Durumu: Medine No : 15316 Üyelik T.:
18 Aralık 2011 Arkadaşları:3 Cinsiyet:Erkek Memleket:Kayıp bir Kentten Yaş:44 Mesaj:
745 Konular:
145 Beğenildi:313 Beğendi:100 Takdirleri:3844 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Çanakkaleye Hitaben Çanakkaleye Hitaben Biz O gün Bulutlardan Yıldırım Sağdık
O büyük destanın kaçıncı yılıydı bilemiyorum. Bir gün öğretmenimiz: "Yarın Çanakkale Destanı'nı anmak için topluca İlçe'ye gideceğiz" dedi. Nasıl da sevinmiştik. Ertesi günü sabah erkenden okul önünde toplandık. İlçe'ye varmak için bir saate yakın yürümek gerekiyordu. Ne gam! Biz ona çoktan razı idik.
Daha baharın gelmediği, leyleklerin henüz uğramadığı köyümüzden, hafif soğuk bir Mart ortasında en güzel şarkılarımızı söyleyerek yola dizilmiştik. İlçe'ye varana kadar şarkı söyleyecek, eğlene eğlene gidecektik; ahh! ne kadar da güzel! Keşke devamlı Çanakkale Destanı'nı kutlasak, diyorduk.
Köyümüzden biraz ayrılınca öğretmenimiz Adil Bey'in sesi duyuldu:
- Çocuklar etrafımda toplanın!
Hep birlikte bir yandan yürüyor, bir yandan da öğretmenimizin ne söyleyeceğini merak ediyorduk.
- Çocuklar, eğer benimle olmaktan sıkılmazsanız birlikte yürüyelim, ne dersiniz? Hem bu arada sohbet etmiş, vaktimizi değerlendirmiş oluruz.
Bu güzel çağrıya hepimiz isteyerek katıldık.
Adil öğretmen hemen söze başladı:
- Çocuklar şu anda nereye ve niçin gidiyoruz?
Bunu bilmeyecek ne vardı ki? Hep birden cevap vermek için öne atıldık.
- İlçe'ye gidiyoruz; orada Çanakkale Destanı'nı kutlayacağız.
Adil öğretmenimiz bu cevaptan hoşlanmamıştı sanki; sorusunu devam ettirdi:
- Peki Çanakkale Destanı deyince ne anlıyor-sunuz?
Altmışa yakın öğrenci birbirimize bakıştık; sahi Çanakkale Destanı ne demekti?
Arkadaşımız Kasım cevap verdi:
- Çanakkale Destanı, kahraman Mehmetçiğin düşmanı yenip denize döktüğü kavganın adıdır. Çanakkale deyince Malazgirt zaferi, yahut İstanbul'un fethini hatırlıyorum.
Öğretmenimiz:
- Malazgirt bize Anadolu'yu, fetih ise dünyanın en güzel şehri olan İstanbul'u kazandırdı. Çanakkale Destanı ile kazancımız ne idi?
Yine herkes birbirinin yüzüne bakıştı. Böyle tuhaf soruları hiç duymamıştık. Böylesi günlerde biz hep şarkı söyler, oyunlar oynardık. Adil öğretmen, bu sıkıcı soruları nereden çıkarıyordu?
Köyümüze geleli henüz iki ay olan öğretmenimiz Adil Bey'i ilk defa o gün suratı asık ve üzgün gördüm. Bu karşılıklı konuşmaları Adil öğretmen şöyle bitirdi:
- Demek ki Çanakkale Destanı'nın mânâsı sizlere yeterince anlatılmamış; çok yazık! Ama bu konuyu işlememiz, tarihin bu en büyük savunmasını en doğru şekliyle öğrenmemiz gerekiyor.
Bundan sonra Adil öğretmenimiz İlçe'ye kadar hiç konuşmadı; başı eğikti; düşünceli ve durgun bir hâle bürünmüştü; hep beraber sessizce yürüdük.
İlçe'ye vardığımızda toplantı yerinde Kaymakam Bey'in konuşması bitmek üzere idi;
- "Sözlerimi bitirirken saygılarımı sunar, öğrencilerimizin gözlerinden öperim."
"Şimdi huzurunuza sürpriz bir konuk çağıracağım. Kendisi, Çanakkale Destanı'nı bir yerlerden okuyarak yahut duyarak değil, bizzat yaşayarak görmüş olan bir şanlı Gazimiz. Aynı zamanda emekli bir öğretmenimizdir. Cephede süngüsüyle düşmanla çarpışan bu kahraman Gazimiz, cepheden döndükten sonra da hiç durmadan kalemiyle cehalete karşı savaşmıştır."
"Bendeniz O'nun talebesiyim. O'nun teşvik ve yardımlarıyla okumuş birisiyim; bu yüzden kendisine ayrıca müteşekkirim."
Kaymakam Bey Kürsüye gelen yaşlı Gazi'nin elini öptü ve mikrofonu kendisine teslim etti.
Kürsüye uzun sakallı, kalın gözlüklü, yakasında İstiklâl Madalyası görünen bir Gazi çıktı. İlçenin diğer okulları da gelmiş olduğu için meydan bir hayli kalabalıktı. Yaşlı Gazi toplanan kalabalığa bir süre baktı. Sağ cebinden çıkardığı mendiliyle alnında biriken ter tomurcuklarını silerek konuşmaya başladı:
"Evlatlarım!
Önce hepinizin gözlerinden öperim.
Çanakkale Destanı üzerine konuşmak, onu anlatmak bana öylesine zor geliyor ki, tarif edemem. Vücudumu ter kaplıyor; her yanımda bir titreme başlıyor. İçimdeki bir sesin bana şöyle haykırdığını duyar gibi oluyurum. Çanakkale Destanı, malum kavgaların toplamından ibaret bir tarih dilimi olarak anlatılamaz. Çanakkale Destanı belki de var oluşumuzda yatan temel espirinin ta kendisidir. Eğer Çanakkale Destanı olmasaydı, Milli Mücadele; Milli Mücadele olmasaydı, Milletimizin varlık ve beka davası tartışma konusu olurdu. İşte Çanakkale Destanı'nı anlatırken, beni zorlayan, ürperten ve iliklerime kadar işleyen bu sestir. Sözün özü, Çanakkale Harbiyle oluşturduğumuz büyük Destan'a saygıda kusur etmemek için zorlanıyorum. Herkes biliyor ki Çanakkale'de bir Destan yazdık. Bu destanı anlatırken daha önce yazılmış nakilleri sıralayıp dökmek belki tarih yazmak olabilir. Ama bir destan kavramını anlatma ve izahta, yetersiz gibi geliyor. Hele konu sebeb-i varlığımızla direkt ilgili Çanakkale Destanı ise, çok daha hassas olmak, bir ön şart olarak önümüze çıkıyor. Tarihi gerçekler zihnimde capcanlı duruyor; ancak bu destanın izahında sizleri rakamlar ve güç dengeleriyle meşgul etmeyeceğim.
Çoğu zaman Çanakkale Destanı'na, Çanakkale Harbi yahut Çanakkale Zaferi diyorlar. Elbette hiç kimse bunu kötü niyetinden yapmıyor. Ama şu bir hakikattir; Çanakkale Destanı'nı Çanakkale Zaferi olarak isimlendirmek belki de bilmeyerek onu küçültmek ve hafife almaktır. Hem zafer hem destan olan bu muazzam hadiseye, niçin sadece zafer boyutuyla bakıyoruz ki? Bunların hepsini içine alan bir destan kavramı daha doğru, daha objektif bir adlandırma olmaz mı? Tarihimiz zaferlerle süslüdür. Destanları da zengin bir milletiz ama, destanla zaferin ayrılması gerekir. Bu çok önemlidir çünkü. Zira destanların zaferi konu almak gibi bir mecbûriyetleri yoktur. Milletlerin tarihinde nice destanlar vardır ki, sadece acı ve gözyaşını konu edinir. İşte bu ruhtur ki, o Milleti ayakta tutan temel dinamikleri besler, hayat verir. Yeniden derlenip toparlanmak için bir hayat iksiridir destanlar. Koca Milletin bir amaç uğruna, topluca ettiği yemin gibi birleştirici ve yönlendirici vasfı vardır destanların... Bu tarifler Çanakkale için de tam tamına geçerlidir. İçinde acı, gözyaşı, cesaret, feragat ve fedakârlık dolu eşsiz bir destandır Çanakkale. Belki hâlâ yeterince anlayamadığımız, anlatamadığız ama bilmek zorunda olduğumuz bir büyük muammâ...
Birinci Dünya Savaşı, Büyük Devletimiz Osmanlı İmparatorluğu'nu tarih sahnesinden silme amacını taşıyordu. İttifak devletleri yaptıkları gizli anlaşmalarda bunun plânını çoktan hazırlamışlardı... Ordumuz, Trablusgarb ve Balkan savaşlarıyla bitkin bir halde idi. Askerin yeterli iaşesi kalmamıştı. Devletin mali gücü her gün daha kötüye gidiyordu. İnsanlar yorgun, gönüller kırgındı. İşte bu halimizle ve müttefikimiz Almanya'nın, Osmanlı Bayrağı çekilmiş gemilerle Karadeniz'de Rusya'yı bombardıman etmeleri bizi savaşa sokmaya yetti de arttı bile. Başkalarının hazırladığı hain bir oyunda, can, cânân hele vatan feda ederek görev almak ne acı. Birilerinin yaptığı yanlışı koca bir imparatorluğu batırarak ödemek ne korkunç! Bu kavgada yüreğimize saplanan hançer pas tuttu gayrı; yaramızsa hâlâ kanıyor. Kurallarını müstevlilerin belirlediği bir kavgada şanlı imparatorluğumuz yokluğun kucağına havale edildi. Bir değil, üç değil, beş değil tam dokuz cephede savaş yaptık. Sönen ocakların sayısını sadece Allah biliyor. Bunu tarih en güzel biçimde elbette yazacaktır.
Evet ben bu faciayı yaşadım ama olduğu gibi anlatamam. Çünkü duygular, hisler heyecanlar, acılar kalıplara dökülüp anlatılamaz. Yine de sizlere o destansı günleri yeniden yaşarcasına ve hitabetin el verdiği oranda ifade etmeye çalışacağım. Haydi şimdi ben yaşadıklarımı anlatırken sizler de o günleri tahayyül edin ve birlikte Çanakkale tepelerine doğru Mehmetçiğin yanıbaşına uzanalım. İşte göreceklerimiz, işte müthiş manzara; yıkılmış istihkâmlar, şarapnel parçaları ve düşen top mermilerinin kazdığı, ağzını açmış ejderha gibi dehşet saçan korkunç çukurlar. Karşı cepheden günlerce aylarca üstümüze bombalar yağıyor. Siperler, şühedâ bedenleriyle dolu. Toz duman içinde ve insafsız bir ateş yağmuru altındayız. Bombaların düştüğü yerden gökyüzüne kafa, kol, bacak fışkırıyor. Bir yudum su veremediğimiz nice nice siper arkadaşımızın bedeni göğe savrulup binbir parça et ve kemik halinde tekrar yanıbaşımıza düşüyor. Az sonra yüzlerce kilo ağırlığında bir bomba belki bizim de tepemize inecek. Ve artık hiç ölmemek üzere şehidler kervanına biz de katılacağız. Yerimiz boş kalmayacak tabi. Yedekler siperimizi hemen dolduracaklar; kurtuluş ihtimali sıfır; zaferinse hayali de hayal... Destan Şairimiz o korkunç hâli kelimelerle bakınız nasıl resmetmiş. Savaş hâlinin görüntüsünü nakış nakış nasıl dokumuştur;
.................................................. ..................
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin;
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam;
Atılan her lağamın yaktığı: yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nameret eller,
Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat îmân?
.................................................. .......................
Evlatlarım!
Büyük yazar yahut şair olmanın özelliği odur ki, büyük hadiseleri az ve öz malzemeyle zihnimize bir nakkaş misâli işleyebilsin. Okumuş olduğum beyitler, Cephemizin hâl-i pür melalini anlatmak için yeterli.
Karşı cepheden atılıp üstümüze düşen top mermileri, mitralyözler, bomba ve mermilerin görüntüsü Türkçemizin zengin ifade şekli ve tabi ki şairin anlatım gücüyle birleşince, Mehmetçiğin direnci kadar güzel muazzam bir eser ortaya çıkıyor. Dünü anlatan, bugüne ışık tutan, yarına miras kalacak olan harika bir eser...
Evlatlarım!
Anlatmaya çalıştığım sahneleri daha iyi kavramanız için bir hatırayı nakletmek istiyorum. Yukarıda okumuş olduğum beyitlerin sahibi M. Âkif, o yıllarda resmi bir görevle Berlin'e gitmiştir. Yâd ellerde hep Çanakkale'yi düşünmektedir. Askeri ataşe olarak görev yapan arkadaşı Ömer Lütfi Bey'e akşam sabah sorarmış:
- "Çanakkale ne olacak?"
Aldığı cevap acı ama gerçek:
- "Fevkalbeşer bir hadise olmazsa Çanakkale'de yenilmemiz mukadderdir."
Bu cevap karşısında Âkif anasını kaybetmiş bir yavrucağız gibi hıçkırıklara boğulur ağlar, sonunda da bir yanardığın patlayışı gibi haykırırmış:
- "Cihan bir araya gelse Çanakkale geçilemez!"
Aslında Âkif'in söylediği de doğrudur; arkadaşı Ö. Lütfi Bey'in tespitleri de... Âkif haklı çıkmış, çünkü Cihan bir araya gelmiş ama Çanakkale'den geçmeye yol bulamamıştır. Arkadaşı da haklıydı; çünkü Çanakkale'nin geçilemeyişi fevkalbeşer bir savunma sayesinde mümkün olabilmiştir.
Aylarca zalim mermilere hedef yapılan yüzbinlerce Mehmetçik, binbir parça olmuş bedenini siperine bırakıp çoktan terk-i dünya etmişlerdi. Çanakkale nefes almıyor, Çanakkale yaşamıyordu artık... Savaş gemileri onlarca milletten devşirilmiş "Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ" topluluğunu taşıyordu. Boğaz al rengiyle, hayır hayır kan haliyle akarken müstevliler, ölüsünden bile korktukları Mehmetçiğin yakınına yavaş yavaş yanaşıyorlardı. Gemilerdeki korkunç ölüm topları üstümüze çevrilmiş günlerce bombalayıp harabe mezara benzettikleri mevzilerimizde bir kıpırtı gözlüyor, bir yandan ilerleme devam ediyordu.
*
Beri tarafta ise yediğimiz amansız darbelerle yaralı bir dev gibi oluk oluk kan kaybediyorduk. Öyle ki çukurlarımız kan gölüne dönmüştü. Bu büyük Millet, Çanakkale'yi destanlaştıracak muhteşem diriliş ve kükreyişi de elbet yapacaktı. Bir vakti bekliyorduk. Dua ile karışık sessizce terennüm ettiğimiz bir şey vardı; Az daha yanaşsınlar, az daha... az daha...
İşte tam o ânı, yine destan şairi yaşarcasına kelimelerle resmediyor:
Şu anda cepheni görmekteyim ateş yağıyor;
Bulutların biri binlerce yıldırım sağıyor.
Müsadenizle bu cehennemî harbi yaşayan biri olarak bu güzel ifadelere bir yorum getirmek istiyorum. Bombalar, toplar, tüfekler üzerimize ölüm yağdırsa da gerçekte bulutlardan yıldırımlar sağan bizdik. Gökte bulutlara el kaldırıp yıldırımları avuşlarımıza alıp kalbimize gömdük. Düşmanı mahvetmenin, kahretmenin başka bir yolu kalmamıştı çünkü. Gökyüzünden yıldırımlar sağarak gönlümüzdeki sevdaya ateş verdik; ateş verdik ki Çanakkale'de, harim-i ismetimize yan bakanları yakıp yok edebilelim.
(Çanakkale Gazisi sözün burasında duruyor. Sağ elini kaldırıp taaaa uzaklarda meçhul bir noktayı işaret ederek benliğini sarsarcasına ama hafif bir sesle okuyor)
Nigâhı, bin bu kadar mesafeden kavuran
Alevleriyle beraber o şeyle karşı duran
Karaltılar nedir? Asker mi, taş mı, gölge midir?
Huda rızası için geçmiyor gözüm bildir.
Durun kımıldıyor gördüğüm hayaletler
Bakın: ilerledi asker, Huda bilir asker.
Nihayet siperlerimizden yanardağların püskürmesi gibi öylesine bir dirildik, öylesine bir koştuk ki düşman üstüne; önce afalladı, şaşırdı; sandı ki dağlar taşlar canlanmış, yüzbinlerce dev geliyor üstüne... Öylesi devler ki, gözlerinden saçılan ateşlerin her bir kıvılcımı yıldız olup vatan semasına çakılıyor; bulutlar rüzgarından dağılıyor; dağları yerinden sallarcasına titretiyordu sanki. Deniz de cûşa gelmişti; beşik olmuş gibi iki yana fışkırıyor; kayalara çarpan kan rengi köpükler göğe savrulup etrafa saçılıyordu. Böylesi bir kükreyiş ve teyakkuz karşısında düşman elbette kaçacaktı; hem de ödü patlayarak; hem de onbinlerce ölüsünü boğazın derinliklerine bırakarak; hem de kaçma telaşıyla birbirini çiğneyerek; hem de ardına bakmadan... Üstelik muazzam bir hakikati kendi ağzıyla dünyaya ilan ederek: "ÇANAKKALE GEÇİLMEZ!"
Evet evlatlarım! dün olduğu gibi, bugün de yarın da ilelebet Çanakkale, Türk Milleti'nin bir beldesi olarak kalacak ve aslâ GEÇİLEMEYECEKTİR. Çanakkale'de tam 253 bin Mehmed'i kara toprağa verdik. Makberini bile kazamadan... Kara toprağa verdiklerimizle elbet övünüyor değiliz. Onlardan her biri ciğerimizden bir parça sökülüyor gibi hurûc ettiler. Ama buna mecburduk. Millet olarak Çanakkalede şeref ve haysiyetimizi korumalıydık. Bu memlekette, bir hane bile yoktur ki Çanakkale sırtlarında en az bir yiğidini yahut bir yakınını feda etmemiş olsun. Bu yüzden Çanakkale, Millet olarak kalbimizi, gönlümüzü, ruhumuzu birleştiren kutlu bir mekândır. Çanakkale'de Mehmetçik, toprağı hamur gibi yoğururcasına kanla besledi. Denize renk verircesine kanını sebil etti. Artık Mehmed'in destanı yazıya geçirilecekti. Necid Çöllerinde zafer haberini alan M. Âkif, ellerini kaldırmış şöyle duâ ediyordu.
- "Allahım! Çanakkale Destanı'nı yazmadan canımı alma" M. Âkif, bu destanı manzum olarak, en güzel, en beliğ şekilde yazdı. Ama yetmez! Çanakkale'de her Mehmed'in ölüme koşuşu birer destan değil de nedir? O halde önce bu destanlar külliyatını kayda geçirmeliyiz.
Sevinciyle acısıyla önce gönlümüze nakşetmeliyiz bu destanı. Sonra rüzgarlara, yağmurlara, çiçeklere, ağıtlara, türkülere, hıçkırıklara, dualara, haykırış ve umutlara yüklemeliyiz. Nakış nakış, ilmik ilmik, olduğunca saf, olabildiğince berrak. Sade ve samimi. Arı-duru; ama sehl-i mümtenî dolu...
"Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni"
İşte destanlar böyle anlatılır; yürekler depreşmeden, deli sularca akmadan gönlünüz, meramı nasıl vurgularsınız? İfade türünün hangi şekli olursa olsun ama sözdeki mana sarsın benliğinizi. Yüreğinizi kavrasın. Bizi bizden alıp Mehmed'in yanına götürmeyen, Çanakkale Tepelerinde, Conkbayırı'nda, Seddülbahir'de gezdirmeyen kelâm boşa kelâm değil de nedir? Yukarıda belirttiğimiz gibi, bu savaş bize çok ama çok pahalıya maloldu. Netice itibariyle koskoca bir İmparatorluk elimizden gitti. Kaybettiğimiz toprak parçaları Avrupa'yı kaça katlar acaba hiç hesap ettik mi? Şehidlerimiz arasında ne cevval ana kuzuları, ne değerli ilim irfan sahipleri vardı, hiç düşündük mü? Sahi bu destanı kime karşı ve niçin yazdığımızı kendi kendimize hiç sorduk mu? Çanakkale'de kavgalımız, bir zamanlar İspanya karşısında çaresiz kalan İngiltereydi. Diğer kavgalımız ise esir düşen kralını Türk yardımıyla kurtaran Fransa. Bacasından ağıt yükselen nice sönmüş ocaklarımızın müsebbibi kuzey komşumuzun hakkını(!) elbet saklı tutuyoruz. Eh geri kalanları saymaya bilmem gerek var mı? Çanakkale Destanı'nı iyi tahlil edip iyi öğreniniz. Ayrıca dün kıtlık çekirgesi gibi Boğazın mavi sularına kan içmek için üşüşenlerin torunlarına da, Çanakkale Destanı'nın mana ve maksadı anlatılmalı. Böylece yeni hatalara düşmesinler ki; bir çılgınlığa teşebbüs edebilecekler de "hafıza-i beşer nisyan ile maluldur" tezine sarılmasınlar. Çanakkale Destanı'nı yeni nesillere öğretmek Türk Devleti'nin şehidlerine vefa borcudur. Hayatlarını hibe ederek geride tertemiz bir vatan bırakan sayısız şühedâmızın hakkı ödenecek gibi değil. Destan Şairimizin diliyle şehitlerimize son görev olarak şöyle seslenebildik:
Ey Şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağucunu açmış duruyor Peygamber.
Konuşmamın sonunda beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür eder, hepinizin bilhassa öğrenci yavrularımın gözlerinden öperim.
---------------0---------------
Adını dahi bilmediğimiz bu yaşlı Gazi'ye güzel, veciz konuşmasından dolayı dinleyicilerden öylesine bir sevgi ve saygı tezahürü yükseldi ki, alkışları dindirebilmek için tam üç defa kürsüye çıkıp kalabalığı selâmlamak zorunda kaldı.
Bizler ise proğramdan sonra köye dönerken, Gazi amcanın anlattıklarını düşünüyor, dinlediğimiz korkunç sahnelerden âdeta ürperti duyuyorduk. Hele bir cümlesi vardı ki ben hâlâ anlayabilmek için dimağımı yoruyor, tahayyülümü zorluyorum.
"...Bulutlardan yıldırım sağdık..."
BİBLİYOGRAFYA
(1) H. Basri Çantay, ÂKİFNÂME, A. Sait Mat. İstanbul, 1966.
(2) C. Kutay, N. Çöllerinde M. Âkif.,
(3) N. Peker, 1918-1923 İstiklâl Savaşı'nın İnebolu ve Kastamonu Havalisi
(4) M. Âkif ERSOY, SAFAHAT, Haz. M. Ertuğrul DÜZDAĞ, (GİRİŞ)
(5) ------, "M. Âkif Hakkında Araştırmalar 1" Fatih Yay. İstanbul, 1987.
(6) Yılmaz TARTAN, İKİ DERSTE İSTİKLÂL MARŞI, DİB Yay. Ankara, 1998
|