Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 Arkadaşları:32 Cinsiyet:Bay Memleket:İst Yaş:39 Mesaj:
3.185 Konular:
1383 Beğenildi:174 Beğendi:17 Takdirleri:216 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Şehâdet / M. Beşir Eryarsoy Şehâdet / M. Beşir Eryarsoy Şehâdet / M. Beşir Eryarsoy
Hayat, amaçlarıyla, amaçlar doğrultusunda yaşanmasıyla ve amaçlara uygun bir şekilde son bulmasıyla anlamlıdır, değerlidir. Amaçsız bir hayatın insana yakışan bir hayat olamayacağı apaçık bir gerçektir. Esasen ancak anlam yüklü bir hayat yaşayabilenler, hayatlarına verdikleri anlam doğrultusunda kendilerini aşarak başkalarına faydalı olabilirler. Bu noktada hayata verilen anlam ve değerin ne olduğu önem taşır. Hayatı doğru yaşayabilmek ve bu doğruya uygun bir şekilde nihayetlendirmek, bir yerde hayatın doğru anlamını tesbit etmeye bağlıdır. Böyle bir tespiti yapmayı ihmal etmek, hayatı doğru yaşama fırsatını kaybetmeyi de beraberinde getirecektir.
Yani anlamlı bir ölüm, anlamlı bir hayata; anlamlı bir hayat, doğru bir şekilde hayatın anlamını tespit edebilmeye ve buna göre tercihte bulunmaya bağlıdır.
Bir Müslüman için hayat, İslâm’a uygun yaşandığı oranda değerli olur. İslâm’a uygun anlaşılamayan ve yaşanamayan bir hayatın değeri de yoktur; kişinin kendisine de başkasına da yani çevresine ve insanlığa da olumlu bir katkısı ve faydası yoktur. En anlamlı hayatı şüphesiz peygamberler yaşamışlardır. Çünkü insanlığa hayatın gerçek anlamını onlar öğretmişlerdir, insanlığı böyle bir hayattan onlar haberdar etmişlerdir.
Hayatı peygamberlerin öğrettiği anlamda algılamayıp yaşamayanlar Kur’ân-ı Kerim’in ifade ettiği gibi ancak “Hayatın duyularla idrâk edilebilen bölümünü kısmen bilebilirler ve âhiretten tamamen gafildirler.” (er- Rum, 30/7) Buna bağlı olarak “Onlar ancak hayvan gibi olabilirler.” (el-A’râf, 7/179; el-Furkan, 25/44); “Âhiretten yana gaflet içerisinde olup hayvan gibi yerler, içerler.” (Muhammed, 47/12)
O hâlde hayatı doğru anlamanın ve bu anlama uygun olarak yaşayabilmenin temel şartlarından birisi de “âhiret”i hayatın vazgeçilmez bir boyutu olarak algılamaktır, bu büyük gerçeğe gereği gibi iman etmektir. Âhirete iman etmeyen herkes, dünya odaklı yaşamaya mahkûmdur. Hâlbuki dünyayı Kur’ân-ı Kerim’in olumsuzladığı şekliyle yani “duyularla idrâk edilebilen bölümünü kısmen” değil de yeteri kadar anlamak bile kaçınılmaz olarak âhiret hayatının varlığına iman etmeyi gerektirecek boyutlardadır.
Âhirete iman, âhiret merkezli bir hayat algısını ve âhiret merkezli bir hayat mücadelesini, buna bağlı olarak da böyle bir yolda ölmeyi de beraberinde getirecektir. “Kişi yaşadığı gibi ölür.” hükmü bu gerçeğin ifadesidir. En anlamlı ölümün “şehadet” olduğu şüphesiz bir gerçektir.
“Şehadet” yani şahitlik, tanıklık etmek demektir. Hâkimler, hükümlerini şahitlerin yaptığı tanıklığa göre verirler. Şahitliklerin en kapsamlı muhtevasına sahip olan şehadetiyle de şehid, hem kendi hayat ve ölümünün şahitliğini yapar, hem de yaşam tarzlarına tanık olduğu kimselerin nasıl yaşadıklarının şahitliğini. “Biz sizleri sair insanlara şahitlik etmeniz için böylece vasat (üstün ve adaletli) bir ümmet kıldık.” (el- Bakara, 2/143) ayeti ve benzeri ayetler ile Kütüb-i Sitte’de yer alan “Sizler Allah’ın yeryüzündeki şahitlerisiniz.” hadisi ve benzerleri işte bu yüce ve hayatî gerçeğe işaret etmektedir.
O hâlde şehadetin yani şahitliğin, kişinin hem kendisi hem de başkası hakkında yapacağı şahitliğin kabul edilmesinin birinci şartı “vasat” olmaktır. Burada vasat olmanın ne anlama geldiğine kısaca bakmak yerinde olacaktır: ”Vasat, orta yollu, adaletli, mutedil ve dengeli olmak, hayırlı ve adaletli olmak” demektir. Demek ki şehidin şahitliğinde haksızlık yoktur. Kendisi hak ile şehid olduğu gibi, kendisinin başkaları hakkındaki şahitliği de hakkın ve adaletin ta kendisidir.
O şahitlikte taraf tutmak yoktur, âdil olmayan bir ifade ve bir niteleme yoktur. Çünkü şehidin hem hayatı hem ölümü mutedil ve âdildir. Hak için yaşar. Hakkın egemen olması ve yücelmesi için yaşar ve ölür. Bu sebeple şehidin ölümünde değerli mesajlar olduğu gibi hayatında da değerli mesajlar vardır. Bunu anladığımız takdirde, Hz. Hamza’nın niçin şehitlerin en üstünü olduğunu, ondan sonra gelenin de zalim bir yöneticiye karşı hak bir sözü söylediği için o zalim yönetim ve yönetici tarafından öldürülen kişi olduğunu anlayabiliriz.
Hz. Hamza ne yapmıştı da şehitlerin en faziletlisi olmuştu? Acaba Hz. Peygamber’in amcası olduğu için mi? Yoksa Mekke’nin ve Kureyş’in en yiğidi ve en kahramanı olduğu için mi? Hayır, bunların ve benzeri özelliklerinin hiçbirisinin bu hususta en ufak bir payı yoktur.
Onun Müslüman olduğu andan itibaren nasıl yaşadığını ve nasıl öldüğünü kısaca hatırlamamız gerekmektedir: O, İslâm’ın en kritik zamanlarında Müslüman oldu. En kritik dönemlerinden birinde şehid düştü. İslâm’a girdiği zaman da İslâm’ın ona ihtiyacı vardı. Şehid düştüğünde de İslâm’a en büyük hizmetleri ifa ederek şehid düştü.
Ebu Cehil’in Peygamber Efendimize ve dinine en ağır hakaretlerini pervasızca yağdırma cesaretini gösterdiği bir zamanda Müslüman oldu. Hak şehadeti getirerek Peygamber Efendimize yaptığı hakaretin aynısını -gözü kesiyorsa- kendisine yapması için meydan okudu. Elindeki yayıyla onu kafasından ağır yaraladı ve: “-Gücün yetiyorsa aynı hakaretlerini yüzüme karşı da söyle söyleyebilirsen” deyip meydan okudu. Bununla da kalmayarak aynı dine kendisinin de inandığını bütün Kureyş ileri gelenlerine karşı en yüksek perdeden haykırdı. Ve herkesin bildiği gibi hayatı boyunca Peygamber Efendimizin en büyük dayanaklarından, yakınlarından ve danışmanlarından biri olarak yaşadı. İslâm dininin onun kahramanlıklarına en muhtaç olduğu bir zamanda, üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirerek bu dine bağlılığını ve şehadet kelimesini getirmekteki sadakatini Allah yolunda canını verip en yüksek mertebe olan şehitliğe erişerek ispatladı, kanının mürekkebiyle bunu tasdik etti.
İşte şehadet böyle bir şeydir…
Önce İslâm yolunda yaşarken en ufak bir tereddüt, sağa sola bir sapma, bir inhiraf göstermeden dosdoğru yaşayarak hayatının her diliminde şehadetini fiiliyle onaylamak; bunun üzerinde sabır göstermektir; sonra gerektiğinde canını da feda etmekten geri kalmayarak şehadet ettiği gerçeklere bağlılığını sürdürmektir. Bundan sonrası ise, ilgili ayet ve hadislerin, bu doğrultudaki açıklama ve tefsirlerin anlattığı şekliyle, dünya ve âhiret anlamıyla tam bir şehidlik ya da ahrette şehidlik mertebesine erişmeyi temenni etmekle birlikte yatağı üzerinde ölse dahi uhrevî manasıyla şehitlik, Allah’ın takdir edeceği bir husustur. Ama şehitlik her durumda bir liyakat meselesidir. Şehitlere lâyık yaşayanlar, şehitler gibi ölürler. “… sabredenleri müjdele!” (el-Bakara, 2/155) 1. Kurtubi, c. II, Beyrut 1405/1985, s. 148; Celâleyn, 2/143’ün tefsiri.
2. El-Munavî, Feyzu’l-Kadir, Hadis no: 4747. |