Bugün Ortadoğu’da var olan çeteleşme, savaş, soykırım gibi sorunların temelinde mezhepçi din algısı ve bu algı üzerine oyun kuran Batılı emperyal güçlerin mezhepsel savaş stratejisi yatmaktadır.
Öncelikle yaşananlar üzerinden değerlendirme yaparak İslam’ı “vahşet dini” olarak nitelendirenlere şunu ifade etmemiz gerekiyor: Yapılanlar İslam’dan bir cüz değil, İslam ile uzaktan yakından alakası yok; işledikleri zulümlere “İslam” adını verenler, Allah’a ve Resul’üne iftira eden, kendi menfaatleri adına dini kullanmaktan çekinmeyen hastalıklı kimseler.
“Sakın kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra parçalanıp çatışmaya düşenler gibi olmayın; böyleleri için büyük bir azap vardır.” (
Âl-i İmran, 105)
Bu ayetin öncesinde hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran bir topluluk olma emri vardır. İslam’ın özü, her daim merhameti, dayanışmayı, hak ve adaleti öğütler ve bu ilkeler ekseninde yeryüzünde hareket edilmesini emreder. Bugün Ortadoğu’da yaşananlar, miladi 683’de tarihe ‘Harre katliamı’ olarak geçen olaylara sebebiyet veren Yezidî anlayışın, hatta ondan daha da ileri giden yaklaşımların ürünüdür. Mezkur tarihte Yezid’in ordusu Medine halkını ve sahabeleri katlettikten sonra üç gün boyunca her türlü insanlık dışı davranışa serbestiyet tanımış, sayısı bine yakın kadın ve kıza tecavüz edilmişti. Daha sonra tecavüze uğrayan kadın ve kızların doğurduğu çocuklar ‘Harre çocukları’ olarak anılmıştır.
Bugün Suriye, Irak, Nijerya ve daha birçok ülkede İslam adına katliam yapan, kadınları, kızları köle pazarlarında satan çeteler, sonuçta kendi anlayışlarının gereğini yerine getiriyorlar; buna karşın Müslümanların sessizliğe bürünmeleri, mezhepsel algı ile hareket etmeleri, zalimlerin etnik veya dinî kimliklerine göre farklı tutumlar içine girmeleri kabul edilebilir değil.
Şii, Sünni, Selefi, Vahhabi gibi isimler altında fırkalara bölünmüş, paramparça olmuş durumdaki Müslümanlar, mezheplerini üst kimlik haline getirmekten vazgeçmedikçe,
“Allah’a çağıran, doğru ve adil olanı yapan ve ‘Şüphesiz ben Allah’a teslim olanlardanım!’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır?” (
Fussilet, 33) ayetinin gereğini yerine getirerek farklı isimler etrafında dönüp dolaşmayı bırakmadıkça, vahdet içinde olmak şöyle dursun daha uzun bir müddet zillet içinde sürünmeye devam edecekler.
“Hani Rabbin meleklere, ‘Ben sizinle beraberim, mü’minleri yüreklendirin, ben kâfirlerin kalplerine korku salacağım; vurun boyunlarını, indirin darbelerinizi parmaklarına’ diye vahyetmişti.” (
Enfal, 12)
“Onları bulduğunuz yerde öldürün, sizi çıkardıkları, sürdükleri yerden siz de onları çıkarın; kargaşa (fitne) çıkarmak, adam öldürmekten daha ağır bir suçtur, Mescid- i Haram çevresinde onlarla savaşmayın ki, onlar da orada size karşı savaşmasınlar, fakat eğer onlar size savaş açarlarsa onları öldürün; kâfirlerin cezası böyledir.” (
Bakara, 190)
Bu ve benzeri ayetleri referans alarak insan kanı dökenler, İslam’a sempati besleyen kitleleri de soğuttular. Kur’an öyle bir kaynaktır ki, isteyen istediği hususta delil bulabilir. Ancak bu şekilde hareket edenler, Kur’an’ın bütünlüğü karşısında aciz kalacaklarından, Yahudileşme eğiliminin eseri olan parçacı, birbirinden bağımsız yaklaşımlarla kendilerini haklı çıkarma yoluna gidiyorlar. İmam Ali’nin Haricilere gönderdiği sahabelere, “Onlara karşı özellikle Sünnet’le konuşun” demesi, Kur’an ile tartışmaya girildiğinde her iki tarafın da kendini haklı çıkaracak delilleri bulabilmesinden ötürüydü.
“… Namaza yaklaşmayın …” (
Nisa, 43) ayetini kesip kırpan Bektaşi misali, ayetleri bağlamlarından kopararak kendi kıt akıllarına göre yorumlayanlar, Kur’an’ı kendi heva ve heveslerine uydurma amacı güdüyorlar.
İlim-irfandan yoksun, eğitimsiz, Kur’an ahlakı ile ahlaklanmamış mezhep holiganları, Müslümanları birbirine kırdırıyorlar. Mezhepçi yaklaşımların ümmete fayda sağlamadığı ve sağlamayacağı çok açık, bilakis bu yaklaşımlar ümmeti fırkalara bölerek güçsüz duruma düşürüyor.
Yıllarca tek başına nakli esas alıp akıllarını kiraya verenler, Emevi zihniyetinin ürünü olan saltanatçı, ırkçı din anlayışını kendilerince “hak din” olarak gördüler. Ekollerin ortaya çıkışının temelinde fasık yönetimler ve zulümleri vardır. Sindirilmiş insanlar, fasık yönetimlere karşı hakkı haykıramadıkları için sessizliğe bürünüp kendilerinden sonra takipçileri olacak kimseleri de sessizliğe mahkûm ettiler. Hakkı haykıran âlimler ise zindanlara tıkıldılar, sürgüne gönderildiler, darağaçlarında sallandırıldılar. Bütün büyük âlimlerin şahitliği böyle olmuştur; İmam Hüseyin, Zeyn’el-Abidin, İmam Ebu Hanife, İmam Şafii, İmam Ahmed, İmam Malik, Şeyh Said vs.
İslam sınırlarının genişlemesi neticesinde farklı kültürlerin ve etnik kimliklerin çoğalması yeni yorumlara kapı aralamıştır. Bunun ilk örneği Kur’an’ın toplanması teşkil eder. Hz. Ömer döneminde vilayetlere ”Muallim” sıfatı ile giden sahabeler, farklı kültür ve etnik kimlik sahiplerinin ihtiyaçlarına cevap vermek gerektiğini iyi biliyorlardı. Bu çaba, kimi zaman bireysel, kimi zaman da toplu çalışmalar şeklinde ortaya konulmuştur. Bu çalışmalar neticesinde, insanlar arasında, belli fikirler ekseninde düşünce okulları oluşmaya ve onların ortaya koymuş olduğu sistematik düşünceler etrafında yeni ekoller ortaya çıkmaya başladı.
İslam coğrafyasında ekollerin büyük çoğunluğu Irak bölgesinde ortaya çıkmıştır. Bölgenin yapısı nazara alındığında, ekonomik ve siyasal etkenler bu oluşumların hayat bulmasına zemin hazırlamıştır. Örneğin idarecilerin zalimliğini dile getirmek ve onları eleştirmek söz konusu olduğu zaman, ilim ehlinin onlara açıktan söz söyleme hakları gasp edildiği için farklı yollarla yönetimin zalimliği dile getirilmeye çalışıldı ve bunun nasıl yapılacağına dair farklı görüşler ortaya çıktı, dolayısıyla farklı metotlar geliştirildi.
İslam dini dinamik bir yapıya sahiptir, durağan değildir, vahiy ve akıl insanın din anlayışını şekillendirir. İslam’ın temeli Tevhid merkezli iman, ibadet ve diğer evrensel ilkelerdir. Bunun yanı sıra insanların dini doğru anlayabilmeleri için doğru bir tarih bilincine sahip olmaları gerekir. Her ne kadar geçmişte kaldıysa da, bizlere ulaşan vesikalar, ibret almak, ders çıkarmak açısından önemlidir.
Mezhepli olmayı bir kenara bırakıp mezhepçiliği benimseyen anlayışlar İslam’a hiçbir şey kazandırmadığı gibi, İslam dairesi içerisinde yaşamaya çalışan Müslümanları birbirine kırdırmaktan başka bir işe de yaramamıştır. A ve B gibi isimlendirmeler etrafında -siyasetin dışında- sosyal ve iktisadî alana girmeyen, insanların sorunlarıyla ilgilenmeyen yaklaşımlar ortaya çıktı. Şüphesiz bu yaklaşımlar, servet biriktiricilerin egemen olduğu toplumlarda bölünmeye daha çok imkân sağladı. Hâlbuki sosyal adaletin sağlanamadığı yerde Kur’an’ın ceza-i müeyyidelerini uygulamaya çalışmak, Kur’an’ın ruhuna aykırıdır.
Arzu edilen değişim ve dönüşüm, Allah Resul’ünün yaşamış olduğu dönemde ruhları harekete geçiren Kur’an’ı bugüne taşımakla, tarihi şartlara uygun biçimde sorumluluk bilincini kuşanarak toplumun sorunlarına çözüm üretmek yoluyla gerçekleştirilebilir. Ancak ne yazık ki, asırlar boyunca yapılan şey, Bizans ve Pers imparatorluklarının benzeri olan Emevi ve Abbasi monarşilerinin meşrulaştırılmaya çalışılması oldu. Elbette başvurulan en etkili yöntem, birtakım uydurma rivayetlerin kullanılması ve Kur’an’dan bazı ayetlerin bağlamlarından koparılarak cımbızlanmasıydı.
İnanç sistemi ne olursa olsun, insanların en büyük düşmanı paraya tapıcılıktır ve bu, tartışmasız bir biçimde putperestliktir. Bu bakımdan günümüzde dünyaya hâkim olan sistem putperestlik üzerine inşa edilmiştir. Yapılması gereken, insanlığı harekete geçirecek asli kaynaklara dönmek, sosyal ve ekonomik adaletsizliğe karşı bütüncül bir mücadele etrafında birleşmektir; Tevhid’in bir yönüyle ifade ettiği anlam budur.
İslam’ın hayranlık uyandıran en büyük özelliği, her yönüyle evrensel olmasıdır. Allah’ın insanoğlunu yaratmasından bugüne kadar yürürlükte olan en önemli dini esas, evrensel olan İslam ahkâmının hâkim olduğu yaşamsal şartların oluşturulmasıdır; ahkâm zaman zaman şekil bakımından değişiklik göstermişse de öz itibariyle hep aynı kalmıştır ve son şekli bütün kitapları kapsayacak şekilde Kur’an’da mündemiçtir.
“Müslüman’ım” diyenler, uzun süredir daldıkları gaflet uykusundan uyanmak, sosyal, siyasi ve iktisadi alanda -hayatın her alanında- İslam’ı hâkim kılmak, özlerine, sinelerindeki hakikate, fıtrat dinine dönmek için kimi veya neyi bekliyorlar?
MEVLÜT HÖNÜL MALAZGİRT [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]