Bir yusufçuk gördüm
Annem, adımı Kurân-ı Kerim’de geçen bir peygamberden aldığımı söyler. Neredeyse onun kadar da güzel bir yüzüm olduğunu. Güldüğümde çenemde oluşan gamze, yeryüzünde kimselerde yokmuş. Buna inanmam o kadar kolay ki.
Çünkü anneler asla yalan söylemez.
Sözde daha disiplinli olur diye annem beni erkek öğretmene teslim etmiş. Yetişkinler sevginin önüne koydukları ve her şeyden daha çok önemsedikleri hırslarıyla biz küçükleri neden bu kadar ezerler ki ?
Oysa onlar da bilir ki sevgisizlik; yoldan çıkmaya giden en kestirme yoldur. Büyüklerin de yaptıkları çoğu hatanın temelinde sevgisizlik yatar. Tıpkı bizde olduğu gibi. Bunu bilirler bilmesine de sorun sadece bunu birbirlerine itiraf edememeleri.
Sınıfımıza müfettiş geldiğinde, öğretmenim beni başka bir sınıfa o gün için göndermeseydi, onun beni sevdiğine hâlen inanabilirdim. Evet evet, canımdan çok sevdiğim canım öğretmenim benden düpedüz utanmış, beni misafirinin önüne çıkarmak istememişti.
İkinci yarı yıl başlamasına rağmen okuma yazmayı öğrenememiş olmakla utanılacak bir iş yapmıştım. Beni utanılacak kişi yapan şey, zamanı geldiğinde meyve vermeyen ağaca benzememdi. Bu durumda suçluydum, cezamı da “yok sayılarak” ödeyecektim.
Öğretmenimin boyuna yetişebilmem demek, üç tane benim gibi çocuğun birbirlerinin omzuna binmesi ve dimdik durması demekti. Ben de büyüyünce tıpkı onun gibi kocaman “adam” olacaktım. Sırf bu yüzden hemen büyümek istiyordum. Ama hemen. Çünkü biz küçükler için uzak gelecek diye bir şey yoktur, “hemen” vardır.
Şubat ayı gelmesine rağmen halen okumayı yazmayı sökememiş olmam benim normal bir zekâya sahip olmadığımı gösterir mi bilmiyorum. Ancak o gün başka bir sınıfa gönderilmem, artık orada istenmediğim anlamına geliyordu. Bunu anlayabilecek kapasitem vardı. Bu kadarını anladığıma göre ben zeki bir çocuktum. Belki hiçbir zaman öğretmenimin gözdesi olamamıştım ama yeterince zekiydim. Benden istenen şey için sadece bir parça daha zamana ihtiyacım vardı.
Aslında ben öğretmenimi hep çok sevmiştim. O üzülsün istememiştim. O mutlu olsun, beni görünce gülümsesin diye ödevlerimi günü gününe yapmaya gayret ediyordum. Elimden gelen her şeyi yapmış olmama rağmen okuma yazmayı nasıl olduysa zamanında! öğrenememiştim.
Kendimden utanıyordum. Bu durumda öğretmenimin de benden utanması son derece doğaldı.
Annem bu halime çok üzülüyordu. Anneleri üzmek en büyük günah değil miydi hem? Öğretmenimin beni sevmediğini, hatta benden utandığının o da farkındaydı. Ancak onun bu durumu değiştirmek için bugüne kadar tek yaptığı şey ağlamaktı.
Hiçbir işe yaramayan bu çocuksu eylemi neden yapar ki büyükler? Koca koca insanların, sorunlarını çözmek için bir köşeye çekilip ağlamak dışında yapabilecekleri başka şeyler olmalı.
Ben koca bir adam olsaydım, zır zır ağlamayı keser, her meselenin üstesinden kolaylıkla geliverirdim. Büyük olmak, her şeyden büyük olmak demek değil midir?
En azından benim küçük dünyamda bu böyle bilinir.
Sınıftan bir günlüğüne gönderilmemin ardından annem nihayet doğru bir adım atmayı becerebildi. Beni o sınıftan alıp başka bir öğretmene verdi. O gün hem şaşkın, hem üzgün, hem mutluydum. Duygu devinimlerim sürekli yer değiştiriyordu.
Allah’tan biz çocuklar, siz büyüklerden çok daha çabuk alışırız. Hatta sandığınızdan çok daha çabuk. Yeter ki avuçlarımıza sevginizi bırakın. Gerisini biz hallederiz.
Yeni öğretmenimi çok sevmiştim. Benimle ilgilenme dozundan son derece memnundum. Bir kere boyu kısa olduğu için, yüzünü her seferinde çok rahat görebiliyordum. Zaten benimle konuştuğu zamanlarda mutlaka gözlerini benimkilerle aynı seviyeye getiriyordu. Bana baktığında sadece yüzü değil, gözleri de gülüyordu. Bu o kadar içtendi ki bunu anlamak için ona bir çocuk saflığında bakmak yetiyordu.
Yaklaşık on gün içinde okuma yazmayı öğrenmiştim. Güldüğümde çenemde oluşan gamzenin beni eşiz biri yaptığını artık sadece annem söylemiyordu. Demek sadece anneler değil, öğretmenler de asla yalan söylemezmiş.
NilgüN Şahsi