Durumu: Medine No : 13867 Üyelik T.:
24 Mayıs 2011 Arkadaşları:6 Cinsiyet: Yaş:32 Mesaj:
1.005 Konular:
399 Beğenildi:31 Beğendi:5 Takdirleri:53 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Ölüm Ölüm
Ölüm Hafif bir titremeden sonra: - “Okuduğum Fâtiha”yı nasıl buldun baba, dedi. Baba: - Fâtiha’yla bana nasıl bir mesaj verdiğini Arapça bilmediğim için anlayamadım, sadece dinledim. - Sahi niçin okudun? Genç: - Fâtiha Sûresi ölmüşlerin hayat pınarıdır baba. Baba: - Nereden biliyorsun? Genç: - Bütün mezar taşlarında yazıyor... Hatta sizin mezar taşınızda bile “Ruhuna Fâtiha” yazmıyor mu? Baba: - Onu oraya ben yazmadım ki? Genç: - Kabir taşlarına, “Ruhuna Fâtiha” dua talebini kim, ne zaman yazdırıp kültürümüze sokmuş bilmiyorum. Annemin ısrarından ve taşlara dua talebi işlendiğinden dolayı Fâtiha okudum. Sizce ne sakıncası olabilir ki? Baba: - Yer altından ve bu taraftaki âlemin gelişmelerden habersiz olduğun için anlaman biraz zor. Ama istersen:
- lhfzlfkhlknýuzhfnj kitabını alıp burada okuyabilirsin. Bilgi dağarcığına yabancı kelimelerden oluşan cümleyi anlayamayan genç: - Anlayamadım baba, dedi. Baba: - Tekrar edeyim oğlum: lhfzlfkhlkný şimdi anladın mı? Genç: - Yine anlayamadım baba... Ama istersen hece hece söyle. Belki o zaman anlarım. Baba: - Oğlum! Harf harf de söylesem yine anlamazsın. Genç: - İsteğiniz kitabı alıp okuyabilmem için, anladığım dilden konuşmanız lâzım. Aksi halde talebine cevap veremem... Baba: - İşte bak evladım! Karşı tarafın anladığı dilden konuşmazsan gereken mesajı vermemiş olursun. Bilmem anlatabildim mi? Zihninde inkılaplar yaşayan genç: - Ne demek istediğinizi şimdi daha iyi anladım baba, dedi. Baba: - Güzel... O zaman şimdi hemen kitapçıya git. Genç: - Hemen gideceğim... Yalnız öğrenmek istediğim bir şey var... Baba: - Neymiş o? Genç: - lhfzlfkhlkný’ in türkçesi? Baba: - Kitapçıya git ve mealli bir Kur’ân al. Nasıl ama? Genç: - İşini çok iyi biliyorsun baba... Hemen gidiyorum. Kabristandaki tek canlı hücre, her biri bir labirenti andıran mermer mezarlar arasından minibüs durağına geldi. İlk gelen minibüse binerek yaşlı bir amcanın yanına oturdu. Gencin yüzündeki durgunluk ve mezarlık durağında binmiş olmasından dolayı: - Kabir ziyaretinden mi?, dedi yaşlı amca. Genç: - Evet! amca... Babamı ziyaret ettim. Yaşlı amca: - Allah rahmet etsin evladım!... Sırası gelen gidiyor... Hayat bu... Bugün varsın yarın yok.... Genç: - Haklısınız amca... Yaşlı amca: - Sesim güzeldir... İstersen bir Fâtiha da ben okuyayım? Genç: - Sevinirim... Yaşlı amca Fâtiha Sûresi’ni okuduktan sonra minibüsteki tüm yolcular: - Âmiiin, dediler. Genç: - Ağzına sağlık amca... Gerçekten de çok güzel okudunuz... Ama anlayamadığım bir şey var... Yaşlı amca: - Sor, söyleyeyim. Genç: - Fâtiha’yı okurken iyyâke na’bûdü ve iyyâke nastaîn, dediniz. Arapça bilmediğim için anlayamadım. Sahi ne demek bu iy... ta’in? Beklemediği bu soru karşısında donakalan yaşlı amca: - Hay Allah! Nerden çıktı bu soru... Nasıl derim bilmiyorum evladım!. Demezler mi; eşek kadar olmuş, okuduğu Fâtiha’nın ne manaya geldiğini bilmiyor... Yıllardır Fâtiha okurum... Hele de bu güzergâhta... Nasıl düşünmedim?... İyisi mi en yakın durakta ineyim de şu sıkıntıdan kurtulayım. Amcanın yüzünün renkten renge girmesi Fâtiha dersine çalışmadığını göstermişti. Küçük bir kağıda, babasının şok uyarısını yazıp gizlice amcanın cebine koydu. Minibüsün durağa yaklaşması yaşlı amcanın sıkıntıdan kurtulmasına yardımcı olmuştu. - Müsait bir yerde dur evladım! dedi amca. Daha sonra mahcubiyet kokan bir ses tonuyla: - Bilmiyorum evladım!, dedi. Tam inecekken: Genç: - Cebinize gizlice koyduğum kağıdı okumanızı tavsiye ediyorum, dedi ve minibüs gazladı gitti. Yıldırım hızıyla cebindeki kağıdı çıkararak, büyük bir merakla okumaya başladı. Karşı tarafın anlamadığı dilden, ya da ne dediğini bilmeden konuşursan, hem gerekli mesajı verememiş olursun hem de kendinle çelişirsin. Az önce ruhuna Fâtiha okuduğu merhuma ait olan bu uyarıyı küçük bir çocuktan almış olması, biraz daha mahcup etmişti amcayı... “Vay be!.. Bacak kadar çocuktan ders almak ha!” dedi, yaşlı amca. Uzun zamandır uğramadığı kitapçılar çarşısında genç bir tezgâhtarı olan kitapçıya giderek: - Mealli Kur’ân var mı?, dedi. Tezgâhtar: - Kimin mealini istiyorsun?, deyince: - Kaç tane Kur’ân var? dedi genç. Gencin İslâmî piyasaya yabancı olduğunu ve Kur’ân’ın nasıl bir kitap olduğunu bilmediğini anlayan tezgâhtar, kısa bir açıklamada bulunduktan sonra: - Ne yapacaksın mealli Kur’ân’ı?, diye sordu. “Kur’ân’ı Arapçasından okuyarak Allah’ın benden nasıl bir kulluk beklediğini öğrenmek için, mealinden okuyup anlamaya çalışacağım.” demesini beklerken: Genç: - Ölen babamın kabrine gidip Fâtiha’yla babama nasıl bir mesaj vereceğimi öğreneceğim dedi. Daha sonra tekrar uğrayacağı sözünü veren genç, bir saat sonra kabristanda babasının mezarının yanı başında Fâtiha Sûresini açarak mealinden okumaya başladı: - Elhamdûlillâhi rabbil âlemîn... Baba: - Yâni? Genç: - Tüm övgüler, tüm güzel sözler sadece ve sadece âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. Baba: - Doğru... Peki okuduğun ilk âyetten ne anlıyorsun? Yâni, niçin tüm güzel sözler Allah’ın? Âlemlerin Rabbi olmak, ne demek? Genç: - Okuduğum mealde bunlar yazıyor... Ama istersen daha geniş bilgi için kitapçıya sorarım... Daha sonra konuşsak? Evladını daha fazla sıkıştırmak istemeyen baba: - Kabul... Devam et bakayım... Babasının bu sözü karşısında rahatlayan genç: - “O Rahmân ve rahîmdir. Din Günü’nün mâliki olan Allah’tır. Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.” Baba: - İşte burada dur, evladım! Son okuduğun âyeti tekrar oku. Genç: - Yalnız sana ibadet eder... Baba: - Sence ben namaz kılabilir miyim? Genç: - Sen ölmüşsün baba... Böyle bir şey sizin için mümkün değil... Baba: - Sence ben oruç tutabilir miyim? Genç: - Hayır!.. Baba: - Peki sâlih amel işleyebilir miyim? Genç: - Yine hayır!.. Baba: - O âyeti bir daha oku evladım!. Genç: - Yalnız sana ibadet eder... Baba: - Bir daha oku... Genç: - Yalnız sana ibadet eder... Baba: - Madem ibadet etme ve yardımın sadece Allah’tan geldiğini bilip, Ondan bir şeyler talep etme imkânım elimden alınmış, peki neden bana okudun? Sakın ola bu âyetlerin muhatapları diriler olmasın? Genç: - Bu kadar ince düşünmemiştim baba... Baba: - Bunu anlamak için âlim olmaya gerek yok evladım!. Genç: - Devam etsem?.. Baba: - Tabi... Genç: - Kendilerine (lütfûndan) nimet verdiğin (iyi) kimselerin yoluna (ilet); gazaba uğramışların ve sapanların değil. (Âmin). Babasının düşüncelerini paylaşırcasına: - Sahi, Allah seni nasıl doğru yola iletsin ki? Sen ölmüşsün. Sanki bir ses bu âyetin muhatabının... Baba: - Hele şükür!.. Genç: - “Okuduğum Fâtiha”nın sana hiç mi faydası olmadı baba? Baba: - Kur’ân’dan âyetler (Fâtiha) okuduğunda senin sağındaki defterine sevaplar yazılmıştır. Sen burada değil de, uzayda da okumuş olsan sana faydası vardır. Sâlih bir evlat yetiştiren babanın, defteri her zaman açıktır evladım!.. Yaptığın her iyiliğin karşılığı, eksilmeksizin defterime yazılır. Hatta sen: - “Allah’ım! Okuduğum Fâtiha’nın sevabını babama yazdırma!” desen bile, o benim defterime yazılır. Güneşin sahneden yavaş yavaş geri çekilmesi zamanın bir hayli geçtiğini gösteriyordu. Annesini daha fazla bekletmemesi gerektiğini hatırlatan babanın nasihatine kulak veren genç: - Yine geleceğim baba, diyerek biraz heyecan biraz da karanlığın verdiği ürpertiyle babasını ölüler diyarında yalnız bırakarak, tiyatro sahnesindeki yerini almak için düşünceli adımlarla ölüler diyarını diriler kentine bağlayan karayolunu kullanarak eve kadar geldi. Birazcık geciktiğini hatırlatan annesi: - Nasıl geçti? Genç: - Çok güzel... Çok iyi dersler çıkardım anne... En yakın zamanda tekrar gitmeyi düşünüyorum diyerek çalışma odasına geçip, “hayatı anlamak” başlıklı günlük yazısı için not defterini açtı... HAYATI ANLAMAK İnsanoğlu doğar, büyür ve ölür. Ama ne hikmetse hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar. Hep “bu tarafı” düşünür. “Öteki taraf” hiç aklına gelmez. Benim de aklıma gelmiyordu “öteki taraf...” Hayatın hep cıvıl cıvıl, renkli bir şekilde geçmeyeceğini ve dünya zevklerinin sınırlı ve geçici olduğunu “öteki tarafa” göçenlerin yurdundan bakınca anladım... Işığı sönmüş sahneden bakılınca anlaşılıyor... Aksi halde hikâye!.. Azrail (a.s.)’ın sadece emekliye ayrılanlara uğramadığını, mezar taşlarındaki ölüm tarihlerinden doğum tarihini çıkarınca öğrendim. Ben bunu burada değil orada öğrendim. Kabristandaki her mezar taşı adeta birer “muallim.” Her ölü en içten ve samimi duygularla dirilere hayata bakış açılarının ne olması gerektiğini bir ya da iki cümleyle öğütlüyor. Acaba “diri” iken de böyle mi düşünüyorlardı? Zannetmiyorum. Zira ölen alkolik komşumuzun taşında: “Acırım, ölümün kendisinden uzak olduğunu zannedenlere diye yazılmış olması tezimi doğruluyor zaten... - Madem ölümün insana çok yakın olduğunu biliyordun da niçin kendine çeki düzen vermedin?” Öyle ya... Şerefli biri olarak yaratılan insanoğlunun ikiyüzlü bir karakterle yaşadığını öğrendim... Ben bunu kabristanda öğrendim... Aksi halde öğrenemezdim BABAMA KUR’ÂN OKUDUM Ancak okuyana ve okuyup yaşayana faydası olan Kur’ân-ı, bin yıllık geleneğin kurbanı olarak toprağın yuttuğu babama okudum... Ben okudum, o dinledi... Niçin Fâtiha okuduğumu sordu... Bin yıllık gelenekten bahsetmeye çalıştım. “Benim nelere ihtiyacım olduğunu biliyor musun?” dercesine, O hep bana “ne okuduğunu biliyor musun? Bana nasıl mesaj veriyorsun?” diye sordu... Apışıp kaldım tabi... Yıllardır düşünemediğime mi, yoksa bana anlatılmadığına mı yanayım? Minibüsteki dedem yaşındaki amca da bilmiyordu... Benim bilemeyişim normal karşılanır mı bilemem... Okunan Fâtihaların ölüye faydasının olup olmaması, öteki âlemdeki hayatın şekliyle ortaya çıkacaktı... İkinci ziyaretimde sormayı düşünüyorum. 1 AY SONRA Azrail (a.s.) gelir, ruhu bedenden çekerek, bedeni çürümeye terk eder. Azrail (a.s.)’in gelişini ve gidişini sadece randevulaştığı kişi görür. Binlerce kişi arasında sadece vakti dolan görür ve yakîni olarak hisseder... Daha sonra bu serüven, morg ve yıkama odasıyla devam eder, tabut ve açılan mezara defin ile de son bulur. Bu işin görünen kısmı... Ama asıl olan şey kabirdeki hayat... Oradaki hayatın nasıl işlediğini yine ölenler bilir kuşkusuz... Dirilerin bilmesi - kitapta yazılanlar dışında - imkânsız... Önce kitapçıya gidip öteki âlem ile ilgili bilgileri öğrenerek, babasıyla diyaloga geçmek için evden çıktı... Yarım saat sonra kitapçıya varan genç, tezgâhtara: - Azrail (a.s.)ın gelişi ve gidişi hakkında bilgilenmek istiyorum, dedi. Nasihat için iyi bir fırsat olduğunu düşünen tezgâhtar, hazır bilgilerini kullanmak yerine, Kur’ân ve hadis kitaplarına müracaat ederek kalbinin mutmain olmasını sağladı... Rengarenk ciltli kitaplar arasında Kur’ân-ı Kerim’i çıkarıp fihristin yardımıyla En’âm Sûresi’nin 61 ve 62. âyetlerini açarak okumaya başladı: “O, kulları üzerinde mutlak galiptir. Size (bütün amellerinizi yazıp gözetmeye) bekçi (melek) ler gönderir. Nihâyet birinize ölüm gelince, elçilerimiz (vazifelerinde) kusur etmeksizin onun canını alırlar. Sonra onlar gerçek Rableri olan Allah’a götürülürler. Haberiniz olsun ki hüküm ancak Onundur ve O, hesap görenlerin en çabuğudur. Dinlediği âyetlerden yanlış hükümler çıkarmaktan ya da eksik anlayacağından korkan genç: - Biraz açıklayabilir misin?, diye sordu. Gencin bu sıcak ve samimiyet kokan sorusuna onun anlayacağı bir dille cevaplamaya başladı... Genç pür dikkat dinliyordu... “O, kulları üzerinde mutlak galiptir... Yâni yarattığı tüm canlı ve cansızların yaşaması, beslenmesi, büyümesi ve ölümü hep Allah’ın kontrolünde cereyan eder... Ondan izinsiz hiçbir dişi gebe kalmaz. Yine Ondan izinsiz bir yaprak dahi düşmez... Soruyorum sana: - Bu asırda dünyaya gelmene kim karar verdi? Genç: - Allah.. Tezgâhtar: - Gözüne görme, kulağına işitme yeteneğini kim verdi? Genç: - Allah... Tezgâhtar: - Uykun geldiğinde gücünü kim alıyor? Genç: - Allah... Tezgâhtar: - İnsanların ölümüne kim karar veriyor? Genç: - Allah... Tezgâhtar: İşte gördüğün gibi yaratılan tüm varlıkların gerçek hâkimi Allah-u Teâlâ... Hem de her şeyin en ufak hücresine kadar hâkim... İşte, O her şeye hâkim olan Allah-u Teâlâ kullarının yaşayışlarını -24 saatini artısı ve eksisiyle- sağ ve sol taraflarında görevlendirmiş olduğu melekler vasıtasıyla notlu-yor... Görevinde kusur yapmayan muhasebeci gibi... En ince ayrıntısına kadar notluyor... Yaptığın hiçbir amel onların gözünden kaçmıyor... Genç: - Ne yâni, şu an sağ ve sol tarafımda iki tane melek mi var? Tezgâhtar: - Evet!.. Bunu ben demiyorum... Kabristanda okuduğun Kur’ân diyor bunu... Yâni Allah diyor... - Yarın yaptıkların hesap gününde bir film şeridi gibi gözlerinin önüne serilir... En ince ayrıntısına kadar... Genç: - Sağ ve soldaki meleklerin farkına varmanın ne gibi bir faydası olur? Tezgâhtar: - Yurt dışından çok sevdiğin iki tane öğretmenini gezdirdiğini düşün. Nereleri gezdirirsin? Genç: - Tarihi mekanları ve onların sevdikleri yerleri gezdiririm. Tezgâhtar: - Mahallendeki kötü arkadaşlarınla tanıştırmak ister misin? Genç: - Elbetteki hayır! Tezgâhtar: - Bilmem anlatabildim mi? Genç: - Zannedersem anladım. Devam edelim. Tezgâhtar: - İnsanları yoktan var eden Allah-u Teâlâ, insanların, ne zaman, nerede ve ne şekilde öleceğini de bilir. “Allah’ın izni olmadan hiçbir kişi ölmez. Ölüm, zamanı Allah’ın ilminde kararlaştırılmış bir yazıdır.” (Âl-i İmrân,145) Genç: - Hiç kimse ölmek istemez. Hele de hiçbir sorunu olmayan mevki makam sahipleri... Tezgâhtar: - Sinek bile ölmek istemez... Ölmemek için kaçar... Ama ecel geldiğinde muhatabı gitmiş olur. Genç: - Azrail (a.s.)in uğramasından bahsetseniz? Tezgâhtar: - Tabii... Yine Kur’ân’a müracaat edelim. Genç: - Bu tür bilgiler sadece Kur’ân’da mı var? Tezgâhtar: - Elbetteki hayır... Hadis kitaplarına da bakacağız... Elindeki Kur’ân’ın 579. sayfasını açıp Kıyamet Sûresi’nin 26-30. âyetlerini okumaya başladı: ÖLÜM MELEĞİNİN GELİŞİ “Dikkat edin! Can boğaza gelip köprücük kemiklerine dayandığı zaman, çare bulan yok mudur? denir. Artık ayrılık vaktinin geldiğini sanır. Bacaklar birbirine dolaşır. O gün sevk Rabbinin huzurunadır. İşittiği âyetleri babasının cesedi üzerinde canlandıran genç: - Aman Allah’ım!, dedi. Ölüm meleği, babamın hiçte beklemediği bir anda gelip: - Haydi gidiyoruz, diyor. Babam: - Seni ilk kez görüyorum. Sen kimsin? Ölüm meleği: - Ruhunu bedeninden söküp almak için görevlendirilmiş bir meleğim. Babam: - Bana sonra uğrasan... Ölüm meleği: - Neden? Babam: - Şu anda hazır değilim!.. Ölüm meleği: - Neye hazır değilsin? Babam: - Kabirde ve öteki âlemde başıma geleceklere. Ölüm meleği: - Sana yeterince vakit verilmedi mi? Babam: - İnan ki bu yaşta öleceğim hiç aklıma gelmedi. Ölüm meleği: - Neden? Babam: - Çünkü yaşım genç ve hiçbir sağlık sorunum da yoktu... Ölüm meleği: - Kabristana uğramadığın nasılda sırıtıyor. Babam: - Bana bir ya da iki ay süre tanısan? Ölüm meleği: - Bu kadar kısa sürede ne yapabilirsin ki? Babam: - Borçlarımı ödemeye çalışır, kalplerini kırdıklarından helâllik diler ve vasiyetimi yazarım... Ölüm meleği: - Yeterince vaktin vardı... Neden düşünmedin? Babam: - İnsan, hiç ölmeyeceğini zannediyor... Hep başkaları ölecek, hep sen taziyeye giderek başsağlığı dileyeceksin, hep başkalarının dükkanının camında: “Cenaze dolayısıyla kapalıyız yazacak...” Nereden bilecektim ruhumun kapısının tıklanma vaktinin geleceğini... hem de bu yaşta... Ölüm meleği: - Bir sene önce geleceğimden haberin olsaydı ne yapardın? Babam: - Son yılımı çok iyi değerlendirirdim... Ölüm meleği “Hiç zannetmiyorum!..” deyip, babamın ruhunu alarak geldiği yere geri götürecek... Ve bu kısa diyaloğu yaşayacak vakit bile bulamadan, suyun buharlaştığı gibi cesedi bırakıp gidecek... Ve öyle oldu... Aman Allah’ım! Ne kadar da ürkütücü!.. O gelecek ve sen gitmiş olacaksın... Bu kısacık zaman zarfında böyle düşündü genç... Tezgâhtar: - Daldın... Genç: - Evet... Bir an babamla ölüm meleğini konuşturdum... Tezgâhtar: - Devam ediyoruz... Ölüm meleği geldiğinde hiçbir profesörün, doktorun, hükümdarın, şöhret sahibi birisinin, müdahalesi para etmez. Tüm çabalar boşunadır. Kafesin açılmasıyla kuş uçmuştur artık... Hiçbir tecrübe para etmez. Hiçbir irade müdahale edemez. Çünkü kulları üzerinde tek mutlak hâkim Allah’tır. Genç: - Ruhun bedenden ayrıldıktan sonraki yolculuğundan bahsetsen? Tezgâhtar: - İşte, şimdi hadis kitabına ihtiyaç var. Masaya yakın olan raftaki hadis kitabını. Fihristin yardımıyla ilgili konuyu bularak okumaya başladı: BEDENDEN AYRILAN İYİ RUHUN SERÜVENİ Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Mümin kul dünya dan kesilip ahirete dönme durumuna gelince, gökten ona beyaz yüzlü melekler iner. Sanki onların yüzü güneş gibidir. Onların beraberlerinde cennet kefenlerinden bir kefen ve cennet kokularından bir koku vardır. Nihâyet ona gözüyle görebilebileceği bir mesafede otururlar. Ölüm meleği de onun başucuna oturarak: - Ey temiz ve hoş ruh! Allah’ın mağfiret ve rızasına çık der. Resûlullah (s.a.v.) devamla: - O da çıkar ve su kabının ağzından damlanın sızdığı gibi (ruh) akar, kolayca çıkar. Melekler de onu alarak, kolayca çıkar. Melekler de onu alarak yedinci göğe ulaştırırlar. Allah (c.c.): Kulumun yazısını iliyyin içerisine yazınız ve onu yeryüzünde vücuduna geri iade ediniz buyurur.(1) İşittiği hadisten sonra tekrar babasıyla Ölüm meleğini konuşturdu. Babam: - Aman Allah’ım! Bu ne güzellik. Rüya da mıyım ben!. Sen! Sen! Kimsin? Ölüm meleği: - Kötülerin korkulu rüyası (cehennem habercisi), iyilerin müjdecisi (cennet habercisi)yim. Babam: - Beni Rabbime götürmeye mi geldin? Ölüm meleği: - Evet!.. Babam: - Ya, Rabbim benden razı değilse? Ölüm meleği: Razı olmasaydı beni böylesine güzel göremezdin... Korkudan dudağın uçuklardı... Babam: - Eşimden, çocuklarımdan ve çevremden ayrılmak... Ölüm meleği: - Rabbinin rızasının yanında onların ne kıymeti var... Zaten onlar da, o sahneden ayrılacaklar... Ve babam, hiç acı çekmeden, tereyağından kıl çekildiği gibi ruhu bedeninden çekilip gökyüzüne çıktı... “Dünya daki rolünü güzel oynayanların mutlu sonu.” diye düşündü... Acaba babam böyle mi karşılandı? Acabanın cevabını almak için tezgâhtara: - Pekâlâ! Müslümanca yaşamayan insana nasıl gözükür ölüm melekleri? Tezgâhtar: - Bu soruyu sormanı bekliyordum. Çünkü insanlar iki farklı şekilde karşılanırlar. Sevilen konuk kapıda karşılanır. Sevilmeyen ise tekme tokat içeri alınır. (Polislerin suçlu zanlılarını tekme tokat otolarına aldığı gibi)... GÜNAHA BATMIŞ RUHUN BEDEN AYRILMASI Resulullah (s.a.v.) buyurdu: “Kâfir kul ise, dünya dan kesilip ahirete yönelme zamanı geldiğinde ona kara yüzlü melekler iner. Onların beraberinde demir kürekler bulunur. Onun gözlerinin önüne otururlar. Sonra ölüm meleği gelir, ta onun başucuna oturur ve: ‘Ey pis can! Allah’ın azap ve gazabına çık’, der. Vücudu yayılır ve onun ruhunu şişlerin, ıslak yünden çekip çıkarıldığı gibi çıkarır alır. Ondan dünya da bulunabilecek en kötü, leş kokusu gibi bir koku çıkar. Melekler onu gökyüzüne yükseltirler. Hiçbir melek topluluğuna uğratılmazlar ki onlar: ‘Bu ne pis koku!’ dememiş olsunlar. Melekler de dünya da çağırıldığı en çirkin ismiyle: ‘Bu filan oğlu filan’, derler. Nihâyet onu dünya semasına ulaştırırlar. Kapısının açılmasını isterler de kapı ona açılmaz.”([1]) “Acaba babam nasıl karşılandı?” diye düşündü... Kendisine küçükken babasını kaybetmiş olması onun yaşantısı hakkında hiçbir ipucu vermiyordu ona. Babam ya Allah’ın razı olmadığı kullarından ise? İşte o zaman “Eyvah!” dedi ve tekrar babasıyla ölüm meleğini konuşturdu oracıkta. Babam: - Aman Allah’ım! Bu ne korkunç surat. Sen in misin, cin mi? Yoksa rüya da mıyım? Ölüm meleği: - Ben ne inim, ne de cin!.. Babam: - Kimsin o zaman? Ölüm meleği: - Seni ruhunu bedeninden bağırta bağırta söküp, cehenneme sevk edileceklerin bir araya toplandığı ruhlar gurubuna dahil etmek için Allah tarafından gönderilmiş bir meleğim. Babam: - Ama benim bildiğim melekler yaratılış olarak nur gibidirler. Ölüm meleği: - Biz nurdan yaratılmışız. Ve çok güzeliz. Babam: - İyi güzel de bana hiçte öyle gözükmüyor-sunuz? Ölüm meleği: - İnsanın ameli güzel ise kendisine güzel; ameli çirkin ise kendisine çirkin gözükürüz. Yâni güzelliğimizde hiçbir değişiklik olmaz. Şu an bizi çirkin olarak görmen, amelinin nedenli çirkin olduğunu gösteriyor... Babam: - Desene eyvah!? Ölüm meleği: - Evet... Senin adına eyvah!.. Babam: - Peki son bir fırsat var mı? Ölüm meleği: Fırsat verildi diyelim... Ne yapacaksın? Babam: - Amellerimi düzeltmeye çalışacağım... Ölüm meleği: - Daha önce nerdeydin? Babam: - Sizinle muhatap olacağım hiç aklıma gelmemişti... Ölüm meleği: - Muhatap olduğumuz herkes böyle düşünüyor... Hiç gazete de mi okumuyorsun? Hergün canlar alıyoruz... Şehrin göbeğinde, camide, sokakta, dağda, köyde... Babam: - İnsanın başına gelmeyince ders almıyor. Ölüm meleği: - Şu an hangi güç seni bizden kurtarır? Babam: - Hiç kimse. Ölüm meleği: - Başına neler geleceğini biliyor muydun? Babam: - Hayra alâmet olmadığı kesin... Ölüm meleği: - Niçin bir bilene sormadın, ya da araştırmadın? Babam: - Dünya meşgalesi... Kadın, evlat ve dünya meşgalesi üçgeninden dışarı çıkıp ta düşünemedim... Ölüm meleği: - Dünya da kalma süren çok sınırlı... Ölümden sonraki hayat ise ebedi... Nasıl olurda ölümden sonra başa gelecekleri düşünmezsin? Babam: - Dünya, gözle görülür bir şekilde önünde duruyor. Öteki âlem ise gayb... Ölüm meleği: - Ama o gayb dediğin şey yaşadığın süre içinde... Ama ölüm gerçeği o gayb perdesini kaldırıyor... Zaten öteki âlemdeki hayat şekli, Kur’ân’da yazıyordu... Hiç zahmet edip de bakmadın mı? Babam: - Hiç ciddiye almamıştım... Ölüm meleği: - Kendin ettin, kendin bul! Haydi gidiyoruz!.. Babam: - Nereye? Ölüm meleği: - Allah’ın azabını tatmana... Babam: - Doğru adrese geldiğinizden emin misiniz? Ölüm meleği: - Adın gibi... “Korkunç bir diyalog”, diye düşündü. Eğer babam hoş karşılanmamışsa, onun adına eyvah!.. En kısa zamanda gidip babama soracağım: Son cümleyi biraz sesli düşününce tezgâhtar: - Neyi soracaksın? Düşüncelerinin okunduğunu zanneden genç: - Babamı karşılayan ölüm meleğini... Kitapçı: - Öğrendiğin bilgileri test etmeyi mi düşünüyorsun? Genç: - Hayır!.. Sadece babamın Allah katındaki değerini öğrenmek istiyorum... Kitapçı: - Babanın Allah katındaki değerini öğrenmenin sana ne faydası olacak? Genç: - Eğer günahkâr olarak göçmüşse onun için dua eder, sadaka verir ve Kur’ân okurum. Gencin istek ve hevesini kırmamak için çok “güzel düşünmüşsün” diyerek moral verdi... Görüşmek için en kısa zamanda tekrar geleceğini hatırlatarak, teşekkür edip kitapçıdan ayrıldı. Kitapçılar çarşısının tam karşısındaki camiden salânın verilmesi, bir cenaze olduğunu haber veriyordu. İkindiyi müteakip... Ölüm hadisesini ensesinde hissetmek isteyen genç kalabalığı yararak en ön safa geçti. En ön saftakilerin hıçkırıklı ağlamaları, ölenin birinci derecede yakını olduklarını düşündürttü. “Önümde bir ceset var. Ve ben o şahsı tanımıyorum. Onun yaşaması ve ölmesi beni o kadar da ilgilendirmiyor. O yüzden de ağlama ihtiyacı hissetmiyorum. Bu insanlar ağlıyorlar. Ama niçin? Acaba ölüm meleğinin, cesede çirkin gözükecek ameller işlediğini bildikleri için mi ağlıyorlar? Öyle ya! Ruhu bedenden bağırtarak çıkarıp Allah’ın azabına götürmeleri gerçekten de korkunç. İnsan, ölü için daha doğrusu ölünün başına geleceklerini bildiği için ona üzülür ve ağlar. Ya merhum iyi ameller işlemişse?.. O zaman insanlar niçin ağlarlar? Melekler kendisine çok güzel gözükecekler. Ruhu bedenden acı çekmeden çıkarak, Rabbinin rızasını kazanıp cennete girecekler safına geçecektir. Buraya kadar her şey güzel. Buna rağmen niçin ağlıyorlar? İki ihtimal var: 1- Merhumun muallak ameller işlemiş olduğunu bildikleri için. 2- Öteki tarafın o kadar da önemli olmadığını düşündükleri veya öteyi hiç düşünmedikleri için; ya da merhumun kendilerini yalnız bıraktığından dolayı. “Ağlanacaksa ilk olarak düşündüğü için ağlanmalı... diye”, söylendi kendi kendine. Daha sonra imam efendi safları düzeltip alışılmışın dışında kısa bir vaaz verdi: - Merhuma Yüce Allah’tan rahmet, geride kalanlara da başsağlığı diliyorum. Siyah gözlüklülerin tamamı “sağ ol” dercesine “Âmin!” dediler... Hoca efendi sağ eliyle tabutu göstererek: - Rahmetli bir gün öncesinde hangi arabaya binmişti? Merhumun silah arkadaşları: - Alman malı Mercedes... Hoca efendi: - Şimdi hangi arabaya bindi? - Tekerleği insanlar olan Türk malı tahta ata... Hoca efendi devamla: - Rahmetli nasıl giyinirdi? - Modayı yakından takip eder, en lüks mağazalardan giyinirdi... - Peki şimdi? Sokak arasındaki dükkanda satılan 8-10 metrelik bir bezle, dürüm oldu... Neredeen nereye... Arkadaşınızın aklına gelir miydi hiç, musalla taşına iki seksen uzanacağı? Bir gün sizi de buraya yatıracaklar... Çalışıp biriktirdiklerinizi mirasçılarınız paylaşacaklar... Siz biriktireceksiniz onlar paylaşacaklar... Hoca efendiyi pür dikkat dinleyen gencimizin gözleri önünde şöyle bir tablo canlanır: Hoca efendi devamla: - Mal biriktirmeye değermiymiş? Ey cemaat! Cemaatin tamamı: - Değmezmiş, hoca efendi! Hoca efendi: - Neden değmez?.. Çünkü dünya malının tamamı dünya da kalır... Kirli çorabına kadar... Dünya malından hiçbir şey öteki tarafa taşınmıyor. Hoca efendi sorgulamaya devam eder: - Tabuta merhum dışında bir şey koyduk mu, ey cemaat!? Cemaat: - Hayır!.. Hoca efendi! Hoca efendi: - Merhumun yanında iki şey daha var. Sevapları ve günahları. Bunları düşünmüş müydünüz? Cemaat: - Düşünmemiştik, hoca efendi! Hoca efendi: - Günahları affolunmamışsa, merhumun başına nelerin geleceğini biliyor musunuz? Cemaat: ? Hoca efendi: - Ben biliyorum. Cehennem! Bu arada sahnedeki sanatçıdan, kağıda yazıp şarkı ister gibi içinde soru bulunan iki kağıt parçası hoca efendiye uzatılır... Kağıtların birinde: “Hocam sizi daha ne kadar dinleyeceğiz?”. Diğerinde ise, “Ölüm gerçeği hiç aklımıza gelmiyor... Hep başkaları ölecekmiş gibimize geliyor... Ölümü unutmamak için ne yapmamızı tavsiye edersiniz?” Elbetteki hoca efendi ikinci kağıdı dikkate alır... Sorulan soruyu cemaate okuyan hoca efendi: “Sadece yaşlıların değil, doğan her insanın bir ayağı çukurdadır... Yâni doğan her insan ölüm için yeterince olgundur... Madem bu hayatın sonunda ölüm var ve her an Ölüm meleğine muhatap olabiliriz. İşte o zaman, zaman geçirmeden ‘niçin varız ve Allah (c.c.) bizden nasıl bir yaşam istiyor?’ sorusuna cevap bulmalıyız... Aksi halde gecikmiş oluruz... Peki ölüm gerçeğini nasıl gündemimize alacağız? Sık sık kabir ziyaretleri yaparak, cenaze namazlarına katılarak, hastanelere gidip yoğun bakımdaki hastaları görerek, gece yatarken yorganımızı kefen olarak algılayarak, ya da kendi kefenimizi alıp gözle görülecek bir yere koyarak... İsterseniz parmağınıza ip bile bağlayabilirsiniz... Önemli olan ölüm gerçeğini gündemimize alarak öteki tarafa hazırlık yapmak... Yoksa istediğin kadar ölümü düşün... Ya da mezarlık bekçisi ol...” Kendisini minberde hisseden hoca efendi: - Peki ölüm ötesi için hazırlık nasıl yapılır? Kendi sorusunu kendisi cevaplıyor: - Kanaatimce şu sorulara cevap bulan herkes ölüm sonrası için hazırlık yapmış sayılır: “Allah (c.c.) insanları niçin yarattı?, Allah’ın (c.c.) dediklerini yapanlar ne ile ödüllendirilir ve verilecek ödülün kıymeti nedir?, Allah’ın (c.c.) dediklerini yapmayanlar neyle cezalandırılır?, İnsanlar neyle ve nasıl imtihan olurlar?, Dünyaya ve içindekilere bakış açımız nasıl olmalıdır?” Cemaattekilerin sık sık saatlerine bakması hoca efendinin gözünden kaçmadı... Konuşmasını toparlayan hoca efendi: - Merhumu nasıl bilirdiniz? Cemaat: - Çok iyi bilirdik. - Merhum namaz kılar mıydı? Cemaat: - Alnı hiç secde görmemişti. - Merhum Kur’ân okur muydu? Cemaat: - Kur’ân okumasını bilmezdi rahmetli. - Merhum İslâmın neresindeydi? Cemaat: - Çok bu tarafında. - Allah günahlarını bağışlasın. Cemaat: - Amiiin!!! - Hakkınızı helâl ediyor musunuz? Cemaat: - Helâl ediyoruz! Hoca efendi: - Şahit ol ya Rab! Hoca efendinin konuşması biter bitmez genç, tabutun altına girerek ölü ile burun buruna gelmek ister... Tabut altındaki genç: - Nolaydı da tabutun üstü açık olaydı! Böylelikle ölümün soğuk yüzünü gözlerimizle görürdük... Üstü kapalı olduktan sonra, ha kum taşımışsın ha çimento... Tabut cenaze arabasına bırakıldıktan sonra: “İstemez misin daha önce girdiğim kabre konsun?” diye düşündü... Belediyeden kiralanan otobüse binip, son model arabaların katıldığı cenaze kervanına katılarak kabristana varıncaya kadar ki süre içinde, ölü yakınlarının psikolojisini ölçmek için onlarla diyaloğa geçerek: - Başınız sağ olsun... Yakınınız mıydı? - Köylümdü, dedi merhumun yakını... Genç: - Ölüm sebebi neydi? Merhumun yakını: - Çek senet kavgası. Genç: - Tefecilik mefecilik mi? Merhumun yakını: - Maalesef. Genç: - Desene, su testisi... Merhumun yakını: - Su yolunda kırılır... Ve kırıldı... Genç: - Kara yüzlü melekler ve mızraklar... Bağıra bağıra bedenden ayrılmak... Ateşler bahçesine konuk olmak... Merhumun yakını: - Anlayamıyorum... Neden bahsediyorsun? Genç: - Yok bir şey... Bir an sesli düşünmüşüm... Takım elbiseli, siyah gözlüklüleriyle, bugüne kadar başlarını örtmedikleri bayanların; siyah renkli bez parçalarıyla lutfen örtünmeleri, merhumun hangi çevreden göç ettiğini gösteriyordu. “Temiz” yaşarsan nur gibi melekler, “kirli” yaşarsan kara yüzlü melekler... Yaşantın beyazsa kurtuldun... Siyahsa ayvayı yedin... hem de yıkamadan, kurtlu kurtlu. “Nasıl yaşarsan öyle karşılanırsın...” diye düşündü, kalabalıklar arasında... Yarım saat sonra kabristana varan ölü ve yakınları ölüler diyarını hareketlendirdi... “Ölümü ensemde hissetmek için ölüyle yakın temas haline geçmem gerek...” diye düşünen genç, alelacele kazılmış çukurun içine girerek et yığınını kurtçuklar sofrasına kor... Dünyayla bağlantısı kesilsin diye tahtalar arasına gizlerler merhumu... Bir an önce kurtulalım ya da kokmasın diye toprak atma yarışı başlar... Hani toprağı bol olsun derler ya... “Ölümü tefekkür atmosferine gelebilmem için toprak atmam lazım”, diyerek başlar kürekle toprak atmaya... “Aman Allah’ım! İnsan ekiyoruz... Hiçbir zaman meyve vermeyen insan... hem de hiç tanımadığım bir vatandaşı toprağa boğuyorum... Üstünü berbat ediyorum ve o gıkını çıkaramıyor...” diye düşünürken, topraklar arasındaki kurtçukları görür... KURTÇUKLAR SOFRASINDA BİR ÖLÜ Bu kez hayal dünyasında, kabre konan merhum ile haşaratlar arasındaki muhtemel diyaloğa yer verir... Haşarat 1: - Soframıza hoş geldin! Merhum: - Pekte hoş geldiğim söylenemez! Haşarat 2: - Senin etini kemiğinden ayıracağız... Bunu biliyor muydun? Merhum: - ? Haşarat 3: - Bizim soframız dışındaki hiçbir sofraya, dua ve göz yaşlarıyla yemek konulmaz... Haşarat 4: - Seni, siyah gözlük arkasına gizlediğin gözlerinden başlayacağım yemeye... Haşarat 5: - Kulaklarını sağır edeceğim. Haşarat 6: - Ağzından girip ayaklarından çıkacağım... Merhum: - ?? Haşarat 7: - Bizim için en az altı aylık gıda stokusun. Bunu da biliyor muydun? Merhum: - ??? Haşarat 8: - Parfüm kokan bedenin; leş kokacak. Haşarat 9: - Fiziğini bozacağım... Haşarat 10: - Beyaz kefenini kırmızıya boyayacağım. Haşarat 1: - Seni soframızdan kim kurtarır? Merhum: - ???? Haşarat 2: - Seni soframıza rızık olarak gönderen Rabbimize hamdolsun... Diyaloğa yer verdiği düşüncesini, karikatürle süsleyerek: )
ŞEKİL 4: Böcekler sofrasına konuk olan ölü... - Aman Allah’ım!.. Ne korkunç!.. diyerek kabre toprak atanları izlemeye koyuldu. Siyah gözlüklü, mafya tipli insanlar, üzerlerine toz gelmemesi için, küreği kendilerinden uzak tutarak arkadaşlarına “vefa” örneği gösterdiler. Hoca efendinin kısa bir vaazından sonra arkalarından atlılar geliyormuşçasına alelacele Fâtiha okuyarak merhumu terk ettiler... Yeni bir insan fidanı dikilen bahçedeki tek “diri” olan genç, soluğu babasının yanı başında aldı... - Selâmün aleyküm baba! Baba: - Aleyküm selâm evladım!.. Günlerin nasıl geçti? Günlüğüne başlayabildin mi? Genç: - Günlük tutmaya başladım baba... Buraya gelmeden önce bir kitapçıya uğradım ve ona ilginç sorular sordum... Verdiği cevap enteresandı... Aldığım cevabın doğruluğunu, önceden tecrübe edenler bilir ancak. Baba: - Kimmiş bu tecrübeliler? Genç: - Ölen herkes, baba... Baba: - Sorunun cevabını benden öğrenebilirsin evladım!.. Genç: - Kara yüzlü ve eli mızraklı canlılar sana neyi hatırlatıyor baba? Babası: Ne tür canlılar bunlar? Babasının bu sorunun cevabını bilememesi, genci oldukça rahatlattı... Emin olabilmek için: - İnsan ve hayvan dışındaki bir varlık... Baba: - Bilemiyorum evladım!. Genç: - Ölüm meleği seni nasıl karşıladı? Ya da kendisini nasıl gördün? Baba: - Annene söyleme! Annenden kat kat güzeldi yavrum!.. Nurdandı... “Kitapçı doğru söylüyor anlaşılan” diye düşündü... - Bedeninden ayrılman zor olmadı mı baba? Baba: - Tereyağı - kıl misali... Genç: - Yâni “temiz” mi yaşadınız? Baba: - Benzetmene hayranım evladım!? Genç: - Eğer “kara” yaşasaydınız sorduğum soruyu bilirdin baba... Baba: - İşte o zaman ayvayı yemiştik desene? Genç: - O tarihte öleceğinizi hiç düşünmüş müydünüz? Baba: - Ben her zaman hazır olmaya çalıştım evladım!... Genç: - Peki zor olmadı mı baba? Baba: - Ne gibi? Genç: - Sürekli ölümü düşünmek, ya da günün şu saati “acaba ne zaman gelecek ve beni götürecek?” diye düşünmek... Baba: - Ölümü düşünmek ya da gündemde tutmak nefsi frenler evladım!.. Genç: - Ölümü gündemde tutmak hayattan zevk alamamaya sebeb olmaz mı? Baba: - Kesinlikle hayır! Ölümü düşünmek ahiret endeksli bir hayat sürmeni sağlar ve dünya sevgisini asgariye indirir. Genç: - Dünyayı sevmek suç mu baba? Baba: - Limiti aşarsan, evet!.. Genç: - Ölümünden bir ya da iki gün öncesini hatırlıyor musun baba? Baba: - Dün gibi... Genç: - Biraz anlatsana baba... Baba: - Ölümün yakınlaşmasıyla insan psikolojisi bambaşka oluyor. Daha çok duygusallaşıyor. Sanki gizli bir vahiy geliyor. Yâni: “Hazırlan... Yolculuk yakın...” Alacak ve verecekler akla gelir... Yarın başıma bela olmaması için kalplerini kırdıklarımdan helâllik diledim. Günü belli olan yolcu gibi... Vasiyetimi yazdım ve bekledim. Genç: - Neyi? Baba: - Ruhumu kanserli bedenimden söküp, alacak ölüm meleğini... Genç: - Vasiyet yazdığınızı söylediniz... Nereden icab etti vasiyet yazmak? Baba: - Öldükten sonra sizlere tavsiyelerde bulunamazdım. Artı sen küçüktün... Ama şimdi sen eve gidip vasiyetimi annenden alıp okuduğunda sanki seninle konuşuyormuş gibi olurum. Genç: - Çok akıllısın baba... Baba: - ?. Genç: - Eve gider gitmez vasiyetinizi okuyacağım... Baba: - İstersen sen de vasiyet yaz... Genç: - Olmayan çocuklarıma mı? Baba: - Vasiyeti sadece babalar yazmaz ki. Zaten vasiyet sadece çocuklar için de yazılmaz... Genç: - Bunu düşünmemiştim... Babasıyla konuşacağı diğer konuları bir başka ziyaretine saklayan genç, gitmesi gerektiğini hatırlatarak: - En kısa zamanda tekrar geleceğim baba, diyerek mezarının yanından ayrıldı. Kabristanın yola bakan yamacında “ipten yaprakları” olan ağacın yanındaki mezarın başında, Kur’ân okuyan genç dikkatini çekti... Gencin dikkatini dağıtmamak için, okuduğu Kur’ân’ı bitirmesini bekledi. Kur’ân okumasını bitirdikten sonra, ayaktaki gencimize: - Selâmün aleyküm, dedi. Genç: - Aleyküm selâm... Allah kabul etsin ve merhumun günahlarını affetsin. Ölen yakının mı? Mezarlıktaki genç: - Hayır!.. Büyük bir zat! Genç: - Çok mu büyük? Mezarlıktaki genç: - Evet!.. Genç: - Kur’ân-ı okurken dinledim. Sesinizin mâşallahı vardı... Mezarlıktaki genç: - Evet!.. Sesim güzeldir... Genç: - Hangi sûreyi okudunuz? Mezarlıktaki genç: - Yasin-i şerif... Genç: - Yasin Sûresi’nin diğer sûrelerden bir farklılığı var mı? Mezarlıktaki genç: - Bir gelenektir gidiyor... Genç: - Yasin Sûresi’nin türkçesini okudun mu? Mezarlıktaki genç: - Hayır!.. Eve gidince okuyacağım inşâllah... Daha sonra poşetinden iplik çıkarıp, ağacın dalına bağlayan gence: - Hayrola, ne yapıyorsun? diye sordu... Mezarlıktaki genç: - Tuttuğum dileğin kabulü için... Genç: - Tuttuğun dileğin ipliğin rengi, uzunluğu ve yün oranı ile bir bağlantısı var mı? Mezarlıktaki genç: - Anlayamadım! Genç: - Yâni dileğinin kabulüne ipliğin kalitesinin bir etkisi var mı? Mezarlıktaki genç: - Elbetteki yok... İstediğin ipliği bağla... Genç: - İplik yerine lastik ya da tel bağlansa?.. Mezarlıktaki genç: - İşte buna “eski köye yeni adet...” derler. Genç: - Eğer bir sakıncası yoksa tutuğun dileği öğrenebilir miyim? Mezarlıktaki genç: - Hiçbir sakıncası yok... Hatta sen bile dileğimin kabulü için dua edebilirsin. Muhatabın iyi bir derse ihtiyacı olduğunu düşünüyordu gencimiz... - Hasta olan annemin iyileşmesi için şifa, dilemiştim... Genç: - Kimden şifa? Mezarlıktaki genç: - Elbetteki Allah’tan!.. Genç: - Allah (c.c.), yapılan duaları kabûl eder değil mi? Mezarlıktaki genç: - Elbette ki! Genç: - Acaba, Allah-u Teâlâ duaların kabulü için, ağaçlara ip bağlamayı mı şart koşmuş? Mezarlıktaki genç: - ??? Genç: - Başka bir ağaca ip bağlamayı düşündün mü? Mesela; varsa bahçenizdeki bir ağaç, ya da yol kenarındaki herhangi bir ağaç... Mezarlıktaki genç: - ??? Genç: - Şimdi şu gördüğün ağaçtaki iplikleri söküp çıkardığımda dilek sahiplerinin dileği bozulacak mı? Ya da kabul gören dilekleri bozulup eski haline mi dönecek? Mezarlıktaki genç: - Ama!.. Genç: - Ama ne? Mezarlıktaki genç: - ??? Daha fazla sıkıştırmak istemeyen genç: - Sana, en kısa bir zamanda kitapçıya giderek mealli bir Kur’ân alıp okumanı tavsiye ediyorum... Mezarlıktaki genç: - Çarşıya çıkar çıkmaz alıp okuyacağım, inşâllah. Genç: - Okuduğun Yasin-i şerifin türkçesini oku ve kabirde yatan büyük bir zata, nasıl mesajlar vermiş olduğuna bir bak. Mezarlıktaki genç: - Tamam... İnşaalllah... Bir saat sonra eve varan genç, annesine: - Bugün ne oldu biliyor musun? Anne: - Anlatmazsan bilemem oğlum! Genç: - Yıllardır benden sakladığın bir sırrı öğrendim. Anne: - Neymiş o, bakayım? Genç: - Vasiyet... Anne: - ? Genç: - Neden bunca yıl benden sakladınız? Anne: - Önceleri küçüktün... Daha sonra da ben unuttum. Genç: - Eğer sakıncası yoksa verebilir misin? Nereye koyduğunu hatırlamaya çalışan annesi: - Tamam, tamam şimdi hatırladım .......nin içine koymuştum. Kısa bir aramadan sonra rengi sararmış zarfı açarak, 17.10.1979 tarihinde yazılmış olan iki sayfalık vasiyeti oğluna uzattı.... Genç, büyük bir heyecan, merak ve hüzün ile vasiyeti annesinden alarak çalışma odasına geçti. Yazılanları merak eden annesi, vasiyeti sesli okumasını istedi oğlundan Sanki babasının kağıt arkasından kendisine seslendiğini hissederek; besmeleyle başlayan vasiyeti, titrek bir sesle okumaya başladı. VASİYET “Allah’ın selâmı ve bereketi üzerinize olsun. (Âmin). Belki de bugüne kadar okuduğunuz en hüzünlü yazı... Bana inanın ki duygularımı toparlamak da, beyaz sayfada sizlere seslenmek de aynı derecede zor... ‘Vasiyetler, dünyanın en zor, en yürekten ve en gerçekçi yazılarıdır’ derlerdi de inanmazdım. Ama şu anki ruh hâlim yukarıdaki tezi doğrulamış durumda... Genç yaşta sizlerden ayrılıp öteki âleme gitme günlerimin bu kadar yakın olacağı hiç aklıma gelmezdi... Genç yaşta vasiyet yazdıran o kanser mikrobu yok mu! O kanser mikrobu! Takdir-i ilâhi tabi ki... Bir vesileyle Ölüm meleği gelecek... Trafik kazasıyla da mesaj göndermiş olabilirdim. İşte o zaman beklenmedik bir şekilde sizlerden ayrılmış olurdum. Tabi duygu ve düşüncelerimle birlikte... Bu açıdan bakıldığında kanser ve benzeri vesileler birer nimet... Sanki bir ses: - Hazırlan ey filan kul!, diyor. - Nereye? - Allah’ın katına çıkıp hesap vermeye... - Ne zaman? - Çok yakında... - Neyin hesabını vermeye? - Sana vermiş olduğu bunca nimetlerin hesabını vermeye... Evet... Gelen ses böyle diyor... İşte bu duygularla kendimi, bu tarafı öteki tarafa bağlayan köprü kulesinde, sizlere sesleniyor hissediyorum... Dünyalık tecrübelerimin sizlere pek fayda vermeyeceğini düşünerek, ‘öteki âlem’de işinize yarayacak bir iki ‘tüyo’ vermek istiyorum. 3 FARKLI ALEM Başlıkta okuduğunuz gibi üç farklı âlem var. a) Ruhlar âlemi. b) Dünya hayatı. a) Ruhlar Âlemi c) Ölümden sonraki hayat. a) Ruhlar âlemi: İlk insan Adem (a.s.)’dan kıyamete kadar yaşayacak olan tüm insanların ( sen, ben, annen, sen ve kardeşlerinde dahil) toplanıp Rabbine söz verdikleri mekan. b) Dünya hayatı: Doğumla başlayıp ölümle son bulan uyananlar için bir imtihan salonu ve “ecir” pazarı (cennet), uyuyanlar için nefsin pratik alanı ve cehennem... c) Ölümden sonraki hayat: Henüz tecrübe etmedim. Ölümden sonraki hayatı gördüğümde de sizleri uyaracak bir imkânım olamayacağına göre, ölümden sonraki hayatı araştırmak size düşüyor. Birinci vasiyetim şimdilik bu kadar. Üzerinde tefekkür edip gerekli dersleri çıkarmanız temennisi ve duasıyla... Ölümü bekleyen babanız... Beklediğinin aksine bir vasiyet okuyan gencin zihninde inkılaplar olmaya başladı... “Üç farklı âlem... Ruhlar âlemi... Rabbe söz vermişiz... Vermiş olduğum sözün dünya hayatımdaki etkisi nasıl olacak?... Ecir pazarı?.. Uyuyanlar? Uyumayanlar...” Gencin kafası allak bullak... Annesinin de hakeza... Kafasında Amerika’nın ikiz kuleleri gibi duran sorulara cevap bulmak için, engel olamadığı gözyaşı ve hıçkırıklarla tekrar okumaya başladı... Beyaz kağıt üzerinden seslenen babası hiçbir ipucu vermiyordu... “Sorularımın cevabını kitapçıdan öğrenirim”, diyerek günlüğünü yazmaya başladı. GÜNLÜK 2 “Öteki âleme yolculuğun ancak ölüm meleğinin gelmesiyle başlayacağını, dünyadan ayrılma zamanını, mekânını ve ne şekilde olacağını sadece Allah’ın bileceğini” kitapçıdan öğrendim. “Temiz yaşarsan nur yüzlü meleğin refakatinde Rabbinin yanına çıkarsın. Kara yaşarsan da nur yüzlü melek, yapmış olduğun kara ameller sebebiyle sana çok korkunç bir şekilde gelecek. Ve akabinde de Allah’ın azabı...” olduğunu hadis kitabından okudu kitapçı... “Allah’ın çok güçlü olduğunu, her şeyden haberdar olduğunu..” da Kur’ân’dan okudu... Kitapçı sağ ve solumuzdaki meleklerden bahsetti... Günün her saatinde bizimle beraberler. Sanki ellerinde kağıt ve kâlem var da, bizim hareketlerimizi gözetleyip notluyorlar. Sağ ve sol tarafımızda iki meleğin varlığının bilinmesi ve hissedilmesi, ahiret endeksli bir hayat yaşamamızı sağlar diye düşünüyorum. Nasıl mı?
MELEKLERLE TANIŞMA FASLI Sağ ve soldaki meleklere: - Sizler de kimsiniz? Melekler: - Senin en yakın arkadaşlarınız! Genç: - Sizi göremiyorum ama? Melekler: - Yaratılışımız gereği... Ama biz seni her an görüyoruz. Genç: - Buna nasıl inandıracaksınız? Melekler: - Kur’ân’a inanıyor musun? Genç: - Tabii ki. Melekler: - Bak Rabbin ne buyuruyor: “Unutma ki, sağında ve solunda oturan, yaptıklarını tespit eden iki (melek) vardır.” (Kaf, 17). Omuzlarını sıvazlayan genç: - Yâni şu an varsınız ha? Melek: - Evet... Genç: - Peki niçin? Melek: - Konuşmalarını, hareketlerini, diğer insanlara karşı tavırlarını... vs. kaydetmek için. Genç: - Yâni tüm konuştuklarımı kayıt mı ediyorsunuz? Melek: - Yine Kur’ân’dan cevap verelim. “O bir söz söylemeye dursun, mutlak onun yanında görüp gözetlemeye hazır biri vardır.” (Kaf, 18). Yâni evet... Genç: - Peki size ne faydası olacak? Melek: - Elbetteki bize hiçbir faydası ya da zararı olmayacak. Bizlere verilen görev bu... Bizler görevimizi eksiksiz yaparız. Adam madam kayırmayız. Tatilimiz, uyku ve yemek saatimiz, yorgunluğumuz yoktur bizim. Bizler de sizlerde olduğu gibi cinsiyette yoktur. Genç: - İlginç!.. Kendinizi biraz daha tanıtır mısınız? İnanın sizler hakkında pek bilgim yok... Yâni merak edip hiç araştırmadım. Melek: - İstersen önce yaratılışımızdan bahsedelim. Genç: - Memnun olurum. MELEKLERİN YARATILIŞI Melek: - “Hamd, göklerle yeri yoktan var eden, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler kılan Allah’a mahsustur.” (Fâtır, 1) Yâni, kanatlı varlıklarız... Allah-u Teâlâ nurdan yaratıldığımızı sizlere hadis-i şerifle bildirmiştir: Hz. Âişe (r.anha)’dan nakledilen sahih bir hadiste Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “Melekler nurdan, cinler yalın bir ateşten yaratıldı. buyurmuştur.” (Sahih-i Müslim 7/226). Genç: - Hem nurdan, hem de kanatlı ha! Melek: - Evet!.. Genç: - Peki, sadece insanların hareketlerini kayıt etmek için mi varsınız? Melek: - Güzel bir soru... İstersen bir başlık atarak cevaplayalım... MELEKLER VE GÖREVLERİ a) Melekler Allah’ın kullarıdır: “...Melekler de Allah’a kul olmaktan asla çekinmezler...” (Nisâ, 172) b) Gece gündüz Allah’ı tesbih ederiz: “Eğer insanlar büyüklük taslarlarsa (bilsinler ki) Rabbinin yanında bulunan (melekler) hiç usanmadan, gece gündüz Onu tesbih ederler.” (Fussilet, 38) c) Peygambere çokça salavat getiririz: “Allah ve melekleri, Peygambere çok salavat getirirler...” (Ahzab, 56) d) Allah’ın emrini hemen yerine getiririz: Allah’ın emrini hiç düşünmeksizin yerine getiririz. En ufak bir tembellik ve uyuşukluk göstermeyiz. “...Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.” (Tahrim, 6) e) Dünya ve ahiret hayatında sizlerin dostlarınızız: “Dünya hayatında da ahirette de sizin velileriniz (en yakın dostlarınız) biziz...” (Fussilet, 31) Genç: - Dünya hayatında bizlere nasıl dost olabiliyorsunuz? Melek: - Hemen anlatayım: “... Melekler de Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar ve yerdekiler için mağfiret diliyorlar. İyi bilin ki Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Şûra, 5) “Şu Arşı yüklenenler ve etrafında (tavafta) bulunanlar, Rablerini hamd ile tesbih ederler. Ona iman ederler, müminlere de mağfiret dilerler. (Derler ki): Rabbimiz! Rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Tevbe edenlere ve senin yolunu izleyenlere mağfiret buyur ve onları cehennem azabından koru. Ve ey Rabbimiz! Onları da babalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden sâlih olanları da kendilerine vâdettiğin Adn cennetlerine girdir. Çünkü sen emrinde galip, hikmeti sonsuz olansın. Bir de onları kötülüklerden koru. Sen kimi kötülüklerden korursan o günde o kimseye rahmet etmiş olursun. Bu ise, büyük kurtuluşun ta kendisidir.” (Gâfir, 7-8-9) - Sorayım sana: Baban ya da annen, ya da en sevdiğin biri, işlediğin günahların bağışlanması için Allah’a dua ettiler mi? Genç: - Zannetmiyorum. Melek: - Senin günahlarının bağışlanması için bizler Allah’a dua ederiz... Senin için... Genç: - Peki ama niçin? Sizin için ben ne yaptım ki benim için bağışlanmam için Allah’a dua ediyorsunuz? Melek: - Senin için Allah’a dua etmemiz, Allah’ın sana olan merhametindendir. Genç: - Allah’ın bizler için böyle düşüneceğini inanın ki bilmiyordum... Bağışlanmam için, melekler benden gizlice Allah’a dua ediyor... Ve benim haberim olmuyor... Bir de bakmışsın ki günahlarım paklanmış... Subhanallah! Melek: - Allah’ın sizlere olan merhameti bizlerin dualarıyla sınırlı değil ki; istersen dudağını uçuklatacak bir âyet okuyayım. Genç: - Dinliyorum... Melek: - “...Ancak tevbe eden, iman eden ve sâlih amel işleyen müstesna. İşte Allah bunların günahlarını sevaba değiştirir. Allah mağfiret edicidir, rahmet edicidir.” (Furkan, 70) Genç: - Subhanallah!!! Ciddi bir tevbeyle geçmiş günahlar sevaba çevrilecek... Melek: - Şimdilik bu kadar bilgi yeter. Zihnindeki hareketlenmeleri dizginleyen genç: - Sürekli benimle olduğunuzu söylediniz... Melek: - Kabre gittiğinde, kitapçıya gittiğinde, Kur’ân okuyan gençle sohbet ettiğinde, duygularını kağıda notladığında, kısacası her zaman seninleyiz... Genç: - Öldüğümde ne yapacaksınız? Melek: - İlerleyen sahifelerde konuşuruz... Meleklerle olan diyaloğun başka bir tarihe ertelenmesiyle günlüğüne devam eden genç: “Aman Allah’ım!.. Şu an varlar ve ne yapıyorsam kaydediyorlar... Yaptığım gıybetleri, boş konuşmaları, izlediğim TV. programlarını...” Günlüğünün konusunu değiştirerek: “İlk kez cenaze namazına katıldım”, diye notladı günlüğüne... Cenaze namazında ölü, yakınları ve bir de ben vardım. Zannedersem ölü yakını olmayan bir tek bendim. Cami avlusunun içi ve dışı farklı iki âlemdi sanki. Avlu duvarının iç tarafında ölümün en gerçekçi yüzüyle karşılaşıyorsun; duvarın arkasında ise hayat cıvıl cıvıl... Aradaki duvarları kaldırmak lazım... Dükkan darabasında veya vitrin camlarında: “Cenaze dolayısıyla kapalıyız.” yazısı dışında, ölümü hatırlatacak hiçbir nesnesi olmayan sokaklar cıvıl cıvıl... Ahireti hatırlatacak ölümün “ö”sü bile yok... İnsanlar ölümü hatırlamak istemiyor, korkuyorlar... İşte bu yüzden kabristanlarda dirilere pek rastlanılmıyor. Sanki hep başkaları ölecek... Ölümün her kesimden insanlara uğraması yeterli bir uyarı bence... Bir bakıyorsun cumhurbaşkanı ölmüş... Bir bakıyorsun makinist tren altında kalmış... Bir bakıyorsun berber, manav, balıkçı, öğretmen, şoför, sanatçı, ünlü, ünsüz... Ölümlerin değişik vesilelerle uğraması hayatın bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu gösterir. Albüm yapmayı düşündüğüm “gazetedeki ölüm haberleri”nden diriler için “ölü” haberleri vererek üzerinde düşünelim. ÖLÜMÜN YAŞI YOKTUR Ölümü 60’ından sonra bekleyenlerin dikkatine: Bir aylık bebek... Annesinin ve babasının biricik çocukları... Büyütüp okutacakları, belki de evlendirip torun bekleyecekleri biricik çocukları. O artık yok... Yeryüzünü bir aylığına işgal edip, sevenlerinden ayrıldı... Kim derdi ki; zorluklarda doğuracak ve bir ay sonra da ölümüne sebep olacaksın! Ne zaman, nerede ve nasıl geleceği önceden bilinmez ki? Feyzullah Birışık |