Konu Başlıkları: Hucurat Suresi Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 07 Nisan 2008, 18:29   Mesaj No:1

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Hucurat Suresi Tefsiri

Hucurat Suresi Tefsiri


49-HUCURAT:

Ey iman edenler! Hitabın böyle nida ile başlaması karşıdakiler gelecek sözün önemini, dikkat ve özenle dinlenmesi gereğini hatırlatır. İman özelliği ile sıfatlandırmak da sevinç ve neşe vermek ve imanın, o söylenecek sözü korumaya yönelttiğini, ve bozukluğa engel olduğunu, bütün o özelliğe sahip olanlara ilan etmektir. Yani Ey iman şerefi ile mutlu olan kimseler! Haberiniz olsun, bütün sizlere o imanın, dikkat ve özenle dinleyip tutmayı gerektirdiğine dair önemli bir tebliğ yapılıyor, şöyle ki: Allah ve Resulünün önüne geçmeyin, geçirtmeyin. Takdim'den nehy-i hazırdır.

TAKDİM, aslı itibarıyla müteaddi bir fiildir. Bir şeyi diğerinin üzerine geçirmek demektir ki çoğunlukla ikinci mef'ûlüne ile müteaddi olur. Burada ise hiç mefûlü bih yok. Onun için burada iki vecih vardır: Birisi; herhangi bir mefûle bağlılığı görüşünden uzaklaşarak lazım fiil yerinde fiilin kendisini kasdetmektir ki, Allah'ın ve Resulünün önünde öne geçmek denilen fiili yapmayın, şunu veya bunu takdim, öne geçirmek diye düşünmek şöyle dursun, öne geçmek denilebilecek hiçbir fiili yapmayın, demektir. İkincisi de mef'ûlün umumilik için hazfedilmiş olmasıdır ki hangi mef'ul takdir edilse, tercih sebebi olmadan tercih yapılmış olacağından hazfolunur. Hiçbir şeyi, hiçbir emri, ne kendinizi ne başkasını asla öne geçirmeyiniz, demek olur. Birincisi, fiilin kendisini yasaklamak itibarıyla makamın hakkına daha uygun, ikincisi ise kullanılması daha çok ve genelde daha açık olması yönünden daha belirgin görülmüştür. Bu sözde iki mecaz olduğu hatırlatılır: Birisi tabirinde mecâz-ı mürsel'dir. Zira bunun gerçek mânâsı iki el arası demektir. Fakat örfte, bundan mücaveret (yakınlık) alâkasıyla sağ ve sol taraftan iki yönün paralelliği sebebiyle düşünülerek ön mânâsına kullanıldığı gibi burada Allah ve Resulünün önüne geçmek veya geçirilmek istiâre-i temsiliyyedir ki Allah ve Resulünün emri ve hükmünü gözetmeden hiçbir emri kestirip atmayın, demek olup Kitap ve Sünnet'in ahkâmını göz önüne almaksızın acele veya baskı ile bir işe kalkışmaktan men etmektir. Bir de fiili mânâsına lâzım (edilgen) fiil olur. Nitekim askerin öncüsüne, mukaddime denilir ki, mütekaddime, öne geçen demektir. Burada bu mânâdan olarak Allah'ın ve Resulünün önüne geçmeyin diye tefsir edilmiştir. Bunda mefûlü bih olan mef'ulü bih çeşnisini almak yönüyle de müteaddi fiil neşesi verebiliyor. Ancak bunda yalnız kendiniz geçmeyin demek olur. Diğerini geçirmemek için de bir emri bi'l-ma'ruf ve nehyi ani'l-münker görevi gerekli olabileceğini ifade etmez. Meğer ki işaret ettiğimiz şekilde geçmeyin, geçirmeyin diye açıklanmış olsun. Fakat bu da önceki geçişlilik mânâsından çıkabilecektir. Bazı tefsirciler de demişlerdir ki, burada mânânın aslı Resulullah'ın önüne geçmeyin, demektir. Allah'ın isminin zikredilmesi yalnız tazim ve Resulullah'ın, Allah yanında yüksek şerefini ve yüce özelliğini bildirmek içindir. Nitekim bundan sonraki âyetler yalnız peygamber hakkındadır. Buna göre mânâ şu olur: Allah'ın resulünün önüne geçmeyin, çünkü onun Allah'a yakınlık duygusu vardır. O hep Allah'ın huzurundadır, onun önüne geçmek Allah'ın huzurunda cüretkârlıkta bulunmaktır.

Bu âyetin sebeb-i nüzûlünde birkaç rivâyet vardır;

1- Buhari'nin Abdullah b. Zübeyr'den bir rivayetine göre Beni Temim'den Resulullah'a bir heyet gelmişti. Hz. Ebu Bekir (r.a.) Ka'ka b. Ma'bed'i onlara emir yap dedi, Hz. Ömer (r.a.)'de Akra b. Habis'i emir yap dedi. Ebû Bekir: Sırf bana muhalefet etmek istedin, dedi. Ömer de: Hayır sana muhalefet etmek istemedim dedi, münakaşa ettiler, sesleri yükseldi bundan dolayı "Ey iman edenler! Allah ve Resulünün önüne geçmeyin." âyeti nazil oldu.. Fakat yine Buharî'nn ve diğerlerinin rivayetlerine göre bu münakaşa bundan sonraki âyetin nüzulüne sebep olmuştur.

2- Abd b. Humeyd'in ve İbnü Cerir'in ve İbnü Münzir'in Hasen'den rivayetlerine göre bazı kimseler kurban bayramı günü Resulullah'tan önce kurban kesmişlerdi, Peygaber (s.a.v.) onlara yeniden kesilmesini emretti, bu âyet indirildi. Keşşâf'ın nakline göre Bayram namazından önce kesmişlerdi bu âyet nazil oldu, Resulullah da onlara diğer bir kurban keserek iade etmelerini emir buyurdu.

3- İbnü Cerir'in Katâde'den rivayetine göre birtakım kimseler şunun hakkında şöyle nazil olsa idi, şöyle şöyle olurdu, diye söyleniyorlardı bu âyet indi.

4- Alûsî'nin kaydettiğine göre Hasen'den şu da rivayet edilmiştir ki Resulullah (s.a.v.) Medine'de oturmaya başladıktan sonra kendisine uzak yerlerden sefaret heyetleri geliyor, pek çok meseleler soruyorlar, çok söylüyorlardı. Resulullah başlamadan meseleye başlamaktan men edildiler. Ebû Hayyan Bahir'de der ki: Resulullah'a bir kavim geldiği vakit nasıl selam vereceklerini öğretmek üzere Ebû Bekir onlara bir adam gönderir ve Resulullah'ın huzurunda sükûnet ve vakar üzere bulunmalarını isterdi. Bazıları öne geçmeyi özel örneklerle tefsir etmişlerse de âyetten görünürde anlaşılan, gerek söz ve gerek fiil hepsine umumi olmasıdır. Resulullah'ın meclisinde bir mesele geçtiği zaman ondan önce cevaba kalkışmamaları için de olduğu gibi, yolda giderken bir izin, işaret veya ihtiyaç olmaksızın önünde yürümemeleri ve sofrada ondan önce yemeye başlamamaları da içinde olur ki buna usulde umumi mecaz yahud beyanda kinaye tabir edilir. Hakikati iradeye engel olmaz. Namazda hiçbir şekilde imamın önüne geçmenin caiz olmamasındaki mânâ da budur. Resululah'ın huzurunda birisi imam edilip namaz kılınacak olsa onun izni olmaksızın sahih olmaz. Bu şekilde bu âyetten herşeyde şeriata uymanın gerekliliğine delil getirilir. İşte bu âyet Resulullah'ın protokolü ile ilgili böyle bir ara prensiptir ki, bundan sonraki âyetin mânâsı da bunun anlamı içindedir. Bazıları bununla kıyasın aleyhine de delil getirmek istemişlerse de kıyas Allah ve Resulünün hükmünde öne geçmek değil, uymak için mânâ araştırmasıdır. Evet hiçbir şekilde Allah ve Resulü'nün önüne geçmek mânâsı bulunan hiçbir saygısızlık yapmayın. Ve Allah'tan korkun, gerek yapacağınız ve gerek çekineceğiniz her hususta, her söz ve fiilde ve bunun üzerine ve özellikle bu hususta ileri gitmekte Allah'ın gazabından korkup emrine uyup korunun. Çünkü Allah işitendir, bilendir. Dolayısıyla bütün söylediklerinizi işitir, yaptıklarınızı bilir, ona göre ceza verir.


2- "Ey iman edenler!" Nidâ yukarda yeni geçmişken tekrar edilmesi, bunun da aynı şekilde dikkatle dinlenmesi gerektiğine tenbihtir. Öncekinde nefsi söz ve fiilin aslında ileri gitmek yasaklandığı gibi bunda da sözün niteliğinde, yani söyleyişte aşırı gitmek yasaklanıyor. Şöyle ki: Seslerinizi peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin yani seslerinizi peygamberin sesinin vardığı hadden ileri geçirmeyin. Ve ona söz söylerken birbirinize bağırdığınız gibi yüksek sesle söylemeyin, akran gibi de konuşmayın. Yani önceki, ileri gitmeyi yasaklıyor,bu cümle de aynı düzeyde olmayı yasaklıyor. Rivayet edilir ki bu âyet inince Hz. Ebû Bekir (r.a.): "Ya Resulullah vallahi ben bundan sonra Allah'a kavuşuncaya kadar sana gizli veya gizli gibi konuşurum demiş." Hz. Ömer (r.a.) de Peygamber'e öyle yavaş konuşur olmuştu ki, sormayınca işittirmezdi. Öyle yaparsanız, öyle farkına varmadan amelleriniz boşa gider de haberiniz olmaz. Çünkü Peygamber'e saygısızlığa ve sıkıntıya sebep olabilen şeyler küfre varabilir; küfür ise amelleri bozar "Kim imanı kabul etmezse, ameli boşa gider.." (Maide, 5/5) Burada "Haberiniz olmaz" kaydıyla şuurun yok olmasından şu anlaşılır ki, bu yasaklanan sesi yükseltmek ve kaldırmaktan maksat yalnız hafife almak ve saygısızlık kasdiyle olanlar değildir. Çünkü o müminlerden çıkması mümkün olmayan açık küfürdür. Fakat açık küfür olmamakla beraber, dolayısıyla ona varan küfür zannedilen haller de vardır. Bazı fiiller vardır ki küfür kasdıyla yapılmasalar bile küfür tehlikesini içinde bulundururlar. Peygambere sıkıntı bu şekilde olur. Buhârî ve Müslim, Enes (r.a.)'ten rivayet etmişlerdir ki, bu âyet inince Sâbit b. Kays (r.a.) evinde oturmuş "Ben cehennemliklerdenim." diyerek kendini hapsetmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.) Sa'd b. Muaz'a: Ey Ebâ Âmir, Sabit ne halde, rahatsız mı? diye sordu, Sa'd da; o benim komşumdur; rahatsızlığını bilmiyorum dedi ve gitti sordu. Sabit, dedi ki: "Bu âyet indirildi, halbuki bilirsiniz ben sizin en yüksek seslinizim, demek ki ben cehennnemliklerdenim." dedi, Sa'd bunu peygamber'e söyledi, Resulullah, hayır o, cennetliklerdendir, buyurdu. Diğer bir rivayette de de, Resulullah haber gönderip getirtti, sordu. Ya resulullah, dedi; Allah Teâlâ sana bu âyeti indirdi, benim ise sesim kuvvetli, korkarım amelim yok olur. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: Hayır sen hayır ile yaşayacak, hayır ile öleceksin. Taberânî ve Hakim'in rivayetlerine göre Resulullah ona: Razı olmaz mısın, Allah'a hamd ederek yaşayasın, şehit olarak öldürülesin ve Cennet'e giresin! buyurdu, o da: Razıyım ve artık sesimi peygamberin sesinin üstüne kaldırmam." dedi.

3- Sakındırmaktan sonra yapışmaya teşvik için buyuruluyor ki: O kimseler ki Resulullah'ın yanında seslerini kısarlar, yasaklamaya muhalefetten sakınarak ve terbiyeye uyarak seslerini indirir, pesten alırlar. Şüphesiz onlar, o kimselerdir ki, Allah Teâlâ onların kalplerini takva için imtihan etmiştir. Fetih Sûresi'nde geçtiği üzere onlara takva kelimesini gerekli kılıp türlü sıkıntılarla tecrübe sahasında takvaya alıştırmış takvalarını tecrübe ile ortaya çıkarmıştır. Onlara mağfiret ve büyük bir ecir vardır.

4- Şüphesiz ki sana hücrelerin gerisinden bağıranlar, arkasından veya önünden çağıranlar.
HÜCRE, etrafı çevrilerek içine girilmekten menolunan toprak parçasıdır. Hucurât'tan maksat, Peygamber (s.a.v.)'in hâne-i saadetinin odalarıdır ki, her biri hanımlarından birine ait olmak üzere dokuz oda idi. Alûsî şöyle kaydeder: "İbnü Sa'd'ın, Atâ-i Horasânî'den rivayet ettiğine göre, hurma dallarından ahşap idi ve kapılarının üzerinde siyah kıldan çullar vardı." Buhârî, Edeb'de ve İbnü Ebi'd-dünya ve Beyhakî, Davud b. Kays'tan şöyle rivayet etmişlerdir ki: Hücreleri gördüm "hurma kerestesi"nden olup dışından kıl çullarla kaplanmış idi, hücrenin kapısından evin kapısına kadar uzunluğu altı veya yedi zira zannederim ve iç evi ise on zira' tahmin ediyorum yüksekliği de yedi ile sekiz zira'' arası sanırım, demiştir. Hasan-ı Basrî'den de rivayet etmişlerdir ki Hz. Osman'ın hilafetinde Peygamber'in hanımlarının evlerine girerdim, tavanlarına elimle yetişirdim, Abdü'l-Agelik'in oğlu Velid zamanında onun emriyle Resulullah'ın mescidine katıldı ve bundan dolayı insanlar ağladı ve o gün Said b. Müseyyeb şöyle dedi: Vallahi arzu ederim ki, bulundukları hal üzere bıraksalar da Medine halkından bir kısım kimseler neşelenseler ve hariçten gelenler de Resulullah'ın ne ile yetindiğini görseler de zühd dersi alsalardı...
Siyercilerin çoğu bu bağıranları Beni Temim'den olmak üzere zikretmişlerdir. Şöyle ki: Beni Temim'den yetmiş veya seksen kişi kadar bir heyet gelmişti. İçlerinde Zibrikân b. Bedir, Utârid b. Hacib b. Zurâre ve kays b. Âsım ve kays b. Haris, Amr b. Ehtem ve Akra b. Habir vardı. Ebu Hayyan'ın Bahir'de anlattığına göre bunlar gelmişler, öğle sıcağında mescide girmişlerdi, Resulullah henüz uyuyordu, Ey Muhammed! Bizim yanımıza çık! diye bağırdılar, bunun üzerine uyandı ve çıktı, Akrâ b. Habis: Ey Muhammed! Benim övmem güzel, kötülemem, ayıplıdır, dedi. Resulullah; yazıklar olsun sana, öyle olan Allah Teâlâ'dır, buyurdu; derken insanlar mescide toplandı. Bunlar Beni Temim: Konuşmacımızla, şairimizle sana şiirlerle konuşmalarla atışacağız, dediler. Peygamber (s.a.v.) "Ben şiirle gönderilmedim, övünmekle de emrolunmadım fakat haydin bakalım." dedi. Zibrikân içlerinden bir gence haydi kavminin faziletlerinden seç, söyle dedi. Bir genç kalktı: "Bizi yaratılmışların en hayırı kılan ve bize mallar veren Allah'a Hamd olsun." diye bir konuşma yaptı. Resulullah (s.a.v.) Sâbit b. Kays b. Şemmâse ki kalk cevap ver, dedi. Sâbit de: "Hamd Allah'a mahsustur. Ben O'na hamdediyor, O'ndan yardım diliyor ve O'na inanıyorum." diye başlayan bir hutbe ile cevap verdi. Zibrikân, diğer bir gence kalk kavminin yüceliğini anlatacak bir kaç beyt söyle dedi. O da:
"Biz cömert kimseleriz, hiçbir kabile bize denk olamaz. Bizim içimizde reisler vardır ve ganimetin dörtte biri bizim aramızda taksim edilir.
Eğer savaş korkusu hissedilmezse kıtlık zamanında biz bütün nüfusa deve hörgücü yediririz.
Biz, bir şeyi yapmak istemeyip çekindiğimiz zaman da kimse bize karşı duramaz. İşte biz iftihar anında böyle yükseliriz."
dedi, Hz. peygamber (s.a.v.), Hassan b. Sabit'i çağırdı, Hassan söylediğini bana tekrar et, dedi. Dinledi şöyle cevap verdi.
"Fihr kabilesi ve kardeşlerinden ileri gelen kimseler, insanlara uyulacak bir yol çizmişlerdir.
İçinde Allah korkusu olan herkes, bu yolu tavsiye eder. Her türlü hayır da bu yoldan beklenir."
Daha hazı beyitlerden sonra Hassan şunları da söyledi:
"Biz, Ma'd kabilesinden, hazırda bulunanlara ve bulunmayanlara rağmen Allah'ın Resulü'ne ve dine büyük bir güçle yardım ettik.
Bu yardımı, gebe devenin sidiğini dağıttığı gibi düşmanı dağıtan kılıç darbeleriyle ve göğüslerde deve ağızları gibi yara açan mızrak vuruşlarıyla yaptık.
Onların toplulukları geldiği gün, yuvasını ve yavrularını koruyan aslanlar gibi vuruşumuzu Uhud'a bir sor!
Askerler arasında ölüme gitmek, suya gidercesine hoş görününce savaş alanlarında ölüme dalan biz değil miydik?
Biz, iki kolla kafaları vururuz. Biz Gassan kabilesinin parlak bir kolundan gelen şerefli bir soya mensubuz.
Eğer Allah'tan haya etmeseydik insanlar üzerinde (canlarını korumak ve ikramda bulunmak gibi) iki hakkımız olduğunu bir şeref vesilesi olarak söylerdik. Bu hususta bize karşı çıkan var mı?
Hayatta olanlarımız, çakıl taşlarına basıp dolaşanların en hayırlılarındandır. Ölülerimiz de kabirlerde bulunanların en hayırlılarındandır."
Bunun üzerine Akra' b. Habis kalkmış, vallahi ben bir iş için geldim ve bir şiir söyledim onu dinleteceğim, demiş ve şunu söylemiş:
"İyiliklerin anılması esnasında bize muhalefet ederlerse, insanlar bizim üstünlüğümüzü bilsinnler diye sana geldik.
İster Necid'de İster Tihâme topraklarında olsun, her hücumda biz insanların başıyız.
Her toplulukta bizim için (ganimetten) dörtte bir hisse vardır. Hicaz topraklarında Beni Dârim gibisi de yoktur."
Hz. Peygamber (s.a.v.) Hassan'a: Kalk cevap ver buyurdu. Hassan (r.a.) da dedi ki:
"Ey Benî Dârim! Övünmeyin. Çünkü iyiliklerin anılması esnasında sizin övünmeniz bir vebal olur.
Siz, bize karşı övünmekle kaybettiniz. Çünkü siz, kiminiz süt ana, kiminiz hizi olmak üzere bizim hizmetkârlarımızsınız."
Bu noktadan Peygamber (s.a.v.) buyurdu ve peygamberin bu sözü onlara Hassan'ın söylediklerinin hepsinden daha çok tesirli geldi. Hassan şiirini şöyle bitirdi.
"Eğer kanlarınızı ve mallarımızı taksim yerlerinde bölüşülmekten korumak için gelmiş iseniz,
Allah'a eş koşmayın, İslâm'a girin ve peygamberin yanında Benî Dârim ile övünmeyin.
Yoksa Beytin Rabbine yemin ederim ki keskin kılıçlarla mızraklar başınızın üzerine iner."
Bunun üzerine Akrâ b. Hâbis "vallahi bilmem bu ne iştir? Hatibimiz söyledi, onların hatibi daha güzel söyledi, şairimiz söyledi, onların şairi daha şair daha güzel söylüyor" dedi, sonra Resulullah'ın huzuruna daha yakın vardı: dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) de "o halde bundan önce olan sana zarar vermez" buyurdu, sonra onlara hediyeler ve ihsanlarla iltifatta bulundu. İbnü Hişam Siyer'inde, kıssayı biraz daha farklı nakletmiş olduğunu da Âlûsî kaydeder. Bu âyetin Beni Anber hakkında nazil olduğunu da söylemişlerdir. Fakat Beni Anber, Beni Temim'den bir bölüm olduğuna göre öncekine ters düşmez. Nitekim Kâmus'ta Anber, Temim'den birinin babasıdır, der. Onların çoğunun aklı ermez, henüz dini öğrenmemiş, edeb ve yol bilmez, kaba nirâbi güruhudur.

5- Ve eğer sen onlara çıkıncaya kadar sabretselerdi kendileri için daha hayırlı olurdu. Çünkü güzel davranışla Peygamber'e tazim etmiş olurlardı o da övgüye ve sevaba ve sorumlularının isteklerinin yerine gelmesine daha elverişli olurdu. Zira denildiğine göre Beni Anber esirlerine şefaatçi olmak üzere gelmişlerdi, yarısı hür bırakıldı, yarısı için de fidye alındı. Bununla beraber Allah gafur ve rahimdir, tevbe ve iyileşerek akıllanmaya yüz tuttukları takdirde affeder, sıkıştırmaz.

6- Ey iman edenler! Eğer fâsıkın biri size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın, birden bire kapılmayın da, açıklama isteyin, araştırıp anlayın dinleyin, fısk'tan kaçınmayan yalandan da kaçınmaz. Fâsıkın karşılığı adildir.
Fahreddin Razî der ki: Bu sûrede müminleri ahlakın en güzeline bir yöneltme vardır. O ise ya Allah ile veya Peygamber ile veya kendi cinsi ile olur. Bunlar da iki sınıftır, çünkü ya müminler yolunda gider, tâat rütbesinin içinde veya dışarda olurlar. Dışarıda olan fasıktır. Müminler gidişinde dahil olanlar da yanlarında hazır veya uzakta bulunurlar. Bu suretle ahlak beş kısım olur:

1- Allah'a ait olanlar,
2- Peygambere ait olanlar,
3- Fâsıklara ait olanlar,
4- Hazır olan müminlere ait olanlar,
5- Gaib olan müminlere ait olanlar.

İşte bunlardan herbirine ait olmak üzere yüce Allah bu sûrede beş kere "Ey iman edenler!" buyurmuştur. Allah ve Resulüne ait olan açıklamadan sonra üçüncü olarak burada fâsıkların sözlerine güvenilmemesi gerektiğini açıklıyor. Çünkü onlar araya fitne sokmak isterler ki o fitne "Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa..." âyetinde açıklanacaktır... Bununla beraber fâsıkın sözünü de büsbütün hiçe saymayıp araştırma ve açıklanması emrolunmuştur. Demek ki fâsık olmayıp da adil olacak olsa yerine göre haber-i vâhid dinlemeye layık olacaktır. Bu âyetin indirilmesine sebeb olmak üzere şöyle rivayet ediyorlar: Resulullah Velid b. Ukbe'yi Beni Mustalik'a vali ve zekât memuru olarak göndermişti. Onunla onlar arasında bir kin varmış; yaklaştığı zaman karşısına gelen atlıları kendisini öldürecekler sanmış, korkmuş geri dönmüş. Resulullah'a varıp onlar dinden döndüler, zekatı vermeyi reddettiler, demişti. Resulullah da öfkelenmiş ve onlarla harp etmeyi kurmuştu, bu âyet bunun üzerine indi. Bir rivayette de Halid b. Velid'i göndermiş, gözetlemiş, ezan okuduklarını ve gece namazı bile kıldıklarını görmüş ve zekâtlarını da ona teslim etmişler o şekilde geri dönmüştür. "Fâsık" ile "nebe" kelimelerinin nekre oluşu umumilik içindir. Herhangi bir fâsık, herhangi bir nebe' (haber) demektir. Çünkü Razî'nin hatırlattığı şekilde şartın bulunduğu yerde sübut yönünde umumilik, nefi yönünde hususilik olur. Nitekim haberler de nefi tarafında genel, sübut tarafında özeldir. denilmeyip de şüphe harfi olan ile ifade edilmesi müminlerin fâsıklara aldanmayacak kadar uyanık olmaları gerektiğini ihtar ve öyle uyanık müminlere herhangi bir fâsıkın cüretinin ender olacağına işaret nüktesini taşımaktadır. Çünkü bir bilgisizlikle, hallerini bilmeyerek, bir kavmi musibete uğratırsınız, vurursunuz, bir zarara uğratırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz, çünkü haber yanlış olunca sonra temiz oldukları ortaya çıkar da telafisi mümkün olmayan bir üzüntü çekilir. İman vicdanı, öyle bir haksızlığa karşı devamlı olarak sızlar. Zemahşerî der ki: Nedamet, yani pişmanlık, bir çeşit üzüntüdür ki, meydana gelen şeyin olmamasını dileyerek gam yemektir. Böyle bir üzüntü ve gam ise devamlı ve etkili olur, çünkü olay akla geldikçe pişmanlık yapışır.

7- Ve biliniz ki içinizde Allah'ın Resulü var. Bundan dolayı Allah'tan korkun da yalan ve batıl söylemekten sakının, çünkü Allah ona doğrusunu bildirir ve bir haber işittiğiniz vakit de açıklanması için ona sorun, o size açıklar, kendi görüşünüzle onu kandırmaya çalışmayın. Şayet o birçok işlerde size uysaydı sıkıntıya düşerdiniz. Sarpa sarardınız, haliniz yaman olurdu, çok zahmetler, felaketler çeker, yok olmaya doğru giderdiniz. Çünkü öyle kendisine uyulması gerekenin, uyan durumuna düşmesi bir ihtilâl ve işlerin tersine gitmesi demek olan bir ihtilaldir.

ANET: Meşakkat ve helâk, sıkıntı ve günah mânâlarına geldiği gibi aslında kırılan bir kemiğin sarıldıktan sonra tekrar kırılması demektir. Buradan anlaşılıyor ki, birtakım kimseler o haber üzerine o kavmi vurmak fikrinde bulunmuşlardı. İşlerin birçoğunda deniliyor. Demek ki bazı işlerde itaat sakıncalı değildir. Belki gönüllerini çekerek güzel bir siyaset olur. Bir de in geçmişe ait olması gerekirken diye muzârî sigası getirilmiştir ki takdirindedir. Bunda iki mânâ vardır: Birisi, "itaat eder olsa idi" demek olur ki devamlı olmanın imkansızlığını ifade ederek, itaatın aslı değil, devamlı oluşunun sakıncalı olduğunu anlatır. Buna göre devamlı ve sürekli olmayıp da bazen birçok işlerde itaat dahi sıkıntıya sebep değilmiş gibi anlaşılır. Bundan dolayı diğer bazı tefsircilerin maksat itaatin devamlılığının imkansızlığı değil, imkansızlığın devamı demek olduğunu söylemişlerdir ki, buna göre mânâ "'birçok işte itaat edecek olsa idi" demek olur. Yani birçok işlerde itaat hiç olmaması gerekir. Ebu's-Suud bu iki görüşü münakaşa etmiştir, isteyen oraya bakabilir. Sonra Zemahşeri işbu cümlesinin bağlantısı hakkında şöyle bir açıklama yapmıştır. Bu cümle yeni başlayan bir söz olmaz, çünkü âyette bir ahenksizliğe neden olur ve fakat 'deki gizli merfu zamirden veya açık mecrur zamirden hal olarak makabline bitişiktir, mânâ şöyle demek olur: İçinizde Resulullah öyle bir halette bulunuyor, yahut öyle bir halde bulunuyorsunuz ki onu değiştirmeniz üzerinize vaciptir. O hal şudur: Siz istiyorsunuz ki, o size tabi imiş gibi olaylarda sizin görüşünüze göre amel etsin halbuki öyle yapsa haliniz yaman olur, helake giderdiniz.
Fakat Allah size imanı sevdirdi, sevgili kıldı, dolayısıyla iman etiniz, bu gösteriyor ki, iman etmek için yalnız bilgi yeterli değil, bir iradenin fiil olabilmesi için sevmek de gereklidir. Bundan dolayı dinin başı muhabbettir, sevgidir. Nitekim bir hadis-i şerifte "Kişi dostunun, yani sevdiği dostunun dini üzeredir, onun için herbiriniz iyi bakın, kime dostluk ediyor, kiminle sevişiyor?" buyurulması bu mânâdadır. Yine bundan dolayıdır ki; "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin." (Âli-i İmran, 3/31) buyurulmuştur. Ancak alimler sevgiyi tabiî ve aklî olmak üzere ikiye taksim etmişlerdir. Tabiî sevgi, yaratılışa uygunluktur. Aklî sevgi gayede bir hayır ve fayda idrakinden doğar ki, sağlık için ilacı sevmek olabileceğinden gayeye nazaran tabiî, başlangıcına nazaran aklî ve mecazî bir sevgi demek olur. Bundan dolayı başlangıcı elde edilmiş olmak itibarıyla o da kazanılmış sayılır. Ve bu yönden bu şuurlu sevgi iman ve terbiyenin kazanılması itibarıyla önemi haiz olur. Nitekim Hz. Ömer "Ya Resulullah: Sen bana iki yanım arasındaki nefsimden başka herşeyden sevgilisin." demişti, Resulullah "Ben sana nefsinden de daha sevgili olmadıkça imanın tamam olmaz, buyurdu, bunun üzerine Hz. Ömer hemen "Vallahi sen bana iki yanım arasındaki nefsimden daha sevgilisin." dedi, Resulullah da, "şimdi ya Ömer! İmanın tamam oldu." buyurdu. İşte Hz. Ömer'in böyle bir an içinde sevgisini artırarak yemin ile ikrar verebilmesi bunun gibidir. Bununla beraber her iki takdirde de sevginin kendisi bir akıl işi değil, doğrudan doğruya Allah Teâlâ'nın verdiği bir histir. Allah'ın sevdirmediği şeyler düşünmekle sevilmez, ancak Allah'ın sevdirdiği şeyler bilinmek düşünülmek sayesinde akıl ile, tecrübe ile sevgi şuuruna erebilir. İşte böyle imanın esası bir sevgi ile ilgili olduğu, sevgi de Allah'ın bir vergisi bulunduğu için burada buyuruluyor ki: Allah size imanı sevdirdi, yani o sayede Resulullah'a iman ettiniz. Ve onu, o imanı kalbinizde güzelleştirdi, gereğince amel edip peygambere itaat ettiniz. Ve küfrü, fıskı ve isyanı size çirkin, iğrenç kıldı. Onun için onlardan sakınınız.

KÜFÜR, imanın karşılığı inkâr ile Allah'ın nimetlerini örtmektir.
FÜSÛK, esasen çıkmak demek olup bazan dinden çıkmak mânâsına da kullanılırsa o, küfürde dahil olduğu için burada ondan ayrı bir mânânın kastedilmiş olması gerekir. Bu sebeple çoğunlukla doğruluk ve itaatten çıkış, yani sözlü ve fiilî imanın gereklerine uymamak mânâsında kullanılır. Burada küfür imana; füsûk ve isyan da imanın tezyinine, güzelleştirilmesine karşılık demek olduğundan füsûk yalancılık ve sözle doğruluk ve itaatten çıkmak; isyan da emri terk ile fiilen taatten çıkmak mânâsında olması daha uygun görülmüştür. Füsûk'u büyük günahlara, isyanı küçük günahlarda kullanmak isteyenler de olmuştur. Şu halde âyetinde fâsık, sözü iman yönünde olmayan bir yalancı, yahud büyük günah işleyen bir günahkâr demek olur. İşte onlar, öyle imanı sevip peygambere iman eden ve kalplerinde iman zinetlenip gereğince amel ederek doğrulukla itaat eden ve küfrü, füsûku, isyanı iğrenç görüp imanın gösterdiği yönde doğruluk ve itaatten ayrılmayan kimselerdir ki ancak rüşd sahibidirler. Hak yolunda sarsılmadan dosdoğru giden kimselerdir.
RÜŞD, hak yolunda sağlam ve sabırlı ve tam bir isabetle dosdoğru gitmektir.

8- Allah'ın lütuf ve nimetinden, yani o rüşd, yahut hep bu zikrolunan sevdirme ve kötüleme ve rüşd, Allah'ın lütuf ve nimetinden olarak cereyan etmektedir. İşbu "İşte onlar" işaret isminde hitap peygambere, işaret ve zamir 'deki muhataplaradır. Görünüşe göre 'deki muhataplar da bunlarda dahil görünüyor. Yani peygamberin açıklaması ve hatırlatması üzerine görüşlerinde ısrar etmeyip hepsi iman ve itaatle doğruluk ve uyum gösterdiler, füsûk ve isyandan sakındılar. Fakat Zemahşeri bunları Peygambere karşı görüş ileri sürmekten sakınan ve takvada ciddiyetleri ile öyle bir cüret ve cesaretten korunan ve yukarıda "Onlar, Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir." (Hucurat, 49/3) diye anlatılan kısım olmak üzere açıklamış da şöyle demiştir: "Eğer size uysaydı..." ifadesi delalet eder ki, müminlerin bazısı Velid'in sözünü tasdik ile Beni Mustalik'i vurmak fikrini Resulullah'a iyi göstermek istediler, bu ise hata ve onların kusurlarından idi. Diğer bazıları ise sakınıyorlardı ve takvada ciddiyetleri öyle bir cesarete engel oluyordu ki onlar "fakat Allah, size imanı sevdirdi" âyeti ile istisna kılınanlardır. Bu "bazılarınıza" demektir. Fakat sıfatlarının öbürlerinden farklı olması kelimesinin zikredilmesini gereksiz kılmıştır. Bunlar Kur'ân'ın öyle icazlarından ve ince parıltılarındandır ki, onları ancak yüksek kişiler sezebilir. Tefsircilerin bazısından bunlar, "Onlar, Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir." (Hucurat 49/3) buyurulanlardır diye rivayet edilmiştir. "İşte Onlar doğru yolda olanlardır" âyetindekiler de bu müstesnalardır. "Allah, Alim ve Hakîm'dir" herşeyi bilir. Lütuf ve nimeti de hikmetiyle verir.

9- Fâsıkın sözüne kapılmanın ve Peygamber'i dinlemenin neticelerinden biri olan anet, sıkıntı ve günah ve öne geçmeye bir işaret olmak üzere buyuruluyor ki: Ve eğer müminlerden iki grup vuruşurlarsa, rivayetlerin özetine göre: Resulullah (s.a.v.), Sa'd b. Ubâde'nin hastalığında ziyaretine giderken, Abdullah b. Übeyy b. Selûl'e de uğraması istenilmiş ve bir merkebe binerek uğramıştı. Abdullah b. Selûl, "Merkebin kokusu bizi rahatsız etti" demiş. Orada hazır bulunan Ensar'dan Abdullah b. Revaha Hazretleri de "Vallahi Resulullah'ın merkebinin kokusu senden daha hoştur." demiş. Bunun üzerine Abdullah b. Übeyy'in kavminden taraftarları kızmış, Abdullah b. Revaha Hazretlerinin arkadaşları da kızmışlar, İbnü Revaha Hazrec kabilesinden, İbnü Übeyy Evs kabilesinden olduklarından iki kabileden birtakım kimseler, silahsız olarak elleriyle, papuçlarıyla, sopalarla döğüşmeye başlamışlar, bunun üzerine bu âyet inmiş, Resulullah âyeti okumuş, bu şekilde barışmışlar. Fakat İbnü Cerir'in ve İbnü Ebi Hatim'in, Süddi'den rivayetlerine göre: Ensar'dan İmran namında bir zatın Ümmü Zeyd adında bir hanımı vardı, kadın yakınlarını ziyaret etmek istemiş, kocası göndermemiş ve onlardan kimsenin gelmemesi için de evinin üst katında hapsetmişti. Kadın ailesine haber göndermiş onun üzerine kavmi gelmiş oradan indirip götürmek istemişler, kocası da çıkmış kendi kavminden yardım dilemiş, bunun üzerine amcasının oğulları gelip kadın ile ailesinin aralarına girmeye çalışmışlar, onlar da müdafaa etmekle döğüşmüşler, bu âyet inmiş, Resulullah adam göndermiş barıştırmış, taraflar Allah'ın emrine dönmüşler. Önceki, birinci âyetin mânâsına daha yakındır. Dikkat çekicidir ki, âyette önce "Eğer iki taife" diye tesniye ile başlanıldığı halde fiilde "ikisi vuruşurlarsa" denilmeyip çoğul sigası ile "onlar vuruşurlarsa" buyurulmuştur ki, bu fark tercemede gösterilemiyor. Bunun nüktesi, azdan başlayan bir kıtâl'in bastırılamadığı takdirde genişleyeceğini hatırlatmaktır. Onun için derhal ikisi arasını islah edin, düzeltin, nasihat ile ve şayet orada bir şüphe varsa onu gidermekle, olmadığı takdirde Allah'ın hükmüne çağırmakla sulh edin, barıştırın. bunun üzerine şayet birisi diğerine karşı saldırırsa.

BAĞY, haksız yere yükselmek isteyerek düşmanlık etmektir. Yani barış teşebbüsü yapıldığı ve şüphe varsa giderildiği halde birisi barışa yanaşmayıp her ne olursa olsun haksızlıkla üste çıkmak sevdasını beslerse: O vakit o saldıran grupla savaşın. Ta ki, o Allah'ın emrine dönene kadar. Allah'ın emri "Allah'a itaat ediniz. Resulullah'a ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz." (Nisâ, 4/59) âyetine göre hükmüdür. Razî der ki: İşaret eder ki, bu savaş, saldırgana had cezası gibi, saldırmayı terk halinde de uygulanacak bir ceza değildir. Dönünceye kadardır, saldırganı önlemek gibidir. Onun için saldırganın vazgeçmesi hakkındaki emre dönünce, savaşmak haram olur. Buyuruluyor ki: Eğer dönerse o vakit de adaletle aralarını düzeltin, barıştırın, yani yalnızca andlaşma ile bırakmayın da Allah'ın hükümlerine göre haklarını gözeterek hükmedip aralarını bulun. Öncekinde mutlak olarak "aralarını sulh edin" buyurulduğu halde burada "adaletle" kaydı ile kayıtlanmıştır. Çünkü savaştan sonra olduğu için bunda haksızlık tehlikesi vardır. Onun için bir de tamamına göre şu şekilde te'kid edilmiştir. Hem her hususta adalet ve hakkaniyeti gözetin, her hak sahibine haktan hissesini verin, saldırmaktan, zulümden sakının. Çünkü Allah adalet yapanları sever. Ebu Hayyan'ın Bahir'de açıkladığına göre bu âyetteki "savaşınız" ve "sulh yapınız" hitapları "Emir yetkisi kendilerinde" olan velayet sahiplerinedir. Bu mânâ İbnü Abbas'tan rivayet edilmiştir. Yani aynen vücub, hükümet adamlarına yöneliktir. Çünkü bu savaşa müdahale ile barış yapabilme kudreti yalnız ferdî bir kudret olarak düşünülemez, fakat herhangi bir şekilde barış ve savaş yapmaya yetkili olanlar hakkında farz-ı kifaye olmak üzere ümmetin tamamına hitap olması "Ey iman edenler" çağırısının zahirine daha uygundur. Onun için saldırma gerçekleşince ona karşı emir ve yetki sahiplerine yardım cihadda olduğu gibi umuma gereken bir vecibe olur. Nitekim Hakim ve Beyhaki'nin rivayetlerine göre Abdullah b. Ömer (r.a.) Hazretleri ben şu "Vazgeçen saldırgana savaş açmadığımdan dolayı işbu âyetinden nefsimde bulduğumu hiçbir şeyden bulmadım." demiştir. Yolkesici, saldırganlar hakkında Fıkıh kitaplarında özel bölüm vardır.

10- "adalet yapınız" emri gibi şu da bütün müminlere umum ifade eder: Bütün müminler ancak kardeştirler. Zira hepsi ebedi hayata sebep olan iman esasında birleşir din kardeşidirler. Onun için iki kardeşiniz arasını düzeltin, gerek iki fert, gerek iki mümin topluluk bozuştuklarında hemen aralarını bulup barıştırın, dinde kardeşliğin gereği budur. Ve Allah'tan korkun, yani bu düzeltme ve kardeşlik takvadandır. Bozuşmaktan korunun, müminlerin kendi aralarında barış ve iyilik bulunmazsa, kardeşlikleri kuvvetli olmazsa kâfirlere karşı mücadele edemezler, Allah'ın azabından iyi korunamazlar. Onun için Allah'tan korkun, bozuşmayın, bozuşursanız, barışmaktan, barıştırmaktan kaçınmayın, her işinizde takva yolunu tutun ki rahmete erdirilesiniz.
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi Emekdar Üye 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Hz. Ali ile Fatıma'nın Aç Kalmaları İslam/Dinler/Mezhepler Emekdar Üye 0 2443 31 Temmuz 2008 02:53
Seleme bin el-Ekvâ'nın Hz Peygambere Ölüm Üzerine... Ölüm-Ahiret-Sırat-Mizan-Kader Emekdar Üye 0 2295 31 Temmuz 2008 02:52
Mekke, Savaşılmadan Nasıl Fethedildi? İslam/Dinler/Mezhepler Emekdar Üye 0 2713 31 Temmuz 2008 02:51
Hz. Peygamber'in Hac Esnasındaki Hutbeleri Hacc-Umre-Kurban GÖKCEN_AZRA 1 3052 31 Temmuz 2008 02:49
Bu Mübarek Zat kimdir ?? Hz.Muhammed(s.a.v) Mihrinaz 4 2869 31 Temmuz 2008 00:27