Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 Arkadaşları:32 Cinsiyet:Bay Memleket:İst Yaş:39 Mesaj:
3.185 Konular:
1383 Beğenildi:174 Beğendi:17 Takdirleri:216 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Sistematik Kelam [Ünit 09 Ders Özeti] (Dokuz Eylül) Sistematik Kelam [Ünit 09 Ders Özeti] (Dokuz Eylül) 9. ÜNİTE / İMAN VE MAHİYETİ
Sözlükte, e-m-n ( أ-م- ن ) kökünden türeyen emân, emânet gibi sözcükler, öz itibarıyla korku durumunun bulunmaması, güvenlik hissi gibi duygusal
durumların yanı sıra, emîn olmak gibi bilişsel halleri de içermektedir.Kelam ilmi terminolojisinde ise, iman kavramının tanımı ve onu oluşturan
unsurların neler olduğu konusu itikadî mezheplerin yaklaşımlarına göre farklılıklar arz etmektedir. Şimdi bu tanımlamalardan öne çıkan bazılarını burada
aktaralım:
a) İman, kalbin bilgisi/mârifetidir. Bu görüşü kabul edenler, Bu görüşü kabul edenler, imanın, iman konusu olan şeyler hakkında kalpte oluşan bir bilgi
olduğunu, tasdik olmaksızın böyle bir bilginin iman için yeterli olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu görüşü kabul edenler Cehmiyye’nin kurucusu Cehm b. Safvan
(128/745), Mürcie’den Ebu’l-Hüseyin es-Sâlihî (168/785) ve bazı Şiî gruplardır.Bu görüşe karşı çıkanlar ise bakara suresi, 146.ayeti delil gösterirler.
b) İman, dil ile ikrardır :Muhammed b. el-Kerrâm tarafından kurulan Kerrâmiye fırkası ile bazı Mürcie taraftarları, imanın sadece dil ile tasdik olduğu
görüşündedir.Bunlara göre bir insanın dil ile kelime- tevhid getirmesi iman için yeterlidir. Kerrâmiye’ye göre, dil ile ikrar kişinin, münafık bile olsa, mümin
olarak kabul edilmesini sağlasa da, bu durum onun âhirette cehennemden kurtulması için yeterli değildir.
c) İman, kalp ile tasdiktir. Eş’arî ve Mâtürîdî kelamcıların hemen tamamı bu görüşü benimsemektedir. Onlara göre iman, kalbin inanılan şeyin gerçekliğini
onaylaması, doğruluğunu kabul etmesi anlamına gelmektedir. Ehl-i Sünnet kelamcıları, imanı meydana getiren ana unsurun kalbin tasdiki olduğunu
belirtmekle birlikte, dil ile ikrar ve bedenen yapılan amellerin, ondan tamamen bağımsız olduğu görüşünü doğru bulmazlar.Onlara göre kalp ile tasdik bir
insanın mü’min olması için gereklidir. Ehl-i Sünnet kelamcıları, imanın kalp ile tasdik olduğuna dair görüşlerini bazı deliller ile desteklemektedirler.T asdikin
asıl yeri dil değil, kalptir. Aksi takdirde, münafıkların kalplerinde bulunmayan tasdiki dilleri ile ifade etmelerini, geçerli bir iman olarak görmek gerekir.
d) İman, kalp ile tasdik, dil ile ikrardır İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe ve onun yolunda giden bazı Hanefî fakihlerin benimsediği bu yaklaşıma göre tasdik,
imanın esasını oluşturan unsurdur. Ebû Hanîfe, tasdikin kalp ve dil ile gerçekleşmesi halleri üç sınıfta toplamaktadır. Buna göre, kalbinde tasdik bulunup bunu dili
ile ifade edenler, hem ALLAH Teâlâ katında hem de insanların yanında mümindir. Kalbinde tasdik bulunduğu halde, bunu dili ile yerine getirmeyenler, ALLAH katında
mümin olmakla birlikte insanların nazarında mümin kabul edilmez. Kalbinde tasdik olmadığı halde dili ile iman ikrarında bulunan kişi ise, Müslümanlara göre
mümin kabul edilse de ALLAH katında münafıktır.
e) İman, kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve beden ile amel etmektir. Bu görüşü Hâricîler, Mu’tezile, Zeydiyye, Ashabu’l-Hadîs/Selefiyye ve bazı Sünnî fakihler
benimsemektedirler. Hâricîlere göre, imanın tanımında yer alan amel rüknünde ortaya çıkan bir kusur, yani kişinin ALLAH Teâlâ tarafından emredilenleri terk
etmesi veya yasaklanan fiilleri işlemesi, onu imandan çıkarır. Mu’tezile’ye göre amel, imanın tanımına dâhil bir rükündür. Hatta onlardan bazıları, farzların
yanı sıra nafilelerin de iman kapsamında yer aldığı görüşündedir. Buna göre, ibadetlerinde kusur gösteren veya büyük günah işleyen kişinin imanı makbul bir
iman değildir. Mu’tezile de Hâricîler gibi, bu durumdaki birinin imandan çıkmış olduğunu benimserler. Ancak onlardan farklı olarak, bu kişinin küfre girmediğini,
ikisi arasında bir konumda (el-menzile beyne’l-menzileteyn) bulunduğunu ileri sürerler. Başta Ahmed b. Hanbel (241/855) olmak üzere Ashâbu’l-Hadîsin
önde gelen isimleri ve İmam Mâlik (179/795), İmam Evzâî (157/774) ve İmam Şâfiî (204/819) gibi Sünnî bazı fakîhler ise, amelin imana dâhil bir rükün
olduğunu kabul etmelerine rağmen, bu alanda ortaya çıkan kusur sebebiyle kimsenin imandan çıkmayacağı görüşünü benimsemişlerdir. Bu durumda
bulunan birisinin, âhirette ALLAH Teâlâ tarafından affedilmesini ummakla birlikte, yaptıklarından dolayı cezalandırılmasından korktuklarını ifade etmişlerdir.
Diğer bir ifadeyle böyle bir kişinin âhiretteki durumunu ALLAH’a havale etmişler, imanı sebebiyle ebedî olarak cehennemde kalmayacağını, ancak günahları
münasebetiyle, ALLAH Teâlâ affetmeyecek olursa, cezası miktarınca cehenneme girebileceğini ileri sürmüşlerdir. Bu son görüş aslında, hadîs ehlinin yanı sıra
Ehl-i Sünnet kelamcılarının da ortak görüşüdür. İMAN-İSLÂM KAVRAMLARININ KARŞILAŞTIRILMASI
Mu’tezile’ye göre, iman ve islâm tabirleri aynı hakikati anlatmak için kullanılan kelimelerdendir. Onlar, amel etmenin imana dâhil olduğunu açıklamak üzere,
bu iki kavramın eşanlamlılığını ileri sürmüşlerdir. İki kavram arasında bir fark olmadığı görüşünde olanlardan bir diğeri de Mâtürîdîlerdir. Eş’arî kelamcıların
meseleye yaklaşımları ise daha farklıdır. Onlara göre, iki kavram arasında bazı farklar bulunmaktadır. İman tasdik, islâm ise boyun eğme ve kabul
anlamlarına gelmektedir. Bu ise, islâm kavramının iman kavramına göre daha geniş olduğu ve onu kapsadığı anlamına gelmektedir. İki kavram arasındaki ilişki
şuna benzetilebilir: Her peygamber sâlih bir kuldur; ancak her sâlih kul peygamber değildir. Söz konusu âyet-i kerîmesinde ALLAH Teâlâ “Bedevîler, ‘inandık’
dediler. De ki: Siz iman etmediniz; ama ‘islâm olduk/boyun eğdik’ deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi…” (Hucurât, 49/14) buyurmaktadır. Buna göre, ALLAH
Teâlâ, “iman ettik” diyenlerin bu sözlerini kabul etmemekte, imanın onların kalbine henüz girmediğini belirtmekte ve “eslemnâ” (islâm olduk/boyun
eğdik) demelerini istemektedir. Dolayısıyla âyette iki kavram belirgin bir şekilde birbirinden ayrılmaktadır. İmam Mâtürîdî ise, âyette geçen islâm tabirinin, dinî
terminolojide kullanıldığı şekliyle değil, sözlük anlamıyla geçtiğini belirterek, bu görüşü benimseyenlere itiraz eder. Ona göre buradaki islâm tabiri, bunu
söyleyenlerin Müslüman olmalarını değil, Hz. Peygamber (sas)’in otoritesine teslim olma ve boyun eğme anlamını ifade etmektedir.İki kavramının farklılığını
ispat sadedinde ileri sürülen bahsi geçen hadîs-i şerifte de Cebrâil (as), Peygamber Efendimiz (sas)’e gelerek iman, islâm ve ihsan kavramlarını sormuş, ardından
onun verdiği cevapları tasdik etmiştir. Bu sorular karşısında Peygamber Efendimiz (sas)’in cevapları şu şekilde olmuştur: İman, ALLAH’a, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayrı ve şerriyle kadere iman etmendir. İslâm ise, ALLAH’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve
elçisi olduğuna şehâdet etmen, namazı kılman, zekâtı vermen, hacca gitmen, Ramazan orucunu tutmandır. (bkz. Müslim, Sahih, İman, 102; Tirmizî, Sünen, hadîs
no: 2610; vd.). Eş’arîlere göre bu hadîs-i şerif açık bir şekilde iman ve İslam avramlarını biribirnden farklı bir şekilde tarif etmektedir. İmâm-ı Âzam da,
iki kelime arasında dilsel açıdan bir fark olduğunu kabul etmekle birlikte, ikisinin birbirinden ayrılması mümkün olmayan, aksine birbirini gerektiren
kavramlar olduğu görüşündedir. Ona göre iman ve islâm, sırt ve karın gibi birbirine yapışık kavramlardır. İMAN-AMEL İLİŞKİSİ
Konunun, Hz. Ali döneminde yaşanan iç karışıklıklar esnasında özellikle Hâricîlerin tutumları ile oldukça büyük bir probleme dönüştüğünü söyleyebiliriz. Sıffîn
savaşını takip eden hakem olayını bahane eden Hâricîler, “ALLAH’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir” (Mâide, 5/44) âyetine
dayanarak, ALLAH Teâlâ’nın Kitab’ıyla bildirmiş olduğu hükümlerin dışına çıkanları kâfir olmakla itham etmişlerdi. Dolayısıyla Hâricîler, ameli imanın içerisinde
gören gruplar arasında en sert ve tavizsiz tarafı temsil etmektedir. Mu’tezile’nin kurucusu kabul edilen Vâsıl b. Atâ (131/748), Hârîcîlerin iddiaları bağlamında
büyük günah işleyen (mürtekib-i kebîre) bir kişinin durumu hakkında Hasan-ı Basrî’ye sorulan bir soruya, böyle bir kişinin fâsık olduğu, imandan çıktığı, fakat
küfre girmediği, ikisi arasında bir konumda (el-menzile beyne’l-menzileteyn) bulunduğu, şayet tevbe etmeden ölecek olursa âhirette ebediyen
cehennemde kalacağı şeklinde cevap verir. Onlara göre, büyük günah işleyenin yapması gereken, imana dönüşünün bir göstergesi olarak tevbe etmektir.
Aksi takdirde imanının yokluğuna hükmedilecektir. Fakat bunu bilebilecek olan sadece ALLAH Teâlâ olduğu için, bu hüküm de O’nun tarafından âhirette
verilecektir. Mu’tezile’nin bu görüşünün Hâricî görüşten ayrıldığı bazı noktalar mevcuttur. Öncelikle Mu’tezile, büyük günah işleyenleri, doğrudan kâfir
statüsünde değerlendirmemektedir. Onlara göre bu kişi, fâsık olması bakımından mümin olarak görülmese de, toplum içerisinde diğer Müslümanların
haklarının tamamına sahiptir. Diğer bir ifadeyle böyle biri, hâlâ İslâm toplumunun bir üyesidir. Bununla birlikte eğer tevbe etmeden ölecek olursa âhiretteki
durumu, kâfirden farklı değildir, yani ebedî olarak cehennemde kalacaktır. Ameli imanın bir parçası olarak gören diğer bir zümre ise, yukarıda isimlerini
zikrettiğimiz Ehl-i Sünnet içerisinde değerlendirilen Ashâbu’l-Hadîs ve bazı fakîhlerdir. Örneğin “İman yetmiş küsur şubedir. Bunların en üstünü ‘ALLAH’tan başka
ilah yoktur sözü’, en düşüğü eziyet veren bir şeyi yoldan kaldırmaktır. Bunlara göre, amelde meydana gelen kusurlar, hiçbir şekilde kişiyi mümin olmaktan
çıkarmazlar. Dolayısıyla büyük günah işleyenlere veya ALLAH Teâlâ’ya itaatte hata edenler kâfir veya Mu’tezile’nin yüklediği anlamda fâsık hükmü
verilmez. Ameli imanın bir rüknü olarak görmeyenler ise başta İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe ve takipçileri ile Ehl-i Sünnet kelamcıları gelmektedir. Ebû Hanîfe bu
konuda birtakım fikirler dile getirmektedir. Ona göre, eğer din, ALLAH Teâlâ’nın bütün emrettiklerini yapmak ve bütün yasakladıklarından kaçınmak olsaydı,
bunlardan birini yapmayan kâfir olurdu. Oysa Kur’an-ı Kerîm, bu konularda kusur gösterenleri mümin olarak isimlendirmeye devam etmektedir. Diğer
taraftan, ALLAH’ın emirleri mümin kullara yönelmiştir. Örneğin “İman eden kullarıma söyle, namazı dosdoğru kılsınlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli
veya açıktan infakta bulunsunlar…Mümin kullar büyük ya da küçük günahları, ALLAH’a düşman oldukları veya O’nu inkâr ettikleri için değil, şehvet ve arzularının
baskın olması sebebiyle işlerler. Örneğin hastalığı sebebiyle bir kimseye “orucunu bırakabilirsin” denildiği halde “imanını bırakabilirsin” denmez. Eğer amel
imanın rükünlerine dâhil olsaydı, amelini terk edenin imanını da terk etmesi mümkün olurdu. Oysa din böyle bir şey vaz etmemiştir. mam Mâtürîdî, büyük
günah işleyenin imandan çıkmayacağı meselesini pek çok âyet-i kerîmeye dayanarak kabul etmekte ve karşı görüş ileri sürenlere de cevaplar vermektedir.
Eş’arî kelamcılar da aynı görüşleri benimsemektedirler. Amelin imana dâhil olmadığını gösteren uzun bahisler Eş’arî Kelâm kitaplarında da mevcuttur. Bu
delillerden en çok bilinenlerinden birisi de, bazı âyetlerde yer alan “iman edenler ve sâlih amel işleyenler…” şeklindeki terkiptir. Ehl-i Sünnet kelamcılarına
göre, eğer iman ve amel aynı şey olsalardı, birbirlerine atfedilmeleri dil kuralları açısından doğru olmazdı. İmanla amel arasındaki ilişki hakkında görüş ileri
sürenler arasında belirtilmesi gereken diğer bir grup da, aşırı Mürciîlerdir. Onlara göre, kâfire itaatin fayda vermemesi gibi, günahlar da mümine zarar vermez. İMANDA ARTMA-AZALMA
İmâm-ı Âzam, imanın artmasının, küfrün azalması, imanın azalmasının ise küfrün artmasıyla mümkün olabileceğini; oysa bir kişinin aynı anda hem
mümin hem kâfir olmasının imkânsız olduğunu hatırlatır ve bu fikri reddeder. Eş’arî kelamcılar, ameli imanın bir rüknü olarak kabul etmedikleri halde, bu
tartışmada imanın artma/azalma imkânı olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Sonuç olarak imanın, inanılacak şeylerin sayısı veya tasdikin niteliği bakımından
artma ya da azalmasının mümkün olmadığını, bununla birlikte kişiden kişiye değişebilen derece ve kuvvetlerde bulunabilmesi bakımından artıp
azalabileceğini söyleyebiliriz. İMANDA İSTİSNA
İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe, küfürde şüphe olmadığı gibi imanda da şüphe bulunmadığını belirterek, imanda şüpheyi ihsas eden ifadeleri söylemenin
doğru olmadığını kaydetmektedir. Ona göre “İşte onlar gerçekten mümin olanlardır…” (Enfal, 8/4) âyet-i kerîmesi bunu açıkça göstermektedir. Eş’arî kelamcılar
ise, konuyla ilgili farklı bir perspektife sahiptir. Onlara göre “ben, inşaallah müminim” ifadesi, kişinin taşıdığı şüpheyi belirtmek için değil, ölüm anında kendi
durumunun ne olacağını bilmemesi sebebiyledir. BİLGİ İMAN İLİŞKİSİ/MUKALLİDİN İMANI MESELESİ
Kur’an-ı Kerîm’de, özellikle temel inanç konuları ele alınırken, hepsi de bilişsel birer içeriğe sahip ilim, marifet, yakîn, hüccet, beyyine, burhan, delil, cehl, zan,
şekk gibi kavramları sıklıkla kullanılır. insana vâcip olan ilk şey nedir?” sorusuna kelâmcıların büyük çoğunluğu, “mârifetullaha götüren
tefekkür/düşünmedir” cevabını vermişlerdir. Bu görüş aynı zamanda şunu ifade etmektedir. Bizim, ALLAH Teâlâ hakkındaki bilgimiz, duyu algısına veya kesin
habere dayanan zarurî/zorunlu bilgi ile oluşmaz. Aksine mârifetullah için geçerli tek yol, sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilen rasyonel düşünceye dayanmaktadır.
Buna binaen Müslümanlar açısından, bilgi ve tefekkür, iman etmeden önce, inanma konusu olan şeyler hakkında gerçekleştirilmesi gereken süreçlerdir.
Bundan dolayı bilgi ve tefekkür temelli, araştırma ve incelemeye dayalı olarak elde edilen imana, tahkikî iman adı verilmektedir. Bu nitelikleri içermeyen, kişinin
sadece etrafındaki insanlara bakarak ve onları taklit ederek elde ettiği iman ise, taklidî iman olarak isimlendirilir. Bununla birlikte, taklidî imanın ALLAH katında
geçerli olup olmadığı hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Mu’tezile kelamcılarına göre böyle bir iman makbul değildir. Diğer bir ifadeyle âhirette sahibinin
kurtuluşa ermesine vesile olamaz. Ehl-i Sünnet’in iki ekolü olan Eş’arîlik ve Mâtürîdîlik, imanın, bilgi ve tefekküre dayanarak aklî araştırmayla elde edilmesi
gerektiği hakkında çok net görüşler bildirmişlerdir. Onlara göre, kişinin imanının faydasını görmesi ancak bu tarz bir tahkik sonucu ortaya çakabilir. mam Eş’arî,
gerekse İmam Mâtürîdî’nin, taklidî imanın geçersiz bir iman olduğu, sahibinin âhirette ebedî azaba uğrayacağına dair açık bir görüş bildirmediklerini
görmekteyiz. Ancak Ehl-i Sünnet içerisinde genel kabul edilen görüş, taklidî imanın geçerli olduğu yönündedir. Onların bu konudaki görüşü şöyle idi: Bir
delil olmaksızın taklit ile iman eden, mümindir. Ona İslâm hükümleri uygulanır. Bu kişi, itikâdı ve ibadetleri sebebiyle ALLAH’a karşı itaatkârdır. Ancak tefekkür
ve istidlâli terk etmesi sebebiyle âsi konumundadır. Bundan dolayı, onun hakkında fâsıklarla ilgili hüküm geçerlidir. Yani ALLAH Teâlâ’nın onu affetmesi veya
günahı kadar cezalandırması mümkündür. Ancak sonunda varacağı yer, şüphesiz cennettir. İMAN ESASLARI
İMAN ESASLARININ TESPİTİ: kelime-i şehâdet ile dile getirilen, ALLAH’tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed (sas)’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna iman
etmek, icmâlî iman olarak adlandırılır. Diğer taraftan Hz. Peygamberin getirdiği ve inanılması gereken şeylere tek tek ve ayrıntılı bir şekilde inanmaya ise
tafsilî iman denmektedir. Bir şeyin iman esası olarak belirlenmesinde dayanılan temel kriter, o şeyin Kur’an-ı Kerîm ve/veya mütevâtir hadîslerde bir inanç
konusu olarak ele alınmasıdır. Bu ilkeye istinaden Ehl-i Sünnet âlimleri, temel inanç esaslarını altı madde halinde, halk arasında “âmentü” olarak bilinen şekilde
formüle etmişlerdir. Bunlar, ALLAH’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere (hayır ve şerrin ALLAH’tan olduğuna) iman şeklinde
sıralanmaktadır. Âmentü esaslarının dışında Peygamber Efendimiz (sas) tarafından din olarak getirildiği zarurî olarak bilinen hususlar, zarûrât-ı diniye
olarak isimlendirilmiş ve bunlara imanın gerekliliği ifade edilmiştir. Örneğin, namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadetlerin farz oluşu, içki, kumar, zina, yalan
söyleme, hırsızlık gibi eylemlerin de haram olduğu, inanılması gereken maddeler arasında yer almaktadır.
KADERE İMAN: Ehl-i Sünnet kelamcılarına göre, kader konusunda aşırıya gitmiş iki fırka bulunmaktadır. Bunlardan ilki, insanın, özgür bir iradesi
olmaması sebebiyle yapıp etmelerinden sorumlu olmadığını ve âlemdeki her şeyin ALLAH’ın iradesi ile meydana geldiğini ileri süren Cebriyye fırkasıdır. Diğer
taraftan Kaderiyye fırkası, insanın, ALLAH’tan bağımsız bir irade ve kudrete sahip olduğunu ileri sürerek, insan eylemlerinin (ef’âl-i ibâd), tamamen kendisi
tarafından meydana getirildiğini ileri sürmektedir. Bu ise, ALLAH’ın mülkünde onun iradesinin dışında bir alan oluşturma olarak görülmüş ve İslâm’ın tevhîd
akidesine aykırı bulunmuştur. Zira böyle bir anlayış, ALLAH’ın insanlara akıl vermesi, onlara eygamberler ve kitaplar göndermesi, emir ve yasaklar şeklindeki
dini hükümlerle sorumlu tutmasını hikmetsiz, boş bir işe çevirmektedir. |