Her bid’at delalet midir?
Bildiğiniz gibi itikadda bid’at kabul edilemez. Ancak diğer hususlarda sonradan çıkan şeyler vardır. Mesela minare sonradan çıkmıştır. Aslında Peygamberimizin, Hazreti Bilal’i ezan okuması için yukarıya yönlendirmesinden kaynak alınarak icat edilmiştir ancak sonradan çıkmıştır. Peki, aşağıdaki hadisin kapsamına mı girmektedir?*
“(…) “Küllu bid’atin dalaleh ve küllu dalaletin finnar” hadisi şerifi var malum. Peki burada “küllü” (hepsi) kelimesi var iken bidatın hasenesi veya seyyiesi olur mu?”
Cevap
Soruda Arapça okunuşu verilen“Her bid’at dalalettir ve her dalalet (sahibi) ateştedir”rivayetinin sahih bir hadisin bir bölümü olduğunu belirterek başlayalım. Muhtelif Hadis kaynaklarında Efendimiz (s.a.v)’in, bu sözü farklı bağlamlarda söylediği nakledilmektedir. Hepsinin ortak noktası, İslam’da sonradan ortaya konan (muhdes) söz, iş ve uygulamaların bid’at ve her bid’atın dalalet olduğudur. Buradan, Efendimiz (s.a.v)’in bu cümleyi farklı ortamlarda ve farklı siyak-sibak içinde ifade buyurduğu sonucunu çıkarabiliriz. (Rivayetin farklı varyantları için bkz. Müslim, “Cumu’a”, 43; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 6; en-Nesâî, “Iydeyn”, 21; İbn Mâce, “İmân”, 6-7; Ahmed b. Hanbel, III, 310, IV, 126; ed-Dârimî, “Mukaddime”, 16…)
Konuyla ilgili rivayetlerin tamamını bir arada değerlendirmeye almazsak, ulemanın “bid’at-ı hasene–bid’atı seyyie” ayrımının bu hadise açıkça aykırı olduğunu söylemek kaçınılmaz olur. O halde ulemanın bu ayrımını neye dayanarak yaptığını ortaya koymak durumundayız.
Konuyla ilgili rivayetlerden birinde Efendimiz (s.a.v)’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir:*“Bizim şu işimizde (din konusunda) ondan olmayan bir şey ihdas eden kimsenin bu ameli merduttur.”*(el-Buhârî, “Sulh”, 5; Müslim, “Akdıye”, 17; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 5-6; Ahmed b. Hanbel, VI, 240, 70…)
Bu rivayeti hesaba katarak düşündüğümüzde, “dalalet” olarak tavsif edilen bid’atın, dinde bir asla dayanmayan, Şer’î kavaid ile çatışma halinde olan iş, söz, davranış ve uygulamaları anlattığı sonucuna ulaşırız. Zira rivayette, merdut olma özelliği, dinde bir asla dayanmama şartına bağlanmıştır.
Öte yandan yine Efendimiz (s.a.v)’in şöyle buyurduğu sabittir:*“Kim iyi bir sünnet ihdas ederse (güzel bir çığır açarsa) onun sevabı ve onunla amel edenlerin sevabının misli –kendilerininkinden bir şey eksilmeksizin– ona verilir. Kim de kötü bir sünnet ihdas ederse (kötü bir çığır açarsa) onun günahı ve onunla amel edenlerin günahının misli –onlarınkinde bir azalma olmaksızın– kendisine yüklenir.”(Müslim, “Zekât”, 69, “İlm”, 15; et-Tirmizî, “İlm”, 16; İbn Mâce, “İmân”, 14; Ahmed b. Hanbel, II, 504, IV, 360-1…)
Bu rivayet de, dinde sonradan ortaya konan her uygulama ve işin, sahibini ateşe götürücü bid’at olmadığını, bu özellikte olanların Kur’an, Sünnet ve Şer’î kavaid ile çelişen “kötü” çığırlar olduğunu ortaya koyan temel referanslardan birisidir.
Kitap ve Sünnet’e uygun olarak ortaya konan bid’atların “bid’at-ı hasene”, bunlara aykırı olanların ise “bid’at-ı seyyie” olduğunu söyleyenlerin başında İmam eş-Şâfi’î gelmektedir. (Bkz. Ebû Nu’aym, Hilyetu’l-Evliyâ, IX, 113) Ondan sonra da bu ayrım benimsenip paylaşılagelmiştir.
Bu ayrımı reddetmenin pratik bir anlamı olmadığı gibi, böyle bir tavır, yukarıda naklettiğim türden rivayetlerle de muaraza teşkil eder. Selef döneminden itibaren güzel, faydalı, Din’de bir asla dayanan ve Kur’an ve Sünnet ile çelişki/çatışma arz etmeyen uygulamaların benimsenegeldiği, diğerlerinin de reddedildiği bir vakıadır.
Ebubekir SİFİL