Durumu: Medine No : 20510 Üyelik T.:
01 Ekim 2012 Arkadaşları:24 Cinsiyet: Mesaj:
1.012 Konular:
166 Beğenildi:82 Beğendi:1 Takdirleri:187 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | ...Kalbini Kime Açacaksınn??? ...Kalbini Kime Açacaksınn??? Sevgi gücümüzü nerelere harcıyoruz?
Genç kızın gözlerinden yaşlar dökülüyor. Sanki iradesi elinden alınmış gibi, kendisine hakim olamıyor. Kimse laf anlatamıyor, teskin edemiyor, durmadan ağlıyor… Sebebi, ne bir hastalık ne de başka bir musibet. Sanki başa bir musibet gibi çökmüş olan “kara sevda”…
İnsan şaşmadan edemiyor, bu nasıl bir hissiyat ki insanı bu hale getiriyor. Gerçekten de insana verilmiş olan “sevme” istidadı çok büyük, hatta insanı helake götürecek kadar büyük…
Haberlerde duyuyoruz, “Delikanlı kendisini köprüden atmış,” “Kendini alkole vermiş,” “Hem sevdiği kızı hem kendini kurşunlamış…” ve niceleri…
Sevgi, akıl almaz bir duygu seli. Eğer kendi yatağını bulup tatlı tatlı akarsa bağlar bahçeler yeşerten bir ırmak gibi… Ama bir de yatağından dışarı taştıysa, layık olandan öte bir coşkunlukla haddini aştı, seddini devirdiyse… İşte, o zaman önünde durulmaz bir afet, başta sahibi mahveden bir felaket…
İnsan, bilhassa gençlik devrinde, nasıl da sevmeye hazır bulunuyor. Ben gençken, akranlarıma ilginç sorular sormayı severdim. Bir gün, kurstaki arkadaşlarıma anket yapar gibi bir soru sordum: “Size mutlaka kabul olacak bir dua hakkı verilse ne için dua ederdiniz?”
Elbette “Son nefeste imanla gitmek için,” gibi makul cevaplar da aldıysam da bazıları anlam veremediğim bir şekilde “Sevdiğime kavuşmak isterim” demişti. Çok tuhaf gelmişti bu, çünkü soruyordum, “Sevdiğin biri mi var?” diye, henüz öyle biri bile yoktu. Ama olduğu zaman sevmeye öylesine hazırdı ki…
Gerçekten de insanın mayasında kuvvetli bir muhabbet var, bazen tutkulu bir düşkünlüğe, hatta saçma bir takıntıya dönüşebilecek bir sevme istidadı var. Ne yazık ki çoğu zaman da dönüşüyor.
Sadece gençler değil, hislerini layık olmayanlara saçıp savuranlar; bazen yaşlı başlı bir adam veya kadın görüyorsunuz, köpeğini parka getirmiş. Sanki anlayacakmış gibi onunla konuşuyor, tatlı sözler söylüyor, sarılıp öpüyor. Yedirip içiriyor, süslüyor, çocuk gibi alaka gösteriyor. Onun peşinde ömür harcıyor; onunla gülüyor, onunla ağlıyor.
O köpeğin ömrü en fazla sekiz on yıl; ondan sonra dişleri ve tüyleri dökülecek, zayıflayacak, halsiz düşecek ve nihayet ölecek. Faninin de fanisi, değersizin de değersizi bir varlığa bu kadar sevgi harcamanın manası ne?
Elbette mahlûkat bize emanet, onlara merhamet göstermeliyiz. Allah-u Teâlâ’nın bize merhamet göstermesini istediğimiz gibi, biz de elimizin altındaki, bize emanet edilmiş acizlere merhamet göstermeliyiz. Ama onlar bizim merhameti öğrenmemiz için bir ders mahiyetinde yaratılmış varlıklar, yoksa kalbimizin o tutkulu sevgisini, o sadakatli muhabbetini bu varlıklara harcamamız, ziyan değil mi?
Üstelik ziyan ettiğimiz bizzat kendi varlığımız ve hayatımız; yani kendi nefsimize zulmediyoruz. Bir delikanlı elini yüzünü boyamış, kendinden geçmişçesine haykırıyor; niçin? Bir top oyunu ve o oyunu oynayan oyuncu grubu için. Bir genç kız, çılgın gibi yerinde zıplıyor, yırtınırcasına tezahürat yapıyor, niçin? Sesini ve şarkılarını beğendiği şarkıcı için… Bu kadar sevgi harcadığınız bu kişiler ne yapıyor? Bize ne faydaları var? Cevap: “Bizi eğlendiriyorlar.”
Yani, zaten su gibi akıp giden ömrümüzün daha da hızlı akıp gitmesini sağlıyorlar. Zaten hakim olamadığımız, elimizde tutamadığımız zamanın, parmaklarımızın arasından kayıp gitmesine sebep oluyorlar. Binlerce kurdun üşüşüp kemirdiği ömür sermayemizi, bir köşeden de onlar kemiriyorlar. Biz de bu iyiliklerine (!) mukabil, onların biletlerini satın alıp onları zengin ediyoruz! Onların hem kendi ömürlerini, hem başkalarının ömürlerini heba etmelerine destek veriyoruz. Bu nefsimize zulmetmek değil de nedir? Sevgimize layık olanlar
Hâlbuki sevgimizi vereceğimiz, tâbi olup sözünü dinleyeceğimiz kişiler, bizi uyaran, uyandıran, yetiştiren, böylece hakiki ve ebedi menfaatimize uygun olana çağıran kişiler olmalı değil mi?
Bizden hiçbir menfaat beklemediği halde bizim menfaatimizi düşünen, bizi bir anne gibi esirgeyen, tehlikelerden koruyup menfaatimize olan eğitimi, terbiyeyi kazandıranları sevmeli değil miyiz? Hakiki sevgiye layık olanlar onlar değil mi?
Ama biz ne yapıyoruz, hevesatımıza uygun gelen şeylere çağıranlara uyuyoruz. Para vererek, ömrümüzü harcayarak “boş söz” satın alıyoruz. (Lokman, 6)
İyi düşünürsek bu sevgilerin hepsi de zulümdür, çünkü fıtratımıza konulmuş olan tabiata aykırıdır. Tabiatımız, bize gerçekten menfaati olanı, bize merhameti olanı, bizi, bizim için seven ve esirgeyeni sevmemizi ister. Mesela, bir bebeği düşünün, Allah'ın yaratılışına koyduğu fıtrat bozulmadığı için kendisine en faydalı olanı sever; annesini…
Çünkü annesi onu sever, iyiliğini ister, esirger… Güya akılsız zannettiğimiz bebek, yaratılışındaki fıtri sezgilerle bunu bilir, en çok annesine bağlanır, onun yanında huzur bulur. Annesinden başkası onu alınca tedirgin olur, annesinin kucağına gidince yüzü güler. Bizler zannederiz ki erişkinler daha akıllı, hâlbuki bakıyoruz ki onlar böyle akıllıca hareket etmiyor. Mesela, bebek büyüyor delikanlı oluyor, anne sözü dinlemeyip dinleyenlerle de alay eden, “anne kuzusu, muhallebi çocuğu” diye lakap takanlardan etkileniyor, fıtratına konulmuş aklı kaybediyor; başlıyor annesine karşı nankörlük etmeye.
Annesi ona “Aman kendini tehlikeye atma, kötülerle arkadaşlık etme. Ömrünü değerlendir, kendini yetiştir” dedikçe “Aman! Bana karışma, beni kendi halime bırak. Artık ben senin sözünü dinleyecek yaşı geçtim” diyor. Neden? Çünkü arkadaşlarının sözüne uymak, hevesatına uygun geliyor, annesinin sözü ise uygun gelmiyor. Şimdi bu genç mi daha akıllıdır, yoksa o bebek mi? …
Kendi menfaatini bilmek, kendisine merhamet duyanı tanımak ve onu daha çok sevmek hususunda bebekten daha cahil, daha ahmak olana ne denir?
Allah’a büyük bir güven ve sevgi duyarak iman eden, O’nun gönderdiği Peygamberleri ve O’nun yoluna çağıran Allah dostlarını sevenlerle, sevmeyenler arasındaki durum da aynısıdır.
Hangisi akıllı? Nefsine uymuş, sapmış, başkalarını da saptıranlara sevgi duyanlar mı; yoksa onlardan koruyan, kötülüklerden alıkoyan ve ebedi felaketlerden esirgeyenlere sevgiyle bağlananlar mı?
Hangi sevgi daha hakiki? Geçici hevesler için hissedilen geçici heyecanlar mı; yoksa asıl arzu edilmesi gereken hakiki menfaatler için bilinçli olarak benimsenen muhabbetler mi?
Bir bakalım, nefsine uyup sapmış ve başkalarını da sapıtmış olanlar, kendilerine uyanlara vefa gösterecek mi? Hayır!
“İşte, o zaman (görecekler ki) kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve (o anda her iki taraf da) azabı görmüş, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır. Uyanlar şöyle derler: ‘Keşke dünyaya bir dönüşümüz olsaydı da onların şimdi bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşsaydık.’ Böylece Allah, onlara işledikleri fiilleri pişmanlık kaynağı olarak gösterir. Onlar ateşten çıkacak da değillerdir.” (Bakara; 166) Bu nasıl bir sevgi!
Peki, ya Allah'ın hidayetine tabi olmuş, başkalarını da hidayete davet edenler? Onlar da böyle vefasız davranacak mı? Elbette hayır!
Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam buyuruyor:
“Kıyamet günü olduğunda, ben şefaat edeceğim. ‘Yarabbi, gönlünde hardal tanesi kadar imanı olanları, cennete koy’ diye, dua edeceğim. Bunlar, cennete girecektir. Sonra da ‘Rabbim, hardal tanesinden az imanı olanları da cennete koy’ diye, yalvarırım.” (Buharî, tevhîd, 36, iman, 15; Müslim, iman, 322, 326, 327)
Öyleyse hakiki sevgi hangisi? Bizim zaaflarımızı kurcalayıp kışkırtan ve sonra felaket anında sıyrılıp kaçanın sevgisi mi? Yoksa hiç günahı olmadığı ve kusurları bağışlanmış olduğu halde, cennetteki makamına yerleşip rahatına bakmayan, ümmetinden cehennemde azap gören bir tek kişi kalmayana dek çırpınan, gözyaşları döken Peygamberin sevgisi mi? (Taberani) Bir hatırlayalım, onun sevgisi nasıl bir sevgi? O insanlar ki, O’na, sırf Allah'ın ayetlerini bildiriyor diye dil uzattı, iftira etti. O’na ve ona iman edenlere işkence etti, şehid etti. Ambargo uyguladı, aç bıraktı, üstüne titrediği yavrularını incitti. Onu öldürmeye kastetti, hicret etmeye mecbur etti. Hicret ettiği yerde de rahat bırakmayıp fitneler çıkardı, savaş ilan etti, yaşadığı şehri kuşattı…
Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam ise kendisine ve sevdiklerine bunca kötülük yapan insanlara şefaat etmek için her peygambere verilen dua hakkını ahirete sakladı… (Buharî, Da'avât, 1; Müslim, İman,86, 334) Söyleyin, böyle bir Peygamber sevilmez mi?
Peygamberlerin her biri sıkıntılı bir anlarında dua haklarını kullandılar. Peki, onun hiç mi sıkıntılı bir anı olmadı?
Hz. İsa aleyhisselamı Peygamberlerin en fakiri diye biliriz ki, doğrudur. Ama onun en azından evlad-ı iyali yoktu.
Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam ise sadece hane halkına değil, iman ettiği için mağdur edilmiş, suffa ehline, muhacirlere ve hatta hiç tanımadığı, sadece cömertliğini duyup gelmiş, kendisine el açmış olanlara kol kanat gerer, ihtiyaçlarını arz ettiklerinde boş çevirmezdi. Öyle ki, elinde verecek bir şey yoksa borç alırdı. Hatta ahirete irtihal ettiği zaman, zırhı bir Yahudi tüccarda borcuna karşılık rehin bulunuyordu.
O eline geçeni dağıtır, kendisi aç yatardı. Bazen açlıktan halsiz düşerdi, cemaate çıktığı zaman sesi bile zor duyulur hale gelirdi. O bu hallere katlanırdı da dua hakkını kullanmazdı, sırf insanlara şefaat edebilsin ve ebedi hayatta felaketten kurtarsın diye…
Peygamberlerin en sabırlısı Hz. Eyyub aleyhisselam diye biliriz, öyle değil mi? Doğrudur da o malını, evladını kaybetti, hastalandı ve herkes onu terk etti. Bu hallere rağmen sabretti, şikâyet etmedi. Ta ki, ağrına giden bir söz kulağına gelinceye kadar. O zaman kalbi bununla meşgul oldu, huzuru kaçtı ve “Ya Rabbi şeytan bana eziyet dokundurdu” diyerek, yardım istedi.
Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam ise herkesin onunla alay ettiği bir zamanda, ciğerpareleri oğlu Kasım ve Abdullah vefat ettiğinde, şehrin ileri gelenleri ona “ebter” (nesli devam etmeyen) dediğinde şikâyet etmedi.
Asil bir Kureyşli, şerefli bir tüccar olduğu halde Taif’liler onu ayak takımına taşlattığı halde, bir “Ah!” etmedi. Aksine “Onları affet Ya Rabbi! Onlar bilmiyorlar!” dedi.
Malını harcayıp tükettiği ve Medine’ye sığındığı zaman, münafıklar fitne çıkarıp “Şehrinize sığınan bu yoksulları sürüp çıkarın. Onlar yüzünden şehrinize bir felaket gelecek!” dediğinde, şikâyet etmedi.
Uhud’da atılan bir taşla miğferi yüzüne batıp dişi kırıldığı zaman, “Yere bir damla kan düşer de Rabbim gazaplanır” diye, hemen yara yerine Hz. Fatıma’nın yaktığı hasırın külünü bastı, şikâyet etmedi.
Düşünelim bir kere, O’nu sevmemek reva mıdır? ... Kalbini kime açacaksın?
Dünya bir dershaneyse, bu dersin en birinci mevzuu da, en sonuncu mevzusu da bu olsa gerek; sana emanet edilmiş en değerli hazine olan kalbini kime açacaksın? Vücut kimyasının anlık kıpırdanışlarına aldanıp faniye mi harcayacaksın; yoksa onları dizginleyip akıllıca düşünüp bakiye çağıran dostlar mı edineceksin?
Öyleyse biliyoruz ki Peygamber sallallahu aleyhi vesellemi ve onun yoluna çağıranları sevmek, kendi menfaatimiz icabıdır. Hem bunun menfaati dünyadayken de görülür.
Nasıl ki üstadını seven bir talebe, onu örnek almak, onun sevgisini kazanmak için çabalamakla ancak kendisini yetiştirmiş olacağı gibi, Peygamberini seven ümmet de ancak kendisine iyilik yapmış olur. Onu sevdiği ölçüde, O’nun tebliğ ettiği hakikatlere sarılır; o hakikatlere sarıldığı kadar, nefsin bayağılıklarından kurtulur. Nefsini arındırıp Allah azze ve cellenin seveceği bir kıvama eriştiği zaman ise en büyük saadete erişmiş olur.
Allah-u Zülcelal hepimize Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin duasında istediği gibi, hayırlı sevgilerle meşgul etsin: “Ya Rabbi! Bana Kendi sevgini, sevdiklerinin sevgisini ve beni, Senin sevgine yaklaştıracakların sevgisini ihsan eyle ve Kendi sevgini bana; hararetten, susuzluktan yananların, soğuk suya kavuşmasını istemelerinden sevgili kıl!” (Âmin) HATİCE KÜBRA ERGİN
__________________
Derdi dünya olanin dünya kadar derdi olur...
|