Durumu: Medine No : 89 Üyelik T.:
21 Ağustos 2007 Arkadaşları:0 Cinsiyet: Mesaj:
555 Konular:
227 Beğenildi:15 Beğendi:0 Takdirleri:10 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Nefsin Mâhiyeti Nefsin Mâhiyeti Cenâb-ı Hak, insan neslinin atası olan Âdem -aleyhisselâmI-
mahlûkâtın en mükerremi kılarak cennette yaratmıştır.
Lâkin Hak Teâlâ Âdem ve nesline
lütfettiği şeref ve itibârın îcâbı olarak,
onun cennette bulunmasının sırf lütuf ile değil;
istihkak netîcesinde, yâni bir bedel karşılığında
mükâfat olarak gerçekleşmesini irâde buyurmuştur.
Bu murâd-i ilâhinin gerçekleşmesi için de
Âdem -aleyhisselâm-, malum zelleye dûçar olmuş
bu zahirî sebeple vatan-ı aslîsi olan cennetten çıkarılıp
bir imtihan âlemi olan dünyâya gönderilmiştir.
Hazret-i Âdem ve neslinin
tekrar cennete dönmesinin bir mükâfat olarak tecellî edebilmesi için,
insanın birtakım güçlükleri aşması gerekli olmuştur.
İşte bu sebeplerledir ki
Cenâb-ı Hak, diğer varlıklardan farklı olarak
Hazret-i Âdem ve onun neslini zıt tecellîlere mazhar kılmıştır.
Bunun netîcesinde de insanların,
aşağıların en aşağısı demek olan "esfel-i sâfilîn" ile
yücelerin en yücesi olan "âlâ-yı illiyyîn" arasında,
hak ettiği bir mevkîde bulunmalarını murâd etmiştir.
Yâni eşref-i mahlûkat olan insan,
hem fıtrî sermayesi ve hem de bu sermayeyi
hayra veya şerre kullanmaya medar olan cüz'î iradesiyle, "
bel hum edall", yâni "hayvandan da aşağı" bir mevkî ile "
melekten bile üstün" bir nokta arasında yerini alır.
Bu ise, kulun gayretine ve fıtratında mevcud olan
müsbet ve menfi temâyüller arasındaki mücâdeleden hâsıl
edeceği netîceye göre gerçekleşecektir.
İşte insanoğlunun
birtakım müsbet temayüllerle techîz edilmiş olmasına mukabil,
bâzı menfî temayüllerle de malul kılınması, bu hikmete mebnîdir.
Tasavvufî anlayışa göre,
insanoğlunda bir arada bulunan müsbet ve menfî temayüller ise, "
rûh-i hayvânî" ve "rûh-i sultanî" tâbir olunan
merkezlerden neş'et etmektedir.
Rûh-i hayvânî, insanın hayatiyetini devam ettirmesini sağlayan,
biyolojik yapıya hükmeden latîf bir güçtür ki,
ona "can" veya "nefs" de denilmektedir.
Uykudaki bir insanda
rûh-i hayvânî hükmünü icraya devam ettiği içindir ki,
biyolojik faaliyetlerin pek çoğu bu esnada da gayr-i iradî devam eder.
Sultanî ruh ise,
uyandığı anda geriye dönmek üzere uyuyan insanı terk eder.
Bedeni hareket ettiren, konuşturan velhâsıl
her türlü faaliyetin icra ve îfâsına sebep teşkîl eden,
ancak ölümle beraber bedenden çıkacak olan ruh, hayvânî ruhtur.
Merkezi dimağ veya kalbde olup
bedenin bütün uzuvlarına yayılmış ve asıl hükümranlığını
kan üzerinde kurmuştur.
Halk âleminden (Halk âlemi:
Zaman ve mekânla mukayyed olarak yaratılmış varlıklardan
teşekkül eden âlemdir.
Buna mülk ve şehâdet âlemi de denilir.
Zahirî beş duyumuzla hissettiğimiz şeyler bu âlemdendir.)
olan ve davranışların başlangıç noktasını oluşturan bu ruh,
terbiye edilmediği takdîrde insan üzerinde menfî tasarruflarda bulunabilmektedir.
Rûh-i sultanî ise
Cenâb-ı Hakk'ın insana kendi ruhundan üflediği ruhtur ki,
insanı diğer canlılardan ayıran hususiyet budur.
Emir âleminden (Emir âlemi:
Zaman ve madde mevzubahis olmaksızın
Cenâb-ı Hakk'ın "kün" (ol) emri ile var olan âlemdir.
Buna melekût ve gayb âlemi de denilir.
Akıl, nefs, ruh, kalb, sır vb. letâifler bu âleme aittir.)
olan bu ruhun bedenle beraberliği, müsbet tasarruflarda bulunmak içindir.
İnsan, bedenine giydirilen bu ruh ile
kulluk ve tâatte bulunur, sâlih amellere yönelir.
Bu ruh, bedenin öldükten sonra çürüyüp yok olmasından etkilenmez.
Ölümle ancak beden üzerindeki tasarrufu son bulur.
İnsan, kendi içindeki bu iki zıt kutbun çalışmalarıyla
hâl ve gidişatına istikâmet vermektedir.
Sultanî ruh galip geldiğinde,
sâlih amellere ve güzel ahlâka yönelmekte;
aksine hayvânî ruh galip geldiğinde ise
türlü günahlara ve ahlâksızlıklara düşmektedir.
İnsanoğlu, nefsini kendi irâdesi ile
şekillendirenime istîdâd ve imkânına
belli bir ölçüde sâhib kılındığı içindir ki,
mükâfata da mücâzâta da muhâtab olabilecek bir varlıktır.
Dünyâ imtihanında aşılması gereken
en büyük engellerden biri olan "nefs",
umumiyetle insanın mâruz kılındığı menfî temayülleri akla getirir.
Hâlbuki onun özünde bir mücevher gibi müsbet bir mâhiyet de vardır.
İnsanoğlunun vazifesi onu, toz-toprak hükmündeki
menfîliklerden manevî terbiye ile arındırarak
özündeki cevheri ortaya çıkarmaktır.
Bir insan,
gurbete çıktığında vatanına eli boş dönmemek için
nasıl çalışıp didinirse,
büyük bir gurbet diyarı olan bu dünyâda da âhiret saadeti için
öylece sa'y ü gayret göstermelidir.
Zîrâ her insan, âhiretteki ebedî saadet veya hüsranını
bu dünyâdan götürecek,
yâni bir bakıma istikbâldeki kaderini dünyâ hayatında tâyin edecektir.
Ebedî saadet ve selâmetin en temel şartlarından biri,
nefsi, sâlih amellere medar olabilecek bir kıvama ulaştırabilmektir.
Böyle bir gayeden mahrum olan nefs, azgın bir at gibidir.
Azgın bir at, sahibini menzil-i maksûda ulaştırmak yerine,
uçurumlardan yuvarlayarak onun helakine sebep olur.
Fakat bir binek atı iyi terbiye edilip,
güzelce gemlenmişse, sahibini en tehlikeli yollardan bile
selâmetle taşıyıp götürür.
Nasıl ki, terbiye edilmemiş bir atla
arzu edilen hedefe ulaşmak mümkün değilse,
ıslâh edilememiş ve kontrol altına alınamamış
bir nefs ile de hayâtın ulvî gayesini gerçekleştirmek mümkün değildir.
Hakîkaten nefs, mahlûkât içerisinde insanı
hem mükerrem bir mevkîye yüceltebilen,
hem de bunun zıddı olarak esfel-i sâfilîne düşürebilen,
iki veçheli bir vâsıtadır.
Islâh edildiğinde hayra;
terbiye olunmadığında ise şerre vesîle olma istîdâdına sahip olan,
adetâ iki ağızlı bir bıçak hükmündedir.
Manevî irşad ve kontrolden mahrum her nefs,
hakîkatleri gafletle örten acı bir mahrumiyet sebebidir.
Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi
insan, nefs engeline rağmen mezmûm ahlâktan kurtulup
tezkiye edildiği takdîrde,
melekleri bile geçebilir.
Zîrâ her netîcenin şerefi,
ona ulaşmak için bertaraf edilen güçlükler nispetindedir.
Allah ile kul arasına bir gaflet perdesi olarak girip
onu aslî istikâmetinden uzaklaştıran
ve kalbleri Allah'tan gayrısıyla meşguliyete sevk eden,
yine nefsin mezmûm sıfatlarıdır.
Onun bitmek tükenmek bilmeyen süflî iştiyak ve ihtiraslarına,
ancak ciddî bir kararlılıkla tatbîk edilecek terbiyevî usûllerle karşı konulabilir.
Bu da, daimî bir uyanıklık ve azim isteyen
amansız bir mücâdele demektir.
Bu sebepledir ki Âlemlerin Efendisi bir hadîs-i şeriflerinde:
Hakîkatte) mücâhid, nefsine karşı cihâd eden kimsedir. "
(Tirmizî, Fezâ-ilü'l-Cihâd, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 20)
buyurmuşlardır.
Nefs, kendisine karşı girişilen mücâhede ile ölmez,
ancak kontrol altına alınabilir.
Zâten matlûb olan da nefsi yok etmek değil,
onu aşırılıklardan sakındırıp arzu ve temayüllerini
ilâhî rızâya muvafık düstûrlarla tahdîd ve terbiye edebilmektir.
Bu hususta İmâm Gazâlî,
insanı bir süvariye benzeterek şöyle der:
"Nefs, ruhun bineğidir.
Eğer insan, nefsin dizginlerini salıverir
ve onun gittiği istikâmete kendini bırakırsa helak olması mukadderdir.
(Bazı Hint dinlerinde ve mistik felsefelerde yapıldığı gibi)
şayet onu öldürmeye çalışırsa,
bu sefer de hakîkat yolunda bineksiz kalır.
O hâlde nefsinin dizginlerini elinde tut ve bineğinden istifade et!"
Nefsin terbiyesinde bu ölçüye riâyet edilmesi,
aynı zamanda nebevî usûlün muktezâsıdır.
Zîrâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-,
yememek, içmemek, aile hayatı yaşamamak üzere
kendilerini ibâdete hasretmek isteyenlere manî olmuş;
İslâm'da bu çeşit bir tecerrüd ve ruhbanlığın
mevcûd olmadığını tâlim ederek,
hayatın içinde ve cemiyetle bir arada iken de
mümkün olan ruhî terakkînin yolunu göstermiştir.
Diğer taraftan pek zorlu bir mücâdele olan
bu terbiye esnasında,
nefsin hâl ve mertebelerinde birtakım merhalelerle karşılaşılır.
Nefsin en büyük âfetlerinden biri ise,
geçirdiği bu tebeddülat (değişiklikler)
ve terakkî esnasında bir varlık vehmine kapılmak
ve kendini beğenmişliğe sürüklenmektir.
Bu, gizli bir kibir ve ucubdur.
Nefse karşı girişilen mücâdelede
en ufak bir ihmâl ve gevşeklik meydana gelirse o,
derhal eski hâline avdet eder.
Zîrâ o, dâima pusuda olduğu için
şerrinden hiçbir zaman emîn olunamaz.
Bu sebeple her mümin,
bağrında taşıdığı bu müthiş müessirin,
manevî hayât için öldürücü tehlikelerine karşı
daimî bir uyanıklığı zaruret bilmelidir.
Nefsin serkeşliklerine,
selîm muhakeme ve vahiyle terbiye edilmiş bir irâde ile
mukabele edip onu itaat altına almalıdır. |