Tekil Mesaj gösterimi
Alt 06 Temmuz 2014, 14:59   Mesaj No:2

Medineweb

Medineweb Emekdarı
Medineweb - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medineweb isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13301
Üyelik T.: 04 Şubat 2011
Arkadaşları:5
Cinsiyet:erkek
Yaş:37
Mesaj: 4.833
Konular: 926
Beğenildi:342
Beğendi:0
Takdirleri:62
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Sıhhat yönünden haber çeşitleri

A. MAKBUL HABERLER

1. Sahîh Hadîsler ve Çeşitleri


Makbul hadîs çeşitlerinin başında yer alan sahîh, adalet ve zabt sı­fatlarını hâiz olan râvilerin, muttasıl senedle rivayet ettikleri şâz ve muallel olmayan hadîslerdir. Sahîh ile ilgili olarak verdiğimiz bu tarif, ameli ge­rektiren sahîh bir hadîsin, metin ve isnadında başlıca beş şartın biraraya gelmiş olması gerektiğini göstermektedir. Bir başka ifade ile, bir hadîsin sahîh vasfına sahip olabilmesi için, beş şartın o hadîste biraraya gelmesi lâzımdır. İşte bu beş şartı tam olarak kendisinde birleştiren hadîse, sahîh li-zâtihi, veya kısaca sahîh denilmiştir. Bu şartlardan herhangi birisi hadîste bulunmazsa, o hadîs, sahîh olma vasfinı kaybetmiş olur.
Sahîhin tarifinde zikredilen bu beş şart, sırasıyle şunlardır:
1.Sahîh hadîsin râvileri âdil olmalıdırlar. Âdil, adalet vasfına sahip olan kişidir. Adalet ise, insanı takva ve mürüvvet sahibi yapan bir me­lekedir; zira insanın şirk, fısk ve bid'at gibi her türlü büyük ve küçük günâhlardan sakınması, ancak bu meleke sayesinde mümkün olabilir. Bu sebepledir ki takva ve mürüvvet sahibi kimselere, hadîsçiler arasında adi veya âdil denir. Hadîs rivayetinde, râvilerde adaletin şart koşulması, âdil ol­madıkları bilinen, yahut hali bilinmeyen ve dolayısıyle âdil olup olmadıkları anlaşılamayan, yahutta kim oldukları bilinmeyen kimselerin rivayet et­tikleri hadîsleri sahîhin dışında bırakmak içindir.
2. Sahîh hadîsin râvileri zabıt olmalıdırlar. Zabt, râvinin, rivayet ettiği hadîste, yahut hadîsi yazmış ise, kitabında, fazla hata yapmayacak derecede hafız, dikkatli ve titiz olmasını sağlayan bir melekedir. Râvilerde zabtm şart koşulması, galatı çok, gafleti fahiş olan kimselerin hadîslerini sahîhin dışında bırakmak içindir.
3. Sahîh hadîsin isnadı muttasıl olmalıdır. İttisal, isnadta yer alan her bir râvinin, hadîsi kendisinden naklettiği şeyhine bizzat mülâkî olmuş ve hadîsi bizzat ondan almış olmasıdır. Böylece râvi ile şeyhi arasında açık veya gizli bir inkıta söz konusu olmaz. İsnadda ittisalin şart koşulması, munkatı, mu'dal, mursel ve mudelles gibi çeşitli mkıtalarla gelen hadîsleri sahîhin dışında bırakmak içindir.
4. Sahîh hadîs şâz olmamalıdır. Şâz, râvileri adalet ve zabt yönünden güvenilir, muttasıl isnadla gelmiş olan, fakat kuvvetli isnadla gelen aynı hadîsin diğer rivayetine veya rivayetlerine muhalefetle infirad eden hadîstir. Daha kısa bir ifade ile, güvenilir bir râvinin, kendisinden daha gü­venilir bir râviye muhalif rivayetidirki, bu rivayetle râvi tek kalmıştır. Böyle durumlarda, daha güvenilir olan râvinin rivayeti tercih olunur; diğer rivayet ise, sahîh olma vasfinı kaybeder ve buna da şâz denir.
5. Sahîh hadîs muallel olmamalıdır. Muallel, metin veya isnadında il­leti bulunan hadîstir, illet ise, hadîsi za'fa düşüren gizli bir kusurdur. Bu kusur tesbit edilinceye kadar sahîh olduğu sanılan hadîs, kusurun an­laşılmasından sonra sahîh olma vasfını kaybeder.
Hadîsçilere göre, yukarıda zikredilen beş şartı kendisinde cemeden hadîsin sahîh olduğuna hükmedilir. Eğer bazı hadîslerin sıhhati üzerinde hadîsçiler arasında bir görüş ayrılığı çıkmış ise, bu ayrılık, beş şartın, o hadîslerde var olup olmadığı hususunda ortaya çıkan görüş ayrılığı se­bebiyledir. Zira bazı hadîsçilerin ta'dîl ettikleri bir râvi, diğer bazıları ta­rafından cerhedümiş ise, râvi üzerinde hâsıl olan bu görüş ayrılığı, onun ta­rafından rivayet edilen hadîsin sıhhati üzerinde de ortaya çıkar. Râviyi ta'dîl edenler, hadîsinin sahîh olduğuna hükmederken, onu cerhedenler hadîsinin sıhhati üzerinde de tereddüt gösterirler.
Hadîslerin sıhhati üzerinde beliren görüş ayrılığının bir sebebi de, yu­karıda zikredilen beş şartı yeterli görmeyen bazı kimselerin iddialarıdır. Hadîsçiler dışından geldiği anlaşılan bu iddialar, mezkûr beş şarta ilâveten, hadîsin her tabakada en az iki râvi tarafından rivayet edilmesi esasına da­yanır. Nitekim rivayet olunduğuna göre, İbrâhîm İbn îsmâ'îl İbn Uleyye, ri­vayetin şehadetle aynı derecede ve aynı şey olduğunu ileri sürerek, hadîsin de en az iki âdil ve zabıt râvisi olması gerektiğini söylemiş ve rivayetinde tek kalan âdil ve zabıt râvinin hadîsini kabul etmemiştir. Ne var ki bu zât, fakîh muhaddislerden olmasına rağmen, itizale meyleden bir kimse idi. Ez-Zehebî, onun cehmî olduğunu, Kur'ân'm mahlûk olduğu görüşünü ta­şıdığını ve bu yolda münazaralar yaptığını söylemiştir.
Sahîhin şartı hakkında İbrâhîm îbn îsmâ'îl îbn Uleyye tarafından ileri sürülen bu görüş, aslında diğer bazı mutezile imamlarının da görüşüdür. Ni­tekim Ebû Alî el-Cubbâ'î, bu konuda şöyle demiştir: "Âdil olan tek bir ki­şinin haberi kabul edilmez. Fakat buna başka bir âdil kişinin haberi in­zimam ederse, yahut Kitap (Kur'ân) dan bir âyetin, yahut başka bir haberin zahirinin muvafakati ile haber kuvvet kazanırsa, yahut sahabe arasında münteşir olur veya bazıları o haberle amel ederse, o zaman tek kişinin ha­beri kabul edilir." Buna benzer bir görüş de, el-Hâkim en-Neysâbûrî ta­rafından ileri sürülmüştür: "Sahîh hadîsin sıfatı, kendisinden cehalet ismi zail olmuş sahabînin Hazreti Peygamberden, iki âdil tâbi'înin de sahabîden rivayeti olup, şehadet üzerine şehadet misali, hadîs ehlinin zamanımıza kadar onu nakletmesidir." Mutezile tarafından sahîh hadîsin şartı olarak ileri sürülen her ta­bakada onun en az iki âdil râvi vasıtasıyle rivayet edilmesi keyfiyeti, as­lında, bu mezheb imamlarının haber-i âhâd hakkındaki görüşleri çerçevesi içinde mütalâa edilmek gerekir. Zira mutezile, âhâd haberlerin dînde delil olarak kullanılmasına karşıdırlar.
Burada şunu da belirtmek gerekir ki, hadîs imamlarının sıhhati üze­rinde ittifak ettikleri tek isnadla rivayet edilmiş pek çok hadîs vardı ve bu hadîsleri el-Buhârî ve Müslim gibi Sahîh sahipleri kitaplarına almakta te­reddüt göstermemişlerdir. hadîsi bunun en açık örneğini teş­kil eder. El-Buhârî tarafından Sahîh'in başında nakledilen bu hadîs, Hazreti Peygamberden, yalnız Ömer İbnu'l-Hattâb vasıtasıyle rivayet edilmiş; Ömer'den yalnız Alkame, Alkame'den yalnız Muhammed İbn îbrâhîm, Mu-hammed İbn İbrahim'den de yalnız Yahya İbn Sa'îd rivayet etmiştir. Yahya'dan sonra isnadı çoğalan bu hadîsin sıhhati, değerinin büyüklüğü ve ondan hâsıl olan faydanın çokluğu üzerinde bütün İslâm uleması görüş bir­liğine varmışlardır. İmam Eş-Şâfı'î, bu hadîsin İslâm'ın üçte birine muâdil olduğunu ve yetmiş fıkıh babını ihtiva ettiğini söylemiştir. Abdurrahman İbn Mehdî ise, kitap tasnîf eden herkesin, ilim talebesinin, niyetini dü­zeltmesi için, tenbîh maksadı ile bu hadîsi kitaplarının başında zikretmeleri tavsiyesinde bulunmuştur.
Sahîh hadîsin yukarıda zikrettiğimiz beş şartından ilk ikisini teşkil eden ve râvilerle ilgili olan adalet ve zabt sıfatları, her râvide veya her in­sanda aynı derecede bulunmaz. Bazı kimseler, çok daha âdil ve çok daha hafız oldukları halde, diğer bazıları, bunlara nisbetle daha az âdil ve hafızdırlar. Bu azlık, onları, zayıf hadîs râvileri derecesine düşürmese bile, diğerlerine kıyasla daha aşağı derecede olduklarına kolayca hükmedilebilir. Bu sebeple denebilir ki, ne kadar sahîh hadîs râvisi varsa, o kadar da bir­birinden farklı adalet ve zabt dereceleri vardır. İşte, râvilerin adalet ve zabt yönünden bu farklı durumları, onlar tarafından rivayet edilen hadîslerin de birbirinden farklı sıhhat derecelerinde bulunması sonucunu doğurur. Buna göre, râvileri adalet yönünden en üstün derecede bulunan bir hadîsin, sıh­hat yönünden de en üstün derecede bulunduğuna hükmedilir. Bu hüküm, bazı hadîsçileri, adalet ve zabt yönünden en üstün seviyede bulunan hadîs râvilerinden müteşekkil isnadları asahhu'l-esânîd (isnadların en sahihi) vasfı ile belirtmelerine yol açmıştır. Meselâ ez-Zuhrî'nin Salim îbn Abdullah îbn Ömer'den, onun da babası Abdullah İbn Ömer İbni'l-Hattâb'tan; Mu­hammed îbn Sîrîn'in Ubeyde İbn Amr es-Selmânî'den, onun da Alî'den; îbrâhîm en-Neha'î'nin Alkame'den, onun da İbn Mes'ûd'tan rivayetleri böyledir ve bu isnadlardaki isimler, en üstün adalet ve zabt sıfatlarını hâiz ol­dukları için asahhu'l- esânîd sayılmışlar dır .
Ne var ki, bir isnad hakkında verilen asâhhu'l-esânîd hükmü kesin bir hüküm değildir. Çünkü hadîslerdeki birbirinden farklı sıhhat dereceleri is-nadlarmm sıhhat şartları yönünden sahip oldukları derecelere göre tertip edilir. Halbuki bir isnadı teşkil eden ricalden her birinin teker teker en üstün kabul şartlarım hâiz olması, yahut bu şartları hâiz râvilerin her zaman biraraya gelmesi nâdir olur. Diğer taraftan, râvileri ve dolayısıyle is­nadı değerlendiren kimseler arasında da devamlı bir görüş birliği bulunmaz ve her biri kendi nazarında kuvvetli olan isnadı tercih eder. Bu tercihte bil­hassa değerlendirmeyi yapan kimsenin daha çok itina gösterdiğini ve ya­kından tanıdığı kendi beldesine âit isnadların ön sırada yer aldığını da ha­tırdan çıkarmamak lâzımdır. Bu sebepledir ki İbnu's-Salâh, isnad veya bir hadîs hakkında kesin olarak "en sahîh" hükmünün verilmemesini daha uygun bulmuş İbn Hacer de onun bu görüşüne katılmıştır Ne var ki, hadîsçilerin bazı isnadlar hakkında bu hükmü vermelerinin, haklarındo böyle bir hüküm verilmemiş olan isnadlara tercih edilmeleri yönünden büyük fayda sağladığı da reddedilemez.
Sahîh hadîsin kısımlarına gelince, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, sıhhatin dereceleri olan adalet ve zabt sıfatlarının her râvide farklı olması dolayısıyle, sahîhin de farklı derecelerinin olması gerekir. İbnu's-Salâh bu konu üzerinde durmaz. Ona göre sahîh hadîs, isnad yönünden meşhur, r^z ve garîb olan hadîstir. Ayrıca hadîs ehlinin sıhhati üzerinde ittifak ettikleri hadîsler yanında, bir de mezkûr evsafın vücûdu üzerindeki ihtilâfları se­bebiyle, sıhhati üzerinde ihtilâf ettikleri hadîsler vardır ve bu iki gurup hadîsi muttefekun aleyh ve muhtelefun fth olarak isimlendirir. îbn Hacer ise, Makbul haberler adı altında hadîsleri, sahîh li-zâtihi, sahîh li-gayrihi, hasen li-zâtihi ve kasen li-gayrihi olmak üzere dört kısma ayır­mıştır ki bizim bu kitabımızda makbul haberlerin taksimatı ile ilgili ter­cihimiz de bu olmuştur.

a) Sahîh Li-Zâtihi


Kendi şartlanyle sahîh olan ve sıhhat yönünden en üst derecede bu­lunan hadîstir. Yukarıda da açıkladığımız gibi, râvileri âdil ve zabıt, isnadı da muttasıl olup şâz ve illetten salim bulunan her hadîsin sahîh olduğu gö-
zönünde bulundurulursa, sıhhat için gerekli olan şartların, râvilerde adalet ve zabt, isnadda ittisal, hadîste de şüzûz ve illetten selâmet sıfatları olduğu kolayca anlaşılır. Bu sıfatların son üçünde, yâni ittisalde, şüzûz ve illetten selâmette, kuvvet yönünden derecelendirme elbette söz konusu değildir. Başka bir ifade ile, isnadın az veya çok muttasıl olduğunu söylemek nasıl mümkün olmazsa, hadîsin de az veya çok illetli olduğu ileri sürülemez. Çünkü isnad, ya muttasıldır, yahut değildir; keza hadîs de, ya şâz veya mu­alleldir, yahutta değildir. Buna karşılık, sıhhat için zorunlu olan ilk iki sıfat, yâni adalet ve zabt sıfatları ise, bundan farklıdır ve her insan, birbirinden farklı adalet ve zabt sıfatlarına sahiptir. Bir insan, ne derecede îman ve İslâm'a bağlı ve ne derecede takva ve mürüvvet sahibi ise, o derecede âdil, ne derecede hafıza gücüne sahip ise, o derecede zabıttır. Buna göre bir hadîsin sıhhati, onu rivayet eden râvinin adalet ve zabt sıfatlarındaki de­recesine paralel olarak gerçekleşir ve diğer üç şartla birlikte az veya çok sahîh bir hadîs olur.
İşte bu açıklama bize, sahîh li-zâtihi denilen hadîsin tayin ve tarifinde başlıca dayanağı teşkil eder. Eğer bir hadîs, râvileri adalet ve zabt sıfatları yönünden en üstün derecede ise, diğer şartların da vücûdu ile bu hadîs, sahîh li-zâtihi olur; çünkü bu hadîs, bir hadîsin sıhhati için gerekli olan şartların biraraya gelmesiyle sahîh olmuştur; onu sahîh mertebesine yük­selten beş şart dışında ayrı bir unsur, veya ayrı bir kuvvetlendirici yoktur. Kısacası bu hadîsi sahîh mertebesine yükselten sıfatlar, sıhhat için gerekli olan sıfatlardan başkası değildir. Bu sebeple ona sahîh li-zâtihi denilmiştir.

b) Sahîh Li-Gayrihi


Yukarıda da açıkladığımız gibi, Râvileri âdil ve zabıt, isnadı muttasıl olan, şüzûz ve illetten salim her hadîse sahîh denilmiş, adalet ve zabt sı­fatlarının en üstün derecede bulunması halinde de o hadîs, sahîh li-zâtihi olarak adlandırılmıştır.
Ancak bir hadîs râvisinin zabtında bulunan kusur, yahut zayıflık, o ravi tarafından rivayet edilen hadîsin sahîh olarak tavsif edilmesine engel olursa, bu takdirde o hadîs, diğer sıhhat şartlarının tam olması halinde, hasen olarak isimlendirilir ve aşağıda da açıklanacağı üzere, sahîh hadîs de­recesinin altındaki bir dereceye iner.
Râvisinin zabtmdaki kusur sebebiyle isnadı hasen olan bir hadîs, başka bir sahîh isnadla rivayet edilecek olursa, hasen hadîs râvisindeki zabt kusuru, diğer rivayetle telâfi edilmiş ve sıhhat yönünden kuvvet kazanarak sahîh mertebesine yükselmiş olur. Ancak kendi isnadıyle hasen olan, fakat başka bir isnadla da rivayet edilmek suretiyle sahîh mertebesine yükselen bir hadîse, şüphesiz kendi şartlarıyle sahîh olmaması dolayısıyle sahih li-
zâtihi demek mümkün değildir. Fakat hasen iken, başka bir isnadla da ri­vayet edildiği için sahîh derecesine yükselmiş olması dolayısıyle ona sahîh li-gayrihi denilmiştir. Böyle bir hadîs, kendi şartlarıyle sahîh olan ve sahîh li-zâtihi denilen hadîsin dûnundadır.

2. Hasen Hadîsler ve Çeşitleri


Lügat yönünden "güzel" manâsına gelen hasen kelimesi, hadîsçilerin ıstılahında, sahîh ile zayıf arasında yer alan, fakat sahihe daha yakın ol­duğu için makbul hadîsler arasında sayılan bir hadîs çeşidinin adıdır Hadîsler ilk defa el-Hattâbî tarafından sahîh, hasen ve zayıf olmak üzere üçe taksim edilmiş, bilâhare bu üçlü taksim, hadîsçiler arasında şöh­ret kazandığı gibi, hasen'in çeşitli tarifleri de yapılmıştır. El-Hattâbî'ye göre hasen, "mahreci bilinen, ricali şöhret kazanan, hadîslerin ekseriyetim teşkil eden, ekserî ulemâ tarafından kabul edilen ve ekserî fukahâ tarafından da kullanılan bir hadîs çeşididir"
Et-Tirmizî'nin tarifine göre, isnadında kizb ile müttehem bir râvisi bu­lunmayan, şâz olmaksızın çeşitli yönlerden rivayet edilen her hadîse hasen denir. Et-Tirmizî'nin bu tarifi bazı hadîsçiler arasında itiraza uğramış ve onun, hasen hadîsi sahîh hadîsten ayırt edecek bir vasıf getirmediği, zira sahihin de râvilerinin kizb ile müttehem olmadıkları ve şazdan salim bu­lundukları İleri sürülmüştür. Yalnız et-Tirmizî'nin şart koştuğu bir husus vardır ki, o da, hadîsin başka yönlerden de rivayet edilmesidir ve bu, sahîh hadîslerde şart koşulmamıştır. Bununla beraber, et-Tirmizî'nin tarifinde şu husus açıkça görülür ve bu da mezkûr İtiraza cevap teşkil eder: Et-Tirmizî, hasen hadîs râvilerinin kizb ile müttehem olmamaları gerektiğini söy­lemiştir. Vakıa sahîh hadîs râvilerinin de kizb ile müttehem olmamaları ge­rekir; fakat bu ifadenin içinde, aynı zamanda, bu râvilerin sika olmaları
şartı da yer almış bulunmaktadır. Buna göre hasen hadîste koşulan "râvilerin kizb ile müttehem olmamaları" şartı ile, sahîh hadîsin "râvilerin sika olmaları" şartı arasında fark vardır ve bu bakımdan hasen hadîs râvileri, derece yönünden sahîh hadîs râvilerinden daha aşağı se­viyededirler. Buna ilâveten hasende şart koşulan hadîsin başka yollardan da rivayeti meselesi, sahîhte şart koşulmamıştır; bu da haseni sahihten ayı­ran başka bir özelliktir.
Buna benzer bir itiraz, yukarıda zikrettiğimiz el-Hattâbî'nin tarifine karşı da yapılabilir ve denir ki: Sahîh hadîslerin de mahreçleri bilindiği gibi, ricali de meşhurdur. Ne var ki el-Hattâbî bu ifadesiyle, hasen hadîslerin, sahîh hadîs derecesine ulaşmadıklarını kasdetmiştir. Nitekim bununla ilgili ibareyi takiben şöyle demiştir: "...Ekserî ulemâ tarafından kabul edilen ve ekseri fukahâ tarafından da kullanılan bir hadîs çeşididir". "Mahreci bilinen ve ricali şöhret kazanan..." ibaresinin içine sahîh hadîslerin de girdiği far-zolunsa bile, bu ikinci ibare ile, hasen sahihten ayırt edilmiş olur; zira sahîh hadîsler, ekserî ulemâ ve fukahâ tarafından değil, bütün ulemâ ve fukahâ tarafından kabul edilir ve kullanılırlar'.
El-Hattâbî'nin tarifi ile et-Tirmizî'nin ve diğer bazı müteahhırînin ta­riflerini zikreden İbnu's-Salâh ise, bütün bu tariflerin sadra şifa vermediğini söylemiş ve el-Hattâbî'nin olsun, et-Tirmizî'nin olsun, verdikleri tariflerle hasen ve sahihi birbirinden ayırt etmediklerim ileri sürmüştür. İbnu's-Salâh'a göre hasen hadîs iki kısımdır. Birincisi, isnadmdaki ricali mestur ol­maktan hali bulunmayan ve ehliyetleri tahakkuk etmeyen hadîslerdir. Bu­nunla beraber bu râviler, rivayetlerinde fazla hata yapan ve kizb ile müt­tehem olan, yâni hadîs rivayetinde kizbi kasden ihtiyar ettikleri bilinen kimselerden değillerdir; aynı zamanda hadîsin metni, başka yönden veya birçok yönden benzerinin rivayet edilmesiyle maruf olur ve böylece hadîs şâz veya münker olmaktan uzak kalır. İşte et-Tirmizî'nin tarifi bu kısma aittir.
Hasenin ikinci kısmına gelince, bu da, râvileri sıdk (doğruluk) ve ema­net (güven) ile meşhur olmakla beraber, hıfz ve itkan yönünden daha aşağı derecede olmaları itibariyle sahîh hadîs râvilerinin derecesine ulaşmayan, fakat teferrüdü dolayısıyle hadîsi münker olan kimselerin derecesinden de üstün olan hadîslerdir. Bu hadîsler, aynı zamanda, şâz, münker ve muallel olmaktan da uzaktırlar. Bu kısım da, el-Hattâbî'nin tarifinde söz konusu edilen hasen çeşididir
İbnu's-Salâh'm hasen hadîsleri iki kısma ayırarak tarif etmesi, hem el-Hattâbî'nin, hem de et-Tirmizî'nin tariflerini biraraya getirmesi bakımından Önemlidir. Bu Önem, iki meşhur imamın, aynı şeyin tarifini yaparken ara­daki fark ne kadar az olursa olsun, ayrı ayrı şeylerin tariflerini yaptıklarını ortaya çıkardığı için bir kat daha artmaktadır. Nitekim İbnu's-Salâh, gerek el-Hattâbî'nin ve gerekse et-Tirmizî'nin tariflerinin sadra şifa vermediğini söylerken, yine bu tariflere bağlı kalmış, onlara biraz daha açıklık ka­zandırmış ve neticede her iki tarifin birbirinden az çok farklı olduğu ka-naatma vararak, yine bu iki tarife göre hasen hadîslerin iki kısım olduğunu söylemiştir. İbnu's-Salâh'm bu taksimine göre, hasen hadîslerin bir kısmı hasen li-zâtihi, bir kısmı da hasen li-gayrihi'dir.
İbn Hacer de, İbnu's-Salâh gibi, hasenin müstekıl bir tarifini ver­memiş, onu, âhâd haberlerin içinde sahîhin üçüncü ve dördüncü mer­tebelerinde yer alan iki hadîs çeşidi olarak zikretmiştir. Ona göre, âdil ve zabtı tam olan bir râvinin, muttasıl senedle rivayet ettiği şâz ve muallel ol­mayan haber, âhâdtan sahîh li-zâtihi'dir ve en üst derecede bulunur. Bazı kusurlar sebebiyle haber, bir derece aşağıya düşer, fakat bu kusurları telâfi ederek hükümsüz kılacak ve böylece onun sıhhat derecesini kuv­vetlendirecek turuk çokluğu gibi bazı özellikler bulunursa, haber yine sahihtir, fakat li-zâtihi değildir. Bu kusurları telâfi edecek turuk çokluğu gibi özellikleri yoksa, işte o zaman hadîs, hasen li-zâtihi olur. Eğer hadîs, râvisinin hali bilinmediği için başlangıçta derecesi tesbit edilememiş cinsten olur, fakat sonradan bazı karineler yardımı ile zayıflık derecesinden çıkar ve kabul edilebilir olduğu anlaşılırsa, bu hadîs de basendir, fakat li-zâtihi de­ğildir; buna hasen li-gayrihi denir.Görüldüğü gibi, İbn Hacer de haseni iki kısma ayırmış ve her iki kısmı ayrı ayrı tarif etmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, ona göre hasen, râvilerindeki bazı kusur sebebiyle sahîhin bir derece aşa­ğısına düşen bir hadîs çeşididir. Bu kusurla birlikte haberi takviye edecek, daha doğrusu, kusuru tesirsiz hale getirecek turuk çokluğu gibi bir kuv­vetlendirici bulunmazsa, bu kısma giren haberler hasenin en yüksek mer­tebesinde yer alırlar. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, İbn Hacer'e göre, hadîsin sahîh mertebesinden hasen mertebesine düşmesine sebep olan kusur, râvisinin zabtının, sahîh hadîs râvisinin zabtına nisbetle biraz daha az olması, aşağı derecede bulunmasıdır. Eğer bu zabt azlığı bulunmasaydı, hadîs, hasen değil, sahîh mertebesinde bulunacakta.
Hasen hadîs, kuvvet yönünden sahîh hadîs derecesinde olmasa bile, kendisiyle ihticac edilme yönünden veya delil olma yönünden ondan fark­sızdır. Bu sebeple el-Hâkim, îbn Hıbbân ve İbn Huzeyme gibi imamlar, haseni sahîh çeşidi arasında zikretmişlerdir. Bununla beraber hadîsçiler ara­sında bu husus, yine de ihtilâf konusu olmuştur. Zira İbnu's-Salâh'ın da de­diği gibi, iki turuku bulunan bir hadîsin her iki tarîki da infırad etmiş olsa, böyle bir hasen hadîs hüccet olamaz.. Diğer taraftan bazı vasıflar vardır ki, bunlar bir hadîste bulunursa, rivayeti kabul etmek gerekir. Bu vasıfların en aşağı derecesinde dahi hasen haber sahîh hükmündedir; fakat bu vasıflar bulunmazsa, o habere hasen de denilse, onunla ihticac olunmaz. Ancak ha­berin kabulünü gerektiren bu vasıfların bulunmaması halinde, habere hasen denilip denilmeyeceği de ayrı bir konudur.
Yukarıda İbn Hacer'in tarifini zikrederken, râvinin zabt yönünden ku­surlu olması halinde hadîsin hasen mertebesine düştüğüne işaret etmiştik. Aynı konuya temas eden Îbnu's-Salâh, doğruluk yönünden meşhur olan bir râvinin hafıza ve zabt yönünden geri kalması halinde, hadîsinin bir başka yönden de rivayet edilmesiyle kuvvet kazandığını ve böylece hasen mer­tebesinden sahîh mertebesine yükseldiğini belirtir. Meselâ Muhammed ibn Amr İbn Alkame'nin Ebû Seleme'den, onun Ebû Hureyre'den, Ebû Hu-reyre'nin de Hazreti Peygamberden rivayet ettiği: .
"ümmetim Üzerine güç gelmemiş olsaydı, onlara her namazdan önce, dişlerini misvak ile fırçalamalarını emrederdim. hadîsi, Muhammed ibn Amr sebebiyle hasen hadîslerden addedilmiştir. Bu râvi, sıdk (doğruluk) ile maruf olmakla beraber itkan ehlinden değildir. Hattâ bazıları, hıfzının kö­tülüğü sebebiyle onu zayıf râviler arasında zikretmişler, bazıları da sıdkı ve celâleti dolayısıyle onun güvenilir (sika) olduğunu söylemişlerdir. Ne var ki hıfzının zayıflığı dolayısıyle Muhammed İbn Amr'ın hadîsi hasendir; fakat bu hadîs başka yönlerden de rivayet edildiği için, onun sahîh olduğuna hük-medilmiştir. Mutâbeât, Muhammed İbn Amr'ın Ebû Seleme'den değil, Ebû Seleme'nin Ebû Hureyre'den rivayeti içindir ve Ebû Seleme'den, ayrıca, el-A'rac, Sa'îd el-Makburî, babası ve diğer kimseler aynı hadîsi rivayet et­mişlerdir'.
Bir hadîsin bir çok zayıf yönlerden rivayet edilmesi, o hadîsin hasen ol­masını gerektirmez. Ancak doğru ve emîn olan râvisinin hıfzındaki zayıflık sebebiyle zayıf addedilen hadîs, başka yönden rivayet edilmesi halinde hasen olur.

a) Hasen Li-Zâtihi


Yukarıda da açıkladığımız gibi, İbnu's-Salâh, et-Tirmizî ve el-Hattâbî'nin hasenle ilgili tariflerine işaretle, bu tariflerin sadra şifa ver­mediklerini söyleyerek haseni ayrı ayrı iki kısımda tarif etmiştir. Onun ikin­ci kısma âit verdiği tarif, el-Hattâbî'nin tarifinde bahis konusu edilen hasen çeşididir ve hasen li-zâtihi'ye aittir.
İbnu's-Salâh'a göre hasen li-zâtihi, râvisi sıdk (doğruluk) ve emanet (güven) yönünden meşhur olan, fakat hıfz ve itkan yönünden kusurları se­bebiyle sahîh hadîs ricalinin derecesine ulaşamayan, bununla beraber ri­vayet ettiği hadîsle infirad eden ve bu sebepten hadîsi münker olan kim­selerden üstün derecede bulunan, hadîsi de şâz, münker ve muallel olmayan kimsenin rivayetidir. İbn Hacer'in tarifinde hasen li-zâtihi, âdil, fakat zabt yönünden kusurlu râvilerin muttasıl senedle rivayet ettikler şâz ve mu­allel olmayan hadîslerdir. İbn Hacer'in bu tarifi, aslında, râvinin zabt yönü hariç, diğer şartlarla sahîh hadîsin tarifidir. Zira sahihte zabtın da tam olması şart koşulmuştur. Eğer zabtta, hafıza ve itkan yönünden bir kusur bulunursa, böyle bir râvinin hadîsi hasen lizâtihi olur. Ancak bu kusur, zayıf râvilerde bahis konusu edilen kusur mertebesinde değildir. Keza hadîsin hasen olması, haricî bir sebebe de istinad etmez. Nitekim hasen li-gayrihi, aslında, zayıf bir haberdir; râvilerinin cerh ve adaleti ta­hakkuk etmediği için red veya kabulü mümkün olmayan mestur bir haber cinsinden olabilir. Fakat haricî bir sebebe istinaden bu zayıflık zail olur ve hadîs hasen li-gayrihi mertebesine yükselir. Burada bahis konusu edilen haricî sebep, hadîsi sıhhat itibariyle kuvvetlendiren başka yönlerden de ri­vayet edilmesidir.
Hasen li-zâtihi için haricî sebep bahis konusu değildir; yâni hadîsin başka yönlerden de rivayet edilmesi şart koşulmamıştır; o zâtı itibariyle ha­sendir. Buna göre hasen li-zâtihi, sahîh haberler cinsindendir; ancak de­recesi, sahihin derecesinden aşağıdır.
Hasen li-zâtihi, turukunun çoğalması ve başka yönlerden de rivayet edilmesi halinde sahîh mertebesine yükselir. Çünkü isnadın çokluğu, hadîse hasen vasfını kazandıran râvinin kusurlu zabtını takviye eder.

b) Hasen Li-Gayrihi


İbnu's-Salâh'ın tarifine göre, isnadı mestur olan, yâni râvilerinin eh­liyetleri tam olarak tesbit edilmemiş bulunan, bununla beraber rivayet et­tikleri hadîste fazla hata yapmayan ve kizb ile müttehem olmayan kimselerin rivayet ettikleri hadîstir ki, bir kaç yönden rivayet edilmesi halinde şâz ve münker olmaktan çıkar ve hasen H-gayrihi adını alır. Aslında zayıf nev'i içerisinde yer alan bu çeşit hadîsler, onları takviye eden bir hu­susun ortaya çıkması ile hasen mertebesine yükselirler. Bu hususun bu­lunmaması halinde, zafiyet devam eder ve hüccet olarak kullanılmaları da mümkün olmaz. Bu kaide, umumiyetle, bazı zayıf hadîs çeşitleri için de bahis konusudur. Zira zayıf hadîslerdeki zafiyet, bazen zâü olmakla be­raber, bazen de bu mümkün olmaz. Eğer zafiyeti zail olabilecek hadîslerden ise, bu, bazı râvilerinin doğru ve güvenilir olmalarına rağmen, hafıza yö­nünden zayıflıkları sebebiyledir. Eğer bunların rivayet ettikleri hadîs, bir başka yönden de rivayet edilecek olursa, onların doğru rivayet ettikleri an­laşılır ve böylece, Önceden zayıf olduğu bilinen hadîs hasen mertebesine yük­selir; ancak bu mertebe, hasen li-gayrihi mertebesidir.
İrsal yönünden meydana gelen zayıflık da böyledir. Hafızası sağlam olan bir imamın, bir defasında mürsel olarak rivayet ettiği bir hadîsi, başka bir yönden muttasıl olarak rivayet etmesi halinde, mürseldeki zayıflık zail olur ve hadîs hasen mertebesine yükselir.
Tedlîs ve bazı râviler hakkındaki cehalet de irsal gibidir; bu râvilerin bilinmesi halinde müdelles olan hadîs, hasen gurubuna girer. O halde di­yebiliriz ki, zayıf hadîsin hasen mertebesine yükselmesi, kuvvetlendirici vasfı bulunan haricî bir sebebe istinad eder; işte bu sebep dolayısıyledir ki, zayıf iken hasen olan hadîse, zâtı itibariyle hasen olan, başka bir ifadeyle, kuvvetlendirici haricî bir sebep olmaksızın zâtından hasen sayılan hadîslerden ayırt etmek için, hasen li-gayrihi denilmiştir.
Kuvvetlendirici vasfı bulunan haricî sebeplerin bulunmasına rağmen hadîsteki zafiyetin yine de zâü olmaması, bazı râvilerinin kizb ile müttehenı olmaları ve hadîsin şâz ve illetten salim bulunmaması sebebiyledir. Bu hadîs, başka bir yönden de rivayet edilse, zayıflık zail olmaz ve zayıf mer­tebesinden hasen mertebesine yükselmez. > (üm­metim için kırk hadîs toplayan kimseyi, Allah, Kıyamet Günü fukahâ züm­resi arasında ba'seder) hadîsi, turukunun çokluğuna rağmen, hadîs imamlarının ittifakıyle zayıf hadîslerden addedilmiştik .

3. Hadîste Ziyade


Hadîs ilminde bilinmesine önem verilen konulardan birisi ziyade olup, bununla, güvenilir (sika) olan bir râvinin, hadîsi rivayet ederken onda yap­tığı fazlalık kasdedilir.. El-Hatîb, fıkıh ve hadîs ashabının, sika olan bir râvinin, rivayetinde tek kalması halinde ziyadesinin makbul olduğu gö­rüşünde olduklarına işaret ederek şöyle der: "Hadîs ehli ve fukahâ, ken­disine şer'î bir hükmün taalluk ettiği, yahutta herhangi bir hüküm yö­nünden bir noksanlığa sebep olacak ziyade arasında herhangi bir ayırım yapmadıkları gibi, sabit bir hükmün değişmesine yol açacak ziyade ile, buna yol açmayacak ziyade arasında da ayırım yapmamışlardır. Hattâ haberin râvisi, bir rivayetinde bu ziyadeyi yapmasa da, başka bir rivayetinde yapmış olsa, yahut onu başkası rivayet etse de kendisi rivayet etmemiş olsa bile, yine bir ayırıma lüzum görmemişlerdir.
Bununla beraber el-Hatîb, bazı istisnaî görüşlere de işaret etmiştir: Yaptığı ziyade ile tek kalan âdil kişinin ziyadesini kabul eden bazı kimseler, bu ziyadenin kendisine taalluk eden bir hüküm ifade etmesi halinde, onun kabulünün vâcib olduğunu, fakat bir hüküm ifade etmezse, kabulüne gerek bulunmadığını ileri sürmüşlerdir.
Şâfi'î mezhebine mensûb olan bazı kimseler, ziyadenin râvi cihetinden olmayıp sika bir kimseden gelmesi halinde, kabul edilebileceğini, fakat râvinin kendisi, haberi önce noksan, sonra da ziyade ile rivayet etmesi halinde, kabul edilmemesi gerektiğini söylemişlerdir.
Hadîs ehlinden bazı kimseler ise, sika olan kimsenin ziyadesinin, eğer bu kimse ziyadenin rivayetiyle tek kalır ve onunla birlikte başka hafızlar da onu rivayet etmezlerse, onun kabul edilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir.
El-Hatîb bu görüşleri zikrettikten sonra, kendi görüşünü açıklamış ve "bize göre ziyade, eğer râvisi âdil, hafız, mutkın ve zabıt ise, ne şekilde olur­sa olsun, makbuldür ve kendisiyle amel edilir." demiştir.
Ibnu's-Salâh ise, el-Hatîb'in bu konudaki görüşüne işaret ederek, sika olan râvinin teferrüdünü üç kısımda mütalâ etmeyi uygun görmüştür:
1. Râvinin, rivayet ettiği haberle şâir sikâta muhalif ve münâfi düş­mesi halidir ki, bunun hükmü, şazda olduğu gibi, red'tir; yâni kabul olunmaz.
2. Güvenilir râvi, rivayet ettiği haberle başkalarının rivayetine hiçbir surette muhalif düşmez; bu durumda her hadîs, hepsi güvenilir olan râvilerin, rivayetiyle tek kaldıkları hadîs gibidir ve makbuldür. Hattâ el-Hatîb, böyle bir hadîsin kabulü hakkında ulemânın ittifakı bulunduğu gö­rüşündedir.
3. Bu iki kısım arasında bir de hadîsin ihtiva ettiği bir söz ziyadesi vardır ki, güvenilir râvinin rivayet ettiği bu ziyadeyi başkaları rivayet etmez.
İbnu's-Salâh'ın bu açıklamasından anlaşıldığına göre, güvenilir bir râvinin, rivayetinde tek kalması halinde, ortaya çıkabilecek bu üç kısımdan ilk ikisinin söz konusu olan ziyade ile herhangi bir ilgisi yoktur. Hadîs eh­linin ve fukahânın kabulünde ittifak ettikleri ziyade ise, üçüncü kısımda zikredilen rivayet şeklidir.
İbn Hacer'in ziyade ile ilgili açıklaması da İbnu's-Salâh'm görüşüne uy­gundur. İbn Hacer de, güvenilir bir râvinin, rivayetiyle tek kaldığı zi­yadeden söz ederken şâz'm bundan ayrı tutulması gerektiğini belirtir ve zi­yadeyi ihtiva eden hadîsin, ancak şâz olmaması halinde makbul olacağını söyler. İbn Hacer bu konuda şöyle der:
"Sahîh ve hasen râvisinin hadîste olan ziyadesi, bu ziyadeyi yapmayan ve daha güvenilir olan bir başka râvinin rivayetine aykırı düşmedikçe makbuldür. Çünkü hadîsteki ziyade, ya bu ziyadeyi zikretmeyen kimsenin rivayetine aykırı olmaz; bu takdirde ziyadesi bulunan hadîs mutlaka kabul edilir. Çünkü bu, güvenilir bir râvinin rivayetiyle tek kaldığı müstekıl bir hadîs hükmündedir ve bu hadîsi başkası şeyhinden rivayet etmemiştir. Ya-hutta bu ziyade, diğer rivayete aykırı düşer ve kabul edilmesi halinde diğer rivayetin reddi gerekir. İşte böyle bir durumda, ziyadeyi ihtiva eden ri­vayetle onun zıddı olan rivayet arasında tercih yapılır".
"Ziyadenin, tafsile gitmeksizin mutlak kabulü ile ilgili görüş, hadîsçilerle fukahânın ekseriyeti arasında şöhret kazanmıştır. Ancak, hadîsin şâz olmamasını sahihte şart koşan, sonra da şâzzı güvenilir bir râvinin kendisinden daha güvenilir bir râviye muhalefeti olarak tefsir eden hadîsçiler yönünden tafsile gitmeksizin ziyadenin mutlak kabulü doğru ol­mamak gerekir".
Görüldüğü gibi İbn Hacer de İbnu's-Salâh gibi, ziyadenin, şâz gö-zönünde bulundurulmaksızın değerlendirilenieyeceği görüşündedir ve şâzm zayıf hadîslerden sayılması dolayısıyle, doğru olan görüş de budur. Zira İbn Hacer'in de ifade ettiği gibi, şazı hem zayıf kabul etmek, hem de ihtiva ettiğiziyade dolayısıyle onun mutlaka kabul edileceğini ileri sürmek apaçık te­zattır.

4. Mahfuz Hadîsler


Şâz olan hadîsin mukabili olarak makbul haberler arasında yer alan hadîse mahfuz adı verilmiştir. Şâz, sika râvinin zabt yönünden olsun, ri­vayetin çokluğu ve buna benzer tercihi gerektiren sair yönlerden olsun, kendisinden daha üstün râvilere muhalif olarak rivayet ettiği ve rivayetiyle tek kaldığı hadîstir. Böyle bir hadîsin râvisi sika da olsa, kendisinden daha üstün durumda olan ve daha fazla isnadla gelen diğer râvilerin rivayetlerine muhalif rivayeti, muhalif olan bu rivayetin terkini, diğerlerinin ri­vayetlerinin tercihini gerektirir. Buna göre terkedilen hadîs şâz, tercih edi­len, yâni kabul edilip alman hadîs de mahfuz diye adlandırılır. Et-Tirmizî, en-Nesâ'î ve îbn Mâce tarafından nakledilen şu hadîs mahfûz'a misal ola­rak zikredilmiştir'
İbn Abbâs'm haber verdiğine göre, Rasûhıllah (s.a.s.) zamanında bir adam vefat etmiş, fakat âzâd ettiği bir köleden başka vâris bırakmamıştır. Hazreti Peygamber de onun mirasını o köleye vermiştir.
Bu hadîs Hammâd İbn Zeyd tarafından da, yine Amr îbn Dînâr ve Av-sece isnadıyle rivayet edilmiş, fakat bu rivayette, Sufyân İbn Uyeyne'nin is­nadında yer alan İbn Abbâs zikredilmemiştir. Gerek Sufyân İbn Uyeyne ve gerekse Hammâd İbn Zeyd, her ikisi de hadîsi Amr İbn Dinar'dan almış, fakat birisi isnadında İbn Abbâs'ı zikretmiş, diğeri ise, zikretmemiştir; yâni biri diğerine muhalefet etmiştir. Bu durumda, bu iki rivayetten hangisi doğ­rudur ve hangisini tercih etmek gerekir; yahut hangisi mahfuz, hangisi ^â^'dır? Ebû Hatim, Sufyân İbn Uyeyne rivayetinin tercih edilmesi ge­rektiğini ve onun mahfuz olduğunu söylemiştir. Çünkü her ne kadar Hammâd İbn Zeyd de adalet ve zabt ehlinden bilinirse de, bu isnadla ri­vayetinde tek kalmış ve ondan başka hiç kimse, hadîsi, İbn Abbâs'ı is­nadında zikretmeksizin nakletmemiştir. Buna mukabil İbn Abbâs'm zik­rinde Sufyân îbn Uyeyne'ye tâbi olan ve aralarında îbn Cureyc gibi tanınmış imamların da bulunduğu kimseler vardır. O halde Sufyân'm ri­vayeti, bu rivayete tâbi olanların çokluğu dolayısıyle Hammâd İbn Zeyd'in rivayetinden daha kuvvetlidir ve onun tercih edilmesi gerekir. İşte tercih edilen bu hadîse mahfuz denir. Tercih edilmeyen Hammâd İbn Zeyd hadîsi ise, şâz'dır.


5. Maruf Hadîsler


Münker veya şâz merdûd olan hadîsin mukabili olarak tercih edilen hadîse maruf denir. Münker veya şâz merdûd, zayıf râvinin sika râvılere muhalif olan rivayetidir. Buna göre maruf, münker rivayete karşı tercih olunan sika râvilerin hadîsidir.
İbn Hacer ve İbn Hacer'den naklen es-Suyûtî, marufa misal olmak üzere, îbn Ebî Hâtim'in Hubeyyib İbn Habîb tarikiyle rivayet ettiği şu hadîsi zikretmişlerdir:
Ebû Hatim'in ifadesine göre, sikattan olan diğer bazı kimseler, mezkûr hadîsi Ebû îshak'tan mevkuf olarak, yâni Hazreti Peygambere isnad et­meksizin İbn Abbâs'ın sözü olarak rivayet etmişlerdir. Maruf olan rivayet budur. Buna karşılık, hadîsin Hazreti Peygambere isnadla merfû olarak gelen rivayeti münkerdir.

6. Mutâbi ve Şâhid Hadîsler


Ferd olduğu sanılan bir hadîsin, cami, musned, mu'cem ve cüz gibi çe­şitli hadîs kitaplarında tetkike tâbi tutularak aranması neticesinde, o hadîsin, teferrüd eden râvisinin şeyhinden, veya daha yukarıdaki şeyh­lerden birinden de rivayet edildiğinin görülmesi halinde, mutâbe'at ortaya çıkmış demektir. Bu manâya göre mutâbe'at, şeyhinden rivayetiyle tek kal­mış bir râviye, bir başka râvinin tâbi olarak, ya o şeyhten, yahutta şeyhin şeyhinden aynı hadîsi rivayet etmesi demektir. Meselâ: Hammâd îbn Se­leme an Eyyûb an Muhammed îbn Şîrîn an Ebî Hureyre ani'n-Nebiy (s.a.s.) isnadı ile bir hadîs rivayet edilmiş olsa ve Hammâd İbn Seleme'nin bu ri­vayette tek kaldığı sanılsa, bir başka ifade ile, bu isnadla gelen hadîsi Hammâd'tan başka hiç kimsenin rivayet etmediği bilinse, aradan uzun bir zaman geçtikten sonra bir hadîs imamı, bu hadîsin gerçekten garîb olup ol­madığını tesbit etmek için yeni bir araştırmaya girse ve bu maksatla, cami, musned, mu'cem, cüz demlen hadîs kitaplarını karıştırsa, ve nihayet Hammâd'tan başka bir râvinin de mezkûr hadîsi Eyyûb'tan; yahut Eyyûb'tan başka bir râvinin aynı hadîsi Muhammed İbn Sîrîn'den; yahutta Muhammed İbn Sîrîn'den başka bir râvinin onu Ebû Hureyre'den rivayet et­tiğini görse, garîb sanılan hadîs için mutâbe'at vâki olduğunu ve o hadîsin bir mutâbi'i bulunduğunu anlamış olur.
İbn Hacer, mutâbe'ate misal olarak eş-Şâfi'î'nin Kitâbu'l-Umm''da ri­vayet ettiği şu hadîsi vermiştir:
15u Hadîste Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ay, yirmi dokuz gündür; fakat yine de Ramazan hilâlini görmedikçe oruca başlamayın. Keza hilâli görmedikçe (Ramazanı bitirip) iftar etmeyin. Eğer hava kapalı olur hilâli göremezseniz, süreyi otuza tamamlayın."
Bazı kimseler, bu isnad ve bu sözlerle gelen hadîsin rivayetinde eş-Şâfi'î'nin teferrüd ettiğini, yâni Mâlik'ten, ondan başkasının bu hadîsi ri­vayet etmediğini zannederek, onu eş-Şâfi'î'nin garîb hadîslerinden say­mışlardır. Zikrolunan bu misalde, rivayetiyle tek kaldığı sanılan râvi eş-Şâfi'î'dir; fakat el-Ka'nebî'nin de aynı hadîsi eş-Şâfi'î'nin şeyhi olan Mâlik'ten rivayet etmesi dolayısıyle, tek kaldığı sanılan eş-Şâfi'î'ye mutâbe'at hâsıl olmuştur Bu mutâbe'ata, mutâbe'at-i tâmme denir. El-Ka'nebî'nin rivayeti de, garîb sanılan eş-Şâfî'î rivayetinin mutâbi'idir.
Aynı hadîs, İbn Huzeyme'nin Sahîh'inde Asım îbn Muhammed an EMhi Muhammed îbn Zeyd an ceddihi Abdullah îbn Ömer isnadıyle ve lafzıyle, Müslim'in Sahîh'inde ise, Ubeydullah îbn Ömer an A afi an İbn Ömer isnadıyle ve lafzıyle rivayet edilmiştir. Her iki rivayette de mutâbe'at, eş-Şâfi'î'nin isnadmdaki en yukarıda olan râviye, yâni sahabî Abdullah İbn Ömer'e olmuştur. Bu bakımdan, İbn Huzeyme ve Müslim'in Sahîh'lerinde yer aln bu iki hadîste eş-Şâfi'î'nin hadîsi için mutâbe'at-i kâsıra .
Bu açıklamadan anlaşıldığına göre, mutâbe'at, teferrüd eden râvinin kendisi için hâsıl olursa, bu türlü mutâbe'ata mutâbe'at-ı tâmme denir. Fakat mutâbe'at, daha yukarıdaki şeyhlerden biri için hâsıl olursa, buna da mutâbe'at-ı kâsıra adı verilmiştir.
Mutâbe'atm manâsı bu açıklama ile anlaşıldıktan sonra, bu kelimeden türeyen ve fail manâsında kullanılan mutâbi'e gelince, bu da, rivayet ettiği hadîsle tek kaldığı sanılan bir râvinin hadîsine uygun olarak, o râvinin şeyhinden, veya daha yukarıdaki şeyhlerden, bir başka râvi vasıtasıyle rivayet edilen aynı hadîstir. Zira ferd sanılan hadîse, bir başka râvinin aynı hadîsi rivayet etmiş olmasıyle mutâbe'at hâsıl olmuş, dolayısıyle ilk hadîsin bir mutâbi'i bulunmuş olur.
Yukarıda zikrettiğimiz İmam eş-Şâfi'î'nin İmam Mâlik'ten, onun Ab­dullah İbn Dinar'dan, onun da İbn Ömer'den merfu olarak rivayet ettiği Ramazan ayının başlangıç ve sonu ile ilgili hadîs, eş-Şâfi'î'nin garîb hadîsle­rinden sayılırken, aynı hadîsin el-Ka'nebî tarafından Mâlik'ten rivayet edil­diği görülmüştür. Buna göre, eş-Şâfî'î'nin rivayetine muvafakat ve mutâ-ba'at eden el-Ka'nebî hadîsi de diğer hadîsin mutâbi'i olmuştur. Mutâbi, ferd sanılan hadîsi ferd olmaktan çıkaran ve onu takviye eden diğer bir rivayet olması itibariyle makbul haberlerden sayılmıştır.
Şâhid'e gelince, ferd olduğu sanılan bir hadîsin, cami, musned, sünen ve cüz gibi çeşitli hadîs kitaplarında yapılan araştırma neticesinde manâ yö­nünden bir benzerine rastlanırsa, bu benzer hadîse şâhid denir; çünkü araştırma neticesinde bulunan benzer hadîs, ferd sanılan hadîsi şehadet yolu ile takviye etmiş, onun şahidi olmuş demektir. Meselâ:Hammâd'ın Eyyûb'tan, Eyyûb'un İbn Sîrîn'den, İbn Sîrîn'in Ebû Hu-reyre'den, Ebû Hureyre'ninde Hazreti Peygamberden rivayet ettiği bir hadîs vardır ve bu hadîsi Hammâd, Eyyûb'tan rivayetinde tek kalmıştır. Bu yönden hadîs ferddir. İşte böyle bir hadîsin aslı bulunup bulunmadığı araş­tırılır ki, bu araştırmaya i'tibar denir. Araştırma bütün isnad buyunca ya­pılır, önce, Eyyûb'tan başka sika birinin İbn Sîrîn'den bu hadîsi rivayet edip etmediği araştırılır. Bulunmazsa, İbn Sîrîn'den başka birinin Ebû Hu-reyre'den rivayet edip etmediğine bakılır. Yine bulunamazsa, hadîsi Hazreti Peygamberden işiten Ebû Hureyre'den başka bir sahabî aranır. Bu araş­tırmalar da bir sonuç vermezse, hadîsin manâsını teyid eder mahiyette başka bir hadîs bulunup bulunmadığı araştırılır. Eğer böyle bir hadîs bu­lunursa, işte bu hadîse şâhid denir; çünkü ferd olan hadîsin şahididir; manâ yönünden onu teyid ve takviye eder. Şâhid hadîsle, ferd olan hadîsin bir aslı bulunduğuna hükmedilir.
Bazı hadîsçiler, ferd olan hadîsin lafız ve manâ yönünden aynısının bir başka sahabîden rivayet edilmesi halinde, bu sahabînin hadîsine de şâhid demişlerdir. Meselâ yukarıda zikrettiğimiz eş-Şâfi'î'nin Kitâbu'l-Umm'de Mâlik îbn Enes'ten, onun Abdullah İbn Dînâr'dan, onun İbn Ömer'den, onun da Hazreti Peygamberden rivayet ettiği Ramazan ayının başlangıç ve bitimi ile ilgili hadîs, İmam eş-Şâfi'î'nin rivayetiyle tek kaldığı hadîslerden sanılmıştır. Oysa bu hadîsin el-Ka'nebî tarikiyle gelen mutâbi'leri bulunduğu gibi, en-Nesâ'î'nin Sunen'inde aynı lafızlarla İbn Abbâs'tan el-Buhârî'nin Sahîh'inde aynı manâ ile Ebû Hureyre'den gelen rivayetleri de vardır. Bu bakımdan, aynı lafızla İbn Abbâs'tan, değişik lafız, fakat aynı manâ ile Ebû Hureyre'den gelen hadîsler, eş-Şâfi'î'nin Mâlik vasıtasıyle îbn Ömer'den gelen ve garîb sayılan hadîsinin şâhidleri sayılır. Bundan da
anlaşılmaktadır ki, eş-Şâfi'î'nin rivayetiyle tek kaldığı sanılan hadîsi, hem el-Ka'nebî tarikiyle gelen mutâbi'leri, hem de farklı isnadlar ve farklı la­fızlarla ayrı ayrı sahabîlerden gelen şâhidleri vasıtasıyle teyid ve takviye edilmiş bir hadîstir.
Burada şunu da belirtmek gerekir ki, bir hadîsin mutâbi ve şahidinin bulunup bulunmadığının araştırılması, o hadîsin takviye edilmesi gayesine matuftur. Zira râvileri güvenilir olsa bile, isnadı tek olan bir hadîsle, daha fazla isnadı bulunan bir hadîs arasında kuvvet yönünden fark vardır. Çeşitli hadîs kitaplarında bu maksatla yapılan araştırmaya i'tibâr denilmiştir, î'tibâr, Iugatta, bir şeyi tetkik etmek, saymak, mukayese ve imtihan etmek gibi manâlarda kullanılmış, hadîs ıstılahında ise, yukarıda açıklandığı üzere, ferd sanılan bir hadîsin, başka yollardanda rivayetinin bulunup bu­lunmadığının araştırılması manâsı kasdedilmiştir.

7. Muhkem ve Muhtelif Hadîsler


Makbul haberler, amel olunan ve amel olunmayan haberler olmak üzere de kısımlara ayrılırlar. Eğer bir haber muârazadan salim bulunursa, yâni ona zıt bir haber gelmezse, bu habere muhkem denilmiştir. Bunların misali çoktur. Fakat bir haberin muarızı veya zıddı bulunursa, bu muarızı da, ya kendisi gibi makbul olur; yahutta merdûd olur. İkincisinin, yâni merdûd olanın hiçbir Önemi yoktur; çünkü zayıf hadîsin muhalefeti, kuvvetli haber üzerine tesîr etmez.
Hazreti Peygamberin hadîsleri arasında, sayıları fazla olmasa bile, bazen manâ yönünden birbirine zıt, veya birbirini nakzeder gibi görünen sözlerin de yer aldığı görülür. Bu çeşit hadîsler hakkındaki hüküm, basit bir tenakuz iddiasıyle bunların reddedilmesinden ibaret değildir. Bu hadîslerin hepsinin de, bir hikmete mebnî olarak ve insanların mesalihine uygun bir şekilde Hazreti Peygamberden geldiğine şüphe yoktur. Bu itibarla hadîs ulemâsı, zahiri tenakuza delâlet eden bu hadîsler arasında cem ve telîf yaparak, onların aslında birbirini nakzeden manâlarda olmadığını isbat etmişlerdir. İşte, hadîs ulemâsının zıt gibi görünen hadîsler arasındaki bu cem ve telîf gayretleri, hadîs ilminin Önemli konularından birini teşkil eden ve Muhtelifu'l-Hadîs denilen bir ilim dalının ortaya çıkmasına vesile ol­muştur.
Ancak manâ yönünden birbirine zıt olan, fakat cem ve telifi de müm­kün olmayan bazı hadîsler de vardır ki, bunların Hazreti Peygamberden vürûd tarihleri tesbit edilmek suretiyle, tarih yönünden mukaddem olan­ların mensûh, muahhar olanların da nâsih olduklarına hükmedilmiştir.
Bununla beraber, Hazreti Peygamberden gelen ve zahiri tenakuza delâlet eden hadîslerin büyük bir yekûn tutmadıklarım, burada bir dahakaydetmek gerekir. Ciltleri dolduran ve yüzbinleri aşan hadîs metinleri, yine de her biri bir hikmete mebnî olarak vârid olan ve zahiri tenakuza delâlet eden hadîslerdeki bu türlü muarazadan salimdir. İşte, hadîs ıs­tılahında, hiçbir şüphe ve tereddüde yer vermeksizin alınıp amel edilen ve her türlü muarazadan salim bulunan bu hadîslere muhkem denilmiştir.
Meselâ ü[ ve hadîsleri, mu­arazadan salim olmaları dolayısıyle muhkem hadîslerdendir.
Muhtelif hadîslere gelince, yukarıda da zikrettiğimiz gibi, bunlar, zahiren birbirine zıt manâda vârid olan hadîslerdir. Manâları arasındaki bu zıtlık dolayısıyle, aralarında cem ve telîf yapılmaksızın, yahut biri di­ğerine tercih edilmeksizin her ikisiyle de müstekıl olarak amel edilmesi mümkün değildir. Bu sebepledir ki, hadîs ilmi içerisinde muhtelif hadîsler arasında cem ve telîf yapılmasını hedef alan bir ilim dalı teşekkül etmiş ve muhtelifu'l-hadîs adiyle şöhret kazanmıştır. Bu konuda ilk kitap telif eden­lerin başında, meşhur îmam Muhammed İbn İdrîs eş-Şâfi'î gelir. Eş-Şâfi'î, bu telifinde birbirine zıt manâlarda vârid olduğu ileri sürülen hadîslerin cem ve telifinde takip ettiği usûle âit bazı bilgiler vermiş, bu çeşit bazı hadîsleri de biraraya getirmiştir..
Bu konuda kitap telif edenlerden biri de, İbn Kuteybe (213-276)'dir. Te'uîlu muhtelifi'i-hadîs adını verdiği bu kitapta İbn Kuteybe, en-Nevevî'nin ifadesine göre, bu bölüme girebilecek hadîsleri topladığı kadar, uygun olmayanlara da yer vermiş; bu bölüme girmesi gereken birçok hadîsi de dı­şarıda bırakmıştır Daha sonra İbn Cerîr et-Taberî (224-310), aynı ko­nuda bir kitap telîf etmiş, Ebû Ca'fer Ahmed ibn Muhammed et-Tahâvî (235-321)'nin Muşkilu'l-âsâr'ı, Osman İbn Sa'îd ed-Dârimî (200-280)'nin yine aynı konudaki kitabı şöhret kazanmıştır.
Zahirî manâsı tearuza delâlet eden ve muhtelif adını alan hadîsler, umumiyet itibariyle iki kısma ayrılırlar. Birincisi, birbirine muhalif gö­rünenler arasında cem ve telîfi mümkün olanlar, diğeri ise, aralarında nesh bahis konusu olmadığı bilindiği takdirde, râvilerinin sıfat ve dereceleri go~ zönünde bulundurularak tercih olunabilenlerdir. Bu taksime göre, Hazreti Peygamberden sahîh olarak gelen hadîsler arasında gerçek bir tearuzun,ancak nesh bulunduğu zaman söz konusu edilebileceği anlaşılır. Nesh, şer'î bir hükmün tatbikattan kaldırılması ve onun yerine başka bir hükmün va-zedilmesidir. Gayet tabiîdir ki, ilk hükmü getirmiş olan nass ile, bu nassm hükmünü iptal eden ve onun yerine vârid olan nassm hükmü arasında söz konusu tearuz veya tenakuz bulunacaktır. Fakat nesh söz konusu olmadığı zaman hadîsler arasındaki tearuz ve tenakuzdan da söz edilemez.Nitekim eş-Şâfi'î, zahiri tearuza delâlet eden hadîsler arasındaki bu ihtilâfın se­beplerine işaretle, Hazreti Peygamberden birbirini nakzeden hadîsler vârid olmadığını açıklamı Muhammed İbn îshak îbn Huzeyme de "birbirine zıt iki hadîsin varolduğunu bilmiyorum. Her kimde böyle hadîs varsa ge­tirsin, aralarını telîf edeyim" demiştir.
Zahirî manâları tearuza delâlet eden, fakat aralarında cem ve telîf ya­pılmak suretiyle gerçekte böyle bir tearuzun bulunmadığı anlaşılan iki hadîse misal olarak lâ advâ hadîsi' ile fırre mine'l-meczûmi hadîsi zik­redilebilir. Hazreti Peygamber birinci hadîsinde "sirayet yoktur" buyurmuş, ikinci hadîsinde ise, "cüzzamlıdan kaçmayı" emretmiştir. Lâ advâ hadisinin çeşitli rivayetleri vardır. Müslim'deki bir rivayet şöyledir:
El-Buhârî rivayetinde ise, iki hadîs birleştirilerek nakledilmiştir'.
Her iki hadîs de sahîhtir ve zahirî manâlarında bir tearuzun bu­lunduğu aşikârdır. Bu tearuz, sirayetin nefiy ve isbatındadır. Çünkü Haz­reti Peygamber, bir hadîsiyle hastalıkların, hastalıklı kişilerden sağlam ki­şilere geçmeyeceğini belirterek sirayeti nefyederken, diğer hadîsiyle, cüzamlıdan kaçmayı emrederek sirayeti isbat etmiştir. Bununla beraber hadîs ulemâsı, iki hadîs arasını çeşitli yollardan cem ve telîf etmişler ve aralarında bir tenakuzur, bulunmadığını ortaya koymuşlardır. Onların bu cem ve telîfi şöyle özetlenebilir:
1) İbnu's-Salâh'ıt da işaret ettiği gibi hastalıklar, tabiatları iti­bariyle sirayet edici değillerdir; fakat Allahu Ta'âlâ, bir hastalığa nıübtelâ olan kimsenin sağlam kimse ile temasını, hastalığın sağlam olana geçmesi için bir sebep kılmıştr. Bu itibarla Hazreti Peygamber, birinci hadîsi ile, câhiliye Arabmın, hastalıkların tabiatları itibariyle sirayet ettikleri inancını nefyetmiş, ikinci hadîsinde ise, sebep itibariyle isbat etmiştir.
2) İki hadîsin telin İbn Hacer'e göre biraz daha farklıdır: Hazreti Pey­gamberin sirayeti nefi, umûm üzere bakîdir; yâni ne tabiatları itibariyle ve ne de sebep yönünden sirayet asla söz konusu değildir. Nitekim Hazreti Peygamber bir hadîsinde "bir şey bir şeye sirayet etmez" buyurmakla ve keza ce-rebe yakalanmış bir tevenin sağlam develer arasına girerek onlara da aynı hastalığı aşıladığını siyleyen bir ârâbîye "o halde ilk deveye bu hastalığı kim sirayet ettirdi?" demtide, sirayeti kamilen nefyetmiş ve hastalığın, birinci devede olduğu gibi iknci devede de Allahu Ta'âlâ'mn takdiri ile başladığını anlatmak istemiştir.
Cüzamlı hastadan kaçmakla ilgili olarak gelen emir ise, sedd-i zerayi cümlesindendir; yâni sağlam kişinin, hastalıklı kişi ile teması neticesinde hastalığın diğerine sirayet ettiği vehmini önlemek ve Allah'ın takdiri ile başladığını hatırdan çıkarmamak gayesine matuftur. Zira nisan, hastalığın temas neticesinde sabana insana geçtiğine itikad etmekle Allah'ın takdirini unutur ve bunun dşmda hastalık veren başka kudretler ihdas etmek suretiyle günahkâr olır.
3) Kâzî Ebû Betr el-Bâkıllânî'nin telîfi, diğerlerinden daha farklıdır. Ona göre, birinci haliste sirayet umumî manâda nefyedilmiş olmakla be­raber, ikinci hadîste cüzam ve benzeri hastalıklar için isbat edilmiştir. Bu bakımdan sirayetin ısbatı, umumî nehiyden tahsîs manâsmdadır. Buna göre her iki hadîsin manâsı, cüzam ve benzeri hastalıklar müstesna, di­ğerlerinde sirayet yıktur. Bu sebeple cüzam ve benzerlerinden aslandan kaçar gibi kaçmak gerekir.
4) Bir görüşe göre de, cüzamdan kaçmakla ilgili olarak gelen emir, bu hastalığa yakalanma olan kimselerin hatıralarına riayet etmek gayesine matuftur. Zira meczinı, sıhhatli kimseleri gördüğü zaman, musibetinin bü­yüklüğünü anlar ve ıztırabı çoğalır. Hazret Peygamber "meczûmlara devamlı bakmayınız" mealindeki bir hadîsi ile de bunu ortaya koymuştur.
Zahirî manâları arasında tearuz bulunan iki hadîsin cem ve telîf yollan ile ilgili olarak zikredilen bu misaller, aslında mezkûr hadîsler arasında böyle bir tearuzun bulunmadığını belirtmek gayesine matuftur. Önemli olan mesele, hadîslerle ifade edilmek istenen manânın, daha doğrusu, Hazreti Peygamberin bu hadîslerle murad ettiği manâyı ve hadîslerin vürûduna sebep olan hâdiseleri iyi bir şekilde bilebilmektir. Bunlar bilindiği takdirde, manâları birbirini nakzeder gibi görünen hadîsler arasında gerçek manâda bir tenakuzun bulunmadığı kolayca anlaşılır.
Bununla beraber, hadîs ulemâsının, birbirine muarız manâlarda vârid olan bazı hadîslerin cem ve telifinde âciz kaldıkları görülür. Bu hadîsler ara­sında nesh de söz konusu olmayınca, hadîslerden hangisiyle amel etmek gerektiği hakkında hüküm vermek güçleşir. Fakat bu güçlük, bu gibi du­rumlarda hadîslerden birinin tercîhi ile ortadan kaldırılmıştır. Şu var ki bu tercîh, gelişi güzel değil, bir takım kaidelere bağlı kalınarak yapılmıştır. Meselâ birbirine zıt manâlarda vârid olan iki hadîsten hangisinin râvüeri, diğerinin râvilerine nisbetle daha titiz ve daha dikkatli ise, bu dikkat ve ti­tizlik, o hadîsin tercîh edilmesinde aranılan şartlardan biri olmuştur. Yahut hangi hadîs daha fazla isnadla rivayet edilmiş ise, bu isnad çokluğu, yine tercîh sebeplerinden biri sayılmıştır. El-İ'tibâr fi'n-nâsih ve'l-mensûh adlı kitabında el-Hâzimî, bu sebeplerden elli tanesini zikretmiştir. Es-Suyûtî'nin yedi gurup içinde zikrettiği bu tercîh sebepleri şöyle Özetlenebilir: 1) Hâvinin haline taalluk eden tercîh sebepleri:
Kavilerin çokluğu: Bir hadîsin râvisi ne kadar çoksa, o hadîse vehiiiı veya yalan karışması ihtimali daha azdır. Bu sebeple râvisi çok olan hadîs, daha az râvi tarafından rivayet edilmiş olan hadîse tercîh edilir.
Bir hadîsin isnadında yer alan râvi sayısının azlığı: Bu gibi isnadlara âlî adı verilmiştir. Ulüv, yâni hadîsin, araya fazla kimse karışmadan daha kısa yoldan rivayet edilmesi, hadîse vehim ve yalan karışmasını önleyen en önemli âmillerden biridir. Bu bakımdan, isnadı âlî olan hadîs, isnadı nazil olan, yâni daha çok râvi ile rivayet edilen hadîse tercîh edilir.
Kavilerin fıkhı: Hadîs, ister manâ ile, ister lafız ile rivayet edilmiş olsun, râvisi fakîh olan hadîs, avamdan herhangi bir kimsenin rivayet ettiği hadîse tercîh olunur. Çünkü fakîhin rivayetinde vehim ve hatâ ihtimali diğerine nisbetle daha azdır.
Râvinin nahiv kaidelerine vâkıf olması, dili iyi bilmesi, hafıza kud­retinin üstünlüğü, hadîse itina ve ihtimam göstermesi yönünden zabtınınüstünlüğü, şöhreti - çünkü şöhret, takva gibi, kişiyi yalan söylemekten alı-kor - keza râvinin takvası, itikad yönünden tam olması, yâni mubtedi' (bid'at sahibi) olmaması, hadîs ehli ve diğer ulemâ ile devamlı sohbeti, erkek olması - yâni iki mütenakız hadîsten birinin râvisi erkek, diğerinin râvisi kadın ise, birincisinin rivayeti tercih olunur - keza râvinin hür olması - bu da, köle olan bir râvinin rivayetine tercîh sebebidir - râvinin neseb yö­nünden meşhur olması, isminin, aralarında ayırım yapılmasını güç­leştirecek zayıf bir râvi ismi ile karışmaması, isminin tek olması, ge­rektiğinde müracaat edebileceği bir kitabının bulunması, adaletinin, tezkiye ile sabit olana karşı ihbar yolu ile sabit olması, rivayetiyle amel edilmiş ol­ması, muarızının, tezkiye eden tarafından haberiyle amel olunmamasına karşılık diğerinin haberiyle amel olunması, adaleti üzerinde ittifak edilmesi, tadîl sebeplerinin zikredilmiş olması, tezkiye edenlerinin çok olması, tezkiye edenlerinin ulemâdan olması, râvinin, naklettiği haberle ilgili vaka'ya biz­zat şâhid olması - meselâ Hazreti Peygamberin zevcesi Umm Seleme'nin cünüb olarak gecelemekle ilgili haberi, buna muarız olarak el-Fazl îbn Abbâs tarafından nakledilen habere tercîh edilir; çünkü Umm Seleme, bu konuda el-Fazl İbn Abbâs'tan daha bilgilidir - râvinin İslâm'a müteahhır olarak girmiş olması - bazıları bunun aksini ileri sürmüşlerdir; çünkü mü-tekaddim olanın asalet ve marifeti daha kuvvetlidir. Fakat mütekaddim ola­nın ölümü, İslâm'ı müteahhır olana nisbetle teahhur ederse, rivayeti tercîh olunmaz; çünkü bu durumda, İslâm'ı mütekaddim olan râvinin rivayetinin diğerine teahhur etmiş olması ihtimali vardır. Bununla beraber, mü­tekaddim olanın rivayetlerinin diğerinden mukaddem olduğu bilinirse, mü-tekaddimin hadîsi tercîh olunur -. Râvinin hadîsini dikkat ve titizlikle araştıranlardan olması ve üslûbunun güzelliği; râvinin, muarızına nisbetle şeyhine daha çok mülâzemet etmiş olması; kendi ülkesinin şeyhlerinden hadîs işitmiş olması; hadîs alırken şeyhini bizzat müşahede etmiş ve onunla konuşmuş olması; manâ ile rivayeti tecviz edenlerden olmaması; sahabînin büyüklerden olması; hadîs akzıye ile ilgili ise, râvisinin Alî İbn Ebî Tâlib ol­ması; helâl ve haramla ilgili ise, Mu'âz'dan, ferâ'iz ile ilgili ise, Zeyd'ten gel­miş olması; isnadının Hicâzî olması, yahut râvilerinin tedlîse rıza gös­termeyen bir ülkeye mensûb olmaları...Bunların hepsi de, hadîsin tercîh edilmesinde gözönünde bulundurulan ve râvinin haline taalluk eden se­beplerdir. Bu halde bulunan râvilerin hadîsleri, aynı halde bulunmayan râvilerin muarız olarak rivayet ettikleri hadîslere tercih olunur.
2) Hadîs tahammülü ile ilgili tercîh sebepleri: Bulûğ çağından sonra hadîs alanların hadîsleri, bazısını bulûğ çağından önce, bazısını da bu çağ­dan sonra alanların hadîslerine tercîh olunur; çünkü bu ikincilerin bulûğdan sonra almış oldukları hadîsleri de, bulûğdan önce almış olmaları
ihtimali vardır. Halbuki bulûğdan sonra hadîs tahammül eden kimse, zabt yönünden daha kuvvetlidir.
Râvinin, şeyhinden semâ yolu ile aldığı hadîs, arz yolu ile alan diğer râvinin hadîsine, yahut arz yolu ile aldığı hadîs, kitabe veya munâvele, yahut vicâde yolu ile alan râvinin hadîsine tercîh edilir.
3) Rivayet keyfiyeti ile ilgili tercîh sebepleri: Lafzan rivayet edilen hadîs, manâ yolu ile rivayet edilen hadîse, sebeb-i vürûdu zikredilen hadîs, sebeb-i vürûdu zikredilmeyen hadîse tercîh olunur; çünkü râvinin, hadîsin vürûd sebebini bilmesi, onun hadîs hakkındaki titizliğine delâlet eder. Râvisi tarafından hadîs üzerinde tereddüde düşülmemesi; hadîsin had-desenâ ve semi 'tu gibi ittisale kesinlikle delâlet eden tabirlerle rivayet edil­mesi; refi veya vaslı üzerinde ittifak edilmiş olması; isnadında ihtilâf , yahut lafzında ıztırab olmaması; hadîslerden birisi meşhur iken diğerinin azîz veya garîb olması; yahut birisi azız iken diğerinin garîb olması da ri­vayet keyfiyeti ile ilgili tercîh sebeplerindendir.
4) Hadîsin vürûd vakti ile ilgili tercîh sebepleri: Medenî olan hadîs, Mekkî olana; tahvîfi ihtiva eden hadîs, teahhura delâlet etmesi dolayısıyle şiddeti ihtiva eden hadîse tercih olunur. Çünkü Hazreti Peygamber, İslâm'ın ilk devirlerinde, yâni Mekke devrinde, müslümanları câhiliye âdetlerinden uzaklaştırmak için daha şiddetli bir dil kullanmış, fakat son­raları buna lüzum kalmadığı için daha yumuşak olmaya meyletmiştir. Keza İslâm'ın gelişinden sonra tahammül edilen hadîs, İslâmiyetten Önce ta­hammül edilen hadîse; vürûd tarihi zikredilmeyen hadîs, vürûd tarihi mü­tekaddim olarak zikredilen hadîse; Hazreti Peygamberin vefatına yakın bir tarihte vürûd eden hadîs, vürûd tarihi bilinmeyen hadîse tercîh edilir.
5) Hadîsin lafzı ile ilgili olan tercîh sebepleri: Lafızları hâssı ifade eden hadîs, âm olarak gelen hadîse; âm olarak gelen ve tahsîs olunmayan hadîs, tahsisten sonra şâir ferdlerine delâletinin zayıflığı dolayısıyle tahsîs olunan hadîse; mutlak, bir sebep üzerine vârid olan hadîse; hakikat mecaza; ha­kikate benzeyen mecaz, benzer olmayan mecaza; şer'î olan olmayana tercîh edilir.
6) Hüküm yönünden olan tercîh sebepleri: Tahrîme delâlet eden, yâni bir şeyi haram kılan hadîs, onu mubah kılan hadîse; ihtiyatı gerektiren bir meselede şiddet getiren hadîs, hafifliğe delâlet eden hadîse; haddin nefyine delâlet eden hadis, haddi getiren hadîse tercîh olunur.
7) Haricî tercîh sebepleri: Kur'ân-ı Kerîm'in zahirine, yahut bir başka sünnete, kıyasa, ümmetin veya Hulefâ-i Râşidîn'in amel ve tatbikatı olan diğer bir rivayetle takviye edilen, yahut getirdiği hükümle müttefik bir ben­zeri olan, yahut Seyhan (el-Buhârî ve Müslim) tarafından ittifakla nakledilen hadîs, bu evsafta olmayan hadîse tercih olunur1-.

Nâsih ve Mensûh Hadîsler


Hadîs ilminin önemli konularından biri olan nesh, birbirine zıt manâlarda vârid olan iki hadîsin cem ve telifi mümkün olmadığı zaman, aralarında bulunduğuna hükmedilen bir iptal keyfiyetinden, yâni biri ile ge­tirilen hükmün, diğeri ile getirilen hükme tatbikat yönünden son ver­mesinden ibarettir,
Lugatta nesh, nakil, izale ve iptal manâlarına gelir. Nitekim denildiği zaman, kitap içinde bulunan yazıyı aynen başka bir yere kopye edip yazmak, nakletmek manâsı anlaşılır. Yahut denilir ve rüzgârın bütün âsârı, yâni kalıntıları alıp götürdüğü kasdedilmiş olur. Bunun gibi, denilir ve güneşin gölgeyi giderip onun yerine kendi ışığını bıraktığı anlaşıhr. Görülüyor ki fiil olarak kullanılan nesh kelimesinin, her üç misalde de birbirinden çok ince farklarla ayrılmış manâları vardır. Birinci misalde, yazının nakli bahis konusu edilmiş, fakat bu nakilde aslının bakî kaldığı belirtilmiştir. İkinci misalde, âsârın ta­mamen yok olduğu ortaya konmuş olmakla beraber, onun yerine geçmiş hiç­bir şeyin bulunmadığı da ifade edilmiştir. Üçüncü misalde ise, güneş ışığı gölgeyi gidermiş, fakat kendisi onun yerini işgal etmiştir.
Şeriat dilinde ıstılah olarak kullanılan nesh kelimesinin, üçüncü mi­salde zikredilen manâya daha yakın olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Zira daha önce Hazreti Peygamberden gelen bir hadîsle vazedilmiş olan bir hüküm, sonradan vârid olan bir hadîs hükmü ile kaldırılmış ve onun yerine ikinci hadîsin hükmü konulmuştur.
Nesh, beyanın bir çeşididir. Beyan ise, ilk nassla gelen hükmün, ikinci bir nassla tatbik şeklinin gösterilmesidir. Ancak burada, neshin, beyanın bir çeşidi olduğunu söylerken, her beyanın nesh olmadığını da hatırdan çı­karmamak gerekir. Meselâ Kur'ân-ı Kerîm'de, namazın kılınması ve zekâtın verilmesi ile ilgili olarak gelen emirlerin tatbiki, ancak Hazreti Pey­gamberin bu emirleri beyan etmesinden sonra mümkün olmuştur. Zira namaz kılmakla ilgili olan emrin tatbiki, yâni namazın nasıl ve hangi va­kitlerde kılınacağı, beyana bağlıdır. Keza ne miktarda ve hangi mallardan zekât verileceği, yine beyandan sonra tatbiki mümkün olan emirlerdendir. Ancak bu hususlardaki beyana nesh demek mümkün değildir.
Nesh, umumiyetle emirlerde vâki olur; haberlerde ise, caiz değildir. Zira ilk haberin neshedilmesi, onun tekzibi veya yalanlanması manâsınagelir ki, hem Allahu Ta'âlâ için, hem de Hazreti Peygamber için ilk ver dikleri haberden dönerek onu yalanlamaları düşünülemez. Bununla be­raber, haber lafzı ile geldiği halde emir manâsını tazammun eden sözler, aynen emir gibidir ve bunlarda neshin vukuu caizdir.
Meselâ "İbrahîm 'in makamı; her kim oraya girerse (taarruzdan) emîn olur" âyeti haber lafzı ile gelmiştir, fakat emir manâsmdadır ve "Mescid-i Haram'a kim sığınırsa, artık ona tecavüz ve ta­arruz etmeyin" demektir.
Nesh işlemine uğraması ihtimalinda bulunan emir ve nehiyler, şerîatte beş dereceye ayrılmışlardır. Bu beş dereceyi bir eksen üzerinde göstermek gerekirse, bu eksenin bir ucunu haram, diğer ucunu farz teşkil eder ki, birincisi en şiddetli ve en kesin olan yasağı, ikincisi ise, aynı derecedeki emri gösterir. Eksenin ortasında ise, yasağa ve emre uzaklığı eşit olması do-layısıyle işlenmesi ve işlenmemesi sevâb yönünden aynı derecede olan fi­illere delâlet etmek üzere mubah yer alır. Mubahla farz arasında, farza ya­kınlığı dolayısıyle işlenmesi işlenmemesinden daha hayırlı olan maıdûb; mubahla haram arasında ise, harama yakınlığı dolayısıyle işlenmemesi iş­lenmesinden daha hayırlı olan mekruh dereceleri bulunur.
Bu beş derecenin her biri neshedilebilir ve neshten sonraki yeni hüküm, neshi gerektiren nassm lafzına göre diğer derecelerden birine inkılâb eder. Meselâ bidayette haram olan bir fiil, - ki bu fiil "yapnW sözü ile yasaklanmıştır - "yap" emrinin gelmesi ile neshedilmiş olduğu gibi, de­recesi de farza inkılâb eder. Fakat haram, "yapıp yapmamakta sizin için bir beis yoktur" lafzı ile neshedilecek olursa, kendine en yakın olan kerahet derecesine geçmiş olur ki, böyle bir fiili işlememek, işlemekten daha hayırlıdır. İlk emir "yap" sığası ile gelmiş ve bir fiilin yapılmasını farz kılmışken, bu emrin "yapma" sığası ile neshedilmesi halinde, nehyolunan fiil haram de­recesine, "yapıp yapmamakta sizin için bir beis yoktur" sığası ile nes­hedilmesi halinde de, kendisine en yakın olan mendûb derecesine inkılâb etmiş olur. Bundan anlaşılıyor ki, bir şeyi haram kılan nehiy, emir ile neshedilirse, o şey farz kılınmış olur. Nehiy ile haram kılınmış olan bir şeyin iş­lenmesi, nesh ile muhayyer bırakılırsa mekruh olur Buna karşılık, bir emir, nehiy ile neshedilirse, farz harama, muhayyer bırakılırsa mendûba çev­rilmiş olur.
Kitap ve sünnette neshin mevcudiyetini kabul etmenin, îslâm Dînine kusur izafe etmek manâsına geleceğini ileri süren bazı mutezilî mezhebler dışındaki ehl-i sünnet mezhebleri, neshin varlığını kabul etmişler ve bunu, Hazreti Peygamberin sağlığında ve vahyin geldiği zaman içerisinde, İslâm
toplumunun mesalihi yönünden gerekli bir olay olarak açıklamışlardır. Ni­tekim İslâm Dîni ile ilgili ahkâm, "bir kanun halinde ve bir defada değil, 22 sene ve bir kaç ay içinde, hâdiselerin gerektirdiği şekilde ve birbirinden ayrı olarak vazolunmuştur. Her hükmün bir sudur tarihi olduğu gibi, kendine hâs bir teşrî sebebi de vardır. Zamana taalluk eden bu gelişme sayesinde her kanunun madde madde bilinmesi mümkün olduğu gibi, teşrî'i gerektiren hâdiselere vukuf sayesinde de, kanunların getirdiği ahkâmın en mükemmel bir şekilde anlaşılması kolaylaşmıştır".
"Vazolunan ahkâmın çeşitlerine taalluk eden tederruc, islâm'ın ilk günlerinde müslümanlara, yapılması veya terkedilmesi güç olan bir şeyin teklif edilmemesi keyfiyetinde görülür. Bu teklifler, dâima tederrücî bir şe­kilde yumuşaklıkla olmuş, müslümanlarm bunları yüklenebilecek bir istidat kazanmalarına itina gösterilmiştir. Meselâ namaz, ilk zamanlarda gece ve gündüz olmak ve her fariza için muayyen rikâtlarla beş vakit olarak farz kılınmamış, fakat müslümanlardan, sadece akşam ve sabah vakitlerinde mut­lak bir salât taleb edilmiştir. Keza zekât ve oruç, ancak hicretten bir sene sonra farz kılınmıştır; bundan Önceki teklif, tâkatları nisbetinde sadaka ve oruçtan ibaretti. İçki, kumar, bazı evlenme akidleri, riba ve câhiliye dev­rinden beri alışageldikleri bazı muamelât, ilk devirlerde haram kı­lınmamıştı. Çeşitli hükümlerdeki bu tederrücî gelişmenin hikmeti, ka­tılaşmış nefislerin ıslâhı için bir ilâç ve tekliflerin zor kullanmadan ve işi inada bindirmeden kabul edilmesi için bir vesile olması idi"
İslâm teşriinde açık bir şekilde görülen bir husus da, kolaylık ve ha­fifliktir. "Ahkâmın çoğunda, teşrîindeki hikmetin kolaylaştırmak ve ha­fifletmek olduğu açıkça belirtilmiştir. Meselâ Allahu Ta'âlâ, bazı âyetlerinde şöyle buyurmuştur: "Allah size kolaylığı ister; güçlüğü istemez": '; "Allah, sizin sırtınızdaki yükü hafifletmek ister; zira insan zayıf yaratılmıştır" Emir hükmünün güçlük verdiği her hususî halde ruhsat hükmü va­zolunmuştur. Bu sebeple meselâ, zaruret halinde mahzûrat mubah kılındığı gibi, farz ve vâcibten birinin edası halinde darlık ve güçlük bahis konusu ol­duğu zaman, her ikisinin de terkine izin verilmiştir. Zorlama, hastalık, sefer, hata, unutkanlık ve cehalet, tahfifi gerektiren özürlerden sayılmış­tır.
İslâm şeriatında nesh keyfiyeti kabul edildikten sonra, Kur'ân ve sün­netin menşei gözönünde bulundurularak çeşitli şekillerde neshin vukuu mümkün görülmüştür. Bu şekilleri şöylece sıralayabiliriz:
1. Kur'ân âyetinin yine bir Kur'ân âyeti ile neshedümesi;
2. Kur'ân âyetinin sünneti neshetmesi;
3. Sünnet (hadîs) in sünnet (hadîs) i neshetmesi;
4. Sünnetin Kur'ân âyetini neshetmesi.
Bu dört şekilde tezahür eden nesh keyfiyetinden bazısı diğer bazısına göre daha çok kabul görmüş, aklen ve naklen vukuu mümkün görülmüş; ba­zısı da, özellikle Kur'ân ile sabit olmuş bir hükmün sünnet ile neshedümesi, diğerlerine nisbetle daha çok itiraza uğrayan bir görüş olarak belirlenmiştir. Bu konuda ulemâ arasında ortaya çıkan ihtilâfların, Kur'ân ile sünnetin aynı derecede bir otorite olup olmadığı meselesindeki münâkaşalara da­yandığına şüphe yoktur. Zira sünnetin de Kur'ân gibi vahiy mahsûlü ol­duğunu kabul edenler için, Kur'ân âyetiyle sabit olan bir hükmün sünnet hükmünü neshettiği gibi, sünnetin de Kur'ân hükmünü neshetmesi tabiî olmak gerekir.
Nesh hakkında verilen bu umûmî bilgilerden sonra, hadîsler arasında görülen neshe âit bazı örnekleri de burada zikretmekte fayda vardır; zira hadîsin nâsihini ve mensûhunu bilmeden ondan hüküm istihraç etmek mümkün değildir. Huzeyfe'den nakledildiğine göre, ancak nâsih ve mensûhu bilen kimseler fetva verebilirler''.
Hadîslerde neshin vukuu çeşitli şekillerde bilinir:
1) Bunlardan en açık olanı, örneği Müslim'in Sahîh'inde de görüldüğü gibi, onun nâsih olduğunun hadîs metninden anlaşılanıdır. Hazreti Pey­gamber bir hadîsinde şöyle buyurmuştur:
"Sizi kabirlerin ziyaretinden menetmiştim; onları ziyaret ediniz; zira kabir ziyareti âhıreti hatırlatır"
Buna benzer bir başka hadîs de, Bureyde tarafından rivayet edilmiştir.
Bu hadîsinde Hazretİ Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Ben sizi deri kap (kırba) lar müstesna, diğer kaplarda kurulan şırayı içmekten menetmiştim. Artık şimdi her çeşit kaptan içebilirsiniz. Yeter ki sarhoş edici içki içmeyin "
Örnek olarak zikrettiğimiz bu iki hadîsin nâsih olduğu ve daha Önce vârid olduğu anlaşılan ve kabir ziyaretiyle bazı kaplarda yapılan şırayı iç­mekten meneden hadîslerin hükümlerini ortadan kaldırarak kabir ziyaretine ve şıraya izin verdiği açıkça görülmektedir. Nitekim ikinci hadîsle ilgili olarak Müslim'in Sahîh'inde çeşitli isnadlarla şu nehiy hadîsi nak­ledilmiştir:
"Ebû Hureyre'den rivayet olunduğuna göre Hazreti Peygamber, Abdu'l-Kays heyetine hitaben şöyle buyurmuştur: Ben sizleri dubbâ (bir çeşit testi) den, hantem (içi sırlı kırmızı topraktan yapılmış kap) dan, nakîr (ağaçtan oyma testi) den ve mukayyer (ziftli testi) den nehy ediyorum. Lâkin deri tu­lumundan iç ve ağzını da sıkıca bağla.
2) Bir hadîsin nâsih olduğu, hadîs metninden anlaşıldığı gibi, bazen de hadîsi Hazreti Peygamberden rivayet eden sahabînin, iki zıt hadîsten mu­ahhar olanı belirtmesiyle anlaşılır. Bu konuda bir örnek, Câbir îbn Abdullah'ın, Sünen sahipleri tarafından da nakledilen şu sözüdür:
"Hazreti Peygamberin (ateşte pişirilmiş şeylerin yenilmesi halinde ab­destin yenilenip yenilenmeyeceği hususunda) iki emrinin sonuncusu, ab­destin terki, (yâni yenilenmesine gerek olmadığı) şeklinde idi.
Câbir'den rivayet edilen bu söz, konu ile ilgili abdest hususunda Haz­reti Peygamberin iki tatbikatı olduğunu, birincisinde, ateşte pişirilmiş veya ısıtılmış şeylerin yenmesi halinde abdestin bozulmuş olduğuna hükmederek yeniden abdest aldığını ve bunu emrettiğini, ikincisinde ise, abdestin bo­zulmayacağına hükmederek yeniden abdest almanın gerekmediğini ve bunu emrettiğini gösterir. Filhakika birincisi ile ilgili çeşitli rivayetler vardır. Bu rivayetlerden birisinde Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Ateşe değen şeylerden (yediğiniz zaman) abdest alınız".Daha sonraki bir sünnet ile Hazreti Peygamber bu emri değiştirmiş ve kendisi de ateşte pişmiş bir şey yediği zaman yeniden abdest almak lüzumunu duymamıştır. Bu husustaki rivayetler de, abdest almanın lüzumunu belirten rivayetlerin hemen akabinde "ruhsat" ile ilgili bâblarda zikredilmiştir. Yukarıda işaret ettiğimiz Câbir'in sözü de, bu iki değişik tat­bikattan muahhar olanını bildirerek nâsihin anlaşılmasını ko­laylaştırmıştır.
3) Bazen de nâsih, birbirine zıt manâda gelen hadîslerin vürûd ta­rihlerinin bilinmesiyle anlaşılır. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, iki zıt hadîs arasında sıhhat yönünden eşitlik bulunması dolayısıyle herhangi bi­rinin tercih edilememesi, cem ve teliflerinin mümkün olmaması ve yukarıda iki şıkta açıkladığımız nesh keyfiyetinin de hadîs metinlerinden açık bir şe­kilde anlaşılamaması halinde, hadîslerin Hazreti Peygamberden vürûd et­tiği tarihler araştırılır ve son vârid olan hadîsin nâsih olduğuna hükmedilir. Bu konuda gösterilebilecek bir örnek, Şeddâd İbn Evs hadîsi ile Abdullah îbn Abbâs hadîsidir. Şeddâd, Hazreti Peygamberden şu hadîsi rivayet etmiştir: «l "Hacamat yapan da yaptıran da oruçlarını bozmuş olurlar" İbn Abbâs ise, rivayetinde 'Hazreti Peygamberin oruçlu ve ihramlı iken hacamat yaptırdığını" bildirmiştir
Şeddâd İbn Evs ve İbn Abbâs'm haberleri arasındaki zıtlık açıkça gö­rülmektedir. Hazreti Peygamber, Şeddâd rivayetine göre, oruçlu iken ha­camat yaptırmayı, yâni kan aldırmayı menetmiş, hem hacamat yaptıranın, hem de yapanın oruçlarının bozulmuş olacağını bildirmiş iken, îbn Abbâs'tan gelen diğer rivayette, Hazreti Peygamberin bizzat kendisinin, oruçlu olduğu halde hacamat yaptırdığı açıklanmıştır. Her iki hadîs de sahîhtir; ancak cem ve telifleri mümkün olmadığı gibi, herhangi birisinin diğerine tercihi de mümkün değildir. Bu durumda, aralarında bir nesh key­fiyetinin bulunduğuna şüphe yoktur. Şu var ki, bu iki haberden hangisinin nâsih, hangisinin mensûh olduğunu tesbît etmek gerekir. Zira hadîs me­tinlerinde buna delâlet edecek herhangi bir işaret yoktur. Bu da ancak, ha­berlerin vürûd tarihlerinin tesbiti ile mümkün olabilir.
Filhakika, Şeddâd'tan gelen aynı konu ile ilgili diğer bazı rivayetlerde, Hazreti Peygamberin fetih senesinde, yâni hicretin sekizinci senesinde oruç­lu iken hacamatı nıenettiği belirtilmektedir. O halde birinci hadîsin vürûd tarihi, sekizinci senedir.
İbn Abbâs'ın sözü ise, Hazreti Peygamberin ihramlı iken hacamat ol­duğuna ve İbn Abbâs'm da bunu bizzat müşahede ettiğine delâlet eder ki, bunun da ancak bir hac esnasında olduğu anlaşılır. Filhakika İbn Abbâs, yalnız Veda Haccmda, yâni onuncu senede Hazreti Peygamberin re­fakatinde bulunmuş ve ihramlı iken onun hacamat olduğuna şahit olmuştur O halde bu haberin vürûd tarihi de onuncu sene olup Şeddâd'm haberinden muahhardır ve dolayısıyle nâsih hükmündedir.
4) îki zıt hadîs arasında neshin bilinmesi, bazen de icmâ yolu ile müm­kün olur. Şüphesiz icmâ'm neshedici bir vasfı yoktur. Bununla beraber, ulemânın, bazı karinelere istinaden, iki zıt haberden birinin nâsih, diğerinin mensûh olduğu görüşü üzerinde ittifak etmeleri, neshin bilinmesinde yar­dımcı olabilmektedir. Ebû Dâvûd ve et-Tirmizî tarafından nakledilen bir Mu'âviye hadîsi buna bir örnek teşkil eder. Bu hadîste şöyle denilmiştir:
"Her kim sekir verici içki içerse, onu sopa (celde) ile dövünüz. Eğer dör­düncü defa yine içmeye devam ederse, öldürünüz".
Et-Tirmizi ise, Câbir'den gelen bu rivayetin akabinde "Hazreti Pey­gambere dördüncü defa içki içmiş bir adam getirildiğini, Peygamberin onu dövdüğünü, fakat Öldürmediğini" ilâve etmiş, aynı zamanda öl­dürülmeyeceği hususunda icmâ hâsıl olduğunu belirtmiştir
Hadîslerin nâsih ve mensuruma dâir zikrettiğimiz bu Örnekler, ko­nunun hadîs tarihinde ne derece önemli olduğunu göstermeye yeterlidir. Hadîsleri bu yönleri ile bilmeden, onlardan hüküm çıkarmak, yahut fetva vermek asla mümkün değildir.
Alıntı ile Cevapla