Hızır (as)’ın Kur’an-ı Kerim’de hikaye edilen Hz. Musa ile ilgili macerasına geçmeden önce, onun kim olduğu, peygamber olup olmadığı ve yaşayıp yaşamadığı yönündeki ihtilaflı ve müşkül meselelere değinmekte fayda vardır.
Mücahid, Hızır’a, namaz kıldığında veya oturduğunda etrafının yeşermesinden dolayı, yeşil veya yeşil ot manasına gelen bu ismin verildiğini söyler.
Fahrettin-i Razi, Mefatih el Ğayb adlı eserinde Hızır (as)’ın bir peygamber olmadığını söyler. O, bu kitapta Hızır (as)’ın peygamber olduğunu ileri sürenlerin delillerini karşıt delillerle birlikte şöylece sıralar:
Birinci delil: Allah-u Teala; “Biz ona katımızdan bir rahmet verdik…” buyurmuştur. Rahmet ise peygamberliktir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de; “Rabbinin rahmetini onlar mı paylaşıyorlar?”[2] “Sen kitabın sana verileceğini ummazdın. Ancak Rabbinden bir rahmet olarak…”[3] buyurulmuştur ki, buralarda geçen Rahmet kelimesi peygamberlik manasına gelmektedir.
Bu ayet-i kerimelerde geçen Rahmet’in peygamberlik manasına geldiğini kabul ediyoruz. Ama her rahmetin peygamberlik manasına gelmesi zorunlu değildir.
İkinci delil: “Biz ona nezdimizden bir ilim öğretmiştik” ayeti, Allah-u Teala’nın ona bu ilimleri bir vasıta bulunmaksızın, bir öğretmenin öğretmesi ve bir mürşidin irşadı olmaksızın öğrettiğini gösterir. Bir beşer vasıtasıyla olmaksızın, Allah’ın ilim bahşettiği herkesin Allah-u Teala’nın vahyi ile her işi bilen bir peygamber olması gerekir.
Bu delil zayıftır. Çünkü zaruri bilgiler başlangıçta Allah-u Teala katından verilerek meydana geldiği halde peygamberliğe delalet etmemektedir.
Üçüncü delil: Musa (as) ona; “Bana öğretmen için peşinden geleyim mi?” demiştir. Oysa bir peygamber, peygamber olmayan bir başkasına öğrenmek için tabi olamaz.
Ancak bu delil de zayıftır. Çünkü peygamber, peygamberlik konusu olan ilimlerde başkasına tabi olmaz. Fakat diğer ilimlerde tabi olabilir.
Dördüncü delil: O kul, Musa (as) ile yüksekten konuşuyor. “Kavrayamayacağın bir bilgiye nasıl dayanabilirsin?” diyor. Musa (as) ise tevazu gösteriyor ve “Sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim” diyor. Bütün bunlar o bilgili kimsenin Hz. Musa’dan daha üstün olduğuna delalet eder. Peygamber olmayan bir kimse, peygamber olandan daha üstün olamayacağına göre bu zat bir peygamberdir.
Bu görüş de zayıftır. Çünkü peygamber olmayan bir kişi, peygamberliğe konu olmayan ilimlerde peygamberden daha üstün olabilir. Bu caizdir. “Bir peygamberin, peygamber olmayan birinden ilim öğrenmek için peşinden gitmesi, onu halkın gözünden düşürür” diye bir itirazda bulunulabilir ki, biz de onlara sorarız: “Allah-u Teala’nın Musa (as) ile konuşup kendisine Tevrat’ı indirdikten sonra onu peygamber bile olsa, o zattan ilim öğrenmesi için göndermesi Musa (as)’ı halkın gözünden düşürmez mi?” “Hayır düşürmez” derlerse, biz de; “Öyleyse birinci halde de düşürmez” deriz.
Beşinci delil: El-Asam, bu bilgili kulun peygamber olduğuna, bu zatın kıssanın ileriki kısımlarında; “Ben bunları kendiliğimden yapmadım” demesini delil gösterir. Ona göre bunun manası; “Ben bunları Allah-u Teala’nın vahyi ile yaptım” demektir. Bu da onun peygamber olduğunu göstermektedir.
Bu da zayıf ve zayıflığı gayet açık bir delildir.
Altıncı delil: Rivayete göre Musa (as), o zatın yanına vardığı zaman selam verince o zat; “Ve aleykumusselam ey İsrailoğullarının peygamberi” diye karşılık vermiş. Bunun üzerine Musa (as); “Sana bunu kim bildirdi” diye sorunca o zat; “Seni bana gönderen öğretti” diye karşılık vermiş. İşte bu rivayeti esas alanlar, bu durumun kendisine vahiy ile bildirildiğini söylerler. Vahiy olayı ise, peygamberlik olmadan vaki olmaz.
Ancak bunlara da şöyle söylenebilir: “Bu niçin keramet veya ilham kabilinden bir şey olmasın?”
Müfessirlerden Ebu’l A’la El Mevdudi ise Hızır (as)’ın bir veli veya peygamber olması bir yana, Onun bir melek olabileceğini ileri sürmüştür. Onun bu konudaki görüşleri şöyledir:
“Kur’an-ı Kerim’de, Hz. Musa (as)’ın talim ve terbiyesi için gönderilen kişinin bir insan olduğuna dair sarih bir ifade yoktur. Hz. Hızır için sadece “Bir kulumuz” tabiri kullanılıyor ki, bu da onun mutlaka bir insan olmasını gerektirmiyor.
Kur’an-ı Kerim’de çeşitli yerlerde melekler için de kul kelimesi kullanılmıştır. Ayrıca Hz. Hızır’ın bir insan olduğuna dair Hz. Peygamber (as)’dan nakledilmiş herhangi bir hadis de bulunmuyor. Rivayetlerden birinde geçen “Recul” (adam) tabiri ise insanlar ve erkekler için kullanıldığı gibi, cinler için de kullanılmaktadır.
Ayrıca cinler, melekler veya gözle görülmeyen diğer bazı yaratıklardan (ruhaniler) herhangi biri insanlara geldiğinde gayet tabii ki insan şeklinde gelecek ve bu durumda kendisine elbette insan veya beşer denilecektir.”
Ancak Mevdudi’nin bu görüşünde zorlamaya gittiği ve biraz da yalnız kaldığı söylenebilir.
Hızır (as) hakkındaki bir diğer tartışma konusu da onun yaşayıp yaşamadığıdır. İslam alimlerinden bazıları; “Her nefis ölümü tadacaktır”[4] ilahi kaidesinden hareketle, Hızır (as)’ın da vefat etmiş olduğunu, hayatta olmadığını beyan etmişlerdir. Buna karşın diğer bazı İslam alimleri onun hayat pınarından içtiğini, hayatta olduğunu ve Beytullah’ı haccettiğini ileri sürmüşlerdir.
Hızır Aleyhisselamın hayatta olduğuna dair haberler çoktur. Bunlardan bir kısmını aşağıda zikredelim.
İmam Ebu Muhammed el-Lahmi, Kuşeyri’ye ait “Er-Risale” şerhinde salih erkek ve saliha kadınlardan bir takım hikayeler nakletmektedir ki, bunlara göre bu kimseler Hızır aleyhisselamı görmüş ve onunla karşılaşmışlardır. Bunların toplamı onun hayatta olduğuna dair zannı kuvvetlendirmektedir.
Müslim’in sahihinde yer alan bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Deccal, Medine yakınlarındaki verimsiz yerlerden bir yere gelecektir. O gün insanların en hayırlılarından bir adam onun karşısına çıkacaktır…” Ebu İshak; “Denildiğine göre bu adam Hızır aleyhisselamdır” demiştir.
İbn-i Ebi ‘d-Dünya’nın “El-Hevatif” adlı eserinde Ali bin Ebi Talib (ra)’e ulaşan mevkuf bir senet ile naklettiğine göre, Hz. Ali, Hızır (as) ile karşılaşmış, Hızır (as) ona bir duayı öğreterek, bu duayı her namazın akabinde tekrarlayan kimseye pek büyük bir sevap, mağfiret ve rahmet olacağını söylemiştir. Dua şöyledir: “Ey bir şeyi işitmek, başka bir şeyi işitmekten alıkoymayan! Ey isteklerin kendisini şaşırtmadığı! Ey ısrar edenlerin ısrarlarından dolayı kendisine usanç gelmeyen! Bana affının serinliğini, mağfiretinin tatlılığını tattır.”
Ebu Ömer b. Abdi’l Berr, “Et-Temhid” adlı eserinde Ali (ra)’den şöyle dediğini zikretmektedir:
Peygamber (as) vefat edip de üzeri bir örtü ile örtülünce, evin bir tarafından, söyleneni görülmeyen bir ses işitildi. Evdekiler bu sesi işitiyorlar, fakat sahibini görmüyorlardı. Şöyle diyordu: “Allah’ın selamı, rahmet ve bereketi üzerine olsun. Ey bu hane halkı, selam size. Her bir nefis ölümü tadacaktır. Şüphesiz Allah, ölen herkesin halefidir. Yok olup giden herkesin yerine başkasını verir. Her bir musibete karşı teselli kaynağıdır. O bakımdan Allah’a güvenin. Ondan ümit edin. Çünkü şüphesiz ki asıl musibetzede, ilahi mükafattan mahrum olandır.”
Onların kanaatine göre bu sözleri söyleyen Hızır (as) idi. Kastettiği ise Peygamber (as)’ın ashabı idi.
Bediüzzaman Said Nursi de Hızır aleyhisselamın hayatta olduğunu ancak onun İlyas Aleyhisselam ile birlikte birbirinden farklı olan beş hayat tabakasının ikinci tabakasında yaşadığını söyler.
Üstadın bu konudaki parlak görüşü şöyledir:
Hazret-i Hızır ve İlyas Aleyhisselâmın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yani, bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyet değillerdir. Bazen, istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde, ehli-i şuhud ve keşif olan evliyanın Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder. Hattâ makamat-ı velâyette bir makam vardır ki, “makam-ı Hızır” tabir edilir. O makama gelen bir velî, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazen o makam sahibi, yanlış olarak Hızır’ın kendisi telâkki olunur.[5]
Hızır Aleyhisselamın kim olduğu ve onun yaşayıp yaşamadığı hususundaki görüş ve haberleri sıraladıktan sonra, şimdi onun Musa Aleyhisselam ile olan yolculuğuna geçebiliriz.
İbn-i Abbas’ın Ubeyy İbn-i Kab’dan naklettiğine göre, Resulullah (as); Musa Aleyhisselam ile Hızır Aleyhisselamın buluşmasının sebep ve şeklini şöyle anlatmıştır:
Musa (aleyhisselam) Benî İsrail’e hutbe irâd etmek üzere ayağa kalktı. Kendisine, “İnsanların en bilgini kimdir?” diye soruldu. O; “Benim” diye cevap verdi. Cenab-ı Hak, “Allahu a’lem (yani en iyi bilen Allah’tır)” demediği için Musa’yı azarladı. Ve: “İki denizin birleştiği yerde bulunan bir kulum senden daha âlimdir” diye ona vahyetti.
Hz. Musa (aleyhisselam);
“Ey Rabbim ben onu nasıl bulabilirim?” diye sordu. Kendisine;
“Bir zembile bir balık koy, onu sırtına al. Balığı nerede yitirirsen o zat oradadır” dendi.
Musa Aleyhisselam kendisine denildiği gibi yaparak yola çıktı. Onunla beraber, hizmetçisi olan Yuşa b. Nûn da yola çıktı. Beraberce yürüyerek bir kayanın yanına geldiler. Hz. Musa ve hizmetçisi dinlenmek üzere orada yattılar. Balık kımıldayarak zembilden çıkıp denize kaydı. Allah ondan suyun akıntısını tuttu. Öyle ki su kemer gibi oldu. Balık için bir kanal meydana gelmişti. Hz. Mûsa (aleyhisselam) ve hizmetçisi (balık için olduğunu bilmeksizin) bu manzaraya şaşırdılar. Günlerinin geri kalan kısmı ile o gece boyu da yürüdüler. Musa’nın arkadaşı ona, balığın gitmesini haber vermeyi unutmuştu. Sabah olunca Hz. Mûsa (aleyhisselam) hizmetçisine: “Hele sabah kahvaltımızı getir. Biz bu yolculukta yorulduk” dedi. Hizmetçi;
“Hani bir kayanın yanına gelmiş yatmıştık ya! Ben balığı orada unuttum. Onu hatırlatmayı, bana mutlaka şeytan unutturdu. Balık denize şaşılacak şekilde sıvışıp gitmişti” dedi.
Mûsa (aleyhisselam); “Bizim aradığımız orasıydı” dedi ve hemen izlerinin üzerine geri döndüler.
İzlerini takiben yürüyerek kayaya kadar geldiler. Mûsa (aleyhisselam) orada örtüsüne bürünmüş bir adam gördü ve ona selâm verdi. Hızır aleyhisselâm ona;
“Senin bu yerinde selâm ne gezer!” dedi.
“Ben Mûsa’yım.”
“Beni İsrail’in Mûsa’sı mı?”
“Evet.”
“Sen, Allah’ın sana öğrettiği bir ilmi bilmektesin ki ben onu bilmem. Ben de Allah’ın bana öğrettiği bir ilmi bilmekteyim ki, onu da sen bilemezsin.”
……
Öyle anlaşılıyor ki bu buluşma, Hz. Musa ile Rabbi arasında bir sırdı. Karşılaşma gerçekleşinceye kadar, Hz. Musa’nın genç arkadaşının bile bundan haberi olmamıştır. Onun içindir ki kıssanın sonraki sahnelerinde Hz. Musa ile Salih kul (Hz. Hızır) yalnız yer alıyorlar.”[6]
Kur’an-ı Kerim’in ayetleri ışığında Hızır (as) ile Musa (as)’ın yolculuğu şöyledir:
Musa ona dedi ki: “Doğruluk olarak sana öğretilenlerden bana öğretmen için sana tabi olabilir miyim?”
Kurtubi der ki; “Bu ayet-i kerimede öğrencinin -mertebeleri farklı olsa dahi- ilim ad----- tabi olacağına dair delil vardır. Musa (as)’ın, Hızır (as)’dan ilim öğrenmesinde, onun Musa (as)’dan daha faziletli olduğuna delil teşkil edecek bir taraf olduğu zannedilmemelidir. Çünkü istisnai olarak daha faziletli olan kimse, faziletçe kendisinden aşağıda olanın bildiklerini bilmeyebilir. Fazilet ise, Allah (cc)’ın üstün kıldığı kimseye aittir. Hızır (as) bir veli olsa dahi, Musa (as) ondan daha faziletlidir. Eğer bir peygamber ise, Musa (as)’ın Risalet sahibi olması itibariyle ondan üstün olduğu açıktır.[7]
“Dedi ki: Gerçekten sen, benimle birlikte olma sabrını göstermeye güç yetiremezsin. Özünü kavrayamadığın şeye nasıl sabredebilirsin?”[8]
İbn-i Kesir’e göre Hızır (as) şunu demekteydi: Sen bana arkadaşlık edemezsin. Çünkü senin şeriatına aykırı düşen işler yapacağım. Ben bunları yaparken, Allah (cc)’ın sana öğretmeyip de bana öğretmiş olduğu bir bilgiye dayanacağım. Sen ise, Allah (cc)’ın sana öğrettiği bir bilgiye dayanıyorsun ki ben de onu bilmiyorum. her birimiz kendi durumumuzdan sorumluyuz. Allah (cc) katında herkes kendi durumundan mesuldür. Ben biliyorum ki, sen mazur olduğun için beni reddedeceksin. Benim farkında olduğum hikmeti ve deruni maslahatı bilmediğin için bana karşı çıkacaksın.[9]
Ancak Musa (as) ileride vuku bulacak olaylardan habersiz bir şekilde şöyle teminat verdi:
“İnşaallah, beni sabreden (biri olarak) bulacaksın. Hiç bir işte sana karşı gelmeyeceğim” dedi.[10]
Hızır (as) şöyle bir şart ileri sürdü:
Dedi ki: “Eğer bana tabî olacak isen artık bana hiçbir şeyden sual etme, ondan sana ben haber verinceye değin.” Bunun üzerine gidiverdiler. Vaktâ ki bir gemiye bindiler. O, gemiyi yaraladı. Dedi ki: “Gemiyi ahalisini boğmak için mi yaraladın? Doğrusu pek münker bir şey yaptın.”
Dedi ki: “Ben demedim mi ki, şüphe yok sen benimle beraber sabra takat getiremezsin?” Dedi ki: “Unuttuğum şey ile beni muaheze etme. Bana bu işimden dolayı bir güçlük teklif eyleme.”[11]
Ebu’l Aliye’den şöyle denildiği nakledilmektedir:
Hızır (as)’ın gemiyi delmesini Musa (as)’dan başka kimse görmedi. Çünkü Hızır (as), ancak Yüce Allah (cc)’ın göstermeyi dilediği kimsenin gözüyle görülebilen birisiydi. Eğer gemi sahipleri onu görmüş olsalardı, gemiyi delmesine engel olurlardı.
Bazıları da şöyle demişlerdir: Gemi sahipleri bir adaya çıkmışlar. Geride Hızır (as) ile Musa (as) kalmışlar ve gemiyi o vakit delmişti.
“Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nitekim bir çocukla karşılaştılar, o hemen tutup onu öldürüverdi. (Musa) Dedi ki: “Bir cana karşılık olmaksızın, tertemiz bir canı mı öldürdün? Andolsun, sen kötü bir iş yaptın.”
Dedi ki: “Gerçekten benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini ben sana söylemedim mi?”
(Musa “Bundan sonra sana bir şey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme. Benden yana bir özre ulaşmış olursun” dedi.[12]
Hızır (as)’ın öldürdüğü çocuk hakkında müfessirlerin farklı yorumları vardır. Zahiri suretiyle çok garip olan bu olay farklı şekillerde tevil edilmiştir.
Cumhur demiştir ki: Çocuk henüz baliğ değildi. Bundan dolayı Musa (as): “Hiç günah işlememiş tertemiz bir cana kıydın” diye itiraz etmiştir. Diğer taraftan “Ğulam” lafzının gerektirdiği anlam da budur. Çünkü baliğ olmamış erkek çocuğa ğulam denilir. Hızır (as)’ın onu öldürmesi, onun iç yüzünü ve sahih hadiste belirtildiği üzere kafir tabiatlı oluşunu bilmesinden idi. Diğer taraftan eğer yetişmiş olsaydı, anne ve babasını küfre zorlayacaktı.
Başka bir haberde nakledildiğine göre, bu genç yeryüzünde fesat çıkarıyordu. Anne ve babasına is böyle bir şey yapmadığına dair yemin ediyordu.
İbn-i Abbas ise, bunun bir genç ve kafir olduğunu söylemiştir.
Üstad Seyyid Kutub ise bu çocuk hakkında şunları söyler:
Bu çocuk her ne kadar dış görünüşüyle öldürülmeyi hak etmiş biri değilse de, işin gerçek yüzü salih kula gösterilmiş, o da bu çocuğun kafir ve azgın bir karaktere sahip olduğunu anlamıştı. Çocuk, ruhunda inkarcılık ve azgınlık tohumlarını taşıyordu. Zamanla bu tohumlar yeşerip gelişecekti. Eğer yaşarsa, mü’min olan anne ve babasını inkarcılık ve azgınlığıyla manen öldürecek, kendisine olan sevgilerinden dolayı onları arkasından sürükleyecekti. Dolayısıyla Allah böyle olmamasını diledi ve iradesiyle salih kulunu, inkarcı ve azgın bir karaktere sahip bu çocuğu öldürmeye yöneltti. Çocuğun anne ve babasına da ondan daha hayırlı bir evlat vermeyi dileyerek onlara merhamet etti.[13]
Elmalılı Tefsirinde bu konuyla ilgili olarak ikna edici bilgilere rastlamaktayız. O, meseleye şöyle açıklık getirir:
Buradaki ğulam (çocuk), büluğa ermiş bir kimse olduğu takdirde, küfrü ve isyanı sebebiyle öldürülmüş olması problem çıkarmaz. Ancak ekseriyetin anladığı istikbalde işleyeceği cinayet sebebiyle öldürülmüş olması şer’i ahkam bakımından son derece mahzurludur. Çünkü çocuk, kasten öldürme cinayetinde bulunsa bile, kendisine kısas yoluyla öldürme cezası tatbik mümkün olmadığı gibi, ilerde işleyeceği muhtemel ve muhayyel bir suç sebebiyle onu öldürmek hiç mümkün değildir.
Bu vakıanın izahı özetle şöyle yapılır:
Musa (as), ilm-i zahire mensup insanların temsilcisi konumundadır. Hızır (as) ise, ilm-i ledün, ilm-i batın, ilmu’l ğayb gibi değişik isimlerle ifade edilen, geçmiş ve geleceğe şamil bir ilme sahiptir. Bu ilim, Hz. Musa gibi ilm-i zahir ehlince meçhuldür. Bu ilim kesb ile elde edilemez. Mevhibe-i İlahidir.
Öyle ise, ilm-i zahire sahip şeriat tebliğcisi Hz. Musa nazarında çirkin addedilen bir amel, ilm-i batına sahip Hızır (as) nazarında çirkin değildir.[14]
Hikmetli serüvene kaldığımız yerden devam ediyoruz:
“(Yine) Böylece ikisi yola koyuldu. Nihayet bir kasabaya gelip onlardan yemek istediler, fakat (kasaba halkı) onları konuklamaktan kaçındı. Onda (kasabada) yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular, hemen onu inşa etti. (Musa) Dedi ki: “Eğer isteseydin gerçekten buna karşılık bir ücret alabilirdin.”
Dedi ki: “İşte bu, benimle senin aranda ayrılma (zamanı)mız. Sana, üzerinde sabır göstermeye güç yetiremeyeceğin bir yorumu haber vereceğim.”[15]
Seyyid Kutup der ki: Musa (as) karakter itibariyle heyecanlı ve reaksiyoner bir insandı. Nitekim bu özelliği, hayatının bütün dönemlerinde kendisini göstermiştir. Mısır’da İsrailoğullarından birisiyle dövüştüğünü gördüğü bir adamı, bu tepkisi sonucu yumruğuyla itmiş, ölümüne neden olmuştu. Arkasından Rabbine dönerek tevbe edip bağışlanma dileğinde bulunmuş, ertesi gün aynı adamın başka bir Mısırlıyla kavga ettiğini görünce, yine onun üzerine yürümüştür. İşte Musa (as) bu yapısı yüzünden adamın (Hızır (as)) yaptıklarına da sabredememiş, davranışlarının tuhaflığı karşısında, daha önce verdiği sözüne uymaya güç yetirememiştir.[16]
“Gemi, denizde çalışan yoksullarındı, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) önlerinde, her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı.”
“Çocuğa gelince, onun anne ve babası mü’min kimselerdi. Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve küfür zorunu kullanmasından endişe edip-korktuk.”
“Böylece, onlara Rablerinin ondan temiz olmak bakımından daha hayırlısı, merhamet bakımından da daha yakın olanını vermesini diledik.”
“Duvar ise, şehirde iki öksüz çocuğundu, altında onlara ait bir define vardı; babaları salih biriydi. Rabbin diledi ki, onlar erginlik çağına erişsinler ve kendi definelerini çıkarsınlar; (bu,) Rabbinden bir rahmettir. Bunları ben, kendi işim (özel görüşüm) olarak yapmadım. İşte, senin onlara karşı sabır göstermeye güç yetiremediğin şeylerin yorumu.”[17]
Denildiğine göre Hızır (as) Musa (as)’dan ayrılmak isteyince, Musa (as) ona: “Bana tavsiyede bulun” demiş, o da şunları söylemiş:
“Çokça tebessüm et, ama çok gülme. Israrı bırak. Gereksiz hiçbir işi yapma. Hata edenleri, yaptıkları hatalar yüzünden ayıplama. Ey İmran oğlu! Hatan dolayısıyla da ağla.”
Hızır (as), fiillerinin gerçek mahiyetini bildirmiştir. Onun bu davranışları kendi konumu itibariyle muhakkak ki doğru ve caizdir. Ancak bu tutum ve davranışlarının insanlar açısından uygulanma itibariyle genel geçerliliği söz konusu değildir. Hem insanların ilim ve anlayışı da buna kafi değildir. Diğer insanlara düşen görev, şeriat sahibi peygamberlere ve onların varisleri olan ihlaslı ilim sahiplerine ittiba edip, onlar tarafından tebliğ edilen ilahi emirlere uymaktır.
Hızır (as)’ın fiillerinin farklı nitelikte olduğu bilinmelidir. Elmalılı Hamdi Yazır, bu farklılıkları şöyle izah eder:
Evvela; ilim nokta-i nazarında bakıldığı zaman, onun ilmi, gemi, erkek çocuk, duvar hakkında olduğu gibi, eşyanın görünen tarafının gerisinde kalan gizliliklerini, istikbaldeki mukadderatı, mazideki gizlilikleri, durumun görünüşü gibi hususları bilivermekte olduğu anlaşılıyor. Onun için buna gayb, batın ilmi, özel anlamıyla ledünni bilgi demişlerdir.
İkinci olarak; fiil yönünden bakıldığı zaman, yaptığı şeyler, halktan Hakka doğru giden fiiller değil, Hakk’tan halka doğru olan fiillerdir. Binaenaleyh o, Musa (as) gibi halkı Hakk’a götürmeye memur değil, Haktan halka olan mukadderatın infazına memur demektir. Şu halde çocuğu öldürmesi de, Allah’ın emriyle vefat eden çocukların ruhlarını kabzetmeye müvekkel olan ölüm meleğinin vazife ve mesuliyeti gibi olur.
Üçüncü olarak; şer’ilik, başka bir tabirle hüsn (güzellik) ve kubh (çirkinlik) nokta-i nazarında bakıldığı vakit, fiilleri göze görülmeyen gizli sebeplere dayalı olduğu için, zahiren çirkin ve hikmetsiz görünüyor. Sebepleri izah edildikten sonra, hakikate mutabık olduğu anlaşılıyor…[18]
Fahreddin er-Razi, Hızır (as)’ın fiillerinden şu neticeye varır:
Bu üç meselenin esası şu cümle ile özetlenebilecek bir kuraldır: İki zarar ile karşı karşıya kalındığında, büyük olanından kurtulmak için, küçük olan zarara katlanmak gerekir. İşte şu üç meselede de bu kural göz önünde bulundurulmuştur.
Birinci mesele: Burada o bilgili zat, gemiyi delmemesi durumunda, kralın onu zorla alacağını ve tamamıyla sahiplerinin elinden çıkacağını bilmiştir. Bunun için az zararlı olanı (geminin delinmesini) çok zararlı olanına (geminin kralın eline geçmesine) tercih etmiştir.
İkinci mesele: Çocuğun öldürülmesinde de bu kaide gözetilmiştir. Çünkü çocuk sağ kalsaydı, anne ve babasına hem din, hem de dünya açısından zararlı olacaktı. Hızır (as) bir vahiy ile, çocuğun öldürülmesinin anne ve babasına vereceği zararın, sağ kalıp da vereceği zarardan az olduğunu öğrenmiş ve bu sebeple çocuğu öldürmüş olabilir.
Üçüncü mesele: Aynı durum duvarın yıkılışı hadisesinde de söz konusudur. Zira duvarın yıkılmasında, o yetimlerin malının heder olması söz konusudur. Bu ise büyük bir zarardır. Duvarın inşasında ise, buna oranla cüzi bir zarar ortaya çıkabilir.[19]