O "Gül"....
Gül”
O “Gül”; Âdemoğlunun, hidayet iklimine yeniden kavuşması için Son İlâhî Hutbe’yi bütün insanlığa tebliğ eden, onsekizbin âlemin rahmet baharıydı... O “Gül”; insanlığını kaybeden beşeriyete, zâyi ettiği vasıfların yeni baştan ve en kâmil mânasıyla ilticasını müjdeleyen kâinatın medâr-ı iftiharıydı... O “Gül”; belli bir kavme, muayyen bir zamana ve mahdut bir bölgeye mahsus olarak vazifelendirilmemiş; tüm insanlığa, kıyamete kadar gelecek bütün zamanlara ve dünya coğrafyasının tamamına gönderilmiş âlemşümul bir çağrıydı… O “Gül”; semavî aşkla tezyin edilmiş “Lâle”ye müştak bir sevdânın; gönlü gül, ömrü gül, özü gül, sözü gül, ahvâli gül, cemâli gül, teni gül ve teri gül kokan gül-efşân mimârıydı...
O “Gül”; Cenâb-ı Hakk’ın nûrunun ilk tecelligâhı, nübüvvetin âyetle mücessem son karargâhı, insanlığın ebedî kurtuluş râhı, Muhabbettullah ikliminin gül yüzlü sabahı ve âşıkların seher vakti “Hû Hû”lara karışan âhıydı... Esrâr-ı Ulûhiyet, O “Gül”ün tercümesiyle vuzûha kavuşmuş, beşeriyet müjdeli şafaklara O’nunla uyanmış, O’nun eliyle kâinat son kez ve en muhteşem şekliyle “sıbgatullah” ile boyanmıştı...
O “Gül”; ahlâkta, edepte, kişilikte ve karakterde eşsizdi... O “Gül”; tezekkürde, tefekkürde, tevekkülde ve esbaba tevessülde benzersizdi... O “Gül”; dini tebliğde, tedriste, talimde ve temsilde emsâlsizdi... O “Gül”; hep muhabbetle, hep hüsn-i zanla, hep müjdeyle, hep umutla, hep şefkatle musafaha edendi... O “Gül”; takvânın, hayânın, vefânın, faziletin, zarâfetin, merhametin, samimiyetin, metanetin… en mufassal ve en mütekâmil ismiydi... O “Gül”; ibadette, şükürde, sabırda, tevbede, duâda... velhâsıl kulluğun bütün kademelerinde en üst seviyedeydi… O “Gül”; yeryüzündeki bütün güzelliklerin numune-i imtisâliydi ve cümle güzellikleriyle her türlü tarif, tavsif ve tasviri aşan sayısız özelliklerin sahibiydi...
O “Gül”; îmanı, ihlâsı, sabrı, hilmi, feraseti, cesareti, cömertliği, doğruluğu, tevazuu, muhabbeti, sözü sohbeti, oturup kalkması, velhâsıl her türlü davranışını ihata eden “güzel ahlâkıyla”; ailevî, içtimaî, iktisâdî, idârî, askerî yönetimiyle, ferdî ve nebevî ufuk itibâriyle bütün “en”lerin “en”iydi... O “Gül”; en güzel Müslüman, en kâmil insan, en âbid kul, en cömert mü’min, en mütevâzı beşer, en emin şahsiyet, en nâzik dost, en vefâlı yarân, en sevgili eş, en iyi arkadaş, en lâtif aile reisi, en hayırlı baba, en müşfik dede, en cesur komutan, en mahir diplomat, en âdil devlet adamı, en doğru rehber ve en büyük peygamberdi... O “Gül”; şair dilinde “Bir güzel ki, güzeli en güzelin” diye vasfedilendi... O “Gül”; Allah’ın insanlığa; en büyük nimeti, en muazzam himmeti ve en gümrah rahmetiydi… O“Gül”; adına Hakk’ın yemin ettiği, “Leamrük’le müeyyed” bir imtiyazın sahibiydi…
O “Gül”le beşeriyet; İslâm tâcını giyerek insanlık mertebesine yeniden yükselmişti… O “Gül” bizlere; Allah(c.c.)’ın varlığını, birliğini, kudret ve azametini, gerçek anlamıyla öğretmişti… O “Gül” bizleri; hilkatin esrârından, kulluğun îtibarından, Müslüman olma vakarından, dünya pazarındaki âhiret kârından ve ebedî kurtuluş muştusundan haberdâr etmişti… O “Gül”ün duasıyla, gökteki bulutlardan rahmet yüklü yağmurlar yeryüzüne düşmüştü… Kışta kalan bütün tohumlar “Gül” aşkıyla boy vermiş ve O’nun rahmet ikliminde yeşermişti…
O “Gül”; rahmete hasret kalmış çölleri, “hayır söylemeyen ya da susmayan” dilleri, helâle yönelmeyen elleri, merhamet duygusunu yitirmiş kulları, günah deryasına giden yolları öyle bir yola getirdi ki; çöller gülistan, diller Hakk’ı terennüm eden destan, eller sevaba hâdim bağban, kullar sevgiye mihman, yollar hayır ve berekete değişmez mekân oldu... O “Gül”ün kokusunu teneffüs edenler îmanla şereflendi; hem ifrat, hem de tefrit hizaya gelip îtidalle buluştu; benlik dâvâsını güdenler, dünya hırsını büyütenler zulmün ve ahlâksızlığın girdabında gezenler huzur sahiline yelken açtı, cahiliye karanlığı “Gül” yüzlü bir şafakla kucaklaştı... Ve dünya, çok kısa zamanda bu medenî topluma kucak açtı... Çünkü O “Gül”le; varlığa izzet, insanlığa iffet, İslâm’a devlet, asra saadet, dünyaya bereket ve âlemlere rahmet geldi…
O “Gül”le; diri diri toprağa gömülen masum kızların, her türlü kötü muameleye tâbi tutulan mağdur kölelerin, şefkat gösterilmeyen mazlum öksüzlerin, başları okşanmayan mahzun yetimlerin, merhamet edilmeyen kimsesizlerin, gönlü kırık gariplerin, boynu bükük fakirlerin, bağrı yanık anaların, çöl yürekli babaların yüzü gülmüştü… O “Gül”; kin dolu yürekleri; hidâyet ve kardeşlik ikliminde sevgi, şefkat, letâfet ve nezâket gülzârına çevirmiş, bütün olumsuzlukları güzelliklere tebdil etmişti...
O “Gül”; yaşatmayı yaşamaya, sevindirmeyi sevinmeye, yedirmeyi yemeye, giydirmeyi giymeye, ukbayı dünyaya tercih etmişti... O; elinde bulunan malı, parayı ve ganimetleri yanında hiç misafir etmemiş, ihtiyaç sahiplerine hemen dağıtmış, sâde, duru ve mütevâzı bir hayat yaşamıştı...
O “Gül”; “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışın” buyurarak bizler için hakikî kurtuluş reçetesini bildirmiş, dünyayı defterden silmeden ukbâ menzilli bir hayat yaşanması gerektiğini vurgulamış, dünya-âhiret dengesini en mükemmel bir biçimde ortaya koymuş, âhiret mihverli ama dünya boyutlu bir hayat nizamı tarif etmişti... O “Gül”; Mahşer günü Rabbimize sunabileceğimiz en güzel şeyin, “şirksiz bir yürek” ve “sâlih bir amel” olduğunu bütün mü’minlere öğretmişti…
Yaratılanların En Hayırlısı, İnsanlığın Mi’râcı, Rabbimizin Habîbi olan, Allah(c.c.)’ın Kur’ân’da -diğer peygamberler gibi yalın ismiyle nidâ etmeyip- “Ey Resûl, Ey Nebî, Ey Müddessir, Ey Müzzemmil!” diye tâzimkâr bir ifâdeyle hitap ettiği O “Gül”; Muhabbetullah ufkunda, ufuk ötesi menzillere ulaşan Muhammedî bir sevdânın remziydi… Rahmet ve Sevgi Peygamberi olan O “Gül”; “Yaratılanı Yaradan”dan ötürü” sevmeyi bizlere miras bıraktı... Bu mevzuda ; “İman etmedikçe Cennet’e giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de gerçek mânâda îman etmiş olamazsınız” buyurarak, îmanı içtimâî barışın temel taşı yaptı...
“Gül”ün aşkını; “Senin aşkın ateştir, ateşin gül bahçesi” mısraıyla dile getiren bir şair, sevdâ bahçesindeki aşk ateşinin “Gül” muhabbeti olduğunu ifâde etmişti… “Hamdım, piştim, yandım” diyenler de bu aşktan hissedar olmuş ve O “Gül”le tenekeler altın, kömürler elmas hâline gelmişti... O “Gül”; en paslı gönüllerin açılmaz zannedilen kilitlerini bile, Muhammedî bir fetânetle açmıştı... O “Gül”; zulmü ve vahşeti gül yaprağıyla bertaraf etmiş, bir bakışıyla buzdan dağları eritmiş, tavır ve davranışıyla yürekleri fethetmiş, O’nun karşısında “Vahşi”ler yahşi olmuş ve O’nu öldürmeye gelenler O’nda dirilmişti... O “Gül”; yoldan çıkanları yola getirmiş, M. İkbâl’in ifâdesiyle “Yol kesenleri yol göstericiye dönüştürmüştü”…
O “Gül”; aşkın bir inançla Allah(c.c.)’a bağlanmış, O’na hakkıyla teslim olmuş, her zaman mükemmel bir sorumluluk duygusu içinde hareket etmiş, ne inancından, ne de dâvâsından zinhar tâviz vermemişti… O“Gül”; en kötü şartlarda bile aslâ sarsılmamış, ye’se düşmemiş, telaşa kapılmamış, hiç tereddüt yaşamamış ve yaşatmamış, metânetli tavrını hiç değiştirmemiş, dimdik ayakta durmuş, katiyen eğilmemiş bir îman ve aksiyon âbidesiydi... O, civanmertliğin yanında tedbir ve temkini de elden hiç bırakmamıştı... O “Gül”ün cesâretini anlatan Hz. Ali (r.a.); “Biz, savaş kızıştığında, gözler öfkeden kıpkırmızı kesildiğinde O’nun arkasına sığınırdık” derken, aynı mevzûda Berâ b. Âzib (r.a.) ise; “Savaşta en cesur olanımız bile, Hz. Muhammed(s.a.v.)’le aynı hizâda duramazdı” tâbirini kullanmıştı… Huneyn Savaşı’nda panik baş gösterip, ordunun ricat etmeye başladığı harbin en sıcak dakikalarında, dalga dalga Müslümanların üzerine gelen düşmana karşı korkusuzca savaşan ve müşriklerden -bütün askerlerin aksine- geri çekilmeyen tek kişi Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâmdı… Çünkü
O “Gül”; müthiş bir irade, akıllara durgunluk veren bir azim, eşi ve benzeri olmayan bir cesaret şâhikasıydı...
O “Gül”; küfrü yüreğinden hançerleyen bir bedir ve gönüllerde aşkın bir îman çerağı uyandıran Hakikat Güneşi’ydi... O “Gül”; Cahiliyye karanlığındaki “dipdiri meyyitler” ve her devirde O’ndan uzaklaştıkça insanlığını yitiren canlı cenâzeler için “Bâ’sü bâ’de’l-mevt” nefhasıydı... O “Gül”; virâne gönüllerde nûrânî güzellikler vâr eyledi, aşkın aslî istikâmetini âşikâr eyledi ve ümmet-i Muhammedi, Muhabetullah ile bahtiyâr eyledi…
O “Gül”; sâyesi yere düşmeyendi... Bizler, O “Gül” sâyesinde küfrün katran siyahı mahzeninde kalarak esfel-i sâfilîne düşmekten ve sonsuza dek helâk olmaktan kurtulduk... Bizler; O’nun; rûhumuza içirdiği semâvî iksir, aklımıza sunduğu Muhammedî mesaj ve gönlümüze bahşettiği ebedî saadet muştusuyla şerefyâb olduk…
Ve O “Gül”; sevda çöllerinden Mevla’ya giden “İz”in sahibi, Hak yolunun yanılmayan ve yanıltmayan En Son Kılavuzuydu... Bu sebeple, kul aşkıyla çöle inen Mecnunlar, “Leyla” dese de; “Gül” aşkıyla Hakk’a yönelen kalpler hep “Mevlâ” dedi/diyordu/diyecekti...
Hatm-i kelâm olarak O “Gül”den şefaat niyazımızı, “Gül” kokulu umutlara yaslanmış bir yüreğin sahibi olan Süleyman Çelebi’nin diliyle yapıyor ve:
“Yâ Habibullah bize imdâd kıl,
Son nefeste dîdarın ile şad kıl…”
diyor, açılan her gül yaprağı adedince Kâinatın Solmayan Gülü’ne salât ü selam ediyoruz...
(altinoluk dergisi)