Durumu: Medine No : 1808 Üyelik T.:
11 Mayıs 2008 Arkadaşları:0 Cinsiyet: Yaş:42 Mesaj:
657 Konular:
89 Beğenildi:4 Beğendi:0 Takdirleri:10 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cvp: peygamberimizden önce dünyanın dini nelerdi ÎRAN
Bizans ve Orta Asya Türkleri ile devamlı harp hâlinde olan bu ülkede, taht ve saltanat kavgaları, siyâset entrikalarından ayrı olarak, avam ve zâdegân (asiller) sınıflarına bölünen halk; bâtıl Zerdüştlük dîninin ve onun yöneticilerinin, ismet ve iffeti ortadan kaldırmalarının verdiği ıstırap ve huzursuzluk içindeydi.
MISIR
Târih boyunca birçok istilâlara uğramış bir ülkeydi. İranlılar, Büyük İskender ve Romalılar eskiden Mısır'ı istilâ etmişlerdi. Romanın koyu zulmü, Romalıların şiddetli tazyikleri karşısında Hristiyanlık Mısır'da yayılıyordu. Mezhep ihtilafları, din kavgaları almış yürümüş, halk bunlardan bıkmıştı. Ağır vergiler altında ezilen halk, İslam fâtihlerini halaskâr (kurtarıcı) olarak karşılayacaklardı.
ARABİSTAN
Peygamber Efendimiz'den önce Araplar, bir kısım bâtıl zihniyet ve hurâfelerin te'siri altında Dîn-i Hanîf'i (hak dînini) unutmuşlar, hak yoldan sapmışlar, putlara, heykellere tapmağa başlamışlardı. Bâtıl bir düşünce neticesi, kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Kumar, içki, fuhuş alelâde şeylerden sayılırdı. İnsanlar kabîlelere ayrılmış, kabîleler arasında kan dâvâları zuhûr etmiş, birbirlerine diş bileyen düşman hizipler ve harp hâlinde idi. Hakdan, adâletten uzaklaşmış bir cemiyette, kuvvetliler zayıflara, âcizlere saldırıyor, elinde nesi varsa alıyordu. Köleler, esirler, acınacak bir halde idi. Kadının cemiyette bir yeri yoktu. O, pazarlarda gezdirilen, para ile alınıp satılan basit bir eşya muâmelesi görüyordu.
Târih ve edebiyatçıların «Fetret Devri, (Câhiliyye Devri)» adını verdikleri, cihânın zulmetle âlûde olduğu bu devirde, bütün insanlık, kendilerini bu dalâletten kurtaracak, bir kurtarıcı, bir peygamber bekliyordu.
Allâhü Teâlâ tarafından, Yahûdîlere indirilen Tevrat'ta ve Hz.İsa'ya verilen İncil'de; âhir zamanda bir halaskârın, bir büyük Peygamberin geleceği de müjdelenmişti. Bu yüzden ehli kitap olan Yahûdîler ve Hıristiyanlar O'nu bekliyorlardı. İşte O, âlemlere en büyük rahmet olan Hazreti Muhammed (S.A.V.)'di.
Bütün dünyâ milletlerinin mânevî çöküntü ve yıkıntı içinde kaldıkları bu devirde Araplar, diğer milletlere göre soy ve nesebe dikkat eden, hakka daha saygılı ve mert bir milletti. Dünyâ milletlerinin her sâhada gerilediği bu devirde, Arabistan'da edebiyat çok gelişmiş ve ilerlemişti. Ümmî (okuma-yazma bilmeyen) oldukları halde içlerinde çok güzel şiir söyleyenler vardı. Araplarda, gerek şehirlerde oturanı, gerekse bedevîleri şiir yazmaz fakat söylerdi. Yazmağı bilenler azdı. Amma bilhâssa bedevîlerin şiirleri çok dokunaklı ve gerçekçi olurdu. Çünkü onlar, kırlarda gezerler, hissettiklerini yazarlardı. Her sene Mecenne, Zülmecaz ve bilhâssa Ukaz panayırlarında toplanan geniş halk huzurunda, edebî müsâbaka, şiir yarışmaları yapılırdı. Araplar inşad ettikleri şiirleri (kaidesine uygun, ahenk ile söyledikleri şiirleri), aralarında en şerefli kabile olan Kureyş'e arz ederler, Kureyş izin verirse birincilik alan şâir ve edipler, mükâfatlandırılırlar ve onların şiirleri şanına tazimen Kâbe'nin duvarına asılırdı. Fesâhat ve belâğat yönünden değer taşımayan şiirlere îtibar edilmez, hiçbir kıymet atfedilmezdi. Yıllarca yapılan bu müsâbakalarda ancak yedi kişinin şiiri birincilik alarak Kâbe duvarına asılmıştı. Târihte bu yedi şiire «Muallekât-ı Seb'a» [1] denilir. Bunlardan en güzel şiir, İmri-ül Kays'a âit olup, O'nun şiiri diğer şiirlerin en üstüne asılmıştı. Bu şiir, Peygamber Efendimiz'in doğuşuna kadar asılı kalmıştı.
Câhiliyyet devrinde, Arapların belâğat ve fesâhata bu kadar ehemmiyet vermelerine dikkat edilecek olursa, bundan ibret almak gerekir. Çünkü dalâlet ve cehâletin derinliklerinde bulunmalarına rağmen, edebî yönlerinin artması, Arapça'nın kemâle ermesi, muhakkak ki Allâhü Teâlâ tarafından bu lisan üzere gönderilecek Kitâb'ı anlamaları için, onları hazırlamak ve teşvikten ibâretti.
Araplar, asırlar boyunca mütekâmil dillerinin sâfiyetini muhafaza etmişlerdir. Hz.Muhammed (S.A.V.)'den evvelki nazım ve nesir, aradan geçen 1500 yıla rağmen, bugünkünden ne kelime, ne dilbilgisi, ne de morfoloji bakımından farklıdır. Şu içinde yaşadığımız asırda, diğer dünyâ milletleri ise lisanlarını düzelteceğiz diye, yeni yeni kelimeler bularak, koyarak, değiştirip durdukları halde, Arapların böyle bir dert ve sıkıntısı hiçbir zaman olmamıştır. Çünkü, bu zengin ve güzel lisan noksanlıklardan ârîdir.
Peygamber Efendimiz'den önce Arabistan'da edebiyatın çok ileriye gitmiş olması, Arapça'nın kemâle ermesi; Allâhü Teâlâ tarafından indirilecek kitâbın, kutsiyyet ve kıymetini bilip takdir etmelerine mâtufdu. Çünkü O Allah Kelâmı, fesâhat ve belâğatın insan gücüyle ulaşılması mümkün olmayan bir mûcizedir.
MEKKE-İ MÜKERREME VE KÂBE
Arap yarımadasının ve bütün dünyânın kalbi olan Mekke-i Mükerreme'de Müslümanların namaz ibâdetini îfa ederken, yönlerini kendisine çevirmeleri Allâhü Teâlâ tarafından emredilen mübârek Kâbe'yi, Mevlâ'nın emriyle, Hz.İbrâhim, oğlu İsmâil Aleyhis'selâm ile binâ ettiler. Böylece, Mekke'de halkın ibâdeti için Beyt-i Harem kuruldu. Bu mübârek Kâbe; ibâdet edenler, rükû ve secde yapanlar için tertemizdi, içinde heykel, put vb. yoktu. Ancak, sonradan Araplar oraya, elleri ile yapıp taptıkları putları doldurdular. Etraftan gelen ziyâretçiler, bunlara kurban kesmeğe başladılar. Şirk aldı yürüdü.
Mekke, çok eski bir şehir olup Kâbe'yi ziyârete gelenler, orada ticâret de yaparlardı. Ziraat mümkün olmadığından, Mekke halkı zaman zaman etrafa ticâret kervanı gönderirlerdi. Mekke'den, Yemen'e ve Şam'a ticâret kervanları gidip gelirdi. Bu sâyede, Arabistan yarımadası içinde, Mekke, yüksek mevkîini almış, rakipsiz bir merkez olmuştu.
Çöl manzarası göstermesine rağmen Mekke'nin ehemmiyeti o kadar büyüktü ki, Roma ve Bizans imparatorları, Acem ve Habeş kralları, sırasıyle hepsi, bu şehri kendi arâzilerine bağlama teşebbüslerinde bulunmuşlardı. Fakat, İslâmdan önce aldığı ismiyle, Ümmül Kur'a (şehirlerin anası) denilen Mekke, hiçbir zaman ecnebî işgâlinde kalmamıştır.
Kâbe'deki Vazîfeler
Mukaddes Kâbe'ye yapılacak hizmetler Hz. İsmâil'in sülâlesinden olan Hz. Peygamberimiz'in soyunda toplanmıştı.
Bu hizmetler şunlardır: Sigâye, imâre, rifâde, sidâne, i'sar, emvâl-ı muhcere, nedve, hılf-ül'fudul, liva', kıyâde. Bunların içinde sigâye, rifâde Huccâca, diğerleri Kâbe'ye âitti.
1- Sigâye: Kâbe'yi ziyârete gelen hacıların suyunu tedarik etmek, zemzem kuyusuna bakmak, hacıları susuz bırakmamak vazîfesiydi. Bu vazîfe Hâşimoğullarının uhdesinde idi.
2- İmâre: Kâbe'nin bakım ve îmârını yapmak vazîfesiydi. Bu vazîfenin îfâsına her kabîle iştirak ederdi ve bu vazîfenin idâresi Ben-i Hâşim uhdesinde idi.
3- Rifâde: Gelen hacıları konuklatıp ağırlamak, onları barındırmak vazîfesiydi. Kureyş arasında bu vazîfe Nevfeloğulları tarafından îfa olunuyordu.
4- Sidâne: Kâbe'nin kilitlerini muhafaza etmek. Bu vazîfe İzaroğullarında idi.
5- İ'sar: Her iş için fal oku çekmek ve neticesini söylemek işiydi. Bu vazîfe Ben-i Cumh'a âit bir vazîfe idi.
6- Emvâl-ı Muhcere: Kâbe için yapılan vakıflar ile meşgul olup onları yerine sarfetmek vazîfesiydi. Bu vazîfe Sehimoğullarına âitti.
7- Nedve: Nedvedeki toplantılara başkanlık etmek vazîfesiydi. Bu vazîfe Esedoğullarının reîsine âitti. Kureyşliler, Kâbe yanında inşa edilmiş olan Dâru'nnedve adlı binâda toplanırlar, ehemmiyetli işleri görüşüp kararlaştırırlardı. Harp, sulh, ticâret kervanları tertibi, resmî törenler ve nikah akitleri burada yapılırdı.
8- Hılfü'l-Fudul: Fadıllar anlaşması, adâlet tevzîine nezâretle, zulüm ve fesâdın önüne geçmek için kararlaştırılmış bir kurulun alacağı kararlar. Bu kurul, Abdullah ibn-i Cüdâ'nın başkanlığında toplanırdı. Bir defasında onaltı yaşlarında iken, Peygamber Efendimiz de toplantıda bulunmuştu.
Bu mevzûda daha sonra Rasûlü Ekrem buyuruyor ki: "Abdullah ibn-i Cüdâ'nın evinde bir hılfe (bir ittifâka) şâhit oldum. Onun aynı için bugün de dâvet olunsam, bu dâvete icâbet ederim."
Bu toplantıda, Yemenli bir tüccarın malını alıp parasını vermeyen Mekkeli müşrik As ibn-i Vâil'e, borcu ödettirilmiş, bu zulüm önlenmiş ve bâ'demâ, böyle zâlimliklere meydan verilmeyeceğine karar alınmıştı.
9- Liva': Bayraktarlık vazîfesiydi. Harp zamanlarında bayrağı taşıyan vazîfeliler bulunurdu.
10- Kıyâde: Kumandanlık. Harp ve ticaret seferlerinde kafilenin başında kumandanlık edip onlara istikamet vermek. Bu vazîfe Ümeyyeoğullarının elindeydi.
ZEMZEM
Zemzem, Hz. Hacer'in Kâbe-i Muazzama'nın yanında susuzluktan kıvranmakta olan oğlu İsmâil için, su aramak maksadıyle defalarca Safâ ile Merve tepesi arasında koşup, çâresizlik içinde etrafına bakındığı bir zamanda, Kâbe'nin hemen yanından Allâhü Teâlâ'nın ihsân ettiği mübârek bir sudur. Hz.Hâcer, birbirine yakın Safâ ve Merve tepeleri arasında su aramak maksadıyle yedi defa koşmuş ve en sonunda, bir kuşun ayağının pençesi ve kanadıyle yeri kazdığını, oradan suyun çıktığını görmüş, koşarak gelip, suyun akıp gitmemesi için önüne bent (gölet) yapmış ve bu sudan kırbasını doldurarak oğluna içirmiştir.
İşte bu su bildiğimiz Zemzemi şerif olup, Mevlâmız kuşu vâsıta kılmak suretiyle lütfu İlahi olarak bu şifalı suyu müminlere ihsan buyurmuştur.
Zemzem ayakta, kıbleye dönülüp, Salavât-ı Şerîfe okunarak ve niyet edilerek içilir.
Hz.Peygamberimiz; "Zemzem ne için içilirse onadır" buyurmuşlardır.
Meselâ, bir insan karnı aç olsa da doymak niyetiyle içse doyar, susuz olsa da susuzluğum geçsin diye niyet ederek içse susuzluğu gider. En güzeli, «bütün dertlerime şifâ olsun, bana feyiz ve nur olsun diye niyet ederek içilmesidir.»
Vaktiyle Cürhüm kabîlesinden Mudad, Mekke'ye düşman saldırınca, kaçarken Kâbe'nin bütün hazînelerini Zemzem kuyusuna atmış, kuyunun üstünü de toprak seviyesinde tesviye ederek, belirsiz bir hâle getirmişti. Nice yıllar sonra, Rasulüllah Efendimiz'in dedeleri Abdulmuttalib gördüğü bir rü'ya ile Zemzem'i açıp meydana çıkardı, temizledi. İçinden zırhlar, kılıçlar ve altundan geyik heykelleri çıktı. Kuyu temizlenince eskisi gibi bol bol su kaynamağa başladı. Abdulmuttalib'in bu hizmeti çok makbûle geçti.
Ebrehe'nin Kâbe'ye Saldırması
Kâbe'nin, Araplar ve kutsiyetini takdir edebilen herkes yanında müstesnâ bir ehemmiyeti vardı. Kurulduğu zamandan beri uzaktan yakından pek çok insan, O'nu ziyârete gelirdi. Bu sebeple, Mekke şehri, insanların toplandığı, kaynaştığı mühim bir ziyâret yeri, ayrıca mühim bir ticâret merkeziydi. Bunu bir türlü çekemeyen, Yemen'i müstemleke edinmiş olan Habeşistan kralı Ebrehe, San'a'da [2] büyük bir binâ yaptırdı ve etrafa haberler göndererek; "Bu insanlar niye gidip Arapların Kâbe'sini ziyâret ediyorlar? Buraya gelsinler, benim binâmı ziyâret etsinler, hem ben gelenleri burada yedirip içirip, gâyet güzel ağırlayacağım" dedi. Onun bu hareketi Araplar'ın, bilhâssa Kureyş'in çok ağırına gitti. İçlerinden birkaç kişi Ebrehe'nin binâsına geldiler.
Ebrehe onlara, -kendi mukaddes binâlarını bırakarak bana geldiler diye- çok hürmet gösterdi. Yedirdi, içirdi, o gece o binâda müsâfir etti. Fakat onlar geceleyin kalkıp, binâyı kirletip, kırıp döküp gittiler.
Sabahleyin durumu gören Ebrehe kudurdu. Gidip onların Kâbe'sini yıkacağım diye karar verdi. O günün zırhlı vâsıtası yerine geçen fillerden kurulu muazzam bir ordu hazırladı. En büyük filinin adı Mamud idi. Kâbe'nin görüldüğü Cebel-i Kubeys'e (Kubeys dağına) kadar geldi. Dinlenmek için orada konakladı. Bu esnada, orada otlamakta olan Peygamber Efendimiz'in dedesi Abdulmuttalib'e âit ikiyüz deveye el koydu.
Bunun üzerine Ebrehe'nin yanına gelen Abdulmuttalib; "Burada otlamakta olan develerimi aşırmışsınız, onları istemeğe, almağa geldim, develerimi verin" dedi.
Ebrehe; "Demek benden sadece develerini istiyorsun, ben de Kâbe hakkında bana ricâda bulunacaksın sanmıştım" dedi.
Bunun üzerine Abdulmuttalib, ona; "Evet, ben develerin sâhibiyim, develerimi isterim. Kâbe-i Muazzama'ya gelince, O'nun sâhibi Hz.Allah'dır. O bilir Kâbe'sini korumasını." dedi.
Bu söz Ebrehe'nin vücudunda büyük bir titreme husûle getirdi ve hemen develeri verdi.
Abdulmuttalib develerini alıp Mekke'ye dönünce Kâbe'ye geldi. Beyt-i Şerîf-in siyah örtüsüne sarılarak ağladı. Allâh'a yalvardı: "Yâ Rabbî! Bizim elimizde o azgın Ebrehe'ye karşı koyacak güç yok, Kâbe'nin sâhibi Sensin, Beyt-i Şerîf'ini Sen koru yâ Rabbî!" diye duâ etti.
Ebrehe, konakladığı yerden ordusunu kaldırdı. Önde en büyük fil olan Mamud ve develeri Kâbe'ye doğru zorluyor, fakat Mamud ve develer yere çöküyorlar, bir türlü o tarafa gitmiyorlardı. Şam, Yemen, Irak cihetlerine döndürülünce hemen yürüyor, Kâbe'ye yöneltilince çöküyor, bir adım dahi atmıyorlardı.
Ebrehe ve Ordusunun Helâkı
Ebrehe, ordusunu Kâbe'ye saldırtmağa zorlarken, Cenâb-u Hakk serçeye benzer bölük bölük kuşlar halketti. Onları sürüler halinde Ebrehe'nin ordusu üzerine sevketti. Kuşlar, ayaklarında taşıdıkları, kırmızı çamurdan yapılmış, ateşte pişirilmiş, kime atılacaksa üzerlerinde ismi yazılı, nohut tanesi gibi taşları atı atıverdiler. Bu taşlar, Ebrehe ordusunun hepsinin tepesinden girdi, iç organlarını tahrip ederek, aşağısından çıktı. Hepsi de ölü ölüverdiler. Cenâb-u Hakk, Ebrehe'nin ordusunu yenmiş ekin tarlasına döndürüverdi.
Hâdiseyi gören Ebrehe kaçtı, sarayına geldi. Olanları oradaki adamlarına anlattı. Topal bir kuş da onu tâkibediyordu. O da taşını attı. Ebrehe de orada öldü.
Bu hâdise Peygamber Efendimiz'in doğumundan 50 veya 55 gün evvel vâki oldu. |