Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.İLİTAM İLAHİYAT LİSANS TAMAMLAMA.::. > İlitam 3.Sınıf Dersleri > İslam Mezhepleri Tarihi

Konu Kimliği: Konu Sahibi Medine-web,Açılış Tarihi:  20 Aralık 2013 (06:43), Konuya Son Cevap : 20 Aralık 2013 (06:45). Konuya 2 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 20 Aralık 2013, 06:43   Mesaj No:1
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.985
Konular: 339
Beğenildi:1161
Beğendi:331
Takdirleri:7457
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Mezhepler tarihi 9.10.11.hafta

Mezhepler tarihi 9.10.11.hafta

MEZHEPLER TARİHİ 9.HAFTA
MU’TEZİLE
İtikadî meselelerin yorumunda akla ve iradeye öncelik tanıyan, itikadî ve siyasî gayelerle zuhur etmiş bir kelâm mezhebidir. Bu sebeple Mu’tezile ekolü İslâm düşüncesi tarihinde kelâmîfelsefî tartışmalarla tanınmıştır.
A-İsimlendirme Meselesi
Sözlükte "ayırmak, uzaklaştırmak" anlamındaki “a-z-l” kökünden sıfat olan Mu’tezile kelimesi "uzaklaşan, ayrılıp bir köşeye çekilen" anlamına gelmektedir.Bir terim olarak Mu’tezile isminin ortaya çıkışı hususunda faklı tezler ileri sürülmüştür. Bunlardan en fazla dikkat çekeni Hasan Basrî ile Vasıl b. Ata arasında vuku bulduğu kabul edilen hâdiseye dayandırılan görüştür. Buna göre Mu’tezile mensupları büyük günah işleyen bir kimsenin mümin ya da kafir olmadığını, bu ikisi arasında bir yerde bulunduklarını“el-menzile beyne’lmenzileteyn” kabul ederler.
Muhalif bazı âlimler Mu’tezile mensuplarını, kaderi tartışmaya açıp inkâr ettikleri veya kulun kendi fiillerini yaratmaya kadir olduğunu söyledikleri için Kaderiye; Cehm b. Safvân’dan etkilendikleri için Cehmiyye; “Allah şerri yaratmaz” dedikleri için Seneviyye ve Mecûsiyye; tövbe etmeden ölenlerin bağışlanmayacağını söyledikleri için Vaîdiyye; Allah’a bazı kadîm sıfatları nisbet etmekten kaçındıkları için Muattıla olarak da adlandırmıştır.
Mu’tezile âlimleri bu isimleri reddetmiş, kendileri için “Mu’tezile” isminin yanı sıra “Ashâbü’l-adl ve’t-tevhîd, Adliyye, Ehl-i adl, Ehl-i hak, el-Fırkatü’n-nâciye” gibi adları
kullanmayı tercih etmiştir.
Mu’tezile, hicri II. asrın başlarından itibaren büyük günah işleyenin durumu, insanın hürriyeti, tevhit, sıfatlar vb. meselelerde aklı ön planda tutarak diğer İslâm fırkalarından daha özgün bir anlayış ortaya koyan bir grup insana isim olarak verilmiştir.
B- Mu’tezilenini Oluşum Süreci
Müslümanların içinde bulundukları sosyal, kültürel ve siyasî şartlar, başta imamet meselesi olmak üzere büyük günah meselesi, Allah’ın sıfatları, insanın iradî fiilleri, Kur’an’ın mahlûk olup-olmadığı gibi siyasî ve fikrî/itikadî tartışmaları gündeme getirmişti.
İkincisi ise dış faktörlerden kaynaklanan tartışmalardır. Bunlar daha ziyade varlığın mahiyeti, cevher, araz, hareket, sükûn gibi felsefî konular üzerinde yoğunlaşmakta idi.Hem felsefe hem de diğer din ve mezheplerin yönelttiği eleştirilere karşı İslâm inancının savunulması kaçınılmazdı. İşte bunu Mu’tezile ekolüne mensup âlimler yapmaya çalışmıştır.
Ekolün teşekkül sürecinde etkili olan âlimlerin başında mezhebin kurucusu kabul edilen Vasıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd gelmektedir.Mutezili görüşlerin düzenli bir sistem haline gelmesi Ebü’l-Hüzeyl-el-Allâf , Bişr b. Mu’temir , İbrahim en- Nazzam gibi önemli âlimlerin elinde gerçekleşmiştir.
C- Mu’tezilenin Tarihçesi
Haricîler, büyük günah işleyen bir müslümanın cehennemlik olduğunu, Mürcie grubu ise söz konusu müslümanın dinî akıbetini Allah’a havale ettiğini açıklamıştı. İşte böyle bir dönemde
II. (VllI.) yüzyılın başlarında Basra’da, Vâsıl b. Atâ ve Amr b. Ubeyd’in farklı bir teori ortaya koymalarıyla Mu’tezile ekolünün tarih sahnesine çıktığı kabul edilir.
Vasıl’ın ölümünden sonra kayın biraderi Amr b. Ubeyd hareketin önderliğini üstlendi.Hârûnürreşîd’in iktidara gelmesiyle Mu’tezilîler yeniden itibar görmeye başladı. Me’mun’un iktidarında Mu’tezilî fikirler, devletin de destek vermesi ile sarayda, ilim meclislerinde ve siyasî sahada belirgin hale gelerek devletin resmi mezhebi oldu.Halife Mu’tasım ve Vasık dönemlerinde de itibar gören Mutezililer, Mütevekkil halife olunca güçlerini kaybetmişlerdir.

Şii Büveyhî hükümdarı Adudüddevle’nin Mu’tezilî âlim ve devlet adamı Sâhib b. Abbâd’ı vezir yapması üzerine Mu’tezile yeniden ilgi ve alaka görmeye başladı. Kendisi de bir Mu’tezili olan vezir Sahib, kadılık vazifelerine Mu’tezili âlimleri atadı. Nitekim Kâdî Abdülcebbâr da bu dönemde kâdılkudâtlığa tayin edilmiştir.Gazneliler dönemindeHorasan bölgesine göç etmek zorunda kaldılar. Gaznelileri mağlup eden Selçukluların Bağdat’ta kontrolü ele almaları, Mu’tezile’nin yeniden canlanmasına vesile oldu. Çünkü Tuğrul Bey’in veziri Kündürî (ö.456/1064), aşırı bir Mu’tezile taraftarıydı. Bu ekole mensup âlimleri önemli mevkilere getirdi, bid’atçı olarak nitelenen 400 civarındaki Sünnî âlimi de Selçuklu sınırlarının dışına çıkardı.Alparslan’ın veziri ve koyu bir Eş’arî taraftarı olan Nizâmülmülk sürgüne gönderilen Sünnî-Eş’arî âlimlerin geri dönmesini sağladı ve bunlar adına medreseler açtırdı.Sonraki dönemlerde Mu’tezile, daha önce Vâsıl devrinde Zeyd b. Ali, Me’mûn döneminde Kasım b. İbrahim er- Ressî tarafından başlatılmış olan Mu’tezile-Şîa yakınlığı Yemen Zeydîliği ve kısmen İmâmiyye içinde varlığını sürdürmüştür.
D- Mu’tezilenin Kolları
Klasik kaynaklarda yapılan tasniflerde Mu’tezile mezhebinin yirmi kadar alt gruba ayrıldığı bildirilir. Bu gruplar, Mu’tezilî âlimlerin isimlerine nispetle adlandırılır. Abbasîler devrinde Mu’tezile mezhebi Basra ve Bağdat kollarına ayrılmış, bu kollar zamanla iki okul haline dönüşmüştür. Her iki okul da beş esası kabul etmekle birlikte ayrıntıda farklı görüşler benimsemiştir.
1- Basra Okulu
Bu okulunun ilk temsilcisi, mezhebin kurucusu da kabul edilen Vâsıl b. Atâ’dır. Vâsıl mezhebin tevhid, menzile beyne’l-menzileteyn ve emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker; halefi Amr b. Ubeyd ise adalet, vaad ve vaîd esaslarını geliştirmiş olmakla beraber Mu’tezile’nin usûl-i hamseden oluşan inanç sisteminin teşekkülü Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf’in el-Usûlü’l-hamse adlı kitabıyla tamamlanmıştır. Allâf’tan sonra Basra okulunun en meşhur temsilcileri öğrencisi İbrahim en-Nazzâm, sonrasında da Nazzam’ın öğrencisi Cahız olmuştur.
Cahız:el-Beyan ve’t-Tebyin, Kitabu’l-hayavan, Resailü’l-Cahız, Kitabu’l-Buhala, Kitabu’l-’Usmaniyye ve Mu’tezilenin faziletlerini anlattığı eseri Fazîletü’l-Mu’tezile adlı eseri meşhurdur. Câhiz’den sonra Basra Mu’tezilîleri’nin en meşhur temsilcileri Ebû Ali el-Cübbâî ve oğlu Ebû Hâşim’dir.
Kadi Abdülcebbâr el-Hemedânî:Şerhu Usûli Hamse, el-Muğnî, Tesbîtü delâili’n-nübüvve adlı eserleri kaleme almış, bir bakıma Mu’tezile düşüncesinin kayda geçmesinde büyük rol oynamıştır.

2- Bağdat Okulu
Bu okulun kurucusu ve ilk önemli temsilcisi Bişr b. Mu’temir`dir Bişr’in en meşhur öğrencileri Sümâme b. Eşres, Ebû Mûsâ el-Murdâr ve Ahmed b. Ebû Duâd’dır. Bu son şahıs, Me’mûn ile tanışmış, onun ilim ve tartışma meclislerinde bulunmuş halifeyi etkilemek suretiyle Mu’tezilî görüşlerin yönetim tarafından desteklenmesini sağlamıştır. Böylece o, Bağdat Mu’tezilesine büyük bir hizmet yapmıştır. Ayrıca Ca’fer b. Harb’in öğrencisi olan Ebü’l-Hüseyin el-Hayyât da Mu’tezile ekolünün savunulmasında önemli bir etkinliği olan âlimdir. Bağdat Okuluna mensup Mu’tezile ekolünün diğer önemli alimleri. Ebû Ali el-Cübbâî , Ebû Hâşim el-Cübbâî, Ebü’l-Kâsım el-Kâ’bî el-Belhî`dir

Bu iki okulu mukayese ettiğimizde bazı farklıklar dikkat çekmektedir.Basra Okulu, siyasetten uzak kalabilmiştir. Ancak Bağdat Okuluna mensup âlimler, siyasete müdahil olmuşlardır.
Basra Mu’tezilesi fikrî mücadeleden yana olan, usul ve fürûda aklı ve vahyi birlikte değerlendiren bir okuldur.Buna karşılık daha çok amelî ve siyasî alanda temayüz eden Bağdat Mu’tezilîleri, mezhebin görüşlerinin emir bi’l-ma’rûf çerçevesinde devlet eliyle etkili bir şekilde yayılması taraftarıydı.Bu bakımdan onları Basralılardan ayıran en önemli görüş, Hz. Ali’nin fazileti konusudur. Bağdat Mu’tezilesi, Hz. Ali’yi sahabenin en üstünü kabul ederken, Basralılar, Hz. Peygamberden sonra sahabenin en faziletlisi olarak sırasıyla Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali’yi kabul ettiler. Ekolün iki ana grubu arasındaki diğer bir fark da Bağdat okulunun, Yunan felsefesinden daha çok etkilenmiş ve teferruata dair konulara daha fazla dalmış olmasıdır.
E- Mu’tezilenin Temel Görüşleri
İtikadî alanı sistematik bir şekilde ifade eden ilk mezhep Mu’tezile’dir. Başlangıçtan itibaren Mu’tezile kelâmcıları İslâm dininin temel ilkelerini "usûl-i hamse" başlığı altında ele almışlardır. Bununla birlikte Usul-i hamse, aynı dönemde ve bir bütün olarak ortaya çıkmamış, aksine tarihi bir süreç içinde peyderpey teşekkül etmiş ve zamanla Mu’tezileye mensubiyetin en önemli göstergesi olmuşlardır.Usul-i hamseyi kronolojik süreç dikkate alınarak şu şekilde açıklanabilir:
1- el-Menzile beyne’l-menzileteyn (İki Mevki Arasında Bir Yer)
Mu’tezile ekolünün ilk teşekkül eden görüşü Vasıl b. Ata’nın ortaya koyduğu “elmenzile” prensibidir.Vasıl,Hz. Ali ile Muâviye taraftarlarından birinin hatalı olduğunu, fakat tespitinin mümkün bulunmadığını, dolayısıyla haklarında karara varmayıp konuyu Allah’a havale etmenin gerektiğini söylemiş, hem Ali’yi hem düşmanlarını tekfir eden Hâricîler’le her iki grubu da mümin sayan Mürcie arasında ara bulucu olmak istemiştir.
Vasıl, “el-menzile” görüşüyle amelin imanın bir parçası olduğunu kabul etmektedir. Büyük günah işleyen bir kimse günahı sebebiyle imandan çıkmış, fakat küfre düşmemiştir. Eğer tövbe ederse iman yurduna tekrar geri dönecektir. Aksi takdirde iman sınırlarının dışında kalacaktır. Böylesi bir kimseye büyük günah işlediği için “fasık” denir ve tövbe etmediği takdirde ebediyen cehennemde kalır.
2- Vaad ve Vaîd Esası (Mükafat ve Ceza Verme Sözü )
Diğer İslâm mezheplerine göre Allah vaadinden asla dönmez, ancak vaîdinden dilerse dönebilir ve kötülük yapanları dilerse affedebilir. Mu’tezile ise, Allah’ın vaadinden dönmediği gibi vaîdinden de dönmeyeceğini iddia eder. Onlara göre Allah’ın vaad veya vaîdinde durmaması, verdiği haberin vakıaya uygun olmaması söz konusu değildir. Bu sebeple dünyada iyilik yapanları mükâfatlandırması, günah işleyenleri de cezalandırması zorunludur. Allah’ın emirlerine uyup işlediği büyük günahlardan tövbe etmiş olarak ölenler âhirette mükâfatı hak eder, büyük günahlardan tövbe etmeden ölenler ise cehennemde ebedî olarak kalır. Ancak bunların azabı kâfirlerinkinden daha hafiftir.
Mu’tezile vaad ve vaîd başlığı altında iman, fısk, küfür, kebîre, tövbe, kötülüklerin iyilikleri boşa çıkarması, iyiliklerin günahlara kefaret olması, sevap, ikab, şefaat, ivaz, kabir azabı gibi âhiret ahvâli, bunların maddî varlıklara tekabül edip etmediği, büyük günah işleyenlerin cehenneme girdikten sonra oradan bir daha çıkmayacakları gibi konuları ele almaktadır.
3- Emr bi’l-ma’ruf ve’n-nehy ani’l-münker (İyiliği Emretmek- Kötülükten Sakındırmak)
Mu’tezile’ye göre her müslümanın iyiliği emretmesi ve kötülükten sakındırması zorunlu bir görevdir. İmkan dahilinde her Müslüman bu görevi yerine getirmeli; el, dil veya kılıçla/silahla kötülüklerden insanları sakındırmalıdır. Mu’tezilîler, ilk zamanlar bu esası uygulayarak bozuk din mezhep ve akımlara karşı İslâm’ı güçlü bir şekilde savunmuşlardır. Ayrıca bu esası ahlâk bozukluklarını önlemek, toplumu ıslah etmek, adaleti yaygınlaştırmak amacıyla tatbik etmişler; fakat Havâric ve Şîa’nın yaptığı gibi bunu iktidardaki yöneticilere karşı toplumu kışkırtmak için bir araç olarak kullanmamışlardır.Ancak sonraki devirlerde bu tutumlarını değiştirerek muhalefette iken bazı isyan hareketlerini desteklemede olduğu gibi, iktidarda iken mihne/baskı olaylarında görüldüğü üzere muhalifleri yola getirme ve hasımları susturma hususunda bu esastan faydalanmışlardır.
4- Tevhîd
Allah’ın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde bir ve tek olduğunu kabul etme anlamına gelen tevhid, usûl-i hamsenin temelini teşkil eder. Mu’tezile mensuplarının tevhid konusuna
yaptıkları bu vurgu onların özellikle sıfatlarla ilgili duyarlılıklarından kaynaklanmaktadır.
Onlar, Allah’ın her şeyden münezzeh olduğu fikrini samimi olarak korumak endişesinden hareketle Kur’an ve hadiste teşbih ifade eden bütün ifadeleri akılcı bir ruhla açıklamış ve sonuçta onları Allah’ın zatından ayrı olmaları anlamında yorumlamıştır.Onlara göre Allah, zatî sıfatlarının kaynağıdır. Bu sebeple O, zâtıyla âlim, zâtıyla hay, zâtıyla semi’ ve zâtıyla basîr’dir. Ancak O’nun için hayat, ilim, vb. sıfatlardan –teaddüdü kudema olacağından- söz edilemez. Sıfatlar üzerinde yapılan bu tartışmalar Mu’tezilîler’i yed, vech, istiva, semada oluş gibi Kur’an’da mevcut nitelemeleri Allah’ın her türlü havadisten tenzih edilmesi yönünde yorumlamaya, bunun yanında Kur’an’ın mahlûk olduğu ve Allah’ın görülemeyeceği görüşüne sevk etmiştir.Kâdî Abdülcebbâr, Allah’ın sıfatlarını zâtı ve fiilî diye ikiye ayırdıktan sonra zâti sıfatların Allah’ın zâtının aynı olduğunu belirtir ve bunları kadîr, alîm, hay, mevcûd, semî’, basîr ve müdrik şeklinde sıralar. Fiilî sıfatların ise hadis ve Allah’ın zâtının gayrı olduğunu söyleyerek bunları da mürîd, kârih, mütekellim, fail şeklinde gösterir
5- Adl (Adalet)
Mu’tezile’ye göre adl, Allah’ın iyi (hasen) fiilleri işlemesi, kötü (kabih) fiillerin meydana gelmesinde etkisinin bulunmamasıdır. Bunun anlamı Allah’ın her türlü kötü işten, sevap, fayda gibi şeyleri terketmekten, maslahata aykırı ve çirkin yolla insanları kulluğa çağırmaktan münezzeh olması; bütün fiillerinin hikmet, adalet ve isabet niteliği taşıması demektir.Dolayısıyla insanların işlediği kötü fiillerin Allah tarafından yaratılması caiz değildir. Allah insana eylem gerçekleştirme gücünü önceden vermiş olup kişi hürriyetini kullanarak istediğini yapar. Esasen irade hürriyeti bulunmayan bir insanın Allah tarafından sorumlu tutulması O’nun adalet ve hikmetiyle bağdaşmaz.
F- Mu’tezile’nin Diğer Bazı Görüşleri
Allah Tealanın ahrette görülmesi meselesini Mu’tezile, “görme” eylemini dünya şartlarında düşünüp Allah’ın zaman ve mekandan münezzeh olduğunu ileri sürerek O’nun asla görülemeyeceğini iddia etmiş ve bu anlama gelebilecek âyet ve hadisleri tevil yoluna gitmiştir.
Mu’tezile, “Kelamullah”ın mahluk olduğu görüşünü savunmuştur. Mu’tezilenin bu uygulaması İslâm düşüncesi tarihinde “mihne” problemi olarak meşhur olmuştur.
Mu’tezilenin şefaat konusundaki görüşleri: Onlara göre hem adalet hem de vaad ve vaîd prensipleri ahrette şefaatin olmamasını gerektirir.
İmamet konusunda Mu’tezile, daima en üstün olanın göreve getirilmesi (efdaliyet) gerektiği fikrini savunanlar ve bazen daha az üstün olanın tayin edilebileceği tezini (Mefdûl İmam) kabul edenler olmak üzere iki ana gruba ayrılmaktadır.

G- Mu’tezile’nin İslâm Düşüncesine Katkıları
Mu’tezile ekolü, II. hicri asırdan itibaren yaklaşık dört asır Müslümanların düşünce dünyasında doğrudan etkili olduğu, hicri V. asırdan itibaren de Şiî düşüncesi içinde varlığını devam ettirdiği bilinmektedir. Onlar, diğer din ve ideolojilere karşı İslâm inanç ve düşüncesini savunma noktasında nakli delillerle hareket etmeyi yeterli görmemiş; aklı ve mantığı işin içine katmıştır.
Kelam metodunun kurucusu olan Mu’tezilenin bu metotla Ehli Sünnet kelâmının oluşmasında büyük rolünün olduğu kabul edilmektedir. Mu’tezile’nin Ehl-i sünnet’e açık etkisi Ebu’l-Hasan el-Eş’arî ile başlamıştır.
İslâm akidesinin savunulmasının yanı sıra tebliğ edilmesinde de bu ekolün büyük bir katkısının olduğu görülmektedir. Mu’tezile kelâmcıları, hür fikirli oluşları ve taklidi reddetmeleri sebebiyle çekinmeden birbirlerine muhalefet edebildiler.
Mu’tezile ekolü naslara bağlı kalmakla birlikte İslâmî tefekküre aklı da getirmişlerdir. İslâm ilimler tarihinde kelâm, belağat, cedel, münazara gibi ilimlerin onlar tarafından tesis edildiği kabul edilmektedir.Mu’tezile’nin İslâm dünyasında tabii ilimlerin gelişmesine de büyük katkısı olmuş; özellikle tabiat ilimlerinde deney ve gözlem metodunun kullanılması sağlanmıştır.
Mu’tezilîler’in bir özelliği de doğrudan Kur’an üzerinde yoğunlaşmış olmalarıdır. Onlar bir konuda naklî delil getireceklerse bunun Kur’an’dan olmasına özen gösteriyorlardı.
Dirayet tefsir metodu ilk defa onların başvurduğu bir yöntemdir. Sonuç olarak Mu’tezile mezhebi akılcı, sorgulayıcı, özgürlükçü bir okul olarak İslâm düşüncesi tarihinde derin izler bırakmıştır.

H- Mu’tezile’nin Yayıldığı Coğrafya
Mu’tezilî âlimler, ilk dönemden itibaren İslâm inançlarını savunmak, İslâm karşıtlarının ve diğer dinî akımların itham ve itirazlarını cevaplandırmakla kalmamışlar, İslâm coğrafyasının dışındaki bölgelere de giderek tebliğ vazifesini yerine getirmeye çalışmışlardır.
Genel olarak bu ekolün mensuplarının yaygın olduğu coğrafyaya bakılınca başta Basra, Bağdat gibi ilim ve siyasetin merkezi olan şehirlerin yanında İran, Maveraünnehir, Yemen, Mağrip ve Mısır gibi çok geniş alanda etkin oldukları anlaşılmaktadır. Mu’tezile günümüzde kısmen Şiî muhitlerde, yoğun olarak da Yemen’deki Zeydiyye içinde varlığını sürdürmektedir
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi Medine-web 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Mustafa İslamoğlu Sözler Medineweb.net Videolar Mihrinaz 2 190 30 Nisan 2023 16:51
Şirk Hakkında Kuran Ne Diyor? Medineweb.net Videolar Medine-web 0 148 29 Nisan 2023 18:52
DÜNYA KABE'NİN NERESİNDE Hacc-Umre-Kurban Medine-web 0 925 27 Nisan 2020 21:40
T.B.Teknolojileri-2 Vize Konuları Ozet(2017) Temel Bilgi Teknolojileri 2 Medine-web 3 2585 06 Ekim 2017 20:31

Alt 20 Aralık 2013, 06:44   Mesaj No:2
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.985
Konular: 339
Beğenildi:1161
Beğendi:331
Takdirleri:7457
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Mezhepler tarihi 9.10.hafta

MEZHEPLER TARİHİ 10.HAFTA

ŞİA
Arapçada “taraftar, yardımcı, fırka” gibi anlamlara gelen Şîa kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de de“fırka, bölük ve topluluk”,ayrıca “taraftar olma ve birine uyma” şeklinde sözlük anlamıyla geçmektedir.Mezhepler Tarihine ait bir terim olarak “Şia, Hz. Muhammed’den sonra insanların en faziletlisi olarak Ali b. Ebî Talib’i kabul edip onun nass ve tayinle imam olduğuna, Ali’den sonra imametin kıyamete kadar onun soyunda devam edeceğine inanan toplulukların müşterek adı” olmuştur.

Hz. Ali ve onun neslinden gelen imamların taraftarlarını isimlendirmek üzere kullanılan en yaygın terim Şia olmakla birlikte bunun dışında “Rafizi” ve “Sebeiyye” terimleri de vardır.Rafizî ayrılan terk eden anlamında olup bir topluluğa isim olduğunda “Ravafız” şeklinde kullanılır.Râfizî terimi, çok erken dönemden beri Şia tarihinde bulunmaktadır. Bu terimin kökeni Zeyd b. Ali’nin Emevîlere karşı başarısız isyanına kadar geri gider.
Sebeîyye, hicrî I. asrın ikinci yarısından itibaren, özelde Hz. Osman, genelde Emevi aleyhtarlığı ve daha sonra ilk üç halife aleyhtarlığı yaparak Ali, Muhammed b. el-Hanefiyye ve oğlu Ebû Hâşim’in adı etrafında aşırı fikirler benimseyen kişi ve grupların müşterek adlarından biridir.

Şia’nın Doğuşu
Bazılarına göre Şiîlik, Hz. Peygamberin sağlığında ortaya çıkmış olup, bizzat Allah Elçisinin tavsiyesi ile Hz. Ali’nin faziletini kabul eden ve ona bağlanan kimseler vardı. İşte bu topluluğun Şia’nın ilk nüvesini oluşturduğu kabul edilir.
Bunun dışında Şiîliğin ortaya çıkış süreciyle alakalı olarak; ı) Hz. Osman dönemindeki olaylar sırasında, ıı) Hz. Ali’nin hilafeti döneminde, ııı) Hz. Ali’nin şehit edilmesinden sonra, ıv) 61/688 yılında Kerbela’da Hz. Hüseyin’in şehit edilmesinden sonra meydana gelen Tevvâbun hareketiyle, v) 66/685 yılındaki Muhtar es-Sakafî olayından sonra olmak üzere geniş bir zaman diliminde ortaya çıktığı şeklinde farklı görüşler ileri sürülmüştür.
İlk Şiî fikirler, hicrî birinci asrın son çeyreğinde, yavaş yavaş teşekkül etmeye başlamıştır. Bunlar, vasilik, mehdîlik ve rec’at gibi fikirlerdir; özellikle mevalî adı verilen gayrı Arap unsurlar arasında yayılma imkânı bulmuştur. Bu fikirler, h.II. asırda, Hz. Ali’nin soyu ile ilişkilendirilmiş, eski Sasanî kültüründen gelen bazı motiflerle de bütünleşerek karşımıza Şiîlik olarak çıkmıştır.
Şiîlik hareketinin kökeniyle alakalı olarak farklı görüşler ileri sürülmüştür.
ı) Şiiliğin İran Asıllı Olduğu Görüşü:Farslılarda köklü bir kraliyet anlayışı vardır. Onlar krallarına bir takım insan üstü vasıflar atfederlerdi.İslâmiyet’i kabul etmelerine rağmen eski fikirlerine hâlâ bağlı bulunan İranlılar, İslamiyet’in hilafet anlayışını yavan bulmuşlar, halife veya imama karizma katmaya çalışmışlardır. Bu itibarla Şia’nın en önemli doktrini olan imamet anlayışının İran kökenli olduğu anlaşılmaktadır.
ıı) Şiiliğin Yahudi Asıllı Olduğu Görüşü: Wellhausen’ın savunduğu bu görüşe göre ilk Şii görüşleri ortaya atan kişi Yahudi olan Abdullah b. Sebe’dir.Tanrı’nın dünya üzerindeki meşrû vekili olarak monarşik bir peygamber düşüncesi Yahudilerden İslâm’a geçmiştir. Yahudilikte her peygamberin meşru bir halifesi var ise, Şîa’ya göre de Hz. Peygamber’in de vardır ve bu Ali’dir.
ııı) Şiiliğin Yahudi ve Hıristiyan Asıllı Olduğu Görüşü: Goldziher`in görüşüne göre, “Rec’at” inancı Yahudi ve Hıristiyan tesiriyle İslâm’a sızmıştır. Bu iddiaya göre rec’at inancı belirleyici bir konumda olduğu dikkate alınırsa Şiiliğin kökeninin Yahudi ve Hıristiyanlığa dayandığı söylenebilir.
ıv) Şiiliğin Arap Asıllı Olduğu Görüşü: Bu görüşe göre Şiîlik başlangıçta Ali’nin ve onun soyundan gelenlerin halifelikteki iddialarını destekleyen tamamıyla Araplardan meydana gelen siyasî grubun hareketi idi. Nitekim ilk dönem Şii isyanlarının hemen hepsinin lideri Arap asıllı idi.
Şîa’nın aslına dair ileri sürülen tezler ana hatları ile bunlardan ibarettir. Bununla beraber, tarihî gerçekler bağlamında düşünüldüğünde “Arap Asıllıdır” görüşünün en tutarlı görüş olduğu anlaşılır.
Hicrî I. asırda vuku bulan Tevvâbûn Hareketi, Muhtar es-Sakafi isyanı ve İbn Sebe fitnesinin Şii fikirlerin teşekkülüne zemin hazırladığı kabul edilir.
Tevvâbûn hareketi, Hz. Hüseyin’i Kufe’ye davet eden fakat yanı başlarında şehit edilmesine seyirci kalanların, bu davranışlarından dolayı pişman olduklarını göstermek ve Kerbela’nın intikamını almak niyetiyle giriştikleri bir harekettir.
Muhtar es-Sakafi isyanı: Hezimetle neticelenen Tevvâbûn hareketinden kurtulanlarla birlikte “Allah’ın kitabı, Resulullah’ın Sünnet’i, Ehl-i Beyt’in intikamı, zayıfları savunma ve günahkârlara karşı cihat” sloganıyla ve Hz. Ali’nin Hz. Fâtıma’dan doğmamış olan üçüncü oğlu Muhammed b. el-Hanefîye’nin “imamlık” ve “mehdîlik”ini ileri sürerek ortaya çıkan el-Muhtar b. Ebî Ubeyd es-Sakafî ’dir.Onun ileri sürdüğü ve kullandığı mehdîlik, gâibimam, rec’at ve beda’ fikirleri, daha sonraları, bilhassa İmâmiyye Şîasınca kısmen tâdil edilerekbenimsenmiş ve geliştirilmiştir.
İbn Sebe fitnesi Bazı kaynaklarda bildirildiğine göre İbn Sebe, Hz. Ali’nin Tanrılığını iddia etmiş, bunun üzerine sürgüne gönderilmiş ve orada da fikirlerini yaymıştır. Ancak İbn Sebe’ye atfedilen fikirler, birinci asrın sonlarında ve ikinci asrın başlarında tartışılan fikirler arasında olduğu, bu itibarla da İbn Seb’nin yaşadığı farz edilen dönemde henüz gündemde olmadıkları belirtilmektedir. Bu itibarla Şiîliğin doğuşunu Hz. Osman döneminde vuku bulan fitne hareketlerine ve İbn Sebe vakasına bağlamak isabetli değildir.
Hz. Ali, Hz. Hasan ve sonrasında Hz. Hüseyin’in şehit edilmesiyle devam eden hadiseler Müslümanlar arasında bir Ehl-i Beyt taraftarlığını gündeme getirmiş, onların hak ve hukuklarını savunmak adına bazı girişimler vuku bulmuştu. Uzun bir zaman dilimi içinde Ehl-i Beyt adına hareket edenler siyasi ve dini anlayışlarını da şekillendirmeye başlamışlardır. Ancak bu hareketin bir bütün olarak devam etmediği, şahıslar ve fikirler çerçevesinde kendi içinde zümreleştiği görülmektedir.
Aşırı Şiî fırkalar bir tarafta tutulursa genel anlamda Şiîlik; Zeydiyye, İsmailiyye ve İmamiyye şeklinde üç ana grup halinde teşekkül ettiği ve her bir fırkanın kendi siyasi ve dini anlayışlarını sistematik bir hale koyarak günümüze kadar devam ettikleri görülür.

ZEYDİYYE FIRKASI

İmam Zeyd, İslâm tarihinde Hz. Hüseyin’in şehâdetinden sonra Emevîlere karşı Ehl-i Beyt adına ayaklanan ilk şahıstır. Babası, Kerbela şehidi Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Zeynelabidin’dir.Bu fırka başlangıçta tamamen siyasi hedefleri gerçekleştirmek üzere ortaya çıkmış, zamanla itikadi bir mahiyet kazanmıştır. Şii fırkalar arasında, en mutedili ve bazı görüşleri açısından da Ehl-i Sünnete en yakın olanıdır.

Zeydiyye’nin Doğuşu ve Tarihçesi
İmam Zeyd, bilgisi, feraseti ve fakihliği ile tanınan, hakkı ve hakikatleri savunmadaki cesareti ile bilinen bir kimse idi.Önce kardeşi Muhammed Bakır’in eğitiminden geçen Zeyd b. Ali, daha sonra Hicaz ve Irak bölgelerini dolaşarak başta Küfe olmak üzere birçok şehri gezmiş,Vasıl b. Ata’dan ders almış ve daha sonra ki bir zamanda Ebû Hanîfe’ye hocalık yapmış birisidir. Ehl-i Beyt mensupları gibi o da Emevîlerin kötü idaresinden ve Haşimilere uygulanan baskı ve zulümlerden şikâyetçi idi. Haşimi ailesinin önde gelen bir âlimi olması sebebiyle yapılan haksızlıklara tepki göstermesi tabii olarak beklenmekte idi. Zeyd,Hz. Ali’nin vakıflarının idaresinden doğan bazı sorunların çözümü için halife Hişam b. Abdülmelik’e müracaat etmiş, ancak halifeden gerekli hürmeti göremediği gibi hakarete de maruz kalmıştı. Bu hadise zaten var olan isyan arzusunu tetiklediği anlaşılmaktadır.
Bundan sonra Zeyd, Kûfe’ye geçer ve isyan için nabız yoklar. Kardeşi Ebu Cafer Muhammed el-Bâkır’la istişare eder. O kendisine Kûfelilere güvenilemeyeceğini söylerse de, onu dinlemez. Kûfe’de kendisine biat eden on beş bin kişi ile Hişâm’ın Kûfe-Basra [Irakeyn] valisi Yûsuf b. Ömer es-Sakafî’ye karşı ayaklanır. Savaş devam ederken, Hişâm’ın casusları, Zeyd’in taraftarlarını bazı hususlarda tereddüde ve şüpheye düşürünce, onlar da Zeyd’e, "Gerçek şu ki biz düşmanlarına karşı sana, ecdadın Ali b. Ebî Tâlib’e haksızlık eden Ebu Bekir ve Ömer hakkındaki görüşünü söyledikten sonra yardım edeceğiz" derler.
Bunun üzerine Zeyd, "Bu ikisi hakkında iyilikten başka bir şey söyleyemem ve babamdan da onlar hakkında iyilikten başka bir şey söylediğini işitmedim. Ben, dedem Hüseyin’i öldüren ve Medine’ye saldıran; sonra da Allah’ın Evini mancınıkla taşa tutup ateşe veren Umeyye oğullarına karşı ayaklandım" der. Bu cevap üzerine onlar, Zeyd’i terk ederler. O da onlara, "Beni bırakıp kaçtınız, terk ettiniz anlamında “rafaztumûnî” der. O günden beri bu gruba, Rafizî denmiştir.
Taraftarlarından önemli bir kısmının yanından ayrılmasına rağmen Zeyd mücadelesine devam etmiş, fakat savaş meydanında öldürülmüştür. Taraftarlarınca cesedi gizlice defnedilmiş, ancak Hişam’ın Irakeyn valisi Yusuf’un adamları tarafından kabri bulunmuş; cesedi çıkarılıp yakılmıştır.
Zeydiyye’nin bir mezhep olarak teşekkülünü tamamlamasına ve kendi hâkimiyetlerini tesisine kadar, bazılarını Zeydîlerin gerçekleştirdiği bazılarına ise sadece Zeydîlerin iştirak ettiği bir dizi isyan hareketi gerçekleştirilmiştir. Emevilerin çöküşüyle iktidarı ele geçiren Abbas oğulları, Ali oğullarına baskı ve şiddeti artırmış, özellikle Halife Mansur, kendisine biat etmeyen Hasan oğullarını hedef almıştı. İşte bu dönemde Hasan oğullarına yapılan baskılara dayanamayarak Medine’de Muhammed b. Abdullah Muhammed (Nefsü’z-Zekiyye) ve Basra’da da kardeşi İbrahim isyan etmiş, kısmi bir başarıdan sonra beş ay gibi bir zamanda hareketleri şiddetle bastırılmıştı.
Abbasiler döneminde uzunca bir süre dağınık halde kalan Zeydîler, faaliyetlerini nüfuz boşluğu olan bölgelere kaydırmışlardır. Ayrıca Abbasi halifelerinin siyasî otoritelerinin zayıflamasından da istifade ederek kuzeyde Taberistan, güneyde de Yemen’de yeniden ayaklanmışlar ve iki ayrı devlet kurmayı başarmışlardır. Güneyde Yemen Zeydîliği, dönem dönem etkinliğini artırmakla birlikte varlığını günümüze kadar devam ettirebilmiştir. Zeydîliğin bugün devam eden en önemli kolu Yemen’in resmî mezhebi durumundaki Kâsımıyye’dir.
Görüşleri:
Zeydiyye fırkasının görüşlerinin önemli bir kısmı Mutezile ile örtüşmektedir. “el- Menzile” ilkesi hariç Mutezilenin diğer dört esasını küçük bazı farklılıklarla birlikte benimsemiştir.
Tevhit, adalet, vaad ve vaîd ile emr bi’l-maruf nehiy ani’l-münker esasları hemen hemen aynı gibidir.Zeydiyye’yi, Mutezileden ve özellikle İmâmiyye Şia’sından ayıran temel farklarını ortaya koyan yönleri, imamet ve büyük günah işleyenler hakkındaki görüşleridir.

a- İmametle Alakalı Görüşleri
İmamet konusu, Kasım b. İbrahim’den itibaren inanç esasları arasında sayılmaya başlamıştır.
ı) İmamette nass ile tayin ya da vasilik söz konusu değildir. Hz. Peygamber sağlığında isim vererek ve şahıs belirterek yerine bir imam tayin etmediği gibi birilerini de vasiyet etmemiştir. Ancak imamın sahip olması gereken özellikler bildirilmiştir. Bildirilen bu özellikler doğrultusunda Hz. Ali’nin Hz. Peygamberden sonra imamete en layık kişi olduğu kabul edilir.
ıı) İmam olabilmek için en gerekli özellik, faziletli olmaktır, bunun da ölçüsü takva ve ilimdir. Takva, günah işlemekten sakınmak ve çok sevap işlemektir. İlim ise, Hz. Peygamber’den Ali yoluyla alınmış gizli ve özel bir bilgi (vehbî) olmayıp her insanın öğrenmekle sahip olabileceği sonradan elde edilmiş türden bir bilgidir, yani kesbîdir.
ııı) İmamın sadece Kureyşî olması yeterli değildir, aynı zamanda Haşimî ve Fatımî de olmalıdır. Bu görüşle imametin Hz. Ali’nin Hz. Fatıma’dan olmayan Muhammed b. el-Hanifiyye veevladına geçmesinin önüne geçilmiştir. Bununla birlikte Zeydiler, Hz. hasan soyundan gelenlerin imametini kabul ederler ve bu görüşleriyle İmamiyye fırkasından ayrılırlar.
ıv) İmam olacak kişinin imametini açıktan ilan etmesi gerekir. Buna göre imamın, İmamiyye’deki gibi, beklenen ve gizli olmasının aksine insanlar arasında yaşayan, dinî hükümleri uygulayan ve onlara rehberlik eden birisi olmalıdır.
v) İmamette “efdal”in bulunduğu zemin ve zamanda “mefdül”ün imameti de geçerlidir.Zeyd’e göre, Hz. Peygamber’den sonra en faziletli kişi Hz. Ali’dir ve imamete en layık odur. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer ise, Ali’ye göre daha az faziletlidir. Ancak en üstün birisi varken, dünyevî maslahat ve acil menfaat dolayısıyla, doğabilecek fitneyi bertaraf edecek ve herkesin gönlünü birleştirecekse, daha az üstün olan (mefdul) biri, imam olabilir. Bu sebeple Hz, Ebû Bekir ve Ömer’in hilafetleri meşrudur ve onlar gasıp olarak görülemez.
vı) İmamın “ismet” sıfatı yoktur. İmam, en küçük şüpheli şeylerden dahî kaçınmalı, dine uyma konusunda fevkalâde hassas olmalıdır; çünkü onun, İmâmiyye’nin iddia ettiği şekilde, günahlardan korunmuş olmak gibi bir vasfı, yani “ i s m e t ” sıfatı yoktur.
vıı) İmamlık vasıflarını taşıyan Hasan veya Hüseyin’in oğullarından herhangi birinin, imametini açıkça ilân ederek halkı kendisine davet etmesi ve gerekiyorsa, bu yolda zâlim idareciye karşı çıkması icap eder.
b- İman-Amel İlişkisi
Onlara göre, büyük günahlar îmânı yok ettiği için, büyük günah işleyen kimse mümin olarak kalamaz. Böylece Zeydiyye, ameli îmândan saymakla Haricilere benzemiş oldu.
Zeydîler, fıkhî meselelerde genellikle Ehl-i Sünnet’in Hanefiyye mezhebine daha yakın bir görüşü benimserler. Ayrıca onlar, -İmâmiyyeden farklı olarak- mestler üzerine meshetmeyi, âdil veya zâlim olsun herkesin arkasında namaz kılmayı; Ehl-i Kitâb’ın kestiğini yemeyi caiz görmüşler, muvakkat evliliği (mut’a nikahı) haram saymışlardır.
Günümüzde Zeydiyye
Birinci Dünya savaşında Osmanlı, 1918 yılında Yemen’i terk etmek zorunda kalır. Geri çekilen Osmanlı birlikleri idareyi İmam Yahya’ya bırakmışlar, İmam Yahya 1948 yılındaki ölümüne kadar 44 yıl Yemen’de Zeydî hâkimiyetini sürdürmüştür.Zeydiyye iktidarda olmamakla birlikte ülke nüfusunun yaklaşık %55’ini oluşturmaktadır.Yemen’in dışında Ürdün başta olmak üzere diğer Arap ülkelerinde, Amerika ve Almanya gibi bazı Batılı ülkelerde de sayıları tam olarak belli olmasa da Zeydîlerin yaşadığı bilinmektedir. Yemen’in geri kalan nüfusunu genellikle Şafii mezhebine mensup olanlar oluşturmaktadır. Bugün Yemen’de, Şâfîîler ile Zeydîler arasında hukukî açıdan herhangi bir çatışma yoktur. Her iki topluluk da aynı camide aynı imamın arkasında namaz kılabilmektedir.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla
Alt 20 Aralık 2013, 06:45   Mesaj No:3
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.985
Konular: 339
Beğenildi:1161
Beğendi:331
Takdirleri:7457
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Mezhepler tarihi 9.10.11.hafta

MEZHEPLER TARİHİ 11.HAFTA
İSMAİLİYYE
İsimlendirme Meselesi
ı) İsmailiyye:Altıncı İmâm Ca’fer Sâdık’tan sonra oğlu İsmail’i imâm olarak kabul ettiklerinden imâmlarının ismine nispetle İsmailiyye diye anılmışlardır.
ıı) Bâtıniye:Nasların zâhirî mânalarını kabul etmeyip, bunların gerçek anlamlarını ancak Tanrı ile ilişki kurabilen “masum imâm”ın bilebileceğini savunduklarından bu isimle anılmışlardır.
ııı) Karmatîyye/ Karamita:Kûfe’deki aşırı Şiî İsmâilî dâîsi Hamdan b. Eş’as Karmat’a nispetle bu adı almışlardır.
ıv) Ta’limiyye:Her türlü sır ve hakikatin ancak masum bir imâmın öğretmesi ile bilinebileceğini savunduklarından dolayı bu isimle anılmışlardır.
v) Seb’iyye:Birincisi, yedi devirli bir imamet sistemi kabul etmeleridir. Ayrıca Ca’fer Sadık’tan sonra Muhammed b. İsmail’i yedinci imâm olarak kabul ederler.İkincisi ise, yedili bir âlem tasavvurlarına inanmalarıdır. Onlara göre kainat yedi kattır, gezegen sistemi yedidir, haftanın günleri yedi günden oluşmaktadır.
Bunlardan başka “Sabbahiye”; “Fâtımiye”;“Melahide ve Zenadıka”“Mezdekiyye, Babekiyye ve Hürremiyye”;“Muhammira” gibi lakaplarla isimlendirilmişlerdir.

İsmailiyye’nin Teşekkül Süreci
Emeviler ve sonrasında Abbasiler devrinde büyük baskı ve zulüm gören Ali oğulları, bazı gizli faaliyetlere ve sonrasında isyanlara girişmişlerdir.İsmaililiğin doğuşunda iktisadi sıkıntıların, eski kültürlerin ve iktidar çekişmelerinin büyük bir rolü vardır.
Öte yandan İsmailiyyenin teşekkülünde asıl etkili olan unsurun Şia içerisindeki siyasî ayrışma olduğu kabul edilir. İsmailiyye ve İmâmiyye’nin altıncı imâmı Ca’fer Sadık, hayatının son yıllarında büyük oğlu İsmail’i kendinden sonra imâm olarak tayin etmişti. Ancak Ca’fer Sâdık’ın ölümü sonrasında, Şia’nın ana gövdesi zamanla Ca’fer’in diğer oğlu Mûsâ Kâzım’ın imâmetinde birleşmiştir. Bunun böyle olmasında etkili olduğu kabul edilen bazı sebepler ileri sürülmüştür. Bunlar arasında İsmail’in babasından üç yıl önce vefat ettiği rivayeti önemli bir yer tutar.
Sayıca az olan bir topluluğa göre İsmail, gerçekte ölmemiş, takıyye gereği ölmüş gibi görünmüştür. Onlar İsmail’in bir müddet sonra geri döneceğini (rec’at) ileri sürdüler.Bu fırkaya "Halis İsmâilîler" denildi. Diğer grup ise İsmail’in öldüğünü kabul ederek, Ca’fer Sadık’ın vefatından sonra imâmetin İsmail’in en büyük oğlu Muhammed’e geçtiğini öne sürdü. Bunlara İsmail’in lakabı ya da kölesi Mübarek’e nisbetle “Mübârekiyye” adı verildi.
Fırkanın teşekkül sürecinde İsmail’in yakın dostu olan Ebû’l-Hattâb Muhammed b. Ebî Zeyneb el-Esedî önemli bir rol oynamıştır. Bu şahsa tabi olanların oluşturduğu gruba “Hattabiyye” denilmiştir. Ebû’l-Hattâb’tan sonra hareketin başına Meymûn el-Kaddâh ve oğlu Abdullah geçdi. İsmailiyye’nin asıl kurucuları olarak kabul edilen bu şahıslar, eski Orta Doğu dinleri ile yeni Eflatuncu felsefeden faydalanarak Batınîyye’nin inanç yapısını kurdular. İsmail b. Ca’fer’in ölümünden sonra, Mübârekiyye ve Hattabiyye grupları, İsmailî çizginin ana bünyesini oluşturdular.
İsmailiyye’nin Tarihçesi
Genel olarak İsmâilîler, Ca’fer Sadık’ın tayini ile oğlu İsmail’in imâmetini, onun vefatıyla da Muhammed b. İsmail’in imâmetini kabul ederler. Ancak Muhammed’in ölmesinin ardından İsmâilî hareket yaklaşık bir buçuk asır süren bir gizlilik dönemine girmiştir. İsmâilî kaynakların verdiği bilgiler dikkate alındığında, gizlilik devrinde, kesintisiz bir imâmet silsilesinin devam ettiği kabul edilmektedir.
İsmâilî imâmlar Abbasî baskısından çekindikleri için, mezheplerini merkezden uzak yerlerde yaymaya çalıştılar.Küfe, Basra, İran, Yemen, Bahreyn, Kuzey Afrika’ya gönderilen propagandacılar (dâîler), mezhebin görüşlerini yaymaya çalıştılar.
Yemen’e gönderilen İbn Havşeb ve Ali b. el-Fadl, Yemen’in büyük bir bölümünü ele geçirerek iki ayrı devlet kurmayı başardılar.Ebû Said el-Cennâbî ve oğlu Ebû Tahir el-Cennâbî, Bahreyn’de Karmatî devletini kurdular.
On birinci imâm Ubeydullah, oğlu Kâim ile birlikte Sicilmâse’ye gelip 297/909’da Mehdî olduğunu ilan ederek Fâtımî devletinin temellerini attı.İsmâilîler, Kahire’de el-Ezher medresesini kurarak pek çok dâî ve ajan yetiştirdiler. Fâtımîler, kısa bir zaman içinde Kuzey Afrika, Sicilya, Mısır, Suriye, Hicaz ve Yemen’e kadar hâkim oldular.
a) Musta’liye Kolu
Bu isim, Fâtımî halifesi Mustansır’ın küçük oğlu Musta’lî Ebu’l-Kasım Ahmed’e nispetle verilmiştir.Fâtımî Devleti Mısır’da Eyyûbiler tarafından ortadan kaldırıldıktan sonra, Musta’lîler merkezlerini Yemen’e taşımışlar daha sonra Yemen’den giden dâîlerle Hindistan’a atlayan Musta’lîler, Hindistan’da önemli bir taraftar edindiler. Bugün, Hindistan’da "Bohra" (Bohora) adıyla tanınan oldukça önemli bir topluluk durumundadırlar.
Musta’lî İsmâîlîlerin başı, “dâî mutlak” denen baş dâî’dir.Musta’lîleri, Dâvudî ve Süleymânî şeklinde ikiye ayırmıştır. Dâvudîlerin merkezi Hindistan, Süleymânîlerin merkezi ise Yemen’dir.
Eğitim ve okullaşmaya büyük ehemmiyet veren Bohraların eğitim düzeyleri oldukça yüksektir.Kapalı bir cemaat halinde yaşamaktadırlar ve kendilerine mahsus camileri vardır. Yalnız kendi aralarında evlenirler ve Hindûlarla temas etmezler. Güney Arabistan, Basra Körfezi, Doğu Afrika, Burma ve İspanya’da az sayıda Musta’lî İsmâîlîsi yaşamaktadır.
b) Nizâriyye Kolu
Fâtımî Halifesi Mustansır’ın büyük oğlu ve geleneğe göre imamet ve hilafete daha layık olan Nizâr’a mensup olanlardır.Hasan Sabbah’ın İran’da tesis ettiği fedâî teşkilatıyla, İsmaililiğin İran, Irak, Suriye ve Anadolu’da yayılması sağlanmıştır. Özel olarak yetiştirilen fedâîler İslam dünyasında terör estirmiştir.Nitekim Selçuklu veziri Nizamülmülk bu fedâîlerce öldürülmüştür.
Hülagu’dan sonra daha çok İran Azerbaycan’ında kalan Nizârî İsmailîler, tasavvufî bir görünüm altında varlıklarını sürdürmüşlerdir.İsmailiyye fırkası, Ebu Yakub es-Sicistânî, Nasır Hüsrev, Ebu Bekir er-Râzî, Hamiduudîn Kirmânî gibi büyük bâtınî-İsmâilî filozoflar yetiştirmişlerdir.
Bugün dünyanın farklı ülkelerinde yaşamakta ve yaklaşık 20 milyon kadar nüfusa sahiptirler.Nizârî İsmâîlîleri, Hindistan’da "Hocalar" Suriye’de “İsmâîliyye”, İran’da “Ağa Han Müridleri”, Afganistan’da “Ali-İlâhîler”, Orta Asya’nın doğu bölgesinde ise “Mollalar” olarak tanınmaktadırlar.
İsmailiyyenin Görüşleri
a) İmâmet, Velayet ve Nübüvvet
İmâmet, bütün Şii fırkalarda olduğu gibi İsmailiyye’de de en mühim iman esasıdır. Bu esas yerine getirildiği takdirde diğerlerinin bilgisine ulaşmak mümkün olur.
Velayet Kalbî ibadet demek olan velayet, özellikle Hz. Peygamber ailesine karşı muhabbet beslemek ve onları hidayet nuru ve hakikat rehberi tanımak, dolayısıyla zamanın imâmını sevmek ve ona bütün gönlüyle bağlanmaktır. İmâmın dostlarıyla dost, düşmanlarıyla düşman olmak velayetingereklerindendir. Velayetin bir bütün olması dolayısıyla, Allah, Peygamber ve imâmlara itaatve onlara bağlanmak kesinlikle birbirinden ayrılmaz.
İsmailiyye’ye göre her Peygamberin bir vasîsi vardır ve onların ilmi vasîye emanet edilmiştir.Hz. Muhammed’in vasisi de Ali’dir. Bu anlayışları doğrultusunda onlar şahadet kelimesine "Ali, Allah’ın velisi ve Nebinin vasisidir." ibaresini eklemiştir.
Onlara göre Ali’nin imâmeti sadece Hz. Peygamberin hadisleri ile değil, bizzat Kur’an’ın açıklaması ile de sabittir. Nitekim “Allah semaların ve arzın nurudur” (Nur 24/35) ayetinde “semalardaki nur” ile Allah’ın hidayeti, “yerdeki nur” ile de insanların hidayete ulaşmasına vesile olan imâm kastedilmektedir.
İsmâilîler, Allah’ın nurunun Hz. Peygamberden itibaren sırasıyla imâmlara intikal ettiğini kabul ederler. Böyle bir anlayış imâmlara insan üstü bazı vasıfların atfedilmesine imkan tanımış ve bu konuda hulul inancına varan bazı görüşlerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir.
İsmailiye’ye göre Hz. Peygamber, vahyin zahirini tebliğ etmiştir. Bunun batınını ise, içinde yaşanılan toplumun sosyal, kültürel ve siyasî şartları dikkate alınarak imâm tarafından inananlara irşad edilmektedir. Bu anlamıyla vahiy kesilmemiştir. Bu özelliği sebebi ile imâm, gerekli gördüğünde şeriatın bazı kanunlarını değiştirme veya tamamen ilğa etme salahiyetine sahiptir. İsmailî imâmet anlayışına göre, her “Natık”ın, yani peygamberin bir “Samit”i vardır. Natık kendisinden önceki Natık’ın mesajının yerine geçecek yeni bir ilahî mesaj getirirken, Samit bu ilahî mesajın bâtınî anlamını bilir. Böylece nübüvvet zâhir ile alakalı iken, imâmet bâtın ile alakalı olmaktadır. Ayrıca nübüvvet, imâmetin varlığını önceden gerekli kılmaktadır.
İsmâilî düşüncede tarihî süreç dikkate alındığında bazı değişikliklerin yapıldığı anlaşılmaktadır. Başlangıçta “yedi imâm inancı” benimsenmişken Fâtımî Devletinin kurulması ile birlikte –zorunlu olarak- imâmların sayısının yediden fazla olduğu kabul edilmiştir. Yine başlangıçta gaybet ve Mehdî inanışları varken devletleşme süreci sonrasında “Mehdî” veya beklenen “Gaib İmâm” düşüncesi terk edilmiştir. Fâtımî devletinin kurulması ile beklenen mehdi anlayışı, yerini “Kaim” imâm anlayışına bırakmıştır. Devletin başına geçen her hanedan üyesi Kaim İmâm olarak isimlendirilmiştir.
b) Aşırı Yorum ve Zahir-Batın Ayrımı
Onlara göre hakikate ulaşmanın tek yolu zahiri mananın bâtınî manaya tevil edilmesi, yani yorumlanmasıdır.Zâhir, Kuran’ın açık anlamını bilmek ve şeriattaki yükümlülükleri yerine getirmek gibi hususlardan oluşurken; bâtın, Kuran ve Şeriat’ın gizli, gerçek manasını bilmekten ibarettir. Onlara göre peygamberler vahiy almak suretiyle dinin zâhirî yönünü ortaya koyarlar, peygamberin vasîsi olan imamlar da te’vil ilmi ile zâhirin bâtınî manasını açıklarlar.Bu fırka mensuplarına “Batıniye” adının verildiğini unutmamak gerekir.
c) Sayıların Kutsallığı ve Yedi Devir İnancı
İsmailiyye mezhebi, büyük ölçüde “yedi” sayısının taşıdığına inanılan kutsallık vasfı üzerine bina edilmiştir. İlk İsmâilîlere göre insanlığın dinî tarihi yedi devirden müteşekkil olup her bir devir, şeriat getiren bir peygamberle başlamaktadır. Bunlar, Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed ve Muhammed b. İsmail’dir. Bunların her birine “Natık-konuşan” adı verilir. Bu
natıklardan her biri kendi devirlerinin şeriatının batınında gizli olan hakikatleri tevil ve yorumlaması için bir vekile sahiptiler.
Her devrin yedinci imâmı bir sonraki devrin natıkı makamına yükselirdi. Getirdiği yeni şeriat ile bir önceki devrin natıkının şeriatını nesh ederdi. Bu durum sadece tarihin son dönemi olan yedinci devirde farklıydı. Hz. Muhammed ve İslam’ın devri olan altıncı devrin yedinci imâmı, İsmâilîlerin ölümünü inkâr ederek Kaim Mehdi olarak zuhur edeceğini bekledikleri Muhammed b. İsmail’di. Yalnızca o, son imâm olarak natık ve esasın vasıflarını kendisinde birleştirecektir. Muhammed b. İsmail, İslam’ın yasalarını yürürlükten kaldırarak yedinci ve son devri başlatacaktı; ancak o yeni bir din getirmeyecektir. Ayrıca her bir Samit’in yedi tane “Huccet”i vardır ve huccetleri sıradan tebliğciler olan “Dâî”ler takip etmektedir.

1) İnanç Esasları Açısından Nizarî-Musta’li Mukayesesi
İman, İman esaslarına ek olarak zamanın imâmını bilip tasdik ederek emrine teslim olmak, Allah’ın kullarına emrettiklerini yapmak, yasaklarından kaçınmak, imâma itaat ve emirlerini kabul etmektir.İsmâilîlere göre iman ile İslam ayrı şeyler olup, İslam ikrar, iman ise ikrar ve marifetten ibarettir.
İsmâilîlere göre Allah’a inanmak, bir iman esasıdır.Onlara göre Allah’ın var olduğunu söylemek O’nu varlık cihetiyle mahlukata benzetmek anlamına gelecektir. Yine O’nun için yoktur demek de varlığını inkar etmek anlamına gelecektir. Bu konuda sessiz kalmak en doğru yoldur.
2) İbadetler Açısından Nizarî-Musta’li Mukayesesi
İsmâilîler’e göre İslam yedi esasa dayanır. Bu esaslar sırasıyla velayet, taharet, namaz, zekât, oruç, hac ve cihattan ibarettir.
ı) Velayet:Musta’liler, “Lâ ilahe illallah Muhammed resulullah ve Aliyyun veliyullah ve vasiyyu’n-Nebî" Nizârîler ise velayeti imamı tanıma ve ona itaat etmek şeklinde anlamışlar, diğer inanç esaslarını bu marifete bağlamışlardır.
ıı) Taharet:Musta’lîlerde abdest, Sünnîlerdeki gibidir. Nizariler ise tahâreti, âdet ve örften geçmek; zahire uyanlardan kendini korumak şeklinde yorumlamışlardır. Onlara göre abdest, imam’ı tanımaya (marifet) dönüş, gusül de ahdi yenilemektir.
ııı) Namaz:Müstalîler, günde üç vakit namaz kılarlar. Sabah namazı güneşin doğuşundan önce kılınır. Öğle namazı ile ikindi namazı öğle vaktinde, akşan ile de yatsı namazı akşam vaktinde birleştirilerek kılınır. Namazlardan sonra Hz. Muhammed, Ali, Fâtıma ve imâmların isimleri zikredilir.Kendilerine mahsus “cemaathane” adını verdikleri camileri vardır. Cemâathâneye girdiklerinde üzerlerindeki elbiseyi çıkararak özel cübbemsi bir elbise giyerler. Cemâate devamsızlık para cezası ile cezalandırılır. Cuma günleri Cuma namazı kılmaz ve hutbe okumazlar.
Nizârilerde ise namaz, imam’ın bilgisine ve gerçek dine ulaşmaktır. Dua adı verilen namazların bir kısmının mutlaka cemaathanede edası gerekirken, diğer bazı duaların da evde münferiden yapılması mümkündür. Bu dualar; sabah, akşam, yatsı veya gece dualarıdır. Namaz ya da dua, Gucarat dilinde yapılır. Cemaat’e namaz esnasında ibadete nezaret eden ve muhî ismi verilen bir çocuk gerekli duaları çevresindekiler duyacak şekilde okur, onlar da bunu tekrar ederler. Dualar oturarak yapılır, imâmın ismi anıldığı zaman secde edilmesi gereklidir. Secde, Kerbelâ toprağından yapılmış bir mühür üzerine yapılır. Namazda Mekke’ye yani kıble yönüne dönülmez. Onlara göre kıble, herkesin kendi “hüccet”ine yüzünü dönmesidir, hüccet ise yüzünü sadece imama döndürür.
ıv) Oruç:Musta’lîler Ramazan ayında otuz gün oruç tutarlar. Ayrıca her ayın ilk ve son Perşembesi ile ortasına rastlayan Çarşamba günleri de oruç tutarlar. Nizârilerde Erken dönem oruç, sır saklamak ve sırrı ifşa etmemek anlamında yorumlanmıştır. Ancak günümüz Nizârileri, Ramazan ayında sadece bir gün oruç tutarlar. Ramazan’ın yirmi birinci gecesi oruca başlanır ve ertesi gün öğle vakti bitirilir. Bununla birlikte onlar, Ramazan ayının hepsini kutsal sayarlar.
v) Zekat:Nizarîler, zekatı, imama inanmaktan sonraki en önemli esas kabul ederler.Nizâriler, zekat olarak toplanan bütün meblağın imâmın şahsına ait bir hak olduğunu ve bunu imâmın
dilediği şekilde harcayabileceğini kabul ederler.Genel olarak 1/10 olan zekât nispeti, son zamanlarda 1/8’e kadar yükseltilmiştir.Buna göre her kameri ayın ilk günü zekât, imâma yahut temsilcisine verilmelidir.Müstalilerde ise zekat, dâîler tarafından toplanır ve cemaatin işlerinin görülmesi için Dâî Mutlak’a teslim edilir.
vı) Hac:Nizârilerin anlayışına göre hac, dönemin imâmını ziyaretten ibaret sayılmaktadır.imâmın bulunduğu mekan aynı zamanda hac ibadetinin yerine getirildiği mekan olarak kabul edilmiş
ve öylece uygulanmıştır.İsmâilîlerin kalabalık gruplar halinde Kerbela ve Necef’i ziyaret ettikleri de görülmektedir.Müsta’lîler Kabe’yi ziyaret etmek suretiyle haccetmektedirler.
vıı) Cihat:Günümüz Nizârilerinde cihat, kişinin kendisi ile mücadele etmesi, doğru yolda kalabilmesi için nefsiyle savaşmasıdır.Musta’lîlerde cihat ise gerçek anlamını koruduğu görülmektedir. İmâm veya Dâî Mutlak’ın gerekli görmesi durumunda cemaate mensup bütün Bohraların nefisleri, malları ve hayatları ile cihat etmeleri onların üzerine farz kılınmıştır.
Pek çok meselede İmâmiyye fıkhına yakın olan İsmâiliyye fıkhı mut’a nikâhını kabul etmeme, vârislerin izni olmadan bir başka vârise yapılan vasiyeti hükümsüz sayma gibi konularda İmamiyye’den ayrılmaktadır.

İsmailiyye’de Davet Metodu
İsmailî/Bâtınî dâîler, insanları kandırmak için dokuz basamaklı bir metot takip etmişlerdir.
1) Rızk(yemleme), ve Teferrüs(avlama),: Mezhebin inançlarını yaymakla görevli olan dâînin zeki, ileri görüşlü, anlayışlı, sağlam duygulu, bir kimsenin dış görünüş ve fiziki yapısına baktığında içindekilere de hakim olabilen kabiliyette olması lazımdır. Dâîler üç hususta usta olmalıdır. Mezhebe davet edilmesi istenen kişilertelkinleri gerçekten mi kabul ediyor yoksa kabul eder gibi mi gözüküyor, ayırt edebilmelidir.İkinci özelliği ise, zâhir manaları batıl manalara döndürmede kıvrak zekalı, çabuk kavrayışlı olmalıdır. Üçüncüsü ise, herkesi aynı yola çağırmamak gerektiğini bilmelidir. Eğer takvaya, ibadete, itaate meyyal ise boyun eğmeye davet edilmeli; şehvete, eğlenceye, ciddiyetsizliğe meyyal ise, ona ibadetin aptallık olduğu söylenmelidir.
2) Te’nis: (alıştırma) “Davet edilecek olan kişilerin yaptığı veya yapmak istediği iyi işleri tesbit ederek, o kişinin gözü önünde bunlara uygun hareket etmektir. Davet edilecek kimsenin şeriatında bulunan bir işi, ibadeti onun göreceği şekilde yapmaktır.
3) Teşkik: (şüpheye düşürme) “Te’nis basamağından sonra dâînin daveti kabul eden kişinin samimi olarak bağlandığı hususlardaki inancını sarsacak şekilde değiştirmeye gayret etmesi demektir. Bunun yolu da anlaşılması kolay olmayan hususların hikmetlerini, ayetlerden müteşabih olanların ve belli bir mana ifade etmeyenlerin hikmetini sormakla işe başlamaktır. Huruf-u Mukattaa’nın manalarını sorar, bunların öylesine gelmediğini, altlarında gizlenmiş manaların olabileceğini söyler ve kişiyi bu konuda düşünmeye sevkeder.
4) Ta’lik(boşlukta bırakma): “Dâî, şüphe uyandırdığı konularda, açıklamasının istendiği zaman ağırdan alır, kişiyi ortada bırakır ve işi sandığından daha büyük gösterir. Kişiye acele etmemesini, onu hazır bulduğu zaman sırları açıklayacağını söyler. Onun haline bakar, eğer önem vermiyorsa bırakır, peşinden geliyorsa ona bir vakit tayin eder.
5) Rabt(bağlama): “Diliyle hiçbir zaman bozamayacağı, bozmaya cesaret edemeyeceği en ağır yemin ve en büyük ahidlere bağlamasıdır.”
6) Tedlis(hile yapmak): “Yemin ve ahd almanın pekiştirilmesinden sonra sırları ona bir defada açmaz. Tedrici hareketi benimser ve şu hususlara dikkat çeker: ilk önce sadece mezhebi hatırlatmaya, daha ileri gitmemeye itina eder. Akla itimat ederek Allah’ın temiz kulları olan imâmlara uymaktan geri durmamasını tembihler. Sonra Kur’an’ın zahirini iptal etmek için bazı hileli sözler söyler, sorular sorar.Ehl-i Beyt’e olan sevgisini izhar eder.
7) Telbis(kafasını karıştırmak): “Kişiye önce halkın inancına uygun, kolaylıkla kabul edeceği şeyler söyler, sonra bunlardan batıl neticeler çıkartırlar.
8) Hal’(ayırmak) ve Selh(soymak): “Davete icabet eden kişiye, şer’i sınırlamalar ve tekliflerin terki noktasına ulaştıklarında, “sen, artık hal’ derecesine ulaştın” derler. Hal’ amelle ilgilidir, selh ise itikatla ilgilidir. İnancı kalpten söküp atmaya selh derler ve bu rütbeyi “en büyük varış” diye isimlendirirler.”
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Konuyu değerlendir
Konuyu değerlendir:

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
sakarya ilitam Mezhepler Tarihi 9.Hafta Medineweb SAKARYA İlitam 0 27 Aralık 2013 15:01
Mezhepler tarihi 1.2.VE 3.hafta Medine-web İslam Mezhepleri Tarihi 2 20 Aralık 2013 12:03
Mezhepler tarihi 12.hafta Medine-web İslam Mezhepleri Tarihi 0 20 Aralık 2013 06:47
Mezhepler tarihi 7.8.hafta Medine-web İslam Mezhepleri Tarihi 1 20 Aralık 2013 06:42
Mezhepler tarihi 4.ve 5. Hafta Medine-web İslam Mezhepleri Tarihi 1 20 Aralık 2013 06:31

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.