Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.081 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Misyonerlik Misyonerlik
MİSYONERLİK VE HIRİSTİYAN MİSYONERLER
PROF DR ŞİNASİ GÜNDÜZ
Latince missio teriminden gelmekte olan “misyon”, sözlük anlamı itibarıyla görev, yetki, bundan türetilmiş olan misyoner terimi ise “görevli olan kişi” anlamlarına gelmektedir. Ancak Hıristiyan geleneğinde misyoner ifadesi, bir kavram olarak, resmi kilise teşkilatı ya da herhangi bir Hıristiyan cemaat tarafından Hıristiyan mesajını ve dinini yaymak amacıyla özel olarak yetiştirilen ve bu çerçevede özellikle Hıristiyanlık dışı toplumlarda görevlendirilen kişi anlamına gelmektedir. Böylesi kişilerin oluşturduğu harekete ise misyonerlik adı verilmektedir.
Misyon ve misyonerlikle yakından ilgili olarak kullanılan diğer çeşitli terim ve kavramlar da bulunmaktadır. Bunlar arasında evangelizm ve evangelizasyon, Hıristiyan mesajının insanlara ulaştırılmasını hedefleyen anlayışı ifade ederken, christanization ve conversion, diğer insanları Hıristiyanlaştırma ya da Hıristiyan inancına ihtida ettirme bağlamında kullanılmaktadır. Bunlardan başka Hıristiyan mesajına şahitlik (witness), mesajın ilanı (proclamation) ve martyria (şehadet) gibi kavramlar da misyonla ilişkili olarak kullanılmaktadır. Dinsel Öğretilerin Tebliği ve Misyonerlik
Evrensel mesajlar içeren her inanç sistemi, öğretileri arasında, temsil ettiği mesajın diğer insanlara –ya da ötekilere- iletilmesine yer verir ve çoğunlukla bunu din bağlılarının yapmaları gereken bir görev olarak kabul eder. Örneğin Kur’an’da, bu çerçevede, insanlara iyiliği emredecek/öğretecek, hayra çağıracak ve onları kötülükten sakındıracak bir grubun her zaman bulunmasının önemi vurgulanır (Ali İmran 104); ayrıca dinin insanlara tebliğ edilmesinin gerekliliği üzerinde durulur (Tevbe 122; Nahl 125) ve peygambere hitaben “Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan onun mesajını duyurmamış olursun. Allah seni insanlardan korur...” (Maide 67) denilir. Bu bağlamda zaman zaman “ey insanlar” diye başlayan ifadelerle, Kur’an mesajının bütün insanlığa yönelik olduğuna işaret edilir (örneğin bkn. Nisa 170, 174; Hac 49; Bakara 21, 168). Benzer şekilde diğer evrensel dinlerde de dinin öğretilerinin insanlara ilan edilmesi ve yayılması üzerinde önemle durulur. Nitekim gerek MÖ 6. yy’da yaşayan Buddha gerekse MS 3. yy’da yaşayan Mani, savunduğu öğretileri diğer insanlara tebliğ etmeleri için öğrencilerini çeşitli bölgelere göndermişlerdir. Örneğin Buddha, öğretilerine kulak vererek aydınlanan öğrencilerini şu sözlerle Dhamma’nın yayılması misyonuyla civar bölgelere göndermiştir: “Keşişler! Halkların takdisi, mutluluğu, dünyaya merhamet, tanrıların ve insanların refah, mutluluk ve takdisi için yola çıkın” (Vinaya Piteka 1.21).1 Öğrencilerini misyon göreviyle çeşitli yörelere gönderen Mani’nin bizzat kendisinin de inanç sistemini yaymak amacıyla Hindistan’a ve Batı Çin’e seyahatler düzenlediği bilinmektedir.2 Aynı şekilde Hinduizmin birçok modern yorumunda da dinsel öğretilerin tüm insanlara ilan edilmesi oldukça önemli bir görev olarak kabul edilir.
Kabul edilen dinsel öğretilerin öteki olarak değerlendirilen diğer insanlara ilan edilmesine ya da tebliğine, dinsel inancı yalnızca bir ulusa, klana, kabileye ya da doğuştan seçilmiş bir halka ait gören milli dinler, kabile ya da klan dinleri ve komün toplum anlayışını temel edinen sır dinleri (ve bazı Gnostik dinler) yer vermezler. Ortodoks Yahudilik, çeşitli kabile dinleri, Sâbiîlik gibi inanç sistemleri bu şekilde dinsel inanç ve öğretilerini başka insanlara yayma veya onları da kendi dinlerinin müntesibi yapma düşüncesini taşımazlar.
Peki her dini tebliğ etme veya başka insanlara yayma isteği misyonerlik olarak değerlendirilebilir mi? Ya da her evrensel dinde misyonerlik kurumuna yer verilir mi? Yukarıda vurguladığımız gibi, evrensel mesajlar taşıyan her inanç sistemi, öğretilerini bütün insanlara yayma isteğine sahip olmakla, hatta bunu, inananlar açısından bir görev addetmekle birlikte, diğer dinsel geleneklerin tebliğ faaliyetlerinin, Hıristiyan kültürü ve geleneğiyle özdeşleşmiş olan misyonerlik kavramı ile ifade edilmesi yanlıştır. Zira, misyonerlik, sıradan ya da rasgele bir tebliğ faaliyetinin ifadesi değildir; o, -ileride ele alacağımız gibi- Hıristiyan geleneğinden kaynaklanan belirli metotları kullanarak Hıristiyan dinsel değerlerinin yayılması ve diğer insanların Hıristiyanlaştırılması için yapılan sistematik aktiviteleri ifade etmektedir. Bu bağlamda misyonerlik, bir kurum olarak İslam’daki tebliğ ve irşat faaliyetlerinden ayrılır. Aynı şekilde Hıristiyan misyonerliği, -her ne kadar Batılı din bilimcileri bunların tebliğ faaliyetlerini de misyonerlik kapsamında değerlendirseler de- Budizm veya Hinduizm gibi dinlerin yayılması amacıyla faaliyet gösteren, bu dinlere ait misyon kurumlarından da ayrılmaktadır.
Dinler tarihinde, Hıristiyanlığın misyonerlik kurumuna en benzer teşkilata Maniheizmde rastlanmaktadır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Mani, henüz kendi yaşamı esnasında inancını yaymak amacıyla güçlü bir teşkilat kurmuş ve talebelerini Suriye ve Mısır’dan Çin’e kadar çeşitli ülkelere dini yaymak amacıyla göndermiş, hatta bizzat kendisi de bu faaliyetlere aktif olarak katılmıştır. Mani’nin öğrencileri gittikleri yörelerde, halkı Maniheizme çekebilmek amacıyla, günümüz Hıristiyan misyonerliğinde inkültürasyon metodu olarak adlandırılan bir tekniğe paralel (bu metodu ileride ele alacağız) bir metotla inançlarını yaymaya çalışmışlardır. Örneğin, bu çerçevede, Mani’yi, hitap ettikleri her inanç sistemi ya da kültürün kurtarıcı kişisiyle özdeşleştirmişlerdir. Budist bir toplumda Mani’nin, Budistlerin bekledikleri Maitreya olduğunu, aynı şekilde Mecusilere onun beklenen kurtarıcı Saoşyant, Hindulara ise beklenen Kalki olduğunu anlatmışlardır. Böylelikle muhataplarının geleneğinde önemli bir yer verilen eskatolojik şahsiyetlerle Mani’yi özdeşleştirerek, Maniheizmle onlar arasında bir ünsiyet oluşturmaya çalışmışlardır.
Maniheizmle Hıristiyanlıktaki misyonerlik anlayışı arasındaki irtibatı, bizzat Mani’nin Hıristiyanlığın heterodoksal bir kolu olan Elkesai mezhebi içerisinde yetişmiş olduğu gerçeği açıklamaktadır. Dolayısıyla Maniheizmle Hıristiyanlığın dini yayma metodolojisi arasındaki paralellik her iki geleneğin de aynı kökene dayanmasından kaynaklanmaktadır. İslam’daki Tebliğ Kurumu ve Hıristiyanlıktaki Misyonerlik
İslam’daki tebliğ ve irşat çabalarının temel amacı, Kur’an’ın Maide suresi 67. ayetinde ifade edildiği gibi İslami öğretilerin insanlara duyurulmasıdır. Oysa Hıristiyan misyonerliğinde, Matta İncili 28:19-20’de vurgulandığı gibi muhatap alınan kimselerin İsa Mesih öğrencileri yapılmaları ve vaftiz edilmeleri ya da ilk Hıristiyan misyoner Pavlus’un bir mektubunda vurguladığı gibi “ne yapıp edip insanların kazanılması” amaçlanmaktadır
Hz. Peygamberin yaşamından itibaren Müslümanlar, İslamı insanlara ulaştırmada tebliğ ve irşadı, yani İslami öğretilerin insanlara ulaştırılmasıyla onların aydınlatılmasını hedeflemişlerdir. Bu doğrultuda Kur’an, çeşitli ayetlerinde Hz. Muhammed’e (ve onun şahsında Müslümanlara), görevinin yalnızca duyurmak olduğunu, insanların inanıp inanmamaları konusunun ise Allah’la insanlar arasındaki bir şey olduğunu hatırlatmıştır. Nitekim Müslümanlar, yaklaşık 1400 yıllık İslam tarihi sürecinde yüzyıllarca egemenlikleri altında kalan bölgelerdeki gayrimüslimleri “ne yapıp edip Müslümanlaştırmaya” çalışmamışlar; onlara tabi ki İslam inanç ve değerlerini anlatmışlar, fakat inanıp inanmama konusundaki tercihi kendilerine bırakmışlardır. Burada uzun İslam tarihi boyunca buna aykırı davranışların hiç olmadığını demek istemiyorum. Mutlaka zaman zaman bazı yerel yöneticilerin kişisel tutumlarından kaynaklanan ve gayrimüslimlere karşı İslamın öngörmediği şiddeti ve takibatı içeren marjinal uygulamalar olmuştur. Ancak bütün İslam tarihi dikkate alındığında bu marjinal olayların son derece münferit hadiseler olarak kaldığı, aksine Müslümanların genelde İslami prensipler çerçevesinde, egemenlikleri altındaki halkları her halükarda Müslümanlaştırmayı değil, onlara iyi ve doğru olduğuna inandıkları prensipleri tebliğ etmeyi ön plana çıkardıkları anlaşılmaktadır. Nitekim bu nedenle olsa gerek, uzun süre Müslüman egemenliğinde kalmasına rağmen Hindistan genelin inancını oluşturan Hindu kimliğinden soyutlanmamıştır. Yine bu nedenle, yüzyıllarca Osmanlı egemenliğinde kalmasına rağmen Balkanlar, Yunanistan, Ege adaları ve diğer bölgeler, Hıristiyan kimliğini kaybetmemiştir. Zira Müslümanlar, egemenlikleri altında yaşayan bu gayrimüslim insanlara, İslamı tebliğ etmekle birlikte, geniş bir hoşgörü ve inançlarına saygı göstermişler; onları Müslümanlaşmaları konusunda zorlamamışlardır.
Diğer taraftan misyonerlik anlayışı çerçevesinde Hıristiyanlar, tarih boyu gittikleri yörelerde hitap ettikleri insanlara Hıristiyan mesajını duyurmayı değil, onları Hıristiyanlaştırmayı hedeflemişlerdir. Hıristiyan egemen güçler, egemenlikleri altında yaşayan farklı inanç ve kültür bağlısı halkları hızla asimile etmeyi, İsa’nın ve Pavlus’un kendilerine yüklediği dinsel bir görev addetmişlerdir. Bu nedenle, örneğin Amerika kıtasının Batılı Hıristiyanlarca işgalinden yaklaşık iki yüzyıl geçmeden, güneyi ve kuzeyiyle bütün kıtanın yerli inanç ve kültürleri hızla yok edilmiş; Ortaçağ engizisyonunu aratmayacak yöntemlerle farklılıklar üzerinde şiddet estirilmiş ve yöre halkları hızla Hıristiyanlaştırılmıştır. Aynı durumu Avustralya’da, Yezi Zelanda’da, Batı emperyalizmini yaşayan Afrika ülkelerinde ve diğer bölgelerde görmek mümkündür. |