söz unutmayacağız
Efendim!
Bizler isyankar bir çağın evlatlarıyız. Senden asırlarca uzak, acınası zamanlarda geldik dünyaya. Her birimizin üstü başı, bir gaflet çukurunda günah çamurlarına bulanmışken, senin tertemiz adını anmaya layık değil dudaklarımız biliriz. Biliriz de, aşkından titremese de isyanlarla kararmış kalplerimiz , “Efendimiz!” deriz yine sana. Fani sevgiciklerle hınca hınç doluyken gönüllerimiz, “Ey sevgili” deriz sevgimizin farkında bile olmadan.
Bizler unuttuk Efendim! Avutulduk kırık oyuncaklarla, yalan sevdalarla…Bizler unuttuk Efendim! Sen’i, Ehl-i Beyt’ini, çağlar deviren ve her daim hüküm sürecek olan davetini. Yoluna binler can feda olmuş davanı…Hiç düşünmeden ölüme koşan canları, unutturuldu bizlere, unuttuk…Nice başların seve seve verildiği o kutlu davan, bizler için bir masal oldu artık tek dişli canavarın ağzında. Oysa ki, davaya adanmış yürekler vardı, davan için toprağa serilmiş bedenler vardı. Her devirde davan için “ya zafer ya şehadet” diyen yiğitler boy verdi mustazaf ve mağdur topraklarımın her karışında. Nazlı nazlı salınan her gelincik, onlardan aldı rengini. Asillik yarışındaki her gülün kokusunda, Sen’inle birlikte onlar oldu.
O yiğitlerin içinde biri var ki Ey Rasul! Adını her andığımızda, O’nunla birlikte selamlar yollarız Sana. Yollarız da, o yiğidin de unuttuklarımız arasında olmasından hiç yüzümüz kızarmaz. Yollarız da, o güzel şehit, çağlar ötesinden ne der bizlere, anlayamayız. Bakmayı bilenlere açılırmış sırlar, bakıp da görmek isteyenlerin önünde yol olur uzarmış. Sır değil apaçık da olsa, biz görmesini bilemedik. Oysa bizler,görmesini bildirseydik bakan gözlerimize, susuzluktan kırılmış torunlarını hiç düşünmeden bir bardak suyu içebilir miydik kana kana?
Bizler bir yiğidi unuttuk, bir Muhammed torununa yapılan vahşeti unuttuk Efendim! Oysa canlar feda bir yiğitti O. O, Ali’nin oğlu, Allah’ın aslanının can parçası, cennet bahçelerinin güllerinden biri. “Hüseyn bendendir, ben Hüseyn’denim” buyurduğun, pak neslinin kaynağı. “Şirksiz ve tavizsiz iman”ın, ete kemiğe bürünmüş sureti Huseyn…Ki o imanın gücünü herkes, Kerbela sırrında gördü Efendim! Cesaretin diğer adı oldu orada Huseyn…Zulme ve fesada karşı direnmenin önderi oldu.
Tarih böyle imtihan görmedi. Böylesine bir acıyla dağlanmadı yürekler…Böyle kanlı bir yazgı görmedi takvim yaprakları Efendim! Ne var ki, mazlum halkın çağrısına kulaklarını tıkayamazdı Huseyn. O’na bu yakışmazdı. O Peygamber varisiydi, nasıl bırakırdı ümmeti? O ateş parçası, etrafında yetmiş iki pervaneyle birlikte zalimin karşısında, mazlumun yanında olmaya doğru yol alırken, Kerbela onları bekliyordu. Ah belalar çölü, mihnet ve sıkıntı yeri ah! Kan kokulu kara topraklar ah! Göklerin bile karalar bağladığı o karanlık gün! Çağın yitik vakitleri. Kadınların ıslak kirpiklerini, kara çarşaflarına düğümlediği günler. Torunlarının Efendim, evet, senin kanından, canından olan evlatlarının kılıçtan geçirildiği, pak cesetlerinin dahi atlarla çiğnendiği kapkaranlık zaman dilimleri…”Nasıl”dan çok “niçin”ini anlamamız gereken soysuz yaşanmışlıklar…
Önce susuz kaldı Peygamber torunları… Su diye yanan bebelerin ağlamasını zalimlerin kahkahaları bastırıyordu... Yer gök ağlıyordu oysa…Ama perdeli kulaklar nasıl işitsin ki dağların, taşların bu zulme feryadını... Zalim kılıçları parladı yükseklerde pis gülüşleriyle. Kadın, erkek, bebek tanımıyordu sırtlanlar. Kin ve intikam ateşiyle sallıyorlardı, ahirette yılan olup boyunlarına dolanacak kılıçlarını. Canlar feda Torunlarının üzerine oklar yağmur gibi yağıyordu. Saçının teline zarar gelmesinden incindiğin torunlarına oklar yağdırıyorlardı ey Rasul!... O an, minik damarlarından kanlar süzüldü Ali Askerî’nin. Daha süt kokulu, bembeyaz kundağı al kanlara boyandı. Küçücük bedenine saplanan oklar ağır geldi sana ey bebeğim! Yakışmadı masum gülüşüne… Önce babalar çaresizlikten yandı susuzluktan kavrulan yavrularına, sonra bebeler ağladı zalim kılıçlarıyla doğranan babaları için…Kesilen başlar, kırılan kollar, akıtılan kanlar için…Yerlerin yarılıp içine geçirilesi, göklerin paramparça olup üzerlerine dökülesi zalimler bilmezler miydi ki akıttıkları kan kimindir? Yoluna canlar kurban o kan, kimindir?
O Huseyn’di ya Rasul! Kerb-ü belaya akan Huseyn’in kanıydı, Sen’in kanındı! Hak ve hakikate bağlı kalmak uğrunda candan geçileceğinin ispatını gösteren yiğit, Sen’in elinde büyümüş olan gözbebeğin Huseyn’di. Hani gece yarısında evinden çıkıp evlerine gittiğin ve “üşümesinler” diye üzerlerini örttüğün can parçası. Kucağına alıp yüzünü, gözünü öptüğün biricik yavru. Secdelerde sırtına binen, sonra düşer de incinirler diye kıyamadığından, sırf bu sebepten secdeleri uzattığın peygamber çiçeği. Oysa o çiçeği koparanlar da, senin dininden olduğunu söyleyenlerdi. Oysa senin öptüğün o dudaklara toprak dolduranlar da, senin getirdiğin dini korumak adına bu zulmü reva görenlerdi. Oysa her biri, namaz vakti eriştiğinde kılıçlarını bırakıp peygamber torununun imamlığında namaz kılmanın şerefine eren, “adı Müslüman”lardı!
Ya Huseyn’i yana yakıla “bizi bu zülumden kurtar” diye çağıranlara, sonra da O’nu bir başına bırakıp dilleri lâl olanlara ne demeli? Ah Huseyn! Dinlemeliydin Ferezdak’ı. “Onların yürekleri seninle ama kılıçları yezidle” derken, nasıl da iki kelimeyle özetlemişti hain Kufe halkını. Huseyn’i yakan susuzluk değildi zahir, zulümden kurtarmaya koştuğu Müslümanların ihanetiydi, yalnız bırakmalarıydı. Yetmiş iki canı, bebek- kadın demeden kılıçtan geçirten en acı ihanetin şahidi ve mazlumu oldu orada Huseyn…Kurbanlar beklerken kesilmeyi, en masum kurbanın adı oldu Huseyn!...
Zeynep’in koklamaya doyamadığı reyhandı Huseyn! “ Gitme! Herkes gitti. Sen de gidersen dünyanın kahrı omuzlarıma çöker. Dayanamam bu acıya- yıkılırım” diye yalvaran Zeynep. Nübüvvet mektebinin çiçeği, Huseyn’in kıymetlisi, asil kanlı, asil duruşlu cesur Zeynep! Yüreğine yetmiş iki hançer saplanan Zeyneb’im ah! İlahi mesajı rüzgarlarla duyurdun dört yana. Hakkı haykırmayı, zalimin karşısında cesaretin ne demek olduğunu gösterdin bize ey Zeynep!
Geceler sarsın şimdi hüznümüzü. Ağıt yakan çığlıklar bürünsünler çarşaflarına. Karabulutlar dağıtsın feryatları. Yüreğimize çoktan cemre düşürdük biz Efendim! Dirilmek için baharı beklemeyeceğiz. Zira mazlumların imamına vefa borcumuz vardır. Misakımızı tazelemenin vaktidir. Şu biçare zamanın hızla akıp gitmeliğinde, unutmayacağız misakımızı. Unutmayacağız yapılan zulümleri, o zulümlerin neden yapıldığını…Kerbela’dan Felluce’ye, Kerbela’dan Kudüs’e al bir çizgi çekeceğiz Efendim! Zulmün, küfrün, tağutun ve gasbın olduğu her yerde Huseyn olacağız her birimiz. Zulme, küfre, tağuta biat etmemenin Huseynî kıyamlarında buluşacağız. O kıyamlarda kavuşacağız kendimize, sarılacağız tekrar kimliklerimize, kim olduğumuzu unutturmak isteyenlere inat… Kesik başlarımız yezidlerin önünde yuvarlansa dahi bu davadan dönmeyeceğiz Ey Rasul, davamızın ne olduğunu unutturmak isteyenlere inat… Zalimlere baş eğmenin, zalimlerle birlikte yaşamanın ölümden beter olacağını hayatıyla ispatlayan bir şehit var önümüzde bize rehber…Biz, O’ndan öğrendik ki; Müslüman zulme boyun eğmez, Allah’tan gayrısının önünde eğilmez. Huseyn dönmedi biz de dönmeyeceğiz davamızdan…Huseyn eğilmedi, biz de eğilmeyeceğiz.
Ümmet, kahredici ve öldürücü sessizliği içinde boğulurken; her birimiz Zeynep olup Hakk’ı haykıracağız, zalim dünyada bir başımıza kalsak da... Kana kana su içen çocuğumuzun bakışlarında göreceğiz hergün Ali Askerî’nin gözlerini…O masum bakışlar yön verecek nefretimize. Masum ve mazlum kanlarıyla sulanan dünyanın kökleri, Hakk’ı tutup kaldırmayı ve cesareti istikamet edinmiş, Allah erlerini doğuracak peşi sıra. O mazlum kanlarının içinde çürüyecek kılıçlar, çürüyecek tüfekler, tanklar…
Sana söz Ey Resul! Senden asırlarca uzak, acınası zamanlarda gelmiş de olsak dünyaya, her birimizin üstü başı, bir gaflet çukurunda günah çamurlarına bulanmış da olsa, layık olamasak da Sana, ehl-i beytine, davana...Bizler unutmayacağız. Bizi yalan sevdalar ve kırık oyuncaklarla oyalamaya çalışanlara inat, bugün nerde zulüm varsa, orası Kerbela olacak bize. Söz Ey Rasul! Bundan sonra her yer Kerbela, her gün aşura bize