Varlığın Kokusu
Ne zaman bir yerde hakikat arayışından söz edilse, hemen orada, doğal olanla, sıradan olanla yetinemeyen bir ruhun ve/veya ruhların varlığı ve ızdırabı hissedilir.
Etraf uçurumdur. Talib, hep uçuruma düşme korkusuyla yürür.
Her yanı uçurum gibi görünür kendisine. Uçurummuş gibi.
Hakikat arayıcısı çaresizdir. Lâkin yola devam etmek zorundadır. Duramaz. Yorgun olsa bile yürüyüşünü sürdürmek zorundadır. Kendisine zarar verse de, yaşamını tehlikeye atsa da yürümek, yola devam etmek zorundadır.
Kötü olanı şu ki geri adım da atamaz. İster ama yapamaz. Her adım atışında ayağının altındaki toprak kayar. Geri gidebileceği yer, her ilerleyişinde yok olur.
Etraf karanlıktır. Gideceği yeri bilemez. Aslında neyi aradığının da cahilidir. Sadece yürür. Ayağının değdirebileceği her zemini, ister istemez, bir fırsat, bir imkân sayar. Yararlanmaya çalışır. Düşe kalka yürümek zorunda kalışının bir nedeni de budur.
Kişi ileriye doğru düşer, geriye değil. Veyahut çöker.
Hakikat arayıcısı, sırf düşe kalka yürümez, çöke kalka da yürür.
Çöküp kalmamalıdır. Kalkmalıdır.
Talib, düşse de, çökse de her hâlukârda kalkabilmelidir. Ne yapıp edip kalkmayı bilmelidir.
Yoldan çıkma pahasına yola düşmelidir.
Talib, elinden tutacak birini aramayı da nedense pek akıl etmez; çünkü etrafında o yollardan geçmiş birinin/birilerinin olabileceğine pek ihtimal vermez. Rastlasa, görüşlerine, görünüşlerine inanmakta zorluk çeker.
Elinde âsası da yoktur ki onun sayesinde yâr ile sohbet etsin, nefsin düşmanlarından halâs bulabilmek için görüntüler deryasını tam ortadan yarsın da aradan geçip hakikat sahiline çıksın!
Kin, nefret, çekememezlik, kıskançlık, sevgisizlik, saldırganlık, açgözlülük, tamahkârlık gibi nefsin bütün kötü vasıfları, görüntüler deryasında boğulmaya mahkûmdur.
Ne şehvet, ne de gazab orduları yarabilir görüntüler deryasını.
Geçemezler. Görüntülerin içinde kalakalırlar. Görüntülerin zulmeti içerisinde boğulurlar.
Yasa böyle.
Gönlün gücü olmasa, perdeler nasıl yırtılır?
Perdeler gönülle yırtılır; ummanı ortadan ayıran başkası değil, gönül sızısıdır.
Zahire takılanlar denizin o mavi-yeşil dalgalarını görüyorlar ve bir de bembeyaz köpüklerini...
Sade seslerini duyuyorlar dalgaların.
Suyun ıslaklığını, hacmini, kuvvet ve kudretini...
Ya suyun kendisini? Cevherini? Özünü?
Ne mümkün!
Bir tek suyu göremiyorlar. Bir tek gönül asâsı ile dokunabilecekleri o suyu...
Gördükleri sadece suyun sıfatları, nitelikleri, yani arazları...
Suyun kendisi, hep görülmemiş, farkedilmemiş olarak kalıyor nazarlarında.
Görüntüler deryasını geçemiyorlar o yüzden.
Görüntülerin içinde boğuluyorlar.
Varmış-gibilerin içinde... içerisinde...
Varlık’la, Varlık’ın hakikatiyle doğrudan doğruya bir kez bile temas etmeksizin varmış-gibilerin içine batıyorlar.
Varmış-gibilerin arasında nefes alamaz insan, bu doğru! Ama bir tek yolun başında.
Yolun başındayken ızdırab başlar çünkü.
Bu yönüyle de bir nimettir ızdırab. Titreyişler yani. Varlık’ın kokusuna duyulan hasretin tevlid ettiği titreyişler... Varlık’ın kendisine değil, kokusuna...
Üst üste gerilmiş perdelerin arkasında kalmış olanı görememekten kaynaklanan hüzün. Kalkan her perdede yeni bir inkisar. Yeniden inkisar. Her adımda uzuyormuş gibi görünen yol.
Hakikatin Hud Sûresi ağırlığında yolcunun üzerine çöküşü. O anda çatırdayan kemikler, o an ağaran saçlar. Bir anda gelen yaş, bir anda yaşlılık...
Bir mağarada saklı hazineler. Kalbe gömülü sır.
Bu yüzden inşirahtır şifası sadrın: açılmak, genişlemek, ferahlamak.
Yoksulun. Yoksunun. Yetimin.
Benim.
Önce... ölünce... hiç değilse, ölmeden önce.
Dücane Cündioğlu