Durumu: Medine No : 15316 Üyelik T.:
18 Aralık 2011 Arkadaşları:3 Cinsiyet:Erkek Memleket:Kayıp bir Kentten Yaş:44 Mesaj:
745 Konular:
146 Beğenildi:313 Beğendi:100 Takdirleri:3844 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Tasavvufta Sohbetin Önemi Tasavvufta Sohbetin Önemi Sohbet ve zikir meclisleri, ilâhî rahmet ve sekînetin sağanak sağanak yağdığı, dünyadaki cennet bahçeleridir. Mürşid-i kâmillerin, salikin ruh ve kalbine tesir maksadıyla kullandıkları en mühim vasıtalardan biri, "söz" yani sohbettir. Nefsini tezkiye, kalbini tasfiye etmiş bir kimsenin sözlerinde, yaşadığı hâlin duyguları yüklüdür. Bu duygularla ve ihlâsla söylenen sözler, muhatabın kulağından kalbine yol bularak, hayırlı tesirler hâsıl eder. Sohbeti tesirli kılan en temel faktör ise, "ihlâs"tır. Tam bir ihlâs sahibi olarak, kelimelere yükletilmiş birtakım mana ve duyguları muhataba intikal ettirmeye çalışan mürşid-i kâmilin bu faaliyeti, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in sünnetine ittibâdan ibarettir. Bu müessiriyeti husule getiren "ihlâs" keyfiyeti, bildiğiyle amel etmek ve muhataba telkin ettiği şeyi gerçekten ve yürekten istemekten ibarettir.
Sözün müessiriyetinin diğer bir sebebi de "veciz" olmasıdır. Sözü veciz bir şekilde ifade etmek ise, lisana mutlak hâkimiyet ile maksada en uygun kelimeleri seçebilmekle mümkündür. Bu kudretin zirvesi ise, Kur'ân-ı Kerim’dir. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in Mekke devrini idrak ettiği zamanda meşhur Arap şairi İmru'l-Kays'ın kızı sağ idi. Kendisine Zilzâl Suresi’ni okudular. Belagat, fesahat ve icazın ne demek olduğunu bilen bu kadın, hayretten donakalmış ve: "- Böyle bir söz, kul sözü olamaz. Hiçbir beşer bu seviyede bir söz söylemeye muktedir değildir. Yeryüzünde böyle bir kelâm varken, artık babamın şiirinin Kâbe'de asılı durması uygun değildir. Lütfen gidip onu indiriniz ve bunu oraya asınız!" demiştir. Bu sebepledir ki hadis-i şerifte: "Muhakkak ki bir kısım sözler, sihir (gibi bir tesir gücüne sahip)tir." (Buhârî, Nikâh, 47) buyrulmuştur. Yani söz, kalpte büyüleyici bir tesir husule getirir.
Bu bakımdan sözle irşadın, yani sohbetin ehemmiyeti pek büyüktür. Bilhassa Hazret-i Peygamber'in sohbetindeki bereketin ne demek olduğunu lâyıkıyla anlayabilmek için, o sohbetlerin vaki olduğu asra, insanlık tarihinde "saadet asrı" denilmesinin sebep ve hikmetlerini düşünmek kâfidir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in bir müekked sünneti olan sohbetler, hemen bütün tarikatlarda ve bilhassa Nakşîlikte, kalpten kalbe feyiz nakli için hususi bir mevkîyi haizdir. Sözün, müspet veya menfi tesir kudretini ifade hususunda Yunus Emre'nin şu mısraları ne kadar vecizdir: Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı
Bal ile yağ ede bir söz
Ashâb-ı kiramın, mazileri itibariyle çorak topraklara benzeyen gönül âlemleri, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in sohbet meclislerindeki manevi iklimin rahmet ve bereket sağanaklarıyla yoğruldu. Bu sayede, vaktiyle üzeri toprakla örtülmüş bulunan eşsiz fazilet ve mana tohumları, neşv ü nemâ buldu. Sadırdan sadıra in'ikâs eden muhabbet ve ruhaniyet alışverişiyle, yıldız şahsiyetler inkişaf etti. Câhiliyye devrinin merhametsiz, vicdansız, kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar katı kalpli, hak ve hukuk tanımaz insanı eridi, kayboldu. Aynı siluet içinde, fakat bu defa gözü-gönlü yaş dolu, diğergâm, ince, rakîk, hassas bir insan hüviyeti teşekkül etti.
Bu meyanda "sahabe" ve "sohbet" kelimelerinin aynı kökten neşet etmiş olmaları da câlib-i dikkattir. Ashâb-ı kirâm, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e duydukları muhabbet, hürmet ve edep hissiyatı içinde, manevi sohbet ve terbiyeden murâd edilen istifadenin en müşahhas ve mükemmel bir numunesi oldular. Ancak, adeta nail oldukları bu istifadenin şartını beyan sadedinde, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in sohbetinde büründükleri huzur ve edep hâlini: "- Sanki başımızın üzerinde bir kuş var da kıpırdasak uçuverecek zannederdik."1 şeklinde ifade ederlerdi.
O insanlar, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in şahsiyetini ve yüce ahlâkını, gittikleri her yere taşıdılar. Kıyamete kadar menkıbeleri devam edecek eşsiz fazilet numuneleri sergilediler. Onlar hakkında ayet-i kerimede Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: "(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, büyük kurtuluştur." (et-Tevbe, 100)
----------------------------------------------------
1.Bkz. Ebu Dâvud, Sünnet, 23-24.
İbadet vecdi içinde geçen bütün sohbetler, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in sohbetlerinden bir akistir. Zira manevi istifadenin merkezi O'dur. Ruhi heyecanlarla dolu sohbetler de, hep o merkezden teselsülün naklolan parıltılardır. Bundan dolayı bir kul, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in nurundan bir Hak dostu vasıtasıyla nasip alsa, bu nur, aynı merkezden olduğu için, bizzat Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'den alınmış gibidir. Tıpkı bir mumla, başka mumların veya kandillerin yakılması gibi... Kandilleri yakan ve onlar vasıtasıyla etrafı aydınlatan alev, aynı alevdir. Kul, bu kandillerin en sonuncusuyla da aydınlansa, o ziya, ilk ışıkla parıldadığından daima ilk kaynağı aksettirir.
Sohbet ve zikir meclisleri, ilâhî rahmet ve sekînetin sağanak sağanak yağdığı, dünyadaki cennet bahçeleridir. Hadis-i şerifte buyurulur: "Bir topluluk Allah’ı zikretmek üzere bir araya gelirse, melekler onların etrafını kuşatır. Allah’ın rahmeti onları kaplar, üzerlerine sekînet iner ve Allah Teâlâ onları, yanında bulunanlar arasında zikreder." (Müslim, Zikir, 39)
Sadık ve sâlihlerin böyle meclisleri ganimet bilinmelidir. Çünkü bu meclisler öyle bir mana cennetidir ki, içinde ilâhî aşk ile çağlayan gözler ve gönüller gizlidir. Gönül erleri, sâlihler ve arifler de, kalplerindeki muhabbet, aşk ve vecdlerini sohbetlerine taşırlar. Kalplerindeki esrarın nuru cemaate akseder. İn'ikas ve insibağ (manevi boyanma) neticesinde kabiliyet ve istidada göre gönüller, feyiz ve hakikatin nuru ile dolar. Tıpkı gül, karanfil ve nadide çiçeklerle bezenmiş bir bahçe üzerinden esen sabah melteminin, gittiği yerlere ve gönüllere bahar ferahlığı veren latif rayihalar götürmesi gibi. Cenâb-ı Hak ayet-i kerimede buyuruyor: "Sen onlara öğüt ver. Çünkü öğüt, müminlere fayda verir." (ez-Zâriyât, 55) Bu ayet-i kerimeyi en kâmil manada yaşayan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "Din nasihatten ibarettir." (Buhârî, Îmân, 42) buyurmuştur.
Nasihatin iki manası vardır. Biri samimiyet, diğeri hayra davettir. Abdullah bin Revâha -radıyallâhu anh-, ashâb-ı kiramdan biriyle karşılaştığı zaman: "Gel (kardeşim!) Allah için bir müddet oturup Rabbimize imanımızı tazeleyelim (O'nu zikredelim)." derdi. Bunun ne demek olduğunu anlamayan bir sahabe, gidip durumu Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e anlattı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ona: "Allah, Abdullah bin Revâha'ya rahmet etsin. O, meleklerin methettiği zikir meclislerini çok sever." diye karşılık verdi.
Sohbetin ehemmiyeti bakımından şu hadis-i şerif de pek mühimdir: Bir kadın Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e geldi ve "- Ey Allah’ın Rasûlü! Senin sözlerinden hep erkekler yararlanıyor. Bizlere de bir gün ayırsanız da, o gün toplanıp Allah’ın sana öğrettiklerinden bize de öğretsen!" dedi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "- Peki şu gün şurada toplanınız!" buyurdu. Kadınlar toplandılar. Nebi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de gidip Allah’ın kendisine öğrettiklerinden onlara öğretti. (Buhârî, İlim, 36) Bu sohbetlerin bereketi ile bütün ümmete nümûne anneler hâline gelen sahabe hanımlar, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'i görmekte geciken ve uzun zaman görüşmeyen evlatlarını ikaz ederlerdi. Nitekim Huzeyfe -radıyallâhu anh- birkaç gün Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'i görmediği için annesi onu azarlamıştır. Kendisi bunu şöyle anlatmaktadır: Annem bana sordu: "- Peygamber Efendimizle en son ne zaman görüştün?" Ben de: "- Birkaç günden beri onunla görüşemedim." dedim. Bana çok kızdı ve fena bir şekilde azarladı. Ben de: "- Dur kızma! Hemen Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin yanına gideyim, onunla beraber akşam namazını kılayım, sonra da hem bana hem de sana istiğfar etmesini ondan talep edeyim." dedim. (Tirmizî, Menâkıb, 30; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 391-2)
Büyüklerden Muhammed Ziyâuddin -kuddise sirruh- Hazretleri, zaman zaman küçük çocukları başına toplar, onlarla sohbet ederdi. Yine böyle bir sohbetin ardından hanımı sordu: "- Onlar daha küçük, sohbetten ne anlar?" Hazret şöyle cevap verdi: "- Onlar da az çok istifade eder. Fakat benim asıl maksadım, onların bir şey anlaması değildir. Sohbet meclisleri Allah’ın rahmetini çeker. Ben o rahmetin peşindeyim. Bu çocuklar bir vesile..."
Büyük velî Şâh-ı Nakşibend -kuddise sirruh- diyor ki: "Bizim terbiye yolumuz sohbet üzerine kuruludur. Hayırlar, Allah için salih insanlarla beraber olmadadır. Onlarla sohbete devam ede ede hakiki imana kavuşmak nasip olur."
Âlimlerden Cafer bin Süleyman -radıyallâhu anh- da, sâlih insanlarla beraberliğin kendisine ne kazandırdığını şöyle anlatırdı: "Kalbimde bir katılık hissettiğim zaman, kalkar hemen Muhammed bin Vasi’nin yanına gider, meclisine katılır, yüzüne bakardım. Böylece kalbimdeki katılık gider, içime ibadet neşesi gelir, tembellik üzerimden kalkar ve bir hafta bu neşe ile ibadet ederdim."
Ömer bin Abdülaziz -radıyallâhu anh- da: "Medine'nin fakihlerinden Ubeydullâh bin Abdullah ile bir mecliste bulunmak, benim için bütün dünyadan daha sevimli ve hayırlıdır. Onun gibilerle oturup kalkmakla akıl nurlanır, kalp huzura erer, edep elde edilir." buyururdu.
Büyük velî Ebu'l-Hasan Şâzilî -kuddise sirruh-'un talebelerinden birisi, sohbetleri terk etmişti. Bir gün Hazret, bu talebesiyle karşılaştı. Ona: "- Niçin bizden ayrıldın, sohbetlerimizi terk ettin?" diye sordu. Talebesi: "- Bu zamana kadar sizden aldıklarım ve öğrendiklerim bana yeter, artık size ihtiyacım kalmadı." cevabını verdi. Bu duruma üzülen Şâzilî Hazretleri, onu şöyle uyardı: "- Bak evlâdım! Eğer bir kimsenin, birisinden aldığı feyiz ile yetinmesi doğru olsaydı, Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk -radıyallâhu anh-'ın, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'den aldığı feyiz ile yetinmesi gerekirdi. Hâlbuki o, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefat edinceye kadar O'ndan ayrılmadı..."
Elbette sadece Ebû Bekir -radıyallâhu anh- değil, bütün ashâb-ı kiram, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in sohbetine apayrı bir iştiyakla koşar ve feyiz alırdı. Zaten Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, her vesileyle ashabını buna teşvik ederlerdi. Zira O'nun en mühim terbiye usullerinden biri de sohbetti.
Sohbetle nail olunacak güzellikleri elde etmeye iştiyaklı olmak kadar önemli bir husus daha vardır ki, o da, sohbetin zaman ve zeminine dikkat etmektir. Bu mevzuda Abdullah ibn-i Mes'ud -radıyallâhu anh- şöyle demiştir: "Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bizi bıktırmamak için öğüt vermekte en uygun zamanı kollardı." (Buhârî, İlim, 11)
Ashâb-ı kiramdan Ebû Vâkıd el-Leysî -radıyallâhu anh- anlatıyor: Bir gün mescitte bir grup insanla beraber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in huzurunda bulunuyorduk. O esnada üç tane adam kapıda göründü. Biri içeri girmeden gitti. Diğer ikisi ise içeri girip Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in yanına kadar geldiler. İçlerinden birisi, halkada gördüğü bir boşluğa oturdu. Diğeri ise, yer kalmadığı için ve kimseyi de rahatsız etmemek düşüncesiyle halkanın hemen arkasına oturuverdi. Bir müddet sonra Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sohbetinin bir yerinde şöyle buyurdular: "Size şu üç kişinin hâlini anlatayım mı? Halkaya oturan birincisi Allah Teâlâ'ya sığındı. Allah da onu himayesine aldı. İkincisine gelince o kimse Allah’tan hayâ etti, edebe sarıldı. Allah Teâlâ da o kulundan hayâ etti; onu azabından emin kıldı. İçeri girmeyen diğerine gelince; o, bu meclisten yüz çevirdi. Allah da ondan yüz çevirdi." (Buhârî, İlim, 8)
Bu hadis-i şerifteki hikmeti idrak eyleyen bütün İslâm büyükleri, ilmin zirvesinde de olsalar, daima Hak dostlarının sohbet meclislerinde gönüllerini yoğurmuşlar ve hiçbir zaman böyle meclislerde bulunmaktan imtina etmemişlerdir. Nitekim büyük mezhep imamlarından Ahmed bin Hanbel -rahmetullâhi aleyh-, sık sık büyük veli Bişr-i Hafî -kuddise sirruh-'un yanına gider, onunla sohbet ederdi. Tam manasıyla ona bağlanmıştı. Bir defasında talebeleri dediler ki: "- Ey imam! Sen, Kur'ân ve sünnet ilimlerinde müctehid bir âlimsin. Buna rağmen böyle sıradan bir insanın yanına gidip gelmen sana yakışır mı?" Büyük İmam şu cevabı verdi: "- Evet, saymış olduğunuz hususları ben ondan daha iyi bilirim. Ama o, Cenâb-ı Hakk'ı benden daha iyi bilmekte ve tanımaktadır." |