Durumu: Medine No : 11916 Üyelik T.:
02 Mart 2010 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:55 Mesaj:
487 Konular:
102 Beğenildi:6 Beğendi:0 Takdirleri:10 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Kur’an Yakamıza Yapışırsa Kur’an Yakamıza Yapışırsa Kur’an Yakamıza Yapışırsa Abdestsiz dokunmadığımız, Öpüp başımızın üzerine koyduğumuz, En güzel harflerle yazdığımız, En güzel süslemelerle, altın yaldızlarla tezyin ve tezhip ettiğimiz, En güzel mahfazalarla sardığımız, Evimizin en mutena köşelerine astığımız, Kızlarımızın çeyiz bohçalarına koyduğumuz Kur’an bizi sorgularsa, hatta yakamıza yapışırsa... Acaba öyle bir şey mi olacak? Kur’an’ın bizi sorgulayacağı, yakamıza yapışacağı bir zaman mı olacak? Şu ayeti okuyalım: “Peygamber der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’ân’ı büsbütün terk etti.” (el-Furkân, 30) Mahşer ortamında Allah Rasulü, -sallalahü aleyhi ve sellem- Allah Teala’ya kavmi hakkında böyle serzenişte bulunacak. Kavmini, ya da “Kur’an’ı terkedilmişlik duygusuna sürükleyen toplumlar”ı böyle şikayet edecek. “Her kim de Kur’an’ı öğrenir de Mushafını asar, ilgilenmez ve bakmazsa, kıyamet günü gelir, yakasına sarılır ‘Ya Rab! Bu kulun beni mehcur tuttu. (Beni terkedip uzak kaldı, benimle amel etmedi) benimle arasında hüküm ver. ‘ der.” (Alusi, Ruh’ul Meani, X1X, 14) Buradaki bilgi, Rasulullah Efendimizden ayrı olarak Kur’an’ın da insanın yakasına yapışacağı ve “Rabbim bu kulun beni reddetti, benimle onun arasında hüküm ver!” diyeceği şeklindedir. Nasıl bir manzaradır bu, düşünebiliyor musunuz? Böyle bir durumla karşılaşan insan nasıl cevap verir? Orası öyle bir ortamdır ki, geri dönme ve yapılamayanı yeniden yapabilme imkanı bulunmamaktadır. Peki Kur’an’ın terkedilmişlik duygusuna itilmesi nasıl bir şeydir? Yukardaki hadiste bu, “Kur’an’ı öğrenmiş, Mushafını asmış olması”na rağmen “ilgilenmemeye ve bakmamaya” bağlanmaktadır. Yani Kur’an’la doğru ilişki, sadece onu öğrenmek ve saygı göstermek şeklindeki ilişki değildir. Rasulullah Efendimiz (s.a.), insanoğlunun Kur’an’la ilişkide varıp dayanacağı çok daha problemli bir duruma da işaret buyurmaktadır: “Öyle bir zaman gelecek ki, insanlar Kuran okuyacaklar ama hançerelerinden (boğazlarından) aşağıya inmeyecek.” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 36; Hâkim, Müstedrek, V, 504) “....Öyle bir zaman gelecek ki Kur’an’ı anlayanlar az, okuyanlar çok olacak, Kur’an’ın harflerini ezberleyecekler ancak hududunu ihmal edecekler.” (Muvatta’, Kasru’s-salât, 88; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 789) Demek ki, insanların ve toplumların Kur’an’la ilişkisinde bir problemli durum da budur: Okuyan çok, anlayan az, ezberleyen ancak hududunu ihmal eden bir ilişki tarzı. Belki de Kur’an’ın terkedilmişlik duygusu, böyle toplumlar bünyesinde yaşanacaktır. Şöyle bir hadise nakledilir: Bir gün, zamanın İngiltere Müstemlekeler Bakanı Lord Gladiston Lordlar kamarasında ayağa kalkar, elinde bir kitap vardır ve aynen şöyle der: “-Şu elimdeki kitabı görüyor musunuz?... Bu, Müslümanların kitabı Kur’an’dır. Bu kitabı Müslümanların elinden, dilinden ve gönlünden almadıkça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalı, Kuran’ı ortadan kaldırmalıyız. Veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.” Bu, emperyalist dünyanın, Kur’an’la Müslüman arasındaki ilişkinin, nasıl hayati bir ilişki olduğuna, bu ilişkinin Müslüman’a nasıl bir dirilik kazandırdığına ve bu ilişki bir şekilde bozulmazsa, Müslümanlara tahakkümün imkansız olduğuna dair kanaatinin yansımasıdır. İslam dünyası, aşağı yukarı bir asrı aşkın zamandır, açık veya örtülü bir sömürge hayatı yaşamaktadır. Doğrusu, elimizde de Kur’an bulunmaktadır. Üstelik saygıda da kusur etmemekteyiz. Okuyanlarımız, ezberleyenlerimiz şükür ki sayılamaz miktardadır. Yani bütün bütün Kur’an’dan kopmuş sayılmayız. Peki ama ne oldu ki, elimizde Kur’an bulunmasına rağmen, tahakküm altındayız? Bunun tek izahı olabilir: Demek ki Kur’an’la ilişki biçimimizde sorun bulunmaktadır. Burada belki ilk İslam neslinin Kur’an’la ilişkisine bakmak gerekiyor. Hazreti Ömer’in sadece Bakara suresini 12 yılda öğrendiği rivayet ediliyor. Bu bilgi karşısında, “Acaba nasıl bir öğrenme bu?” diye bir soru kaçınılmaz olmuyor mu? Şimdilerde hafız çocuklarımızın bile bir günde bir Kur’an hatmi yapabilmelerinin mümkün olduğunu biliyoruz. Hazreti Ömer ne yaptı ki ya da ne yapmadı ki, Kur’an’ın en uzun suresi de olsa, bir tek suresini öğrenmek için 12 yıl emek vermek zorunda kaldı? Şöyle düşünelim: O dönemde Rasulullah Efendimiz, talep eden çevre kabilelere “Kur’an muallimleri” gönderirdi. Acaba o Kur’an muallimlerinin “Kur’an’ı öğretmeleri” nasıl bir şeydi? Onlar da, bizde olduğu gibi “Elifba”dan başlayarak, okumayı söktürme, sonra cüzlerden Kur’an’a geçme gibi bir süreci mi takip ederlerdi? Kur’an öğretimi demek, “Kur’an okumaya geçmek” demek miydi? Böyle olmadığını tahmin etmek zor değildir. Çünkü onların dili zaten Arapça’ydı ve onların Kur’an’a geçmeleri sorun değildi. Kur’an’ı öğrenmek, onlar için, bizim Türkçe okuyup yazma öğrenmemizden de bambaşka bir şeydi. Kur’an Yaratandan gelen bir mesajdı. İnsanı yeniden insan kılmaya talip olan bir mesajdı. İnsan kişiliğinde köklü bir dönüşüm gerçekleştirmek üzere gelmekteydi. Kur’an’ın bu mahiyeti, o dönemin Arap toplumları için yepyeni bir durumdu. Kur’an’a muhatap olan insan, adeta kendi dilinin bile cahili haline geliyor ve her şeyi yeniden öğreniyordu. “Kul : De ki” diye başlayan hitaplarda, Yaratan’ın elçisine seslendiği bir durum söz konusu idi. Bunu nasıl anlayacaktı insan? Yaratan’ı nasıl anlayacaktı, Yaratan’ın kelamı denen şeyi nasıl anlayacaktı, o Kelam’ın insana nasıl ulaştığını düşünecekti ve Yaratan’ın insandan neden böyle olmasını istediğini nasıl anlayacaktı? Kur’an, ona muhatap olan insan için her kelimesi ile yepyeniydi. Peygamber’e iman etmek demek, yepyeni bir düşünce dünyasına girmek, yepyeni bir hayata yelken açmak, ve kendi kişiliğinin her dokusunu yeniden inşa etmek demekti. Bunu Kur’an’la gelen bilgi ile yapacaktı. Peygamber, Allah adına konuştuğu için Peygamberdi ve bu sebeple ilgi merkezi oluyordu. -Beni Allah gönderdi, diyordu Peygamber, ve şu bilgiyle gönderdi, diyordu. O bilgi Kur’andı. Onun için o nesil, Kur’an’a, Allah’ın “Ateş çukurunun kenarındaki insana” uzatılmış bir ipe sarılır gibi sarıldı. Elif, lam, mim” Düşün, düşün, düşün ve bil ki, “Kur’an’da hiçbir şüphe yoktur ve o, takva ehli için bir yol göstericidir.” Kur’an’ın her bir ayetine böyle baksak, “Allah Teala bana ne diyor?” diye baksak yani, bu okumanın başka bir okuma olacağı muhakkaktır. “Kella” diye başlıyor ilahi kelam. Sonra “Sümme kella” diye tekrar ediliyor. “Leteravünnel cahim – Cehennemi mutlaka göreceksiniz” diye te’kid yükledikten sonra “Sümme leteravünneha aynel yakin – sonra kesinlikle üstelik aynel yakin olarak göreceksiniz cehennemi” deniyor. Gelin de bu ayeti bu vurgularıyla idrak ettikten sonra, ateşi burnunuzun dibinde hissetmeyin. Hissetmiyorsanız, işte o, Kur’an’ın “mehcur bırakılma” durumudur ve ilişkimiz o hale gelmişse, Kur’an’ın yakamıza yapışmasından endişe duymamız gerekmektedir. “İlla” deniyor bir yerde. “İnne” ile başlıyor sayısız ayet. “Ela” diye başlıyor. “Ela bi zikrillahi tatmainnül kulub – Dikkat edin, uyanın, kendinize gelin, ancak zikrullah ile mutmain olur kalbler.” Şu tercüme verebildi mi, ayetteki vurguyu? Zor, çok zor. Kur’an diline, iklimine, yatırmak gerekiyor gönüllerimizi. “Ela”yı hissetmek, Yaradan’ın bizi sarsmasını hissetmek, sonra “bi zikrillah”ı öne almasıyla sarsılmak, sonra “tatmainnü” kelimesindeki vurguyu hissetmek... Yani Kur’an’ı böyle okumak... Yüreğimizi tam da Kur’an’ın kalbi ile iletişime sokmak... Yani “Sen benim hayatımsın, canımsın, var oluşumun sırrısın, seni terketmek ne kelime, bizi terkedilmişlik duygusuna sokma” diye tutunmak Kur’an’a... Hazreti Osman r.a. Kur’an’ı eline alır, “Rabbimin kelamı” diye bağrına basar, öper, koklarmış. Kur’an’la dünya ve ahiret dostluğunun sırrı bu. Rabbimiz bu sırlar içinde bir hayat lutfetsin hepimize. Amin. (alıntı) |