Birincisi: Ümmetin büyük bir kısmı kadınlar, çocuklar, hastalar, yaşlılar ve acizlerden oluşmaktadır. Onların emri bil maruf nehyi anil münker görevini yapacak imkanları yoktur.
İkincisi: Emri bil maruf nehyi anil münker, bazı şartları gerektiren bir farzdır. Bu şartlar müslümanların hepsinde tam olarak bulunmaz. Bir görevi yapmak isteyene neyin hayır ve iyi olduğunu anlayabilecek sağlam bir ilim, özel kabiliyet (imkan), büyük bir hikmet ve sağlam bir akıl ile takva bakımından yüksek bir dereceye ulaşmış olmak gerekir. Bu şartlar onda tam olarak bulunduğu zaman kendisini davete, yani emri bil maruf nehyi anil münkere vazifeli sayabilir.
Fakat, Kur’an ve Rasulullah’ın (s.a.v.) sünneti hakkında düşündüğümüzde ve onları geniş çaplı bir şekilde anlamaya çalıştığımızda konunun kolaylıkla aydınlanması mümkündür. Biraz önce, mü’minin imanında iki özelliğin bulunduğunu belirtmiştik. Bunlardan birincisi için gerekli olan, Allah’a mutlak itaat içinde olmak idi. O’nun emirlerine uymak, yasaklarından kaçmak ve ipine sımsıkı sarılmak bu itaatin tabii sonucudur. Bu durum sadece, kişinin iman sahibi olmasının bir gereğidir. Bu sıfatın İslam ümmetinin fertlerinin her birinde gerçekleşmiş olması kaçınılmaz zorunluluktur. Çünkü bu sıfat kişide bulunmadığında, onun mü’min sayılması mümkün değildir. Nitekim lambada ışık verme özelliği olmadığında onun lamba kabul edilemeyeceği, veya karda soğukluk bulunmadığında onun kar olamayacağı veya ateşte sıcaklık bulunmadığında onun ateş olamayacağı gibi. Bundan dolayı Allah (c.c.) istisnasız bütün mü’minlere şöyle hitap etmektedir;
“Ey inananlar! Allah’tan, O’na yaraşır biçimde korkun ve ancak müslümanlardan olarak ölün. Ve topluca Allah’ın ipine yapışın, ayrılmayın...”
(Al-i İmran: 3/102-103)
Elbette bu ayette teb’iz (yani kısmi bir hitap) yoktur. Bilakis onda te’kitle beraber genellilik de mevuttur. Bu da, İslam ümmetinin bütün fertlerinin bu ayette belirtilen sıfatlara sahip olmasının kesin şart olduğuna delildir.
Konunun başından beri sık sık belirttiğimiz ikinci özelliğe gelince; o kısmi bir özelliktir. Her mü’minin, mü’min olması için bu özelliğe sahip olması zorunlu değildir. Fakat, o mü’minin yüksek mertebe sahibi, kamil bir mü’min olabilmesi için zaruridir. Bu özelliğin gereği, İslam dininin mensuplarından her biri bu iki özellikten birincisine mutlaka sahip olmalıdır, ikincisine sahip olmaları ise, onların derecelerini yükseltir. Bunun üçüncü bir özelliği yoktur. Kamil imanın bu yüce mertebesi, en azından İslam ümmetinin bir kısmında gerçekleşmiş olmalıdır. Geri kalan mü’minlere gelince onlar da sadece kemalin birinci kısmında yer alırlar. Bu açıklamadan hareketle yukarıdaki ayeti şu şekilde anlamak mümkündür; “Siz bütünüyle, dünya milletlerine ma’rufu (iyiliği) emredip onları münkerden (her türlü kötülükten) menederek bir hidayet güneşi, hak temsilcisi olduğunuzda, işte o zaman insanların arasından çıkarılmış hayırlı bir ümmet olursunuz. İyiliği emreder, kötülükten menedersiniz ve Allah’a inanırsınız. Fakat bu yüce mertebeye ulaşmaktan aciz olup, bu sıfatla sıfatlanmaya gücünüz yetmediği zaman sizden en azından hayra davet eden ve kötülükten sakındıran bir grup bulunsun.” Bundan dolayı birinci ayette (Al-i İmran 110) genellik var fakat te’kit yok. İkinci ayette (Al-i İmran 104) ise te’kit var genellik yoktur.
Biraz önce zikredilen imanın iki derecesi, sadece farzediş açısındandır. Yoksa, aslında bu ikisi bir derecedir veya diğer bir ifadeyle aynı gerçeğin değişik açılardan görünüş biçimidir. Gerçekte aralarında hiçbir fark yoktur. Kalbinde iman kökleşip, Allah’tan hakkıyla korkan kimsenin, birisini delalet çukuruna düşmüş bulup da, onu çukurdan kurtarmak için çalışmaması, bir yerde münkerin bulunduğunu bilip de ona karşı koymak, onu yoketmek için çalışmaması düşünülebilecek birşey değildir. En azından mü’min olmakla böyle bir şeyi bir arada düşünebilmek mümkün değildir. Müslüman, tabiatı greeği, misk gibidir. İmanın güzel kokusunun eseri yalnız kendisine hasredilmiş olarak kalmaz. Bilakis, etkisi kadar geniş bir sahaya yayılır. Veya bir benzetme daha yapacak olursak müslüman, bir lamba gibidir. İman nuruna sahip olur olmaz etrafındaki boşluğun her tarafına ışıklarını saçar. Misk, özelliğini yitirmedikçe, kendisini koklayanlara koku vermeye devam ettiği gibi, lamba da yandığı müddetçe etrafını aydınlatır. Fakat, miski yakından koklayan birisinin hissedemeyeceği kadar koku azalmış veya kalmamış ise, lamba da hiçbirşeyi aydınlatmayacak şekilde ışığını kaybetmişse ortada ne misk ne de lamba var demektir. Çünkü, onları misk veya lamba yapan koku ve ışıklarıydı. Böylece, mü’min hayra davet etmediği ve marufu emretmediği zaman, bu kadarla da kalmayıp münkere razı olup, onunla uyum sağladığı zaman bu, o mü’minde Allah (c.c.) korkusunun söndüğüne ve iman nurunun kalbinde zayıfladığına kesin bir delildir. Bundan dolayı Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
“Sizden birisi bir kötülük gördüğü zaman onu eli ile değiştirsin, buna gücü yetmez ise diliyle, buna da gücü yetmez ise kalbiyle. Fakat bu imanın en zayıfıdır.”
Bunun içindir ki, Kur’an mü’minlerin genel özelliklerini açıklarken, onların iyiliği emreden, kötülükten meneden kimseler olduğunu bildirir.
“İnanan erkekler ve kadınlar, birbirlerinin velisidirler. İyiliği emrederler, kötülükten menederler.”
(Tevbe: 9/71)
(Bu alış-veriş yapanlar): Tevbe eden, ibadet eden, hamd eden, seyahat eden, rüku eden, secde eden, iyiliği emredip kötülükten meneden ve Allah’ın (yasak) sınırlarını koruyan, (onları çiğnemeyen) insanlardır. O mü’minlere müjdele.” (Tevbe: 9/112)
“Onlar (o kimselerdir) ki, kendilerine yeryüzünde iktidar verdiğimiz takdirde (zorbaların yoluna sapmazlar, bilakis) namazı kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar...” (Hac: 22/41)
“Emri bil maruf nehyi anil münker”in de, mü’minin gerekli sıfatlarından birisi olduğu bilindiğinde, şöyle bir soru sorulabilir:
“Niçin bu büyük sıfat, “Farz-ı kifaye” kılındı ve niçin bu konuda müslümanların bir kısmı “emri bil maruf nehyi anil münker”i yerine getirdiğinde diğerleri mesuliyetten kurtulmak suretiyle kolaylık tarafı tercih edildi?”
Bu soruya cevap olarak deriz ki; Alim ve Habir (her şeyden haberdar) olan Allah’a, mü’minlerin imanının zayıflayacağı, risalet döneminden sonra imanın zayıflayacağı, risalet döneminden sonra imanın zayıflamasının giderek artacağı, hatta yeryüzünde yüzmilyonlarca müslüman olduğunu söyleyenlerin bulunacağı fakat bunların iman lambalarında, hemen yanıbaşlarını aydınlatabilecek kadar dahi ışık olmayacağı gizli değildi. İman nurlarının küfür kasırgası karşısında zayıflayacağı ve kişilerin ismen müslüman olmakla yetinmeye kalkacakları elbetteki ezelde Allah’ın ilmi dahilinde idi. İşte bundan dolayı Allah (c.c.) her halükarda hayra davet eden ve kötülükten sakındıran, küfrün bütün çalışmaları karşısında imanı temsil ederek göğüs geren, karşı koyan bir cemaatin eksik olmamasını onlara kuvvetlice bildirmiş olabilir. Çünkü müslümanların içinde böyle bir cemaat bulunmadığında onları kesin helak ve ilahi azaptan asla hiçbirşey kurtaramaz. Kur’an’ın birçok ayetinde bu durum açıkça ortaya konur:
“İsrailoğullarından inkar edenlere, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanet edilmiştir. Çünkü (onlar) isyan etmişlerdi ve saldırıyorlardı. Yaptıkları kötülükten vazgeçmiyorlardı. Ne kötü şey yapıyorlardı.”
(Maide: 5/78-79)
“Sizden önceki nesillerden akıllı kimselerin, (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan menetmeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve suç işleyen (insan)ler olup çıktılar. Halkı ıslah edici kimseler olsaydı. Rabb’in, o şehirleri haksız yere helak edici değildi.” (Hud: 11/116-117)
Rasulullah (s.a.v.), bir hadislerinde şöyle buyururlar:
“Allahu Teala bütün halka bir kısım insanların yaptıkları (kötülük) yüzünden azap etmez. Ancak aralarında kötülüğü görüp ve onu ayıplamayıp, nehyetmeye güçleri yettiği halde bunu yapmazlar ise, böyle yaptıkları zaman Allah, hepsini mahveder.”
Konuyla ilgili bir başka hadis de şöyledir:
“Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki, elbette iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışır, kötülük yapana engel olur, onu tam olarak hakka çevirirsiniz. Yok eğer bunu yapmazsanız, Allah, kalplerinizi birbirine çarpar veya onlara lanet ettiği gibi size de lanet eder.”
Bütün bunlardan anlaşılacağı gibi;
“İçinizden, hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülükten meneden bir topluluk olsun...” (Al-i İmran: 3/104)
ayetindeki teb’iz, müslümanların arasından bir cemaatin, hayra davet, “emri bil maruf nehyi ail münker” görevini yerine getirmekle mükellef olduğu, geri kalan müslümanların ise böyle bir görevi olmadığı anlamanı gelmez. Ancak onun manası her hülükarda ümmetin, hak ve hayır lambasını yakmaya çalışan, şerrin karanlıklarına ve batılın felaketlerine karşı koyan bir cemaatin bulunmasının gerekli oluşudur. İçerisinde böyle insanlar kalmayan ümmetin “insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmet olması” şöyle dursun, Allah’ın laneti ve şiddetli azabından emin olması da elbette hayal olur...
__________________
Derdi dünya olanin dünya kadar derdi olur...
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi Nesli_Nur 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
inşikak süresini tanıyalım.. Sorularla Sureleri Tanıyalım bilinmez 7 2689 26Haziran 2015 14:55
muttaffifin suresini tanıyalım.. Sorularla Sureleri Tanıyalım bilinmez 10 5346 24Haziran 2015 14:17
Kıyamet Suresini Sorularla Tanıyalım Sorularla Sureleri Tanıyalım bilinmez 11 6274 28 Nisan 2015 16:18
Tahrim Süresini Tanıyalım Sorularla Sureleri Tanıyalım bilinmez 11 5649 03 Mart 2015 06:46
Casiye Süresini Tanıyalım Sorularla Sureleri Tanıyalım bilinmez 9 3103 28 Ekim 2014 06:36

Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Emr-i Bi'l-Ma'ruf Nehy-i Ani'l-Münker MERVE DEMİR İslami Kavramlar 1 16 Mayıs 2009 11:55
Rukyenin Nehyi Belgin Hadis-i Şerif 0 04 Aralık 2008 07:32
Emr-i Bi`l Ma`ruf Ve Nehy-i Ani`l-Münker Bölümü Huzurİslam Hadis-i Şerif 0 26 Kasım 2008 01:01
Bazı Peygamberlerin Faziletleri - Tahyirin Nehyi Verda_Naz Hadis-i Şerif 0 24 Kasım 2008 00:25
Maruf-i Kerhi'den Sözler KEVİR Güzel Sözler-Deyımler-Nükteler 0 09 Temmuz 2008 23:44

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.