Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 Arkadaşları:8 Cinsiyet:Erkek Yaş:50 Mesaj:
3.071 Konular:
340 Beğenildi:1382 Beğendi:464 Takdirleri:10171 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Ankara ilitam arapça 2.sınıf unite tercümeleri Ankara ilitam arapça 2.sınıf unite tercümeleri İLİTAM ARAPÇA 4.SINIF 1. ÜNİTE 1. METİN EN BÜYÜK ARAPÇA KİTAP KURAN 1-İlk asırdan itibaren tefsir planı (metodu): Millet (alimler) kuranın tefsirini surelerin tertibi üzerine ele almaya başlamışlardı. Bazıları ayetin bir bölümünü veya bir ayeti veya bir ayetin bir cümlesi üzerinde durarak anlamları beyan ediyorlardı. Açıklayan kişi kendi kişiliğine uygun olacak şekilde tefsir yapıyordu. Bu tür plan etkin olarak tefsirde devam metodu etti. Ayet ve sure tertibine göre yapılan bu galip tefsir inceleme (tartışma) konusudur. 2-Bu gün tefsir: bu günkü tefsir metodu hakkında ‘onu eleştirerekten’ bir kelime (söz) söyleyeceğiz. Eski İslam alimleri İslam bilimleri hakkında söz söylediklerinde onu üçe ayırmışlardır. Ki bu ilimler: olgunlaşmış ve kemale ermiş nahiv ve usul ilmi, olgunlaşmış ama tam kemale ermemiş fıkıh ve hadis ilmi, hem olgunlaşmamış hem de pişmemiş tefsirul beyan ilmidir. 3-Kuran en büyük Arapça kitaptır: yukarıda “tefsir çeşitleri” nden söz ederken müfessirlerin kendilerine hedef olarak seçtiklerinin beyanı vardı. Diğer amaçlarından daha çok onun gerçekleşmesine önem veriyorlardı.Biz üstat imam abduh’dan işittik ki müfessirleri edindikleri bu gayeden dolayı tenkit ediyordu. M. Abduh şu görüşte: tefsirden amaç, Kuran hidayetini ve rahmetini gerçekleştirmesi akidedeki, ahlaktaki ve hükümlerdeki (teşriin) hüküm koyma hikmetini ruhları cezp edecek bir tarzda açıklaması gerekir. M abduhun yanında tefsirin gerçek amacı kuran ile hidayeti bulmaktır. Bu maksat da yüce bir gayedir. Hiç şüphesiz Müslümanlar bu gayenin gerçekleşmesine muhtaçtırlar. 4-Ancak bu hedefler ( bu görüş yeni bir şey sayılmamalı ) hakkında şöyle bir görüşte bulunmamız yeni bir şey değildir. Tefsirden ilk amaç muhakkak ki bu görüş olmaması gerekir. İtina gösterilen ilk gaye edinilen de bilakis bu söylenenlerin hepsinde önce daha önde, daha (uzak) büyük olan bir gaye vardır ki diğer amaçlar bu gayeden türeyip yayılır. Çeşitli gayeler de bunun üzerine kaim oluyor. Bu söyleyeceğimiz gayenin yerine getirilmesi gerekir, diğer maksatları gerçekleştirmeden önce. O diğer maksatlar ilmi ya da ameli, dini ya da dünyevi bir maksat olsun aynıdır değişmez. 5.Bu en önde ve en büyük gaye şudur: kurana şu fikirle bakmaktır ki, o da şu yönden ki kuran en büyük Arapça kitaptır. En büyük edebi eserdir. O kuran ki Arapçayı ebedileştirmiş ve mevcudiyetini korumuştur. Kendiyle Arapçayı ebedileştirmiş ve Arapçanın iftiharı, kültürünün süsü olan bir kitaptır. Kuranın bu özelliğini dini ne olursa olsun, Arap olmanın şuurunda olan, insanlar arasında Araplığının idrakinde insan cinsi içinde cinsinin Arap olduğunu bilen Arap bilir. Bundan (Araplığının idrakinde farkında olduktan) sonra ister Hıristiyan olsun ister putperest isterse tabiatçı, zamancı isterse dinsiz, ya da Hanif bir Müslüman olsun değişmez. Çünkü o Arap sadeliği ile bu kitap Arapçadaki konumunu, menzilini, Arapça dilinde ki yerini bilecektir. Bu dini bir sıfat ile herhangi bir imandan gelmese kurandaki bir akideye tasdik olmasa bile. 6-Bu sadece Arap ın durumu da değildir. Bilakis kanları asla Arap olmayan ancak tarihin ve hayatın seyrinin sadeliği ile kendilerine kavuştuğu, islamı din olarak kabul etmiş veya kanları Arapların kanlarına karışmış sonra Arapçayı dil edinmiş Arapça edebi yaşantısının bir temeli olmuş toplumlar için de (kuranı anlamadaki durum) geçerlidir. 7-Hatta bu toplumlar ki Arapçaya onları bağlamıştır. Bu sağlam bağlar. Arapça lügatsel ve sanatsal şahsiyetinden (açısından) esas bir unsur, esas bir yön olmuştur. En büyük Arapça kitap ve Kuranı Kerimin (yeri) onlar arasında sözlü sanatsal eserler ve edebi çalışmalar arasında önemli olmuştur. 8- Bütün bu milletlere miras kalan asıl olan bu kitabı edebi bir çalışmayla ele almaları gerekli gördüler ki bu sadelikten varis olan çalışmayla kökleri anlaşılsın. ( O milletler) Tüccar Arapçası veya güçlü ve canlı bir bağ ile Arapçaya bağlanarak, şahsiyetini def etmiş, varlığını yöneltmiş ve hayatına yön vermiştir. Öz Arap veya bu bağlarla Arapçaya bağlanmış kişi bu yüce kitabı okur, edebi bir yöntemle ona çalışır (Aynen şunun gibi). Değişik milletlerin değişik dillerdeki edebi kaynaklarına çalıştıkları gibi çalışır. 9- Bu edebi çalışmalar büyük bir eser olan Kuran için olmalı ki çalışanların şunu yerine getirmeleri gerekir ki ilk önce bu kitabın hakkını yerine getirmiş olmalılar. Kuranla hidayete ermek istemeseler ve kuranın ihtiva ettiğine ve kapsadığından faydalanmak istemeseler bile. Edebiyatla uğraşanlar kuranın içeriğine inanmasalar bile ilk önce (kuran üzerinde) bu edebi çalışmayı yapmaları gerekir. Yahut da Müslümanların peyderpey dile getirdikleri o kuranın mukaddes olduğuna dair inançlarının zıddına bir inançları olsa bile. Kur’an Arapça mukaddes bir sanat kitabıdır. Ona bakan kişi ister dini açıdan ona baksın ister bakmasın durum aynıdır. (yani o edebi yönü büyük olan bir kitaptır.) 10- Kuran üzerindeki bu edebi çalışma, sanatsal düzlemde, dini açıdan olmasa bile bizim açımızdan ve bizimle birlikte aslen Arap ve sonradan Arap olan milletler nezdinde değerli, itibarlı bir çalışmadır. Ki bu çalışma (bizim için) ilk maksat ve en yüce gayedir. Bu amaç ve maksat da en ileri seviyede olmalıdır. 11- Her bir gaye ve maksat sahibi bu edebi çalışmadan sonra kurana yönelerekten dilediğini ondan alıp istediğini ondan iktibas etmeli ve itikadi, ahlaki ya da toplumsal barışa yönelik konulara veya bunun dışında sevdiği teşrii hükümlere müracaat etmeli… Bu Arapçanın tek kitabının (Kuranın) sahih kâmil önemli (edebi) çalışmasını yapmadan, itimat etmeden bu ikincil amaçlardan hiç biri gerçekleşmiş olmaz. Kuran üzerinde yapılan bu çalışmaları bu gün tefsir diye adlandırıyoruz. Çünkü bu edebi çalışmalar olmadan ne Kuranın gayesi açıklanabilir ve ne de manası anlaşılabilir. 12- Özet olarak anladığım kadarıyla bu gün tefsir şu olmalıdır: Metodu doğru, her yönüyle kâmil, eşit dağılımlı bir edebi çalışma olmalıdır. Bu gün tefsirin ilk amacı sırf sade bir edebi çalışmadır ki bunun ardından başka bir tesire itibar edilmemiş. Kastedilen diğer amaçların gerçekleşmesi bu edebi çalışmaya bağlıdır. İşte bizim tefsire bakış açımız ve tefsirden gayemiz bu (Kuran üzerindeki edebi) çalışmadır. 1. ÜNİTE 2. METİN KURANI NÜZÜL SIRASINA GÖRE TEFSİR ETMENİN ÖNEMİ 1-Tefsiri; sürelerin nüzul sırasına uygun olarak tertip etmeyi uygun bulduk. Buna gö*re, ilk tefsir edilenler; Alak, Kalem, Müzzemmil ve sırasıyla diğer Mekki süreler bitene kadar, sonra Bakara, Enfal ve takip eden Medeni sûreler son bulana kadar (bu sıraya göre) olmalı. Çünkü bizim (nüzul sırasına gö*re tertip etme) düşüncemiz, Kur'an'ı anlamak ve ona hizmet etmek için en üstün yol olduğuna inandığımız metoda daha uygun düşmektedir. Zira böylece, Kur'an'ın iniş dönem ve merhalelerini daha açık ve net bir biçimde izlemek mümkün olduğu gibi, aynı şe*kilde nebevi siret sürecinin izlenmesi sağlanmış olmakta; şöyle veya böyle okuyucu Kur'an'ın nazil olduğu ortama, onun karşılaştığı şartlar, ilişkiler, boyutlar ve kavramla*rının atmosferine girmekte, kendisi için tenzilin hikmeti berraklaşmaktadır.” 2- Bu tarz etrafında görüşümüzü şekillendirdik. Bu metod etrafındaki farklı görüşleri araştırdık ve (nüzul sırasına göre yazıldığında] mevcut mushafın kutsallığına zarar verme ihtimalini soruşturduk. Bu soruşturmamız bizi bu metot üzerinde karar kılmaya götürdü. Çünkü, bir açıdan bakıldığında tefsir, tilavet edilen bir mushaf de*ğildir. İkinci açıdan da tefsir fennî (teknik-edebî) ve ilmî bir çalışmadır. Zira her bir sürenin tefsiri.mushafın tertibi ile ilişkisi olmadan bizzat bağımsız bir çalışma olabilmektedir. Üçün*cü olarak bu metodun, mushafın tertibinin kutsallığına zarar verecek bir hali de yok*tur. 3- Eski ve yeni seçkin alimlerden, bazı surelere dokunmadan bazı surelere ait (yazdıkları husu*si) tefsir örnekleri nakledilmiştir. Ali b. Ebî Tâlib (r) 'in Kur'an'ın nüzulüne göre bir mus*haf yazdığı rivayet edilmektedir, ki ne yukarıdakini ne de bunu tenkit veya inkar ede*ni görmedik. Bundan dolayı bu metod üzerinde devam etmeyi uygun bulduk. Özellikle burada amaç, en fazla yararı olacak metodla Kur'ana hizmet etmektir. Bu ise sapma ve muhalefet etme değildir. Allah niyetleri daha iyi bilir. Kişi için niyet et*tiği vardır. 4- Buna rağmen benimsedimiz görüşün doğruluğunu belgelemeyi uygun bul*duk ve muhterem Suriye müftüsü Şeyh Ebü Yusr Abidin ile Halep şehri müftülerinden Şeyh Abdul-Fettah Ebû Gudde'den[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...][1][1][7] fetva istedik. Bunlardan destekleyici cevaplar aldık ki, ilk (alim] cevap yazısında söyle demiştir: "Telif ve yazım, kendilerinin uygun gördük*leri şekillerde, bildikleri bazı yararlı noktaları göstermeleri için müelliflerin amaçlarına tabidir. Tefsir, ayet ve sûrelerin tertibinin gözetildiği tilavet edilen bir Kur'an kitabı değildir. Müfessir bazen herhangi bir ayeti tefsir eder ve bunun anlamı*nın ortaya çıkması için, o ayetin yanındaki ayeti bırakabilir. Bir sureyi tefsir eder sonraki sureyi manasının anlaşıldığını düşünerekten tefsir etmeyi terkeder. Belirtilen şekilde (nüzul sı*rasına göre) bir tefsir kitabı yazmanın sakıncası yoktur." Allah daha iyi bilir. 5-ikinci alim (Ebû Gudde) de şöyle demiştir. "Bu metodun sakıncalı olma kuşkusu; o-nun, üzerinde icmâ edilen ve nesilden nesile ümmete tevatürle ulaşan bugünkü terti*be ters olması (endişesinden) kaynaklanmaktadır. Bu kuşku şu şekilde giderilebilir: Nüzule göre tefsir yazılması, tilavet mushafı yani sizin izlemiş olduğunuz tarza göre insanların Kur'an'ı tilavet etmeleri için yapılmış bir iş olmasına mani olunursa. (sakınca ortadan kalkar) Oysa müfessir ve okuyucunun birlikte amacı bundan başkadır ve kesin*likle onun takip ettiği tarzın sakıncası yoktur. Geçmiş*teki birçok büyük âlimin bu yolda yürümesi bu yolda yürüyenlere cesaret verir. … Bu âlimlerin yapmış oldukları çalışmaları reddeden hiçbir kimseye rastlanılmamıştır. 6- Şimdi onlardan biri hatırım da, o da 276 h. senesinde vefat etmiş olan imam İbn Kuteybe'dir. O, "Tevilu Müşkili'l-Kur'an" adıyla basılmış kitabında tefsir etmiş olduğu ayetleri ne nüzul sırası ve ne de şu an tilavet edildiği biçimde ele almamıştır. Bu durum Kuranda 240-339. sayfalarda açıkça görünmektedir. Dar görüşlülükten kaynaklanan "sakınca" düşüncesinin, bu tarzı kullanan Şeyh Celaluddin el-Mahalli sonra da Celâleddin es-Suyütinin (Tefsîru'l-Celâleyn) adıyla bilinen tefsirlerini de kapsaması gerekir. Zira ilki (el-Mahallî) tef*sire Kur'an'ın sonundan başlamış ve Kehf sûresine kadar (ilerlemiş) gelmiş, sonra vefat etmiş ve bilahare es-Suyûti, selefinin yaptığı gibi Kur'an'ın baş tarafına doğru süre*lerin tefsirini tamamlamıştır. Her ikisi de izlemiş oldukları yöntemlerinde, baştan sona Kur'an'ın tertibine göre tefsire başlamaya riayet etmemişlerdir. 1.ÜNİTE 3.METİN İMANA DAVET ( BAKARA SURESİ 13. AYETİN TEFSİRİ Bismillêhirrahmênirrahîm 1-(“Onlara: İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiği vakit "Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!" derler.) Bu söz önceki ayette geçen sözün tamamlayıcısıdır. Bunu hükmü söyleyen ve atıf açısından önceki ayetin hükmüdür. Bu sözü söyleyenin önceki ayette olduğu gibi münafıklardan bir taife olması caizdir. Nifaktan kökten kurtulmaya işaret ediyorlar. Çünkü münafıklar rahatsız olmuş, usanmış, sakınıp çekindikleri şeyin külfetinden (rahatsız olmuşlardı). Hileler üretmekten ve çirkin sözlerle hakaret etmekten zihinleri yorulmuştu. “eminu” kelimesinin mefulu atılmıştır. “insanların iman ettiği gibi” sözüne benzetilerek istiğna edilmiştir. (yani sizde insanların Allaha iman ettiği gibi iman edin demek istenmiştir.) ya da o meful (Allah) işitenlere malumdur. “keme emenennesü-insanların inandığı gibi” sözündeki “kaf” teşbih yada sebebiyet içindir. (yani insanlar iman ettiği için, onlar gibi Allaha iman edin demektir.) “ennesü” deki “el” takısı cins (insan) yada örfi olarak (tüm) insanları kapsaması içindir. Burada “insanlardan” maksat muhataplarının (münafıkların) dışındaki insanlardır. Bu söz Arapların bir fiile heveslendirmek yada yeşvik için söylediği bir sözdür. Çünkü insan nefsi, kendisinden önce birisi bir işe başlamışsa, o işi taklit etmede, (o işi yapmaya başkalarıana) uymada acelecidir. Bunun için (Araplar) bu (“keme emenennesü) sözü heveslendirmek, teselli etmek yada örnekedinmek makamında (manasında) kullanırlar. 2-”Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz?” Bu söz inkâr için bir istifham (soru) dur. Bu söz ile en açık bir şekilde inanmayacaklarını kastetmişlerdir.Uzak durdukları o imanı, kötülemek, Müslümanları üzmek için sefihlerin imanına benzetmişler. Ki Müslümanları iman etmeye akıllarının sefihliği yönlendirmiştir. (münafıklar, iman eden) insanlardan kastedilenin Müslümanlar olduğunu da biliyorlar. “Süfehe” kelimesi “sefih”in çoğuludur. O da sefihlikle nitelenmiştir. “sefehet” de, az akıllılık kendi işlerinde muvaffak olmada zayıflıktır. 3- Araplar zayıf görüşlülere ve mal hususunda tedbirsiz olanlara “sefih” derler. Allahu Teala buyurur ki: “mallarınızı sefihlere vermeyin” nisa 5 ve “….(Borçlu) akılsız biriyse, yahut aklı azsa….” Bakara 282 ( ayetlerde böyle der). Çünkü bu zayıf görüşlülükten ileri geliyor. Münafıkların müninleri sefihlikle vasfetmesi bir iftiradır. Münafıklar zannediyorlarki müminlerin onlara muhalefeti (münafık olmamaları) akıllarının hafifliği sebebiyledir. Bu (münafıkların bu zanları) onları (Müslümanları) hakir gördükleri için değildir. (!?) Çünkü Müslümanlar içinde Araplardan ileri gelenler de vardı. 4-Bu sefih ve fesat ehlinin adetidir ki onlar ıslah ehline kötülük yapar iftira atarlar. Ki kötü halleri araştırılıp ortaya çıkarılmasın. Bunun için Ebu tayip el mütenebbi demiştir: Nakıs (kötü) birisinden benim kötü halim (haberim) sana gelirse, bu benim mükemmel olduğumun bir delilidir. Bu ayette zındığın hükmü ile ilgili zındıklığı açığa çıkar ve bilinirse müspet veya menfi hali için bir delil yoktur.Çünkü münafıklara “insanların inandığı gibi inanın diyenler onların akrabaları yada müminlerden arkadaşlarıdır. Ol müminler ki o münafıkların münafıklığını ifşa etmemişlerdir. Bu ayet peygamber yanında münafıkların hallerinin mutat bir yönle açık olduğuna delil değildir. Ancak münafıkların hallerine (Allah izniyle) nebi muttali olmuştu. Aslolan (münafıklığın) gizliliğidir. Bazı müminler de onlarla içli dışlı oldukları için münafıkların hallerini biliyorlardı. Peygamberimizden nifakın yayılmamasını öğrenmişlerdi (o müminler). Bu ayet nifak ve zındıklıkla ilgili bir hükme delil değildir. 5- “Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler).” (Bakara 13) Münafıkların kötü sözlerine mükabil, müminlere nusret olsun (diye Allah da onları bu sefih sıfatıyla sıfatlandırır.) eğer o münafıkların “o sefihlerin imanı gibi mi iman edeceğiz” bu ağır sözü olmasaydı, kuranda olara kötü söz söylemez, (sefih sıfatını vermezdi). Allahın adeti cahillerle muhatab olmamaktır. Ancak münafıkların (müminlere “sefih” demesine karşılık, kuranın da onlara asıl “sefih” sizlersiniz demesinin) durumu şu darbı mesele benzer, osöz “sen söyledin sen hak ettin” çünkü burası hakkı batıldan ayıretme açıklama yeridir. Hitabet adabında yerini bulduğu gibi orada kesinlik ve açıklık güzeldir. Allahu teala bunu “elê” kelimesiyle ilan etmiştir. Ki bu kelime ile yüklemin durumuna dikkat çeker. Kasr sigasıyla gelmiştir. Nasıl ki aynı şey “dikkat edin, haberiniz olsun ki, asıl fesatçılar onlardır” cümlesinde olmuştur. Sefihlik sadece ve sadece onların üzerine gasr olunmuştur müminlerde yoktur. bu izafidir yani, yalnız ve yalnız, hiç şüphesiz müminler değil münafıklar “sefihtir”. Sefihlik onlarda sabit olunca halimlik onlarda yoktur. Çünkü bu ikisi (“halim” ve “sefih”) akıllılarda bulunan iki zıt sıfattır. Buradaki “inne”haberi pekiştirmek içindir. Bu gasr’ında ifade ettiği şeydir. Zamirul fasl (innehüm hüm …) (ikinci hüm) gasr ı pekiştirmek içindir. Biraz önce geçtiği gibi. “ele” de (“ele” innnehüm hümül müfsidündeki “ele” gibidir. 6- Ve “fakat bunu bilmezler” sözü: Allah ilmi, sefih olma bilgisini, onlardan nefy etmiştir. Önceki iki ayetin muhalifi olarak “yeşurun” kelimesiyle değil yalemun” kelimesiyle. Çünkü onların sefihlikle nitelenmesi gizli olan bir durum değildir. Onların bu halini bilmek için şuura gerek yoktur. bunu bilmemek şuursuzluktur. Bilakis sefihlikleri gizli değil zahirdir. Çünkü onların her bir fırkayı bir yüzle karşılamaları, bu iki sıfattan birini seçmekte zorlanmaları, dinlerinde iyice sebat etmemeleri, Müslüman olmamaları… Çünkü onların bu sefahat” sıfatı gizlenemeyen bir durumdur. Onların küfrü bir erdem zannetmeleri, müminlerin taklit ettikleri imanı da sefih bilmeleri onların ilminin olmadığına delalet eder. 1. ÜNİTE 4. METİN NEFİS TERBİYESİ ALİ İMRAN SURES, 105. AYET Bismillahirrahmenirrahim 1-“Ey iman edenler, üzerinizdeki (yükümlülük) kendi nefislerinizdir. (Siz kendinizi düzeltin) Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. O, size yaptıklarınızı haber verecektir.” (maide 105) Toplu manası şöyledir: Allah teala, müşriklerin cehaletini, inadını, azgınlıklarını ve fesadını yerdikten sonran azarlama ve uyarma da onlara fayda görmemiş bilakis cehaletlerinde ısrar etmiş ve dalaletlerinde kalmışlardır. 2- Allahu teala müminlere nefislerini, Salih ve faydalı işlerle ıslah etmelerini önemsemelerini emretmiştir. Allahu teala müminlere açıklamıştır ki müminler nefislerini ıslah edip Allahın vacip kıldığı amelleri gerçekleştirdiklerinde ki o farzlar da: ilimdir, ameldir, öğretmektir ve irşad etmektir. Bundan sonra sapıkların ve sıradı müstegimden ayrılanların sapkınlıkları, aşırı taklide gidenler ve cehalet karanlıklarında olanlar, doğru yoldan sapmış olanlar müminlere zarar vermez. İZAH: 3- “Ey iman edenler, üzerinizdeki (yükümlülük) kendi nefislerinizdir. (Siz kendinizi düzeltin) Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez…” yani : nefislerinizi günahlardan koruyun ve onu rabbine yaklaştırıp azabından koruyacak şeylere bakın. Siz hidayet üzere olduğunuzda başkalarının sapıklığı size zarar vermez. “…Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez…” (en’am 164) “…Tümünüzün dönüşü Allah'adır. O, size yaptıklarınızı haber verecektir.” 4- Sizin de sizinle hidayet üzere olmayan sapıkların dönüşü de yalnız Allahadır. Dünyada yaptığınız şeyleri size hesap anında haber verecek ve onunla sizi mükafatlandıracaktır. İbni kesir rivayet etti ki: Hz. Eba bekr ayağa kalkıp Allaha hamd ve sena ettikten sonra dedi ki: Ey insanlar siz şu ayeti “Ey iman edenler, üzerinizdeki (yükümlülük) kendi nefislerinizdir…” okuyorsunuz. Siz bu ayeti kendi yerinin dışında bir yere koyuyor (başka manada anlıyor) sunuz. Ben Allah Rasülünden işittim ki: “ İnsanlar kötülüğü görür de onu değiştirip gidermezlerse Allahın azabı umumi olur.” 5- Tirmizi ebi Umeyye Eşşeybaniben rivayetle der ki: Eba Teğlebe el Huşeniyye’nin yanına geldim dedim ki; bu ayetten sen ne anlıyorsun? Dedi hangi ayet? Dedim Allahu Tealanın şu sözü: “Ey iman edenler, üzerinizdeki (yükümlülük) kendi nefislerinizdir. (Siz kendinizi düzeltin) Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez…” Vallahi onu bir bilene Rasülellaha sordum. O dedi ki: “Marufu emredip münkeri nehyedin. Cimriliğin saygınlaştığı, hevaya uyulduğu, dünya (ahrete)tercih edildiği, herkesin kendi görüşünü beğendiği zaman sen kendi nefsine bak, (kendini koru) avamı terk et. Muhakkak sizin önünüzde bazı günler olacak o zaman sabreden, ateş korunu avuçlayan gibidir. O gün (hayırlı) amel işleyene, sizin gibi amel işleyen, elli kişinin ecri vardır.” 6- İbni Cerir ibni Ugale’den rivayet etmiştir ki: “İbni Ömere denildi ki, bu karışık günlerde otursan yerine de ne emretsen ne de nehy etsen çünkü Allahü Teala buyuruyor ki: (…Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez…) İbni Ömer dedi ki: bu ayet benim ve arkadaşlarım hakkında değildir. Çünkü rasülellah buyurmuştu ki: (Burada bulunanlar (benden aldıklarını) bulunmayanlara tebliğ etsin.) Biz orada bulunuyorduk ancak siz orada değildiniz. Ancak bu ayet bizden sonra gelecek toplumlar içindir ki onlardan (hayır söz) söyleyenlerin sözü kabul edilmez.” 7- ÖZET: Seleften Raviler ittifat etmişlerdir ki, müminler kendi nefislerini ıslaha önem verip başkalarınınkini önemsemezse hidayette değildir. Başkasına iyiliği emrederek, kötülüğü yasaklayarak ıslah edecek. Bu musamaha olmayan bir farz’dır. 8- Bu farz ancak şu durumda düşer ki, insanlara vaaz ve irşad tesir etmeyip (hakikata) dönmeyecek kadar fesat içindedirler. Yada vaaz ve irşad edene eziyet edilecek (kadar fesat ilerlemişse) onlar nasihatından bir fayda gelmeyeceğini bilir veya kuvvetli bir zannı olursa yada emri bil maruf ve nehy anil münker yaptığında eziyet görecekse. Eğer bu onu tehlikeye götürecek dereceye gelirse haramdır. 1. ÜNİTE, 5. METİN ------ NEBE SURESİ ------ CENNET VE CEHENNEM TASVİRİ 1-İfadenin akışı sura üfürülmesinin ve mahşere toplanmanın ardından bir adım daha atıyor ve tağutlarla ; muttakilerin varacakları yeri tasvir ediyor. Buna ilk gruptan yani o günü yalanlayanlardan ve o büyük haberi birbirine soranlardan başlıyor. “21- Cehennem de suçluları gözetleyip durmaktadır. 22- Orası azgınların varacağı yerdir. 23- Orada sonsuza dek kalacaklardır. 24- Orada ne bir serinlik ne de içilecek bir şey tadarlar.25- Yalnız kaynar su ve irin içerler. 26- Yaptıklarına uygun bir ceza olarak 27- Çünkü onlar bir hesap görüleceğini ummuyorlardı. 28- Ayetlerimizi de tamamen yalanlamışlardı.” Onlar böyle yaparken Allah onların aleyhine her şeyi bir harf bile atlamadan en ince bir şekilde sayıyordu. “29- Biz de her şeyi sayıp yazmıştık. 30-Şimdi tadın, artık size azaptan başka bir şeyi artırmayacağız.” 2-Gerçek şu ki cehennem yaratılıp var edilmiş ve azgınları bekleme yeridir. Gerçekten cehennem onları beklemekte ve gözetmektedir, onlar da sonunda oraya varacaklar. Kendilerini karşılamak için hazırdır. Sanki onlar, yeryüzünde bir yolculuğa çıkmışlar sonra da asıl barınaklarına geri dönmüşlerdir. Yada onlar yıllarca sürecek, upuzun yeni bir yerleşim için asıl barınaklarına gelmektedirler. "Yaptıklarına uygun bir ceza olarak orada ne bir serinlik ne de içilecek bir şey tadarlar.”(24) Sonra (yüce Allah bu yargının yani hiçbir şey tadamayacakları yargısının) istisnasını getiriyor. (Aman Allah'ım) istisna daha da acı daha da felaket. "Yalnız kaynar su ve irin."(25) Ancak boğazlarını ve karınlarını yakıp kavuracak kaynar suyu tadacaklar. İşte bu serinliktir. Ğassag ise, ancak yananların vücutlarından akan ve damlayan irindir. Bu da içecek tir. "Yaptıklarına uygun bir ceza..." Amel birikimlerine ve yaptıklarına uygun ceza budur... "Çünkü onlar bir hesab görüleceğini ummuyorlardı." Ve (cehennem gibi bir) dönüş yerine varacaklarını beklemiyorlardı. "Ayetlerimizi de tamamen yalanlamışlardı." ifadede yer alan sözcüklerin tonundaki şiddet, onların yalanlamalarının şiddetini ve bunda ne kadar ısrarlı olduklarını ilham ediyor. Yüce Allah onlara yaptıkları herşeyi hiçbir harfi dışarda bırakmaksızın inceden inceye sayarken ve "Biz de herşeyi sayıp yazmıştık."(29) Burada durumlarının değiştirilmesi yada hafifletilmesi konusunda ümitleri kesen tehdit geliyor. Ve "Şimdi tadın artık size azaptan başka birşeyi artırmayız."(30) buyuruyor. 3-Sonra, cehennemdeki azgınların ve zalimlerin sahnelerinin ardından, karşı sahne, nimetler içinde yüzen müttakilerin sahnesi gelmektedir. “31- Takva sahipleri içinde başarı ödülü vardır. 32- Nice bahçeler, bağlar, 33- Göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar ve 34- Dolu dolu kadehler 35- Orada ne boş bir söz ve ne de yalan işitirler. 36- Bunlar Rabbinin katından yaptıklarına karşılık yeterli bir ihsan olarak verilmiştir”Orada cehennem, azgınlar için bir gözetleme yeri ve barınaktır. Oradan asla kurtulamayacak ve (başka bir yere) gidemeyeceklerdir. Müttakiler ise buna karşın “Bahçeler ve üzüm bağları”(32) şeklinde simgelenen kurtuluş yerine ve barınağa gideceklerdir. Özellikle üzümü zikretmesi ve belirlemesi, muhataplarının üzümü tanımış olmalarındandır. Ayet metninde yer alan "Kavaib" memeleri büyüyüp tomurcuklanmış genç kızlar "etrab" ise bir yaşta ve aynı güzellikte "Ke'sen dihaka" ise, dolu kadehler demektir. Bu nimetler insanın kavrama yeteneklerine yaklaştırıldıkları için duyu organları ile dış yüzleri kavranabilir. Ama dünya ehli bu nimetlerin gerçek tatlarının ve bunladan doyuma ulaşmayı kavrayamazlar çünkü yeryüzü sakinlerinin idraki ve tasavvurları dünyayı anlayacak kabiliyet kadardır. "Orada ne boş bir söz ve ne de yalan işitirler."(35) Cennet hayatı, boş şeylerden ve tartışmanın eşlik ettiği yalancılıktan korunmuştur. Hakikat orada cedele ve yalanlamaya yer yoktur, kendisinde hayır olmayan boş şeyler gibi. O cennet ebedi yurda layık, yüksek ve faydalı bir haldedir. (Bu öyle bir yücelik öyle bir doyumdur ki tam ebedi yurduna layıktır.) "Bunlar Rabbinin katından yaptıklarına, karşılığı verilenlerdir."(36) Biz burada, yer alan "cezâen" ve "atâen" ifadeleri arasındaki taksimatta söz ve müzikal ahengin açık olduğuna da işaret ediyoruz. 4-Bütün her şeyin tamamlandığı günün sahnelerinden sonuncusu ki o gün: soranların sorduğu, ihtilaf edenlerin ihtilaf ettiği gündür. Bu surede son sahne geliyor. Bu sahnede Cebrail (a.s.) ile Melekler Rahmanın huzurunda korku içinde saf tutarak beklemektedirler. O yüce ve heybetli huzurda ancak Rahmanın izin verdiği kimseler konuşabilmektedir. “37- O, göklerin yerin ve ikisi arasında olanların Rabbidir. O, önünde kimsenin konuşamayacağı Rahman olan Allah'tır. 38- Cebrail ve meleklerin dizi dizi durdukları gün, Rahman olan Allah'ın izni olmadan kimse konuşamayacaktır. Konuştuğu zaman da doğruyu söyleyecektir.” 5- Geçen bölümde anlatılan bu ceza, yani azgınların cezaları ve müttakilerin mükafatları, "Senin Rabbindendir." Evet tüm bu karşılıklar "Göklerin, yerin ve ikisi arasında olanların Rabbinden"dir.Bu ifadeler, (biraz sonra değinilecek) büyük gerçek ve dikkat çekilecek nokta için hazırlanmış uygun bir ortamdır. Bu gerçek, tüm insanları, gökleri, yeryüzünü, dünyayı ve ahireti kapsayan bir tek ilahın olduğu gerçeğidir. Bu gerçek, azgınlığa ve takvaya hak ettiği karşılığı verecek olan ve dünyanın da ahiretin de sonunda varıp kendisine dayanacağı bir tek ilahın olduğu gerçeğidir. Sonra o yüce ilah "Rahman"dır. Azgınlara ve müttakilere verecek olduğu bu karşılık rahmetindendir. Dahası azgınlara ve zalimlere vereceği azab ile takvalıların ödülü bile yüce Allah'ın rahmetinin eseridir. Çünkü Kötülüğün cezasını bulması ve sonunda akıbetinin iyilikle aynı olmaması da, O'nun rahmetinin eseridir. 6- Rahmetin yanısıra celalliği vardır. “Onda (günde) konuşmaya malik değildirler” Çünkü, o korkunç ve dehşetli günde, Cebrail'in ve diğer meleklerin "Konuşmadan dizi dizi durdukları" o günde Ancak Rahman'ın izin verdiği konuşacaktır ve doğruyu söyleyecektir. Zaten Rahman da ancak doğru söyleyeceğini bildiği kimseye konuşma izni verecektir. Yüce Allah'a yakın olup ve her türlü günahtan ve isyandan uzak olanların konumuda böyledir, Allah izin vermedikçe susarlar ve konuştuklarında da hesaplı konuşurlar. (Buradaki) hava, heyecan, korku, heybet, yücelik ve vakar ile karışıktır. İşte bu sahnenin ışığı altında bir uyarı haykırışı ve yaptığına aldırmadan gaflet uykusuna dalmışları sarsacak, bir sarsıntı kopar. (Yine) o korkunç sarsıntı şüphe içinde soru soranlar içindir. İhtilafa ve soru sormaya mecal olmayan “gerçek gün budur.” O cehennem kendisi için bir barınak ve varış yeri olmadan önce “Dileyen kimse Rabbine götürecek bir yol benimser.”(39) O bir uyarıdır ki, (gaflet uykusundan) sarhoşluktan uyandırır. “Sizi yakın gelecekteki azabla uyardık”(40) Cehennem sizleri beklemektedir, sizleri gözetlemektedir, (bu ayetlerde) gördüğünüz biçimi ile. Dünya bütünü ile kısa bir yolculuktan ve (yakında bitecek) bir ömürden ibarettir. Ve (ardından) bir korku azabı gelmektedir. Kafire yok olmayı var olmaya üstün tutturacak bir azaptır bu. "..O gün kişi elleriyle yaptıklarını görür ve kafir de `Keşke toprak olsaydım' der.”(40) Bu sözü ancak dayanılmaz sıkıntı ve şiddete düşen kişi söyler. 7- Bu öyle bir ifade ki, atmosfere heybet ve pişmanlık vermektedir. Hatta insan denen varlık yok olup ortadan kalkmayı kimsenin önem vermeyeceği değersiz bir nesne haline gelmeyi temenni eder. Ve insan yok olmayı, ya da değersiz bir nesne olmayı, o şiddetli ve korkunç durumla yüzyüze gelmekten daha hafif bulur. Bu durum bu büyük haberi (küfründen dolayı) soranların sorusuna ve şüphe edenlerin şüphesine mukabil bir konumdur. söze izin verecektir? 1. ÜNİTE 6. METİN
İHLAS SURESİ 1 - 5. AYETLER 1. “De ki: O, Allah'tır, bir tektir." 2- "Allah Samed'dir. (Her şey O'na muhtaçtır, o, hiçbir şeye muhtaç değildir.)" 3- “Ondan çocuk olmamıştır (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir)." 4-"Hiçbir şey O'na denk ve benzer değildir." Sure Allahı zatının birliği ile vasfediyor.ve Allahtan başka bütün varlıkların ihtiyaç için ona yöneleceğini. Hiçbir şey ona zatında sıfatında ve fiillerinde ortak değildir. İşte bu kurani bir tevhiddir ki o kuranı kerime hastır. Bütün İslami bilgiler de bunun üzerine inşa ediliyor. Surenin faziletine dair haberler çoğalmış taki iki fırka yolundan varid olmuştur. Kuranın üçte birine denktir. İnşallah (konuyu anlatırken) geleceği gibi. Bu surenin Mekki ve Medeni olma ihtimali vardır. Sebebi nuzulu ile ilgili bazı revayetlerden onun mekki olduğu açıktır. Ve o dört ayettir. 2. (Rivayete dayalı yorum) Kafi’de Muhammed ibni Müslim o da ebi Abdillah isnadıyla (şöyle Rivayet vardır) : Yahudiler Rsülellaha as sorarak Rabbini bize anlat dediler, (Peygamberimiz) üç gün cevap vermeden bekledi ve “de ki o Allah birdir.” Ayetler sonuna kadar nazil oldu. Askeriden gelen delilde soruyu soran Yahudi Abdullah b. Suriya idi. Ehli sünnetten bazı gelen rivayetlerde ise soran Abdullah ibni Selemdir. O bunu Rasülüllaha Mekkede sordu sonra da iman etti (ancak) imanını gizledi. Bazı rivayetlerde de Yahudi olan bazı insanlar bunu sordular.bir çok Sünni rivayetlerde bunu Mekkeli Müşrikler sordular. Vasıf ve niteliklerinden murat nasıldır? (yani Allahın vasıfları ve nitelikleri nedir?) 3. Meanide de Esbağ ibni nebatat oda hz. Aliye isnatla bir hadiste şöyle buyrulur: Allahü Tealanın nesebini (ne olduğunu) sana soranlara sen “Deki o Allah birdir.” İlelde, Caferi Sadığa isnad edilen mirac hadisinde Allahü Teala nebisine nazil olduğu gibi oku ve :” Deki o Allah birdir.” Bu benim nesebim ve sıfatımdır.” buyruldu. Dürril Mensurda Ebu Ubeydenin tahriciyle Fezailinde (kitabında) ibni Abbastan rivayetle Peygamberimiz dedi ki:” Gul hüvellahü ehad… kuranın üçte biridir.” 4. Ben diyorum ki: bu yoldan (ehli sünnetten) bu manada pek çok rivayet sahabeden nakledilmiştir. Önceki hadiste geçen İbni Abbas, ebidderda, ibni ömer, Cabir, ibni mesud, ebu said hudri, muaz ibni enes, ebu eyyüp, ebi ememe, ve diğerleri peygamberden rivayette bulunmuşlardır. Aynı şekilde Ehli beyt İmamlarından da bu şekilde rivayetler olmuştur. Onlar bu surenin kuranın üçte birine denk olmasını değişik şekillerde yorumlamışlardır. Bu yorumların en orta olanı, Kuranda bulunan bilgiler üç gruba ayrılır. Ki bunlar: Tevhid, nübüvvet ve ahirettir. Bu sure üç ana konudan birisini kapsıyor, o da tevhid’dir. 5. Tevhidde (kitabında) emiril müminden, bedir savaşından bir gece önce uyurken Hızır as’ı gördüm ona dedimki bana bir şey öğret ki ben onunla düşmanlara galip geleyim. Hızır as dedi ki, “ey o (Allah), ey o kendisinden başka olmayan o (Allah).” Sabah olunca bunu rasülullaha anlattım, o bana dedi ki “ey Ali sana öğretilen ismi azamdır.” Bedir günü bu (ismi azam) benim dilimde idi (diyor Hz. Ali). 6. Müminlerin Emiri (hz.Ali) “gulhüvellahü ehadı” okuyup bitirdi. (ve) Dedi ki: “Ey o (Allah), ey o kendisinden başka olmayan o (Allah). Beni bağışla ve kafirlere karşı beni muzaffer kıl.” Usulul Kafide (kitabında) davud ibni gasım el Caferiden isnadla (davud) dedi ki: Babam Cafere (ikinci) dedim ki, “samed nedir”? dedi ki: az veya çok kendisine gidilen, başvurulandır. 7. Ben “samed”in tefsirinde diyorum ki, onlardan rivayet edilen başka manaları vardır. Bagıri ra den rivayetle, “Samed”: kendisine itaat edilen, üzerinde emreden ve nehyedeni bulunmayan büyüktür. Hüseyin ra dan, “samed”: karnı olmayan, “samed”: uyumayan, “samed”: yok olmamış ve yok olmayacak olandır. Seccad ra den, “samed” bir şeyin olmasını murad edince o şeye ol der o da oluverir. “samed”: eşyayı yoktan var edip, onu zıtlık, şekil ve çiftler halinde yaratandır. (Allah) Birliğinde tek olup, zıddı, şekli, örneği ve benzeri olmayan kendine özel bir varlıktır. “Samed”in asıl manası Ebi Caferi saniden rivayet ettiğimizdir, ki onun lugat manası sameddir. Ehli beytten nakledilen çeşitli manalar samed manasının gerektirdiği manadır. Bu zikrettiğimiz mana da allahu tealanın kasdettiği manadır. Her şey bütün ihtiyaçlarında ona bağımlıdır. Allah için herhangi bir ihtiyaç karşılamak olmaksızın, her şey ona yönelir. 8. Tevhide veheb ibni veheb el gurayşi o da sadıktan o da babalarından rivayetle, Basralılar hz Hüseyine yazmışlar ki. “samed nedir”? o da onlara yazmış, besmeleden sonra “Kurana dalmayın, onun hakkında mücadele etmeyin, bilgisizce onunla konuşmayın, ben dedemden (Rasülüllahtan) işittim ki “kim bilgisi olmadan Kurandan bir şeyler söylerse, o cehennemdeki yerine hazırlansın”. Allahü Teala “samed”i, allahaü ehad, allahüssamed diye tefsir etmiştir. Sonra onu, “Ondan çocuk olmamıştır (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir)." 4-"Hiçbir şey O'na denk ve benzer değildir." Diye tefsir etmiştir. Onda (tevhid kitabında) ibni Ömeyrden o da Musa ibni Caferden isnatla rivayet etmiş, şöyle demiştir: bil ki Allah birdir, sameddir, doğurmamış ve mirasçısı yoktur, doğmamış ve ortağı da yoktur. Onda (tevhid kitabında) yine vardır: hz Alinin bir hutbesinde, doğmadığı için izzetinin ortağı ve doğurmadığı için de, yok olduğunda, mirasçısı yoktur. Onda (tevhid kitabında)ki bir hutbede, Allah bir benzerinin olmasından yücedir.
__________________ Büyükler fikirleri, Ortalar olayları, Küçükler kişileri tartışır.
|