Konu Başlıkları: TARİH BABA İLE SOHBET...1
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 28 Ağustos 2007, 11:58   Mesaj No:1

AŞK'ÜL İSLAM

Medineweb Sadık Üyesi
AŞK'ÜL İSLAM - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:AŞK'ÜL İSLAM isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 38
Üyelik T.: 30Haziran 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:43
Mesaj: 984
Konular: 245
Beğenildi:29
Beğendi:0
Takdirleri:146
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart TARİH BABA İLE SOHBET...1

TARİH BABA İLE SOHBET...1

Tarih sayfaları incelendiğinde büyük oluş ve hâdiselerin temelinde büyük hayâl, düşünce ve ideallerin bir başlangıç teşkil ettiği açıkça görülür. Bu oluşlar, Hakk'ın rızâsına muvâfık bir vasıfta ise, bunların tezahürleri de, azim ve irâdeleri güçlendirici bir müjdeyle başlar.
Cihan tarihinin en mübârek ve en azametli bir safhasını teşkil eden Osmanlı'nın başlangıcı da, Allâh'ın lutuf ve keremiyle böyle bir müjdeyle gerçekleşmiştir. Bütün kaynakların şehadetiyle sâbit olduğu üzere Osmanlı Devleti'nin velî bânîsi Osman Gâzî Hazretleri, büyük Allâh dostu Şeyh Edebali Hazretleri'nin hâne-i saâdetlerinde bir rüyâ görmüştür:

Şeyh Edebali Hazretleri'nin evinde misâfir kaldığı bir gece Osman Bey, rûhuna sükûnet veren, nefsinin çırpınışlarını dindiren sohbetin huzuru içinde heyecan dolu anlar yaşamıştı. Bir rivâyette, kendisine yatması için gösterilen odanın duvarında asılı bir Kur'ân-ı Kerîm olduğu için ona hürmeten ayağını uzatmayıp, oturduğu yerde tatlı bir uykuya dalmıştı. Rüyâsında, Şeyh Edebali Hazretleri'nin göğsünden çıkan ve giderek hilâl şeklini alan Ay'ın, bir ucunun kendi göğsüne girdiğini ve kendisi ile Şeyh Edebali Hazretleri arasından çıkan bir fidanın çınar hâline geldiğini ve bu çınarın dallarının üç kıtaya yayıldığını ve birçok milleti gölgesi altına aldığını gördü. Bu topraklarda haşmetli kule ve kubbeler üzerinde Ezân-ı Muhammedî okunuyor; bülbüller Kur'ân-ı Kerîm tilâvet ediyorlardı. Semânın görülebilen her yeri gülşen olmuştu.

Osman Bey, rüyâsında bu güzel manzaraları büyük bir hayranlıkla seyrederken, âniden bir ceylanın ortaya çıktığını gördü. Batıya doğru kaçmaya çalışan ceylana ok atmak üzere nişan alırken uyandı.
Abdest aldı. Müsâade alarak Edebali Hazretleri'nin huzûruna girdi. rüyâsını anlatmağa başladı. Anlattıkça şeyhin yüzünde tatlı tebessümler beliriyor, gözleri, nûrânî bir ışık ile parlıyordu. Zîrâ Edebali Hazretleri, kalb gözüyle bu rüyânın sırrını çözmüştü. Osman Bey susunca, Şeyh, başını kaldırdı; gözlerinin içine bakarak yumuşak, âhenkli sesi ile şöyle dedi:
"-Oğlum! Gâibi ancak Allâh bilir. Lâkin gördüğün bu rüyâda dolu dolu hayır vardır. Cenâb-ı Hak sana ve soyuna saltanat nasîb edecektir. Dünyâ, oğullarının himâyesine girecektir. Benim zürriyetimden bir kız ile evleneceksin. Bu izdivaçtan doğanlar, senin kuracağın ve giderek büyüyecek olan büyük bir devletin başına geçeceklerdir. Bu devlet de Batı'ya doğru genişleyecektir..."

Osman Bey'in gençlik zindeliği ile kaynaşan müthiş bir enerji, böylece devreye girdi ve dinamik bir ilerleyiş ve yükselişin âmili oldu. Muazzam bir medeniyetin temelini teşkil etti. Bu gençlik enerjisi, bir kudret menbaı hâline gelerek bütün cihana yayılan adâlet ve îlâ-yı kelimetullah güneşinin güçlü bir kaynağı oldu. İnsanlık semâsı parıl parıl aydınlandı...

Ancak!


Dün Osman Gazi'nin gençlik yıllarında gördüğü ve gerçekleştirdiği rüyaya mukabil bugünün gençleri ne gibi bir rüya görebilir? Bunu hayâlimizde şöyle canlandırabilir miyiz:
Yirmi yaşlarında bir delikanlı...
Kemâl, zevâl dengesiyle akıp giden bu âlemdeki hâlden hâle geçişlerin sonsuzluğuna berrak bir şekilde vâkıf olamıyordu. Birbirine dolaşmış iplik yumakları gibi karmakarışık his ve fikirlerin zebûnu olmaktan kendini kurtaramıyordu.

Zihninde müthiş bir yangın vardı. Yüreğinde sanki mahşer kaynıyordu... İdrâki, dünyâya geliş ve dünyadan gidiş gibi iki muazzam sırrın arasına sıkışmış kalmıştı... Aklı, hayatın türlü iniş ve çıkışları; sayısız aldanmalar, kazanmalar, kaybetmelerle dolu ihtilâç zincirleri ile âdeta bağlanmıştı... Esrar yüklü muammâları aşamıyordu. Sayısız mahlûkatın, birbirinden değişik kader programları neyin nesiydi? Velhâsıl binbir türlü çalkantı içinde yüzüp gidiyor, âdeta kendisini köksüz bir ağaç gibi kurumaya mahkûm görüyordu...

Genç, böylece gönlüne huzur verecek bir görüş berraklığına ulaşamadan saatlerce önündeki tarih kitabının sonsuza tutulmuş bir aynanın içi kadar derinleşmiş sahifelerine loş nazarlarla bakmaya devam ediyordu. Uyku ile uyanıklık arasında, yâni yakaza hâlinde âdeta bir zaman tüneline girmişçesine mânidar bir rüyâ gördü.

Rüyasında Âdem -aleyhisselâm- ile hayata başlayan ve asırları elinde tutan bir ihtiyarla karşılaşmıştı. Bu yaşlının adı Tarih Baba'ydı. Yüzü, binlerce yıllık beşerî tarihin acı-tatlı hâtıralarından binbir iz taşıyordu. Sayısız dramlar, trajediler; sevinçler, üzüntüler ve insanlığa ait daha neler neler onun bakışlarından yansıyordu. Sanki geçmişteki bütün vâkıalar onda, üstüste çakışan milyonlarca gölgeler gibi girift bir hâlde idi. Nice zaferlerin sevinci ve mağlubiyetlerin hüznü, bir arada onun hâlinden okunmaktaydı. Gelen geçen hâdiselerin akisler yığınıydı. Çok yaşlı olduğu, yaşadığı hâdiselerle iki büklüm olan beli ve uzun hırpânî saçı ve sakalının bembeyaz kesilmesinden anlaşılan Tarih Baba, sanki haritalar mecmuasıydı. Muzdarip delikanlının alnını şefkatle okşadı ve:

"-Evlâdım! Seni çok bedbin, sıkıntılı ve muzdarip görüyorum. Sonsuz bir sûrette akıp giden insanlık tarihinin yalnız bir tek kesitine nazar edenler, dar bir ufuktan bakanlar, hakîkate vâsıl olamazlar. Sen mü'min ve şerefli bir ecdâdın mirasçısısın; hayatın ilâhî tecellî itibarıyla müthiş bir karakış mevsimine rastlasa bile kederlenip ye'se düşme! İstikbâldeki baharın ümîd ve tesellîsiyle kendini teskîn edebilmelisin. Bu dirayeti kazanabilmen için seninle şimdi bir seyâhate çıkacağız." dedi.
Sonra gencin elinden tuttu ve dolaştırmaya başladı. Garîb ve meçhul bir âlemdeydiler. Tarih Baba:

"- Evlâdım! Fazla vaktimiz yok; onun için mübarek ceddinden bazılarını ziyaretle iktifâ edeceğiz!" dedi ve genci, Kosova fâtihi ve şehid sultan I. Murad Han'ın yanına götürdü.
I. Murad Han'ın üzerindeki şehâdet kanları henüz kurumamıştı. Muazzam, cengâver bir devletin haritasını çizen kalemin mübârek mürekkebi acaba o şehadet kanı mıydı? Sultanın yüzü sürûr ve neş'e ile doluydu. İlâhî dergâha ak yüzle varabilmiş olmanın saâdet ve vicdan huzuru içindeydi. Genci görünce uzun uzun süzdü ve gür bir sesle konuşmaya başladı:

"-Oğlum! Bütün iş, mal ve canı onların verilişlerindeki gâyeye göre kullanabilmeyi bilmek. Bilirsen, bunlar ebedî yaşar. Bu sebeple ben Kosova meydan muharebesinde bir oğlumu bir yanıma, diğer oğlumu öbür yanıma alarak harbe girdim ve duam kabul oldu; zaferin şükür kurbanı da ben oldum...
Kosova'da hâlâ devam eden ezanlar, benim rûhumu nasıl mes'ûd ediyor bilemezsin!.. Şimdi cennet bahçesinde hep o lâhûtî hoş sadâların içindeyim...

Çünkü oğlum, insanlığın hidayete kavuşması yolunda yapılan seferler ve bu seferlerde şehadet şerbetini içmek, bizler için birer şeb-i arûs (düğün gecesi) ve ilâhî şenlikti. Hakîkaten biz:
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!..


Oğlum! Babam Orhan Gâzî bana: "Îlâ-yı kelimetullâh (Allâh'ın dînini yüceltip insanları seadete kavuşturma) azmi iki kıt'aya sığmaz!" demişti. Ben de bu yolda yürüdüm ve nice fetihlerde bulunarak ardımda büyük bir devlet ve memleket bıraktım. Rabbim, yüce dîni te'yid ve takviye için sebepler plânında bizi seçmişti. Bunca şan ve şereflere o yüce takdîr sâyesinde mazhar olduk."

Genç, bu söylenilenleri teessür ve sükût ile dinlerken bir yandan da buram buram terlemeye başladı. Hiçbir şey diyemedi. Derin bir iç çekti, yutkundu ve I. Murad Han'ın huzurundan edeble ayrıldılar. Sonra Fâtih Sultan Mehmed Han'ın yanına vardılar.Fâtih, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in: "Ne güzel kumandan!" diye buyurduğu iltifatın güzellik ve ihtişâmı içindeydi. Dünyada hayâl edilemeyecek muazzam bir sarayda yine şanlı bir taht üzerinde oturuyordu. Genç büyük bir huşû ve temennâ ile zihnindeki istifhamları arz etmeye teşebbüs etmişti ki, Sultan Fâtih elini havaya kaldırarak buna meydan vermedi ve ona şöyle hitap etti:

"-Evlâdım! Bilesin ki ben, 14 yaşından beri İstanbul'un projeleriyle yatıp kalktım. 53 gün Istanbul surlarında ne çileler yaşadım!.. Öyle bir hâle geldim ki: "Ya İstanbul beni alır, ya da ben İstanbul'u!.." dedim. Arslan yürekli cengâver askerlerim de, İstanbul surlarına ateş lavları arasında tırmanırken âdetâ şehîdliği paylaşamayıp:

"-Bugün şehîdlik sırası bizde!" diyerek birbiriyle yarış ediyordu.

İşte benim ve sînesi îmân dolu askerimin kalbi bu kıvama varınca Rabbim bize zafer nasib etti. Böylece ben Peygamber müjdesinin bereketiyle çağ kapatıp çağ açtım..."
Fâtih'in hitabından gencin dimağ ve idrâkine sunulan bu hakîkatler, onu derin bir tefekküre sevketti. Ancak genç, hâlâ rûhî ihtilâçlarının girdabında kıvranıyordu. Oysa onun, su içen bir ceylan sükûneti ile huzur bulması gerekirdi. Genci binbir endişenin zebûnu görmesi sultanı üzdü. Ayağa kalktı; böylece görüşmenin bittiğine işaret etmiş oldu.

Buradan Osmanlı kültür ve medeniyetinin bânîsi olan II. Bâyezid Han'ın yanına vardılar. Velî lâkabıyla anılan o zâhir ve bâtın sultanı, huzuruna gelen gencin gönlündeki bulanıklığı yüzünden okuyarak onun bir şey sormasına meydan vermeden söze başladı ve:

"-Oğlum!" dedi: "İslâm gönüllere huzur veren bir râyiha gibidir. Bu şuurla ben tahta çıktığım zaman garb âleminin en büyük mimarı olan Leonarda de Vinci, Istanbul'u imar etmek ve camilerle donatmak için bize müracaat etmişti. Paşalarım, çok istekli bir alâka ile bunu kabule yanaşırken ben, o hristiyan mimarın teklifini reddettim. Bunu yapmasaydım, Mimar Sinan'ı idrâk edemezdik. Kendi öz şahsiyetimize kavuşamazdık. Mabedlerimize hristiyanî bir ruh hâkim olurdu.

Şunu da unutma ki, felâketler gibi saâdetler de daha ziyade baht işidir. Cehd işi olan, ilim tahsilidir; ilmin dışındakilerde bahtın rolü gâliptir. Herkes, kardeşim Cem'in sultan olmasını istiyordu. Tahta onu lâyık görüyordu. Lâkin o, ülkeyi bölerek milletin birlik ve beraberliğine zarar vermek gibi bir bedbaht arzu ve düşüncenin bedelini yâd ellerde ölerek ödedi. Onun için oğlum! Vatan toprağı aslâ bölünmez!.."

Sultan ayağa kalktı. Muhatabının içindeki kör düğümlere bir neşter atmıştı ve onun bir dolunay hâlindeki rûhunda yaşanan küsûfun (ay tutulmasının) azaldığı müşâhedesiyle vedâ temennâlarını kabul etti.
Bundan sonra Tarih Baba'yla genç, Yavuz Sultan Selîm Han'ın huzûruna vardılar. Yavuz'un çehresinde dehşetli bir mehâbet vardı. Çaldıran, Mercidâbık ve Ridâniye'nin çileli hâtıraları hâlâ dipdiriydi. Cenk meydanlarından gelen tekbir seslerini dinliyor gibiydi. Diğer taraftan Hicaz'ın iki Mübârek belde olan Mekke ve Medîne'nin hizmetini deruhte etmekle müftehir bir derviş vasfındaydı. Adetâ iki dünyayı mezcetmişti. Şöyle konuştu:

"-Oğlum! Başarıyı nefsinden bilerek gurura kapılan, o nimete liyâkat kazanamamış demektir. Allâh'ın lutf u keremiyle hâdimü'l-Harameyni'ş-Şerîfeyn olduk. Lâkin bu nimeti nefsimizden bilip gurura kapılmaktan son derece hazer ettik. Bütün nimetler Allâh'ın lutfundan ibarettir.
Evlâdım! Bir seferde devrimin meşhûr âlimlerinden Kemâl Paşazâde'nin atının ayağından sıçrayan çamur, kaftanımı baştan başa boyamıştı. Büyük üstâdın üzülmesine mukâbil ben âdeta sevinmiş ve:

"Ulemânın atının ayağından sıçrayıp bizi boyayan çamur, bizim için şereftir. Mübârektir. Bu çamurlu kaftanı, ben ölünce sandukamın üzerine kapatın ki, gelecek neslime bir ibret müzesi olsun!" demiştim.
Çünkü gerçek zafer, kalbin zaferidir. Onun için böylesi bir zaferle sonsuz vuslattan nasibdâr olabilmek yolunda bu çamurlu kaftan, benim için nice sırlar taşıyan müstesnâ bir semboldür.

Lâkin ne eseftir ki, artık ibret alacak ziyaretçiler bile kalmadı! Nerede o mübârek nesil?!.
Evlâdım! Sekiz senelik saltanatım, Rabbimin lutfu ile kazandığım zaferler, şanlar, şerefler ve fânîlerin iltifatları, bizleri sekre sürükleyip mağlûb etmedi. Şu hakîkati çok iyi bildim:
Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgâ imiş,
Bir velîye bende olmak cümleden a'lâ imiş!..

Oğlum! Sen de iyi bilesin ki, gerçek muvaffakıyetlerin temeli, "nefs engelini aşmak ve onun aldatmacalarına kanmamak"tır. Anadolu'nun dirilik ve canlılığı, hep böyle bir muhteşem düstûr ile gerçekleşmiştir. Böylece oluşan mânevî ve millî şuur sayesinde Anadolu, daima genç kalmıştır. Nice düşman istilâları görse bile, kurumuş ağaçların kökünden filizlenen yeni sürgünler gibi daima mübârek bir yeşerme ve gelişme tezahür etmiştir..."

Yavuz Han'ın huzûrundan da iki büklüm olarak ayrılan genç, Tarih Baba'nın peşisıra bu defa Kânûnî'nin yanına vardı. Kânûnî dalgındı. Ufuklara bakıyordu. Sanki hâlâ Akdeniz'den gelen top seslerini dinliyordu. Onları görünce derin bir iç çekerek:
"-Ben üç kıt'ada hakkın ve adâletin bükülmez bileği oldum. At sırtında tâ Almanya'ya gittim; şimdi de gidenler var; hem de teknik vâsıtalarla ve çok kısa bir zamanda... Ama gidişlerdeki gâyeler nedir ve izzetimiz ne durumda?!.

Evlâdım! Preveze deniz zaferinden sonra Barbaros, esir dolu düşman kadırgalarını önüne katmış olduğu hâlde donanmasıyla Haliç'e giriyordu. Ben de zamanın devlet erkânıyla birlikte Sarayburnu'ndaki sahil saraylarının birinin önünden bu manzarayı seyrediyordum. Gemiler beni selâmlıyordu. Halk, çoşkun bir tezâhüratla Barbaros'un zaferini tes'îd ediyordu. Yanımdaki paşalardan biri bana dönerek:

"-Efendimiz! Zaman-ı saltanatınızda böyle bir zafer müyesser olduğu için ne kadar iftihar etseniz azdır! Acaba tarih, böyle bir zaferi kaç kere kaydetti?" dedi.
O anda Allâh'ın müstesna bir lutuf ve keremiyle kalbim, iradem, dimağım yalpalamadan ona şu cevabı verdim:

"-İftihar mı, şükür mü? Paşa! Zaferi ihsan eden kimdir?"
Bence uzun saltanatım boyunca kazandığım zaferlerin en büyüğü, şu iki kelimelik cevapla nefsime karşı kazandığımdır." dedi ve ayağa kalktı.

Tarih Baba ve genç, buradan idrak berraklığına medâr olacak büyük bir nasib almış olarak ayrılıp o büyük sultanın arkasındaki mânevî güç, müftiü's-sekaleyn Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi'yi ziyaret ettiler. Büyük âlim bir hâtıra nakletti:
Birgün Kânûnî Sultan Süleyman, sarayın bahçesinde armut ağaçlarını kurutan karıncaların öldürülebilmesi için benden aşağıdaki beyitle fetvâ istemişti:
Dırahta ger ziyân etse karınca
Zararı var mıdır ânı kırınca?
Pâdişâh'ın bu fetvâ talebi üzerine, ben de, bir beyitle şöyle cevap vermiştim:
Yarın Hakk'ın dîvânına varınca;
Süleyman'dan hakkın alır karınca!.
Böylece o cihan pâdişahının bir karıncayı bile incitmekten kaçınacak derecede bir adâlet ve merhamet duyguları içinde yaşamasına yardımcı ve muvaffak oldum.
Oğlum! Devrinizin kendi öz bünyesinde kaybettiği ahlâk, zerafet, incelik, diğergâmlık, sebat ve doğruluk gibi ölçüleri yeniden kazanmanız zarûrîdir.
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi AŞK'ÜL İSLAM 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
İnsana Tapmanın Kuranı Kerimdeki Karşılığı Kur'ân-ı Kerim Genel Medineweb 1 2882 01 Ocak 2013 16:58
Muhammed ve İnançlılar / Röportaj Anket'ler-Röportaj'lar EyMeN&TaLhA 1 2759 02 Kasım 2010 01:14
Ebuzerr / (Ali Şeriati) Ashab-Kiram(r.a) Mihrinaz 5 4950 16 Temmuz 2010 01:33
BAKMAK YETMEZ.... Kıssalar-Hikayeler-Nasihatler Mihrinaz 4 2224 24 Nisan 2010 15:15
İN'SANLARDAN... Serbest Kürsü Beytül Ahzan 3 2224 02 Mart 2010 22:27