Tekil Mesaj gösterimi
Alt 16 Eylül 2008, 00:15   Mesaj No:11

MERVE DEMİR

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:116
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Bakara Suresi Tefsiri

YAHUDİLER SEÇİLMİŞ BİR MİLLET Mİ?


Bunun dışında yahudiler ötedenberi şu basmakalıp iddiayı ileri sürüyorlardı. Onlar Allah tarafından seçilmiş bir milletti. Doğru yolda olanlar sırf onlardı. Ahirette kurtuluşa erecek olanlar da sadece kendileriydi. Ahirette onlar dışındaki hiçbir milletin yüce Allah katında bir nasibi yoktu.


Bu iddia, dolaylı biçimde, Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) inananların Ahirette hiçbir şey elde edemeyeceklerini ifade etmek istiyordu. Bu bakımdan onun ilk hedefi, müslümanların, dinlerine, Peygamberine ve Kur'an-ı Kerim'in vaadlerine karşı güvenlerini sarsmaktı. Bu yüzden yüce Allah Peygamberimize, yahudileri mubaheleye, yani iki grubun biraraya gelerek yalan söyleyen tarafın helâke uğraması için birlikte dua etmeye çağırmayı emretti:



94- De ki; "Eğer iddia ettiğiniz gibi Allah katında Ahiret yurdu başka hiç kimsenin değil de sırf sizin ise o halde iddianızda samimi iseniz ölümü temenni edin."


Bu ayetin devamında yahudilerin bu meydan okumayı kabul ederek ölmeyi istemeye asla yanaşmayacakları vurgulanıyor. Çünkü yalancı olduklarını bildikleri için yüce Allah'ın dualarını kabul ederek canlarını alacağından korkuyorlar. Sebebine gelince işlemiş oldukları amellerin kendilerine Ahirette hiçbir mutluluk payı kazandıramayacağını en iyi bilenler kendileridir. Bu durumda hem isteyecekleri ölüm yolu ile dünyadan olup zarara girecekler, hem de yapmış oldukları kötü ameller sebebiyle Ahirette zarara uğrayacaklardı. Bu yüzden onlar bu meydan okumayı kabul etmeye asla yanaşmayacaklardır. Üstelik yaşama hırsları herkesten güçlüdür. Bu konuda puta tapan kâfirler ile aralarında hiçbir fark yoktur.



95- Oysa onlar kendi elleri ile işlemiş oldukları kötülüklerden dolayı ölümü kesinlikle istemezler. Hiç şüphesiz, Allah zalimleri bilir.


96- Onları, insanların hayata en düşkünü, puta tapanlardan bile daha tutkunu olarak bulacaksın. Her biri ister ki, bin yıl yaşatılsın. Oysa uzun yaşamak kendilerini azaptan kurtaracak değildir. Hiç şüphesiz, Allah onların yaptıklarını görüyor.


Onlar ölümü kesinlikle istemeyeceklerdir. Çünkü Ahirette karşılarına çıkacak olan kendi el ürünlerinin birikimi onlara ne sevap ümidi vermekte ve ne de azaptan kurtuluş güvencesi sağlamaktadır. Tersine onları orada bekleyen akıbet azaptır. Üstelik yüce Allah zalimleri ve onların işlemiş oldukları amelleri iyi bilmektedir.


Sadece bu kadar değil. Yahudinin başka bir karakteristik huyu daha var. Kur'an-ı Kerim:


"Onları, insanların hayata en düşkünü, puta tapanlardan bile daha tutkunu olarak bulacaksın" ifadesi ile bu huyu azarlayan, hor görme ve aşağılama yağmuruna tutan bir üslupla dile getiriyor.


Hangi tür hayat olursa olsun! bu hayatın onurlu ve seçkin düzeyde olması asla önemli değil! hayat sadece! Böylesine azar ve aşağılama bombardımanına tutulmuş bir hayat da olabilir. Varsın kurtların ve böceklerin yaşadığı hayat olsun! Hayat, o kadar!


Karşımızda yahudi var. O, geçmişinde de, şimdiki zamanında da, geleceğinde de hep aynıdır. Başına çekiç ineceğini görünce hemen bayı öne eğiverir. Ancak çekiç ortadan kaybolunca başını kaldırır. Korkaklıktan ve yaşama hırsının aşırılığından dolayı alnı öne eğiktir. Hangi tür hayat olursa olsun, onun için farketmez! Tekrar okuyalım:


"Onları, insanların hayata en düşkünü, puta tapanlardan bile daha tutkunu olarak bulacaksın. Her biri ister ki, bin yıl yaşatılsın. Oysa uzun yaşamak kendilerini azaptan kurtaracak değildir. Hiç şüphesiz Allah onların yaptıklarını görür."


Herbiri bin yıl yaşatılsın ister. Çünkü onlar, yüce Allah'ın karşısına çıkmak istemezler ve kendileri için bu hayatın dışında başka bir hayat olduğu akıllarının ucundan bile geçmez.


İnsan dünya hayatının başka bir hayatla birleşmediğini düşününce, yeryüzünde geçirilen sayılı saatlerin ve nefeslerin başka bir dünyada devamı olduğuna ihtimal vermeyince bu hayat ne kadar kısa ve ne kadar dar çerçeveli olur! Ahiret hayatına inanmak bir nimettir. İmanın kalbe akıtmış olduğu bir nimet. Yüce Allah'ın geçici, zavallı, kısa süreli, fakat geniş hayalli insan fertlerine bağışlamış olduğu bir nimet.


Bu sonsuzluğa geçiş kapısını yüzüne kapatan insanın ruhunda mutlaka hayatın özü eksik ya da silik olur. Buna göre Ahirete inanmak, yüce Allah'ın mutlak adaletine ve dünyada yaptıklarının karşılığını alacağı ilkesine inanmakla sınırı olmayıp, insanın bu dünyada da canlı bir hayat yaşamasının, deyim yerindeyse hayatla dolup taşmasının da kaynağıdır. Bu hayat anlayışı yeryüzü ile sınırlı değildir ve insanı sınırlarının genişliğini yalnızca yüce Allah'ın bildiği özgür ve kalıcı bir dünyaya yükseltir. Böylece insanın ruhu ulaşılması en zor olan Allah'ın huzuruna kadar yükselir, yücelir.


Okuyacağımız ayetlerde yüce Allah Hz. Peygamber'e dönerek yahudilere meydan okumasını istemekte ve bu gerçekleri tüm insanlığa açıklamasını telkin etmektedir.



97- De ki; "Kim Cebrail'e düşman olursa -ki O Allah'ın izni ile Kur'an'ı, O'na inanmayanın elleri arasındaki Tevrat'ı onaylayıcı, müminlere yol gösterici ve müjde kaynağı olarak senin kalbine indirdi :


98- Evet, kim Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikâil'e düşman olursa bilsin ki, Allah da kâfirlerin düşmanıdır.


Bu ayetlerde dile getirilen meydan okumayı okurken yahudinin başka bir özelliğini, başka bir karakteristik huyunu öğreniyoruz: Gerçekten acayip bir özellik. Anlaşılan yüce Allah'ın kendi bağışlayıcılığının eseri olarak, istediği kuluna vahiy indirmesi olayı bu milleti her tür sınırı aşan bir kin, bir kıskançlık duygusuna düşürmüş, bu kin ve kıskançlık duygusu da onu akılla hiç bağdaşmayan bir çelişkiye sürüklemiştir.


Şöyle ki: Yahudiler, Cebrail'in (selâm üzerine olsun) yüce Allah'tan vahiy alarak bunu Peygamberimize indirdiğini öğrendiklerinde Peygamberimize karşı kin ve hınç derecesiné varan şiddetli bir düşmanlık besledikleri için bu kin ve hınçları onları şu gülünç hikâyeyi ve şu dayanaksız bahaneyi uydurmaya sürükledi: Bu komik iddialarına göre Cebrail onların düşmanı idi. Çünkü o dünyaya helâk, yıkım ve acı indiriyordu. İşte onlar Peygamberimize, O'nun bu dostuna karşı duydukları antipati yüzünden inanmıyorlardı! Eğer Peygamberimize vahiy indiren melek Mikail olsaydı, Resulullah'a inanacaklardı. Çünkü Mikail dünyaya bolluk, yağmùr ve bereket indiriyordu!


Bu varsayım son derece gülünç bir aptallıktan başka birşey değildir. Fakat kin ve hınç duyguları insanı her çeşit aptallığa sürükleyebilir. Öyle olmasaydı, yahudilerin Cebrail'e düşman kesilmeleri için ne sebep olabilirdi? Cebrail onların lehlerine ya da aleyhlerine çalışan bir insanoğlu değildi. Ayrıca yaptıklarını da kendi isteği ve kararı sonucunda yapmıyordu. O, yüce Allah'ın kendisine emrettiklerini yapan, O'nun hiçbir emrine karşı gelmeyen itaatkâr bir kuldu sadece.


"De ki; `Allah'ın izni ile Kur'an'ı senin kalbine indiren Cebrail'e kim düşman olursa..."


Cebrail'in, Kur'an'ı senin kalbine indirmesi yolunda şahsi bir arzusu, kişisel bir iradesi sözkonusu değildir. O, Kur'an'ı senin kalbine indirme konusunda yüce Allah'ın iradesini ve iznini yerine getiriyor. Kalp, bu vahyi algılayan ve algıladıktan sonra kavrayan bir merkezdir. Bu kitap, yani Kur'an-ı Kerim, Peygamberimizin kalbine yerleştirilip korunuyor. Kur'an-ı Kerim'de sözü edilen "kalp" kavramı genel olarak "algılama (idrak etme) gücü" anlamına gelir, yoksa şu bildiğimiz vücuda kan pompalayan dört odacıklı et parçası demek değildir, doğal olarak.


Yüce Allah bu Kur'an'ı, "Ona inanmayanın önündeki Tevrat'ı onaylayıcı ve müminler için hidayet ve müjde kaynağı" olarak senin (yani Peygamberin) kalbine indirdi.


Kur'an-ı Kerim, kendinden önce inen Semavî kitapları genel anlamda onaylıyor; çünkü bütün semavi kitaplarda anlatılan ilâhî din, özü bakımından birdir, bütün ilâhî dinlerin temel ilkeleri ortaktır.


Kur'an-ı Kerim, kendisine açılan ve içeriğine olumlu karşılık veren mümin kalpler için hidayet ve müjde kaynağıdır. Bu nokta, vurgulanârak belirtilmesi gereken bir gerçektir. Kur'an-ı Kerim, müminin kalbine dirlik ve huzur verir, ona bilgi kapılarını açar, oraya imansız o[arak duyulması mümkün olmayan duygular ve sezgiler enjekte eder. Bu yüzden müminin kalbi, Kur'an-ı Kerim'de hidayet bulur; tıpkı ondan müjde veren bilgiler elde ettiği gibi. Kur'an-ı Kerim bu gerçeği aşağıdaki ayetlerde olduğu gibi çeşitli vesilelerle tekrarlar:


"O, takva sahipleri için hidayet kaynağıdır", "O, mümin bir kavim için hidayet kaynağıdır", "O, kesinlikle inananlar için hidayet kaynağıdır", "O, müminler için şifa ve rahmet kaynağıdır."


Demek ki, hidayet; imanın, takvanın ve kuşkuya yer vermeyen inancın ürünüdür. Oysa yahudiler ne inanıyorlar ne kalplerinde Allah korkusu, (takva) taşıyorlar ve ne de yüreklerinde kuşkù duymayan bir iman barındırıyorlardı.


Bunun sonucunda onlar nasıl ki semavi dinler ve peygamberler arasında ayırım güdüyor idiyseler tıpkı bunun gibi isimlerini ve ne iş yaptıklârını bildikleri Allah'ın melekleri arasında da ayırım güdüyorlardı. Bu tutarsız anlayışlarının sonucu olarak Mikail'i dost biliyorlar, fakat Cebrail'i düşman kabul ediyorlardı. Bu yüzden aşağıdaki ayette, Cebrail'i, Mikâil'i, yüce Allah'ın diğer bütün meleklerini ve peygamberlerini birarada anarak hepsinin bir olduğunu, bunlardan birine karşı düşman olanın hepsine birden düşman olmuş sayılacağı gibi yüce Allah'ı da düşman bilmiş kabul edileceğini, buna göre yüce Allah'ın da kendisini düşman sayacağı ve bunu yapanın kâfirler arasında yer alacağı açıkça belirtilmektedir. Tekrar okuyalım:


"Evet, kim Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikail'e düşman olursa bilsin ki, Allah da kâfirlerin düşmanıdır."


Okuduğumuz ayetler demetinin ilerisinde yine Peygamber efendimize (salât ve selâm üzerine olsun) seslenilerek Kur'an ayetlerini sadece sapık fasıkların inkâr edebilecekleri bildirilmekte, böylece kendisine indirilen ayetlerin ve şahsına sunulan açıklamaların doğruluğu bir kez daha vurgulanmakta; bunun yanında gerek vaktiyle yüce Allah'a ve peygamberlerine ve gerekse daha sonra bizim peygamberimize verdikleri sözlerini tutmayan yahudiler kınanmakta; ayrıca onların ellerindeki Tevrat'ı onaylayıcı olarak gelen yüce Allah'ın son kitabı, Kur'an-ı Kerim'i reddetmeleri de ayıplanmaktadır:



99- Biz sana öyle gerçekler, açıklayıcı ayetler indirdik ki, onları sadece fasıklar inkâr eder.


100- Onlar ne zaman bir ahit yaptılar ise aralarından bir grup onu bozup bir yana atmadı mı? Aslında onların çoğu inanmaz.


101- Onlara Allah katından önlerindeki kitabı onaylayan bir peygamber gelince, kendilerine kitap verilenlerin bir grubu, Allah'ın kitabını hiç bilmiyorlarmış gibi onu arkalarına attılar.


Kur'an-ı Kerim, burada, yahudilerin yüce Allah tarafından indirilmiş olan o açıklayıcı ayetleri niçin inkâr ettiklerini açıklıyor. Bunun sebebi fasıklık ve fıtrat sapıklığıdır. Çünkü aslından sapmamış sağlıklı fıtrat bu ayetlere inanmaktan geri duramaz. Bu ayetler, sağlıklı kalbe kendilerini kuşkusuz biçimde kabul ettirecek niteliktedirler. Eğer yahudiler -ya da başkaları- bu ayetleri inkâr ediyorlarsa bunun sebebi bu ayetlerin inandırıcı ve kanıtlayıcı olmadıklarından değil, inanmayanların sapık fıtratlı ve fasık olmalarından dolayıdır.


Bu ayetlerin devamında müslümanlara -ve tüm insanlara- dönülerek bu yahudiler kınanmakta ve onların kokuşmuş özelliklerinden biri daha gözler önüne serilmektedir. Şöyle ki: Yahudiler koyu taassuplarına rağmen farklı arzu ve ihtiraslarının peşine takılmış, duygularında istikrar ve uyum olmayan bir toplumdurlar. Onlarda her kafadan bir ses çıkar, ne bir görüşte birleşirler, ne yaptıkları bir antlaşmaya hep birlikte bağlı kalırlar ve ne de ortak bir kulpa yapışırlar. Son derece ırkçı ve egoist olduklarından dolayı yüce Allah'ın kendilerinden başkalarına yapacağı bağışları kıskanmalarına rağmen aralarında tutkunluk ve dayanışma yoktur. Birbirlerinin verdikleri sözlere, girdikleri taahhütlere arka çıkmazlar. Herhangi bir yükümlülük altına girdikleri takdirde mutlaka aralarından oyun bozan bir grup çıkarak toplumsal taahhütlerini çiğner, ortak kararlarına karşı çıkar. Okuyalım:


"Onlar ne zaman bir ahit yaptılar ise aralarından bir grup onu bozup bir yana atmadı mı? Aslında onların çoğu inanmaz."


Nitekim yahudiler Tur dağının eteklerinde yüce Allah ile aralarında akdedilen taahhüde ve daha sonra peygamberleri ile aralarında yapılan antlaşmalara bağlı kalmadıkları gibi son olarak Hicret olayının ilk günlerinde Peygamberimizle yapmış oldukları antlaşmayı da aralarından çıkan bir grup çiğnemiştir. Oysa Hz. Peygamberimiz Medine'de kalmaları karşılığında onlarla birtakım şartlar içeren ve karşılıklı olarak uyacakları bir antlaşma imzalamıştı. Böyle olmasına rağmen Peygamberimize karşı, onun düşmanları ile ilk işbirliği yapanlar, onun getirdiği dine karşı ilk kötüleme kampanyasını açarak müslümanlar ile yapmış oldukları antlaşmaya aykırı biçimde onların arasında fitne ve bölücülük tohumları ekmeye girişenler onlardı.


Yahudïlerin bu dostluk anlayışı ne kadar kötüydü. Müslümanlarda ise bunun tam zıddı olan bir dostluk anlayışı geçerlidir. Peygamberimiz bu dostluk anlayışını, bu dayanışmayı şu sözleri ile anlatıyor:


"Müslümanlar kanlarını birbirlerine bedel sayarlar. Onlar başkalarına karşı tek bir eldirler. En zavallıları bile ortak yükümlülüklerini yerine getirmeye çalışır" (İmam-ı Ahmed)


Evet, müslümanların en zavallısı bile ortak yükümlülüklerine sahip çıkar, hiçbir müslüman yapmış olduğu antlaşmayı önemsiz görmez, hiçbir müslüman kesinleşmiş taahhüdünü çiğnemez.


Nitekim vaktiyle İslâm ordusu komutanlarından Ebu Ubeyde b. Cerrah, Halife Hz. Ömer'e (Allah her ikisinden de razı olsun) bir yazı yazarak İslâm ordusundaki kölelerden birinin lrak halkına eman (can güvenliği) sözü verdiğini bildirdi ve bu hücum karşısında ne yapması gerektiğini sordu. Hz. Ömer de kendisine cevap olarak şunları yazdı; "Yüce Allah vefakârlığa, verilmiş söze bağlılığa büyük önem verdi. Verdiğiniz sözleri yerine getirmedikçe vefakâr olamazsınız. Buna göre lrak halkına verilen sözü tutunuz ve onlara artık ilişmeyiniz."


İşte onurlu, sağlam karakterli ve dayanışmalı cemaatin karakteristik özelliği budur. Ayrıca fasık yahudilerin ahlâkı ile samimi müslümanların ahlâk anlayışları arasındaki fark da budur. Okumaya devam ediyoruz:


"Onlara Allah katından önlerindeki kitabı onaylayan bir peygamber gelince kendilerine kitap verilenlerin bir grubu, Allah'ın kitabını hiç bilmiyorlarmış gibi onu arkalarına attılar."


Bu davranış, yahudilerin yaptıkları her antlaşmayı aralarından çıkan bir grubun çiğnemesine örnek oluşturur. Oysa yüce Allah'ın kendilerinden almış olduğu kesin sözün şartlarına göre; yüce Allah tarafından gönderilecek her peygambere inanacaklar, destek verecekler ve saygı göstereceklerdi.


Oysa Allah (c.c) katından kendilerine önlerindeki Tevrat'ı onaylayıcı bir kitap olarak Kur'an gelince, bu sözlerini önemsemeyerek "kendilerine kitap verilmiş olanların bir grubu, yüce Allah'ın kitabını arkalarına attı." Bu ayetteki "Allah'ın kitabını arkaya atma" eylemi hem Peygamberimizin geleceğini müjdeleyen Tevrat'ın bu yoldaki açıklamalarını reddetmiş olmalarını ve hem de yeni peygamberin getirmiş olduğu yeni kitabı reddetmiş olmalarını birarada ifade eder.


Ayrıca bu ayette gizli bir alaya alma ifadesi, ince bir espri vardır. Bu alaycı anlam, "Allah'ın kitabını arkalarına atanların aynı zamanda kendilerine kitap verilenler" olması biçimindeki ifadede saklıdır. Gerçekten eğer Allah'ın kitabını arkalarına atanlar, cahil putperestler olsaydı, bu hareket bir dereceye kadar anlayışla karşılanabilirdi. Fakat burada kendilerine daha önce kitap verilmiş olanların kitabı arkalarına attıklarını görüyoruz. Onlar ki, peygamberlik ve peygamberler hakkında ötedenberi bilgi sahibi olan, hidayetle ilişkili ve ışığın ne olduğunu görmüş kimselerdi. Peki, buna karşılık ne yaptılar? "Allah'ın kitabını arkalarına attılar."


Doğaldır ki, bu ifadeden maksat onların bu kitabı inkâr etmeleri, onunla amel etmeye yanaşmamaları, onu gerek düşünce ve gerekse pratik hayat alanlarından uzak tutmuş olmalarıdır. Fakat ayette kullanılan somutlaştırıcı ve tasvir edici anlatım tarzı, anlamı zihinsel çerçevenin dışına çıkararak algısal çerçeveye dönüştürüyor. Yahudilerin eylemini, maddi bir hareket aracılığı ile hayalimizde canlandırıyor. Bu eylem, etrafa dalga dalga nankörlük ve inkârcılık yayan, kalabalık ve aptallık köpüren, edepsizlik ve küstahlık taşan iğrenç ve gülünç bir manzara halinde somutlaşıyor. İnsan hayali bu çirkin hareketin görüntüsünden uzun süre kurtulamıyor. Yani yüce Allah'ın kitabını arkaya atan ellerin somut hareketi.


Sonra ne oldu? Yani önlerinde bulunan Tevrat'ı onaylayan yüce Allah'ın kitabını, Kur'an'ı arkalarına attıktan sonra ne oldu? Acaba bundan daha iyisine mi sığındılar? Acaba içinde hiçbir kuşku bulunmayan bir gerçeğe mi başvurdular? Yoksa Kur'an-ı Kerim'in onayladığı kendi kitaplarına mı sımsıkı sarıldılar dersiniz? Hayır, bunların hiçbiri olmadı. Onlar hiçbir değişmez gerçeğe dayanmayan karanlık efsanelerin peşine takılmak için yüce Allah'ın kitabını arkalarına attılar. Okuyoruz:



102- Yahudiler Süleyman'ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurduğu sözlere uydular. Oysa Süleyman kâfir olmadı, fakat insanlara büyücülük öğreten o şeytanlar kâfir oldular. Babil'de yaşayan Harut ile Marut adındaki iki meleğe böyle birşey indirilmiş değildi.


Oysa bu iki melek "Biz bir imtihan vesilesiyiz, sakın kâfir olma" demedikçe hiç kimseye bildiklerini öğretmiyorlardı. Fakat bunlar o iki melekten karı ile kocasının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Ama onlar Allah'ın izni olmadıkça bu büyü ile hiç kimseye zarar veremezler.


Onlar kendilerine yararlı olacak olanı değil, zararlı olanı öğreniyorlardı. Oysa onlar büyüyü satın alanın Ahirette hiçbir nasibi olamayacağını biliyorlardı. Karşılığında benliklerini sattıkları şeyin ne kadar fena olduğunu keşke bilselerdi?


103- Eğer onlar iman edip Allah'ın yasaklarından sakınsalardı, Allah katında elde edecekleri sevap daha hayırlı idi. Keşke bunu bilselerdi.


Yahudiler, yüce Allah'ın ellerindeki Tevrat'ı onaylayıcı olarak indirmiş olduğu Kur'an'a arka dönerek şeytanlar tarafından Hz. Süleyman'ın hükümranlık gücü hakkında anlatılan hikâyelerin ve yine onlar tarafından Süleyman., hakkında düzülen halkı yanıltıcı söylentilerin peşine takılmışlardı. Bu şeytanların halk arasında yaymaya çalıştıkları söylentilerin özü şuydu: Hz. Süleyman bir büyücü idi. O iradesine boyun eğdirdiği hayvanları ve doğal güçleri, bildiği ve kullandığı büyü yolu ile emri altına almıştı.


Kur'an-ı Kerim Hz. Süleyman'ın (selâm üzerine olsun) bir büyücü olduğunu şu ifade ile reddediyor:


"Süleyman kâfir olmadı"


Bu ayet, Hz. Süleyman'a yakıştıramadığı fakat şeytanlarda varid gördüğü büyüyü ve onun kullanımını kâfirlik sayar gibidir:


"Fakat o şeytanlar kâfir oldular. Onlar insanlara büyücülüğü öğretiyorlardı"


Bu ayet, daha sonra büyücülüğün, yüce Allah -c.c- tarafından Babil kentinde yaşayan iki meleğe, yani Harut ile Marut'a indirilmiş olduğunu reddediyor:


"Babil'de yaşayan Harut ve Marut adındaki iki meleğe böyle birşey indirilmiş değildi."


Anlaşılan ortada bu iki melekle ilgili bir hikâye vardı. Yahudiler ya da şeytan bu iki meleğin büyücülüğü bildiklerini, onu halka öğrettiklerini iddia ediyor ve bu sanatla ilgili bilginin onlara Allah tarafından indirildiğini yayıyorlardı. İşte Kur'an-ı Kerim bu iftirayı, yani büyücülüğün bu iki meleğe indirildiği iftirasını da yalanlıyor.


Ayette daha sonra bu işin içyüzü anlatılıyor. Buna göre bu iki melek bizim bilgimizin dışında kalan bir hikmetin sonucu olarak insanlar için bir imtihan, bir deneme vesilesi olarak bulunuyorlar ve büyücülüğü öğrenmek amacı ile kendilerine başvuran herkesi peşinen uyarıyorlardı:


"Oysa bu iki melek `Bizler bir imtihan vesilesiyiz, sakın kâfir olma' demedikçe hiç kimseye bildiklerini öğretmiyorlardı."


Bir kere daha görülüyor ki, Kur'an-ı Kerim büyücülüğü, bunun öğretilmesini ve kullanılmasını kâfirlik sebebi sayıyor ve bu hükmü Harut ve Marut adlı meleklerin ağzından dile getiriyor.


Fakat bu yoldaki uyarıya ve yol göstermeye rağmen bazı kimseler bu iki melekten büyücülük öğrenmekte ısrar ederler. O zaman böylelerinin bir kısmı, kendilerini bekleyen fitneye uğramaktan yakayı kurtaramıyor:


"Fakat onlar iki melekten karı ile kocasının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı."


Burada Kur'an-ı Kerim'in hemen öne atılarak İslâm düşüncesinin temel ilkelerinden birini belirlediğini görürüz. Sözkonusu temel ilkeye göre şu gördüğümüz evrende yüce Allah'ın izin vermediği hiçbir gelişme meydana gelmez:


"Ama onlar Allah'ın izni olmadıkça bu büyü ile hiç kimseye zarar veremezler."


Demek ki, ancak yüce Allah'ın izni ile sebepler etkilerini meydana getirebilir, ürünlerini ortaya çıkarabilir ve sonuçlarını gerçekleştirebilirler. Bu ilke müminin vicdanında son derece belirgin hale gelmesi gereken genel bir İslâm düşüncesi kuralıdır. Bu kuralın ilk bakışta akla gelen ilk uygulama örnekleri şunlardır:


Eğer elini ateşe uzatırsan elin yanar. Fakat bu yanma eylemi ancak yüce Allah'ın izni ile gerçekleşir. Sebebine gelince, gerek ateşe yakma ve gerekse eline yanma yeteneği sunan Allah'tır. Buna göre yüce Allah yalnız kendi dileğine bağlı özel bir hikmetin sonucu olarak bu yakma ve yanma eylemlerine izin vermeyeceği zaman bunların bu özelliklerini gidermeye kadirdir; tıpkı Hz. İbrahim (selâm üzerine olsun) olayında olduğu gibi.


Karı ile kocanın arasını açan büyücülük işinde de durum aynıdır. Büyücülük sanatı sözkonusu etkisini, ancak yüce Allah'ın izni ile meydana getirebilir. Eğer Allah kendi dileğine bağlı özel bir hikmetin sonucu olarak bu işe izin vermek istemezse büyücülüğün sözkonusu etkisine engel olabilir.


Bizim etki ve sonuç olarak algıladığımız, bu nitelikleri ile bilgi alanımızda yer tutan diğer bütün olaylarda da aynı kural geçerlidir. Her faktör, etkileme yeteneğini yüce Allah'ın izni ile sağlamıştır ve sözkonusu etkiyi bu izne bağlı olarak gösterebilir. Yüce Allah -c.c- dilediğinde ona etkileme fırsatı verebileceği gibi isterse bu etkiyi durdurabilir de.


Kur'an-ı Kerim, daha sonra yahudilerin ya da şeytanların karı ile koca arasını bozmak için öğrendikleri bilgilerin niteliğini belirliyor. Bu bilgiler, onların kendileri hakkında iyi değil, kötü şeylerdir:


"Onlar kendilerine yararlı olacak olanı değil, zararlı olanı öğreniyorlardı.


Sözkonusu kötülüğün hiçbir yarar içermeyen katıksız bir zarar olması için kâfirlik sebebi olması yeterlidir. Okuyoruz:


"Oysa onlar büyücülüğü satın alanın Ahirette hiçbir nasibi olmayacağını biliyorlardı."


Onlar büyücülüğü satın alan kimsenin Ahirette hiçbir nasibi olmayacağını biliyorlardı. İnsan bu büyücülüğü benimseyip sâtın alınca Ahiretteki bütün nasibini, bütün birikimini yitiriverir.


Eğer bu kimseler bu alış-verişin mahiyetini bilselerdi, benliklerini ne fena birşey karşılığında sattıklarını anlarlardı:


"Karşılığında benliklerini sattıkları şeyin ne kadar fena olduğunu keşke bilselerdi!


Eğer onlar iman edip Allah'ın yasaklarından sakınsalardı, Allah katında elde edecekleri sevap daha hayırlı idi. Keşke bunu bilselerdi:" '


Bu sözler, Babil'deki iki melekten büyücülük öğrenen ve şeytan tarafından Hz. Süleyman'ın hükümdarlık yeteneği hakkında uydurulan söylentilere kapılanlar için geçerlidir. Bu kimseler yüce Allah'ın kitabını arkalarına atarak bu tür batıl ve zararlı bilgilere kendilerini kaptırmış olan yahudilerdir.


SİHİR


Sözlerimizin burasında büyücülükten, karı ile kocasının arasını açan ve yahudileri peşinden sürükleyerek yüce Allah'ın kitabını arkalarına atmalarına yolaçan sanat hakkında bir kaç söz söylememiz gerekir.


Ötedenberi bazı kimselerin bilimsel olarak mahiyetleri henüz ortaya çıkarılamamış birtakım yeteneklere sahip oldukları, birtakım özellikler taşıdıkları hep müşahede edile gelmiştir. Sözkonusu yeteneklerin bazılarına birtakım adlar verilmiş, fakat ne mahiyetleri ve ne de metodları belirlenememiştir.


Meselâ şu "Telepati" dediğimiz zihinler arası uzaktan etkilenme olayının özü nedir? Nasıl meydana gelir? Herhangi bir insan, normal olarak sesin ve bakışların ulaşamayacağı kadar uzak bir mesafede bulunan başka bir insanı nasıl çağırabilir ve aralarındaki uzaklıklar ve fizikî engeller ortadan kalkmadan karşı taraftan nasıl cevap alabilir?


Peki şu "hipnotizma" olayı nedir? Nasıl meydana geliyor? Nasıl oluyor da bir irade başka bir iradeye egemen oluyor, bir düşünce başka bir düşünce ile ilişki kuruyor, bu sırada taraflardan biri diğerine mesaj gönderiyor ve karşı taraf sanki bir kitabın sayfalarını okuyormuş gibi kendisine gönderilen mesaja cevap veriyor?


Pozitif bilimin günümüze kadar varlıklarını kabul ettiği bu esrarengiz güçler hakkında söyleyebildiği tek söz bunlara birtakım isimler takması olmuştur. Fakat bu güçlerin ne olduğu ve bu olayların nasıl meydana geldiği hususunda hiçbir şey söyleyememiştir.


Pozitif bilimin kuşku ile karşıladığı dàha pekçok olay var. Bu kuşku ya sözkonusu olaylar hakkında yeterince gözlem verisi sağlayamadığı için onları kabul etmemesinden ya da bu olayları deney alanına sokacak uygun metodlar bulamamış olmasından ileri geliyor.


Meselâ şu geleceği haber veren rüyalar olayını düşünelim. Her türlü ruhî gücü inkâr etmeye kalkışan S.Freud bile bu tür rüyaları inkâr edememiştir. Nasıl oluyor da meçhul bir gelecek ile ilgili bir rüya görüyorum da bir süre sonra bu ileriye dönük rüyam aynen gerçekleşiyor. Ya şu gizli ve henüz adı bile konulamamış duygular olayına ne demeli? Nasıl oluyor da bir süre sonra belirli bir olayın olacağını ya da belirli bir şahsın az sonra geleceğini hissediyorum da beklediğim şey bir süre sonra şu ya da bu şekilde sahiden gerçekleşiyor.


Sırf pozitif bilim henüz bu tür güçleri deney alanına aktaracak uygun metodlar geliştiremedi diye insan denen varlıkta bulunan bu tür meçhul yetenekleri, güçleri bir kalemde reddetmek, aslında bilimsel kılıflı bir egoizmden, bir şımarıklıktan başka birşey değildir.


Bu demek değil ki, her türlü hurafeye teslim olalım ve karşımıza çıkan her çeşit masalın peşinden gidelim. Bu konuda tutulacak en sağlıklı ve en ihtiyatlı yol insan aklının bu tür bilinmezler hakkında esnek bir tutum benimsemesidir. Yani bu tür esrarengiz güçleri ne mutlak olarak reddetmeli ve ne de gözü kapalı bir şekilde kabul etmeliyiz. Böylece insan aklı elindeki metodlarla bu metodları geliştirerek şimdi kavrayamadığı bu tür güçleri kavramayı başarmalı ya da sözkonusu meselelerin, kapasitesini aştığını itiraf ederek yeteneklerinin sınırlarını tanımalı ve şu evrendeki bilinmez güçlerin ve olayların varlığını kesinlikle onaylayarak tutumunu ona göre ayarlamalıdır.


İşte büyücülük bu tür olaylardandır. Şeytanların insanlara öğrettiği belirtilen esrarengiz bilgilerde bu tür olaylardandır. Uzaklardaki başka insanlara mesaj ulaştırma ve gerek duygu ve düşünceleri gerekse cansız maddeler ile canlı organizmaları etkileme olayları da büyücülüğün değişik bir biçimi olabilir.


Gerçi Kur'an-ı Kerim'in; "Attıkları ipler ve sopalar onların büyülerinin sonucu olarak kendisine yürüyorlarmış gibi göründü" (Taha Suresi, 66) ayetinde, Firavun'un büyücüleri tarafından yapıldığı anlatılan gösteriler hiçbir gerçek tarafı olmayan bir hayal oyunundan ibaretti. Fakat bunun öyle olması bu tür bir etkinin karı ile kocanın ya da iki samimi dostun arasının bozulmasına yolaçmasına engel değildir. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi her ne kadar metodlar, araçlar, etkiler, sebepler ve sonuçlar yüce Allah'ın izni olmaksızın meydana gelmez ise de tepkilerin etkilerden doğduğu da bir gerçektir.


Bu arada acaba Harut ile Marut adındaki bu iki melek kimlerdi ve hangi dönemde Babil kentinde yaşadılar? Bir defa bunların hikâyesi yahudiler tarafından biliniyordu. Çünkü bu olaya işaret eden yukardaki ayeti ne yalanladılar ve ne de ona itiraz ettiler. Kur'an-ı Kerim'de bu şekilde kısaca değinilerek geçilen daha başka olaylar da vardır. Sözkonusu olaylar muhatapları tarafından bilindiği için, bu olaylara kısaca değinmek, gözetilen amacı gerçekleştirmek için yeterli sayılmıştır. Bu tür olaylar hakkında ayrıntılı bilgi vermeyi gerektiren bir sebep yoktur. Çünkü amaç, olayın ayrıntıları değildir.


Ben de elinizdeki bu tefsir kitabında bu iki melek hakkında bize ulaşan çok sayıdaki rivayete dalmak istemiyorum. Çünkü bunlar içinde hiçbir araştırma ürünü ve güvenilir rivayet yoktur.


İnsanlık tarihi boyunca her dönemde insanoğlunun durumuna ve idrak düzeyine uygun birçok ibret verici ve imtihan vesilesi niteliği taşıyan olaylar yaşanmıştır. Buna göre insanın iki melek -ya da iki iyi insan- şekline bürünmüş bir imtihan vesilesiyle karşılaşması şaşılacak kadar olağanüstü bir durum değildir. Zira buna benzer daha nice ibret verici olaylar, harikuladelikler ve çeşitli imtihan türüyle karşılaşmıştır insanoğlu bugüne kadar. O insanoğlu ki simsiyah bir gecenin koyu karanlıkları arasında sürekli biçimde ilâhi meşalenin parıldayan ışınları peşinde emeklemekte, yürümekte ve koşmaktadır.


Uzun bir geçmişin gerisinde kaldıkları için bize göre belirsiz olan meselelerin peşine takılacağımıza bu ayetlerde yeralan açık hükümlü ve belirli anlamlı kavramlar üzerinde durmamız daha yerindedir. Burada, yahudilerin, yüce Allah'ın kesin doğruları içeren kitabını arkalarına atarak masalların peşine düşmekle sapıklığa düştüklerini, bunun yanında, büyücülüğün bir tür şeytan işi olması yüzünden insanın kınanmasına ve Ahiretteki tüm nasibini ve birikimini kaybetmesine yolaçan bir kâfirlik sebebi olduğunu bilmemiz bizim için yeterlidir.


KIBLENİN DEĞİŞTİRİLMESİ ve BUNA BAĞLI GELİŞMELER


Okuyacağımız ayetlerde yahudilerin İslam'a ve müslümanlara yönelik desiselerinin ve hilelerinin açıklanmasına devam ediliyor. Müslüman cemaat, onların oyunları ve entrikaları, müslümanlara dönük içlerinde gizledikleri kin ve kötü duygular, onlar için hazırladıkları tuzaklar ve yıkımlar konusunda uyarılıyor. Yine müslüman cemaate, gerek söz ve gerekse davranış bakımından Ehli Kitab'ın bu kâfirlerine benzememeleri telkin ediliyor. Bu ayetlerle Allah (c.c) yahudilerin İslâm birliği aleyhinde hazırladıkları fitne, oyun, desise, komplo, maksatlı söz ve davranışların ardından saklı olarak gerçek sebep ve niyetler müslümanlara açıklanıyor.


Bilindiği gibi İslâm'ın ortaya çıktığı ortamın şartları uyarınca, müslüman cemaati kuşatan şartlar ve gelişmelere bağlı olarak bu dinin bazı emir ve yükümlülükleri değişikliğe uğruyor, yürürlükten kalkıyordu. Anlaşılan yahudiler bu durumu bahane ederek sözkonusu emir ve yükümlülüklerin kaynağı hakkında kuşku uyandırmaya çalışıyor ve müslümanlara, "Eğer bu emir ve yükümlülükler Allah'tan gelselerdi, yürürlükten kaldırılmazlar, daha önceki emri bozan ya da değiştiren yeni bir emir verilmezdi" diyorlardı.


Özellikle Hicretten onaltı ay sonra gerçekleşen kıblenin Beytül Mukaddes'ten Kâbe'ye döndürülmesi olayı sırasında bu kampanya iyice şiddetlendi. Bilindiği gibi Peygamber efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) Hicretten sonra yahudilerin kıblesi olan Beytülmukaddes'e dönerek namaz kılmaya başlamıştı. Yahudiler bu olayı gerekçe göstererek dinlerinin gerçek din, ve kıblelerinin gerçek kıble olduğu propagandasına hız verdiler. Bu yüzden Peygamberimiz kıblenin Beytülmukaddes'ten Kâbe'ye döndürülmesini arzu ediyor, fakat bu arzusunu açığa vurmuyordu. Bu surenin ilerde okuyacağımız ayetlerinde görüleceği üzere Peygamberimizin vicdanını sürekli biçimde etkileyen bu dileği nihayet yüce Allah tarafından kabul edilerek kıblenin yönü Kâbe'ye, yani O'nun arzuladığı yöne doğru döndürüldü.


Bu değişiklik yahudilerin önemli bir silâhının etkisiz hale gelmesi sonucunu doğurduğu için, bu önemli gerekçeyi kaybetmek çok ağırlarına gitmişti. Bu yüzden, müslümanlara yönelik aldatıcı bir propagandaya girişerek Peygamberimizin buyruklarının kaynağı ve kendisine vahiy geldiğinin doğruluğu hususunda şüphe uyandırmaya yönelmişlerdi.


Başka bir deyimle yahudiler, oklarını müslümanların vicdanlarındaki imanın temeline yönelterek onlara şöyle diyorlardı; "Eğer Beytülmukaddes'e yönelmek yanlış ve geçersiz idiyse, o takdirde bunca zaman kıldığınız namazlar ve yaptığınız ibadetler boşa gitti. Eğer oraya yönelmek doğru ve yerinde idiyse o zaman başka bir yöne dönmenin gerekçesi nedir?." Yani yahudiler, oklarını müslümanların vicdanlarında bulunan yüce Allah'tan sevap alacakları hakkındaki güven duygusunun temeline, hatta her şeyden önce Peygamberimizin rehberlik yeteneğine beslenen güven duygusunun temeline yöneltmiş oluyorlardı.


Anlaşılan bu iğrenç ve yanıltıcı kampanya bazı müslümanların vicdanlarında etkisini göstermişti. Nitekim bu müslümanlar bu konuda Peygamberimize endişe ve tereddüt kokan sorular yöneltmeye ve ondan kanıtlar ve gerekçeler istemeye başladılar. Bu durum gerek inancın kaynağına ve gerekse Peygamberimizin liderliğine dair beslene gelen sarsılmaz güven duygusu ile bağdaşmıyordu.


Bunun üzerine az sonra okuyacağımız konuyla ilgili ayet inerek daha önce yürürlükte olan bazı hükümlerin kaldırılıp yeni hükümler konmasının gerekçelerini açıklayarak bu konudaki şüpheleri ortadan kaldırdı. Buna göre, bazı ayetlerin ve emirlerin iptali herşeyin en iyisini seçen ve müslümanlar için neyin yararlı neyin zararlı olduğunu bilen yüce Allah'ın bir hikmeti sonucudur. Bu ayetin inmesiyle yapılan değişikliklerin amacı müslümanlara açıklanıyor aynı zamanda da yahudilerin asıl hedefleri konusunda dikkatli olmaya çağrılıyorlardı. Yahudilerin amacı ise müslümanları iman ettikten sonra tekrar kafirliğe döndürmekti. Bu çirkin amacın kaynağı ise, yüce Allah'ın müslümanları yahudilere tercih etmesi, son hakk kitabı kendilerine indirerek rahmet ve faziletini onlara tahsis etmesi ve onları bu yüce göreve atamış olması karşısında duyulan kıskançlıktan başka bir şey değildi. Bu ayetlerde aynı zamanda yahudilerin sözkonusu yanıltmacalarının ardında gizli duran kötü niyet açıklanıyor ve Cennet'in sırf onların hakkı olduğu biçimindeki kuru iddiaları çürütülüyor; bu arada iki Ehli Kitap kesiminin birbirlerine yönelttikleri karşılıklı suçlamalar hatırlatılıyor. Bu suçlamalardan birine göre yahudiler, hıristiyanların hiçbir gerçeğe dayanmadıklarını ileri sürerlerken; hıristiyanlar da yahudilerin hiçbir gerçeğe dayanmadıklarını söylüyorlar, ayrıca putperest müşrikler de her ikisinin de gerçekten uzak olduklarını vurguluyorlardı!


Bu ayetlerin devamında yahudilerin kıble olayı arkasına sakladıkları gerçek niyetleri açığa vuruluyor. Bu niyetin yüce Allah'ın evi ve yeryüzündeki ilk mescidi olan Kâbe'ye yönelmeyi engellemek olduğu belirtiliyor ve bu davranışın, yüce Allah'ın mescidlerinde O'nun adının anılmasına engel olmaya ve sözkonusu mescidleri yıkmaya çalışmak anlamına geldiği ifade ediliyor.


Bu tür telkinleri sıralayarak devam eden bu ayetler sonunda müslümanları, yahudilerin ve hıristiyanların, başka bir deyimle Kitap Ehli'nin gerçek ve ortak maksatları ile yüzyüze getiriyor. Bu maksat, müslümanları kendi dinlerinden ayırarak Ehli Kitab'ın dinlerine çevirmektir. Bundan dolayı Peygamberimiz onların dinlerine girmedikçe ne yahudiler ve ne de hıristiyanlar onu hiçbir zaman sevmeyecekler, kendisinden hoşnut olmayacaklardır. Aksi halde sözü edilen savaşlar, tuzaklar ve hileler sonuna kadar devam edecektir! İşte müslümanlara dönük saçma iddiaların ve yanıltıcı propagandaların ardına saklanan ve sözde inandırıcı delillerin gerisinde gizlenen kıyasıya mücadelenin içyüzü budur!



104- Ey müminler, sakın Peygambere; "Bizi de dinle" demeyin; "Bize bak" deyin ve onu dinleyin. Kâfirleri acı bir azap beklemektedir.


105- Ne Kitap Ehlinin kâfirleri ve ne de puta tapanlar Rabbinizden size herhangi bir iyilik inmesini istemezler. Oysa Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir.


106- Biz herhangi bir ayetin daha hayırlısını veya benzerini getirmedikçe onu ne yürürlükten kaldırır ve ne de unuttururuz. Allah'ın herşeye kadir olduğunu bilmiyor musun?


107 Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin Allah'a ait olduğunu bilmiyor musun? Allah'tan başka hiçbir dostunuz ve destekçiniz yoktur.


108- Yoksa vaktiyle Musa'yı sorguya tuttukları gibi siz de peygamberinizi sorguya tutmak mı istiyorsunuz? Müminliği kâfirlik ile değiştirenler hiç kuşkusuz doğru yoldan sapmış olurlar.


109- Kitap Ehlinin çoğu gerçeğin ne olduğunu kesinlikle öğrendikten sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi iman ettikten sonra tekrar kâfirliğe döndürmek isterler. Allah'ın emri gelinceye kadar onlara aldırış etmeyin, yaptıklarını hoş görün. Hiç kuşkusuz Allah herşeye kadirdir.


110- Namazı kılın, zekâtı verin, kendi hesabınıza önceden gönderdiğiniz her iyiliği Allah katında bulursunuz. Hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızı görür.


Bu ayetler "iman edenlere" hitap ederek başlıyor. Müslümanlara, kendilerini başkalarından ayırdeden, Rabbleri ve peygamberleri ile ilişki kurmalarını sağlayan, vicdanlarında kabul etme ve benimseme duygusunu harekete geçiren vasıfları ile sesleniyor.


Bu vasıflarına bağlı olarak onlara Peygamberimize "gözetmek ve ilgilenmek" kökünden gelen "raina (Bizi de dinle, bizi de gözet)" sözü ile hitap etmemelerini söylüyor, bunun yerine O'na bu sözün Arap dilindeki eş anlamlısı olan "unzurna (Bize bak)" sözü ile seslenmelerini tavsiye ediyor. Ayrıca onlara "itaat etme" anlamına gelmek üzere "söz dinlemeyi" emrediyor ve kendilerini kâfirlerin akıbeti olan acı azaba çarpılmayı hak etmekten kaçınmaya çağırıyor. Tekrar okuyoruz:


"Ey müminler, sakın Peygambere `Bizi de dinle' demeyin. `Bize bak' deyin ve onu dinleyin. Kâfirleri acı bir azap beklemektedir."


"Raina" sözcüğünü kullanmanın yasaklanma sebebi hakkındaki rivayetler bize şu bilgiyi veriyor: Yahudilerin ayaktakımı bu sözle Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) hitap ederken bu sözü ağızlarını yayarak, avurtlarını şişirerek telâffuz ederek onun kasden "Ravene" köklü başka bir kelime ile aynı anlama gelmesini sağlıyorlardı. Bunu şunun için yapıyorlardı. Peygamberimize açıktan açığa sövmekten korktukları için bu çirkin maksatlarını gerçekleştirmek üzere ancak aptal çocukların başvurabilecekleri böylesine kaypak bir yolu tercih ediyorlardı.


. İşte bundan dolayı yahudiler tarafından bir hakaret paravanı olarak kullanılan bu sözü kullanmak müminlere yasaklanıyor, bunun yerine ayaktakımı yahudilerin başka anlama çekemeyecekleri, telâffuz değişimine uğratamayacakları aynı anlama gelen başka bir kelimeyi kullanmaları emrediliyor ve böylece yahudilerin sözkonusu aptal çocuklara özgü amacı boşa çıkarılıyordu.


Yahudilerin böyle bir yola başvurmaları onların Peygamberimize karşı ne derece kin ve kıskançlık beslediklerini gösterdiği kadar, onların edepsizliklerini, adi yollara başvurmaktaki pervasızlıklarını ve davranış plânındaki yozlaşmışlıklarını da belgelemektedir. Bu konuda konulan yasak da, yüce Allah'ın gerek Peygamberini ve gerekse müslüman cemaati, hilekâr düşmanlarından kaynaklanan her türlü desise ve kötü maksat karşısında koruduğunu, başka bir deyimle "dostlarını" düşmanlarına karşı titizlikle savunduğunu kanıtlamaktadır.


Bu ayetlerin devamında yahudilerin müslümanlara karşı besledikleri kötü niyetli ve düşmanca duygular, kalplerinden taşan kıskançlık ve çekememezlik kompleksleri açığa çıkarılıyor. Bu kıskançlığın sebebi, yüce Allah'ın bağışını müslümanlara tahsis etmiş olmasıdır. Böylece müslümanların düşmanlarından sakınmaları, düşmanlarının kıskançlıklarına sebep olan imanlarına dört elle sarılmaları, yüce Allah'ın kendilerine tahsis ettiği bağışa karşı şükür borçlarım ödeyerek, bu bağışı korumaları telkin ediliyor:


"Ne kitap ehlinin kâfirleri ve ne de puta tapanlar Rabbinizden size herhangi bir iyilik inmesini istemezler. Oysa Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir."


Kur'an-ı Kerim, burada Ehl-i Kitap ile putperestleri (müşrikleri) kâfirlik açısından bir sayıyor. Bu grupların her ikisi de son peygambere gelen ilâhi mesajı inkâr ediyor. Bu bakımdan her ikisinin tutumu da aynıdır. Ayrıca bu grupların her ikisi de müminlere karşı kin ve çekememezlik duyguları beslemekte, onların iyiliğini istememektedirler. Bunların müminlerde en çok kıskandıkları şey, bu dinin kendisidir. Yani yüce Allah'ın onları bu iyilik için seçmiş olması, onlara Kur'an'ı Kerim'i indirmiş olması, bu nimeti onlara bağışlamış olması, evrenin en büyük emaneti olan "inanç emaneti"ni onların omuzlarına yüklemiş olmasıdır.


Yüce Allah'ın bağışını dilediği kuluna indirmesi karşısında yahudilerin kapılmış oldukları kin ve kıskançlık konusuna yukarda değinmiştik. Bu kindarlığı o kadar ileri boyutlara vardırdılar ki, Peygamberimize vahiy getirdiği gerekçesi ile Cebrail'e (selâm üzerine olsun) düşmanlıklarını bile ilân ettiler. Oysa:


"Allah rahmetini dilediğine tahsis eder."


Yüce Allah peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir. Bu durumda bu görevi Peygamberimiz ile O'na inananlara yüklediğine göre onlar bu misyona ehildirler demektir. Ayrıca:


"Allah büyük lütuf sahibidir."


Peygamberlikten ve ilâhi mesajı temsil etme görevinden daha büyük bir nimet yoktur. İmandan ve insanları iman etmeye çağırmaktan daha büyük bir nimet yoktur. Bu ifade, yüce Allah'ın bu bağışının büyüklüğü, bu lütfun sınırsızlığı konusunda müminlerin kalplerinde şuur uyandırıcı niteliktedir. Kâfirlerin, müminlere karşı duydukları kindarlık ile ilgili az önceki açıklama da müminlere son derece uyanık ve inançlarına bağlı olma bilincini aşılar. Müminlerin inancını zayıflatmak amacı ile yahudiler tarafından gerek tarihte ve gerekse günümüzde yürütülen yoğun yanıltma ve kuşkulandırma kampanyasına karşı koymak, bu saldırı okları karşısında ayakta kalmayı başarabilmek için yukarıda değindiğimiz her iki tür bilinç de kaçınılmaz derecede gereklidir. Yahudilerin, müslümanlarda görmekten en çok kıskanacakları "büyük iyilik" işte bu direnme yeteneğidir!


Daha önce belirttiğimiz gibi yahudilerin bu yıkıcı propaganda kampanyası, bazı emir ve yükümlülükler ile ilgiliydi ve özellikle kıble yönünün Kâbe'ye döndürülmesi olayı sırasında doruk noktasına varmıştı. Çünkü kıble değişimi olayı onların büyük yanıltma gerekçelerini etkisiz hale getirmişti.


"Biz herhangi bir ayetin daha hayırlısını veya benzerini getirmedikçe onu ne yürürlükten kaldırır ve ne de unuttururuz."


KUR'AN'DAKİ BAZI EMİRL ERİN NESHEDİLMESİ


Yahudilerin, İslâm inancının özü hakkında zihinlerde şüphe uyandırmak amacıyla bahane olarak kullandıkları vesile ister -bu ve daha sonraki ayetlerin gösterdiği gibi- kıble yönünün değiştirilmesi olayı olsun, ister müslüman cemaatin gelişim sürecine ve sosyal şartlarının değişimine bağlı olarak bazı emirlerin, hükümlerin ve yükümlülüklerin değiştirilmesi olsun, isterse Kur'an-ı Kerim'in Tevrat'ı bir bütün olarak onaylamış olmasına rağmen bu kitapta yeralan bazı hükümleri değiştirmiş olması ile ilgili olsun; yahudilerin zihinlerde kuşku uyandırma kampanyasının bahanesi ister o, ister şu veya isterse bu olsun önemli değil. Kur'ana Kerim burada gerek yürürlükten kaldırma (nesh) ve değiştirme olayı ile ve gerekse yahudilerin bu inanç sistemine karşı çeşitli usullerle savaşmak amacı güden plânları ve gelenekleri uyarınca zihinlerde uyandırmış oldukları şüpheler ile ilgili olarak kesin bir açıklama yapıyor.


Buna göre, vahyin iniş süreci boyunca şartların gereği olarak yapılan kısmî değiştirmeler insanlığın yararınadır; sosyal hayatın gelişiminin gerektirdiği faydayı daha büyük oranda gerçekleştirme amacına dönüktür; bu gerekliliği takdir edecek olan; insanların yaratıcısı, peygamberlerin göndericisi ve ayetlerin indiricisi olan yüce Allah'tır. Eğer O, herhangi bir ayeti yürürlükten kaldırarak unutulmuşluğun karanlık kucağına atarsa -Bu ayet ister her hangi bir hüküm içeren okunabilir bir ayet olsun, isterse peygamberler tarafından ortaya konan somut mucizeler gibi belirli bir münasebetle ortaya çıkıp geçen olağandışı bir gelişme anlamındaki ayetlerden biri olsun- ondan daha yararlısını ya da onun benzerini indirir. Hiçbir şey O'nun gücü dışında değildir. O her şeyin maliki, göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibidir. Bundan dolayı yüce Allah daha sonra şöyle buyuruyor:


"Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmiyor musun?"


"Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin Allah'a ait olduğunu, Allah'tan başka hiçbir dostunuzun ve destekçinizin olmadığını bilmiyor musun?"


Buradaki müminlere yönelik hitap,uyarıcı ve hatırlatıcı niteliktedir. Çünkü onlara yegane dostlarının ve destekçilerinin yüce Allah olduğunu, O'ndan başka hiçbir dostlarının ve destekçilerinin bulunmadığını hatırlatıyor. Belki de bu uyarının ve hatırlatmanın sebebi, bazı müminlerin yanıltıcı yahudi propagandasına aldanmaları, onların aldatıcı gerekçeleri ile kafalarının karışması ve bunun sonucu olarak Peygamber efendimize güven duygusu ve kesin inançla bağdaşmayan sorular sormaya kalkışmalarıdır. Bir sonraki ayette dile gelen açık uyarı ve azarlama bunu gösterir:


"Yoksa vaktiyle nasıl Musa'yı sorguya tuttular ise siz de Peygamberinizi sorguya tutmak mı istiyorsunuz? Müminliği kâfirlik ile değiştirenler hiç kuşkusuz doğru yoldan sapmış olurlar."


Bu ayet, bazı müslümanları işi yokuşa sürme, peygamberlerinden açık deliller ve mucizeler isteme ve onu zora koşma bakımından Hz. Musa'nın (selâm üzerine olsun) kavmine benzemelerini, özenmelerini kınayıcı niteliktedir. Kur'ana Kerim'in çeşitli yerlerinde anlatıldığı gibi Hz. Musa ne zaman yeni bir emir verse, ne zaman yeni bir yükümlülük bildirse yahudiler buna karşı işi yokuşa sürmüşlerdir.


Öteyandan bu ayet, müminleri bu yolun akıbeti konusunda da uyarıcı niteliktedir. Bu akıbet, sapıklık ve müminliği kâfirlikle değiştirmektir. Yine bu akıbet, yahudilerin sürüklendikleri sonuç olduğu gibi müslümanları da sürüklemeyi temenni ettikleri sonuçtur:


"Kitap Ehlinin çoğu, gerçeğin ne olduğunu kesinlikle öğrendikten sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan dolayı sizi iman ettikten sonra tekrar kâfirliğe döndürmek isterler."


Bu; iğrenç kindarlığın vicdanlarda körüklediği bir eğilimdir. Yani başkalarının elde ettikleri iyiliği onların elinden alma arzusu. Niçin? Bu durum sözkonusu şirret vicdanların gerçeği bilmemelerinden ötürü değil, tam tersine bilmelerinden ötürüdür! Tekrar okuyoruz:


"Gerçeğin ne olduğunu kesinlikle öğrendikten sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan dolayı..."


Kıskançlık, İslâm'a ve müslümanlara karşı yahudilerin ruhlarından taşan ve bugün de devam eden kara ve iğrenç bir duygudur. Onların bütün desiseleri, bütün komploları bu dünyadan kaynaklanmıştır ve bugün de yaptıkları tüm düşmanlıklar bu duygunun bir sonucudur. Kur'an-ı Kerim onların bu iğrenç duygusunu iyi tanısınlar ve korunsunlar diye müslümanların gözleri önüne seriyor. Ve şunu da bilsin ki müslümanlar, daha önce cenderesinde kıvranıp durdukları küfür sisteminden Allah'ın nimeti sayesinde kurtulup kavuştukları İslâm'dan uzaklaştırıp yine o eski hayata döndürmek isteyen tüm çabalar da yahudinin ürünüdür, onun parmağı vardır bu işlerde. O iman ki; yüce Allah onun sayesinde müslümanları en yüksek payeye, onların kıskançlıklarını körükleyen en yüce nimete tek başına lâyık görmüştür.


Burada, yani bu gerçeğin açıkça ortaya çıktığı yahudilerin kötü niyetlerinin ve iğrenç kıskançlıklarının gözler önüne serildiği noktada Kur'an-ı Kerim, müslümanları onurlu davranmaya, kine kinle ve şirretliğe şirretlikle karşılık vermekten kaçınmaya, yüce Allah'ın dilediği zaman gerçekleşecek olan hükmü kendini gösterinceye kadar müsamahakâr davranmaya ve onların yaptıklarına şimdilik cevap vermemeye çağırıyor.


"Allah'ın emri gelinceye kadar onlara (yahudilere) aldırış etmeyin, yaptıklarını hoş görün. Hiç kuşkusuz Allah herşeye kadirdir."


Yani; "Siz Allah'ın sizin için seçmiş olduğu yolda ilerlemeye devam edin, Rabbinize ibadet edin ve O'nun katında iyi amel biriktirin." Okumaya devam ediyoruz:


"Namazı kılın, zekâtı verin, kendi hesabınıza önceden gönderdiğiniz her iyiliği Allah katında bulursunuz. Hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızı görmektedir."


Böylece Kur'an-ı Kerim, bu ayeti ile müslüman cemaatin bilincini uyandırıyor, onun dikkatini tehlikenin kaynağı ve hilenin tuzak yeri üzerinde yoğunlaştırıyor, müslümanların duygularını kötü niyetlere, kahpece tuzaklara ve iğrenç kıskançlığa karşı koymaya hazırlıyor. Sonra onları, bu hazırlanmış ve yüklü enerji birikimini kaybetmeden yüce Allah'ın katına yöneltiyor, O'nun emrini beklemelerini ve davranışlarını O'nun iznine bağlamalarını buyuruyor. Sözkonusu ilâhî emir gelinceye kadar da onları hoşgörülü ve aldırışsız olmaya çağırıyor. Böylece kalpleri kinin ve nefretin kokuşmuşluğundan uzak biçimde mutlak emir ve irade sahibinin emrini temiz bir yürekle beklemelerini öneriyor.

111- Onlar "Yahudilerden ve hıristiyanlardan başka hiç kimse Cennet'e giremeyecek"dediler. Bu onların hüsnükuruntusudur. De ki; "Eğer dediğiniz gibi ise delilinizi getirin. "
112- Hayır, öyle değil Kim kendini Allah â adar ve bunun yanında iyi ameller de işlerse Allah katında mutlaka mükâfatını alır. Böyleleri için korku sözkonusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir.
113- Yahudiler: "Hıristiyanlar hiçbir gerçeğe dayanmıyor" dediler. Hıristiyanlar da; "Yahudiler hiçbir gerçeğe dayanmıyor" dediler. Oysa hepsi de kitabı okuyorlar. Gerçeği bilmeyenler de onların dediğini söylemişlerdi. Kıyamet günü Allah, anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hüküm verir.
Medine'de müslümanların karşısına dikilenler kitap ehli yahudilerdi. Orada yahudilerin yaptığı gibi müslümanların karşısına çıkacak hıristiyan bir kitle yoktu. Buna karşın yukarıdaki ayetin ifadesi genele yöneliktir. Ayet hem yahudileri ve hem de hıristiyanları birinin diğeri hakkındaki sözleriyle cevaplandırıyor. Daha sonra da müşriklerin bu iki zümre hakkındaki görüşünü dile getiriyor. Tekrar okuyalım:
"Onlar 'Yahudî ve hristiyanlardan başka hiç kimse Cennet'e giremeyecek' dediler."
Bu ifade onların sözlerini birleştirerek dile getiriyor. Yoksa aslında yahudiler; "Yahudilerden başkası Cennet'e giremeyecek" derken hıristiyanlar da; "Hıristiyanlardan başkası Cennet'e giremeyecek" diyorlar.
Bu sözlerin her ikisi de hiç bir delile dayanmayan basmakalıp ve klâsik bir iddiadan ibaret olduğu için yüce Allah Peygamberimize onlara meydan okumayı ve kendilerinden delil istemeyi telkin ediyor:
"De ki; 'Eğer dediğiniz gibi ise delilinizi getirin."
Burada hiçbir millete, hiçbir zümreye ve hiçbir ferde imtiyaz tanımaksızın amele (davranışa) ceza (karşılık) biçme konusu ile ilgili İslâm düşünce sisteminin kuralı belirleniyor. Bu kurala göre, önemli olan İslâm ve ihsan (iyi amel)dir, yoksa isim ve ünvan değil. Okuyalım:
"Hayır, öyle değil. Kim kendini Allah'a adar ve bunun yanında iyi ameller de işlerse Allah katında mutlaka mükâfatını alır. Böyleleri için korku sözkonusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir."
Kur'an-ı Kerim, daha önce yahudilerin "Belirli günler dışında bize Cehennem ateşi dokunmayacak" şeklindeki iddialarına şu cevabı verirken bu kuralı ceza ile ilgili olarak belirlemişti:
"Hayır, öyle değil, Kim günah işler de günahı tarafından kuşatılırsa böyleleri Cehennemliktirler, onlar orada ebedi olarak kalacaklardır."
Bu iki açıklama iki karşıt tarafı, yani ceza ve mükâfat taraflarını içeren bir tek kuraldır, "Kim günah işler de günahı tarafından kuşatılırsa...". Bu durumdaki kimse benliğini kuşatmış olan sözkonusu günahın tutsağıdır; her şeyden, her türlü bilinçten, işlediği günahın doğrultusu dışındaki her türlü yöneliş ve bakış açısından arınmış, uzak düşmüştür.
Buna karşılık "Kim kendini Allah'a adar ve bunun yanında iyi ameller de işlerse..." Yani "Kim benliğini Allah'a adar, tüm duygularını Allah'a yöneltir, başkasının günaha sarılmasının karşıtı olarak yüce Allah'a sımsıkı bağlanırsa." "Kim kendini Allah'a adarsa (benliğini Allah'a teslim ederse)" Burada İslâmın ilk karakteristik özelliği meydana çıkıyor. "Benliğin Allah'a adanması". Burada kullanılan "İslâm" deyimi "boyun eğme" ve "teslim olma" anlamlarına gelir. Manevi plânda "boyun eğme" ve amel (uygulama) plânında "teslim olma." Bununla birlikte bu "teslim oluşun" mutlaka görünür bir belirtisi, elle tutulur bir kanıtı olmalıdır. Bu da yukardaki ayetin ".. ve bunun yanında iyi ameller işlerse..." cümleciğinde ifade ediliyor.
Buna göre, İslâm'ın karakteristik özelliği bilinç ile davranış, inanç ile amel, kalpdeki imanla pratiğe yansıyan iyi hareket arasındaki birliktir. Bu sayede inanç sistemi, kapsamlı ve yaygın bir yaşama tarzına dönüşür. Böylelikle insan kişiliği bütün faaliyet ve yönelişleri ile tutarlı bir bütünlüğe kavuşur. Yine bu sayede müslüman, şu ilâhî bağışların tümünü elde etmeye lâyık olur:
"Böyleleri Allah katında mutlaka mükâfatlarını alırlar. Bunlar için korku sözkonusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir."
Onlara Rabbleri katında kayba uğraması sözkonusu olmayan, kesin bir mükâfat, korkuya yer tanımayan tam bir güvenlik ve üzüntünün gölgeleyemeyeceği coşkun bir sevinç vardır. Bu bütün insanları eşit tutan genel bir kuraldır. Bu kurala göre yüce Allah katında iltimas ve tarafgirlik sözkonusu değildir.
Yahudiler ve hıristiyanlar sözkonusu basmakalıp ve klâsik iddiayı ileri sürerlerken, bir yandan bu zümrelerin her biri diğerinin hiçbir gerçeğe dayanmadığını söylüyor, öteyandan da müşrikler her iki gruba da aynı sözle karşılık veriyorlardı. Tekrar okuyalım:
"Yahudiler; 'Hıristiyanlar hiç bir gerçeğe dayanmıyor" dediler: Hıristiyanlar da; "Yahudiler hiç bir gerçeğe dayanmıyor' dediler. Oysa her ikisi de kitabı okuyorlar! Gerçeği bilmeyenler de onların dediğini söylemişlerdi. Kıyamet günü Allah, anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hüküm verir."
Bu ayette sözü edilen "gerçeği bilmeyenler" mukaddes kitapları olmayan cahil, okuma-yazmasız Araplardı. Bunlar, yahudiler ile hıristiyanların aralarındaki ayrılığı, karşılıklı suçlamalarını, müşriklik ve yüce Allah'a evlât yakıştırma açısından eski Arap masallarından ve hurafelerinden daha seviyesiz masallara ve hurafelere körükörüne bağlılıklarını gördükleri için yahudilikten de hıristiyanlıktan da uzak duruyor,ve "Bunlar hiçbir gerçeğe dayanmayan, boş şeylerdir" diyorlardı.
Kur'an-ı Kerim, yahudiler ile hıristiyanların "Cennet'in sırf kendilerine ait olduğu" şeklindeki iddialarını çürüttükten sonra, bu grupların birbirleri aleyhindeki sözlerini her ikisinin de siciline geçiriyor ve arkasından aralarındaki anlaş nazlığın çözümünü yüce Allah'a havale ediyor:
"Kıyamet günü Allah, anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hüküm verir."
Adil hüküm O'nundur ve bütün meseleler O'nun huzuruna gelir. Yapılacak şey hiçbir mantık kuralına bağlı olmayan ve hiçbir delile dayanmayan bu kavmin"tek başına 'Cennetlik olduğu' ve yine "yalnız başına doğru yolda olduğu" şeklindeki basmakalıp iddialarını çürüttükten sonra tek çıkar yol onları yüce Allah'ın -c.c- hükmüne havale etmektir.
İSLÂM'IN MESCİD ANLAYIŞI
Okuduğumuz ayetlerin devamında Peygamberimizin emir ve tebliğlerinin bunların içinde özellikle kıble yönünün değiştirilmesi ile ilgili olanının- doğruluğu hakkında müslümanların zihinlerini bulandırmayı amaçlayan yahudi kampanyalarının kınanmasına dönülüyor ve bu tutum yüce Allah'ın mescidlerinde O'nun adının anılmasını engelleme ve bu mescidleri yıkma girişimi sayılıyor:

114- Allah'ın mescidlerinde O'nun adının anılmasını engelleyen ve oraları yıkmaya çalışanlardan daha zalim kim olabilir? Oysa oralara ancak korkulu bir saygı içinde girmeleri yakışık alır. Bunları, dünyada rezil olmak, Ahirette de büyük bir azap beklemektedir.
115- Doğu da Batı da Allah'ındır. Ne tarafa dönerseniz, Allah'ın yönü o tarafa doğrudur. Şüphesiz Allah'ın kudreti herşeyi kapsar ve o herşeyi bilir.
Akla en yakın ihtimal; yukardaki iki ayetin, kıble değiştirilmesi ve yahudilerin, müslümanları yeryüzüne inşa edilen ilk Allah evi ve ilk kıble olan Kâbe'ye yönelmekten alıkoymaya çalışmaları dolayısıyla inmiş olabileceğidir. Ancak bu ayetlerin nüzul (iniş) sebebi hakkında bu söylediğimizin dışında daha pekçok değişik görüş de vardır.
Bu yorumların hangisi doğru olursa olsun ayetteki ifadenin mutlak oluşu, onun mescidlerde Allah'ın adının ànılmasına engel olmak ve oraları yıkmaya çalışmakla ilgili genel bir hüküm olduğunu düşündürür. Bu çirkin davranışa karşılık olarak belirlenen ve bu davranışa uygun tek ceza olduğu belirtilen aşağıdaki hüküm de genel karakterlidir.
"Oysa oralara ancak korkulu bir saygı içinde girmeleri yakışık alır."
Yani barınma dileği ile, gerekli saygı ifadesini takınarak ve eman diyerek yüce Allah'ın evi olan mescidlere sığınmadıkça kovulmayı, kovalanmayı ve güvenden yoksun bırakılmayı hakkederler. (Tıpkı Mekke'nin fethinden sonra olduğu gibi. Bilindiği gibi Mekke'nin müslümanlar tarafından fethedildiği gün Peygamberimizin sözcüsü "Kim Mescid-i Haram'a (Kâbe) girerse güven içindedir" diye seslenmiş ve bunun üzerine can güvenliği istemeye karar veren bazı Kureyş zorbaları oraya sığınmışlardı. Oysa bu kimseler daha önce Peygamberimiz ve arkadaşlarının Kâbe'yi ziyaret etmelerine engel olmuşlardı.)
Ayet-i celile, bu hükme, böylelerinin dünyada perişanlığa ve Ahirette büyük bir azaba çarptırılacakları kara haberini eklemektedir:
"Bunları dünyada rezil olmak, Ahirette de büyük bir azap beklemektedir." "Oysa oralara ancak korkulu bir saygı içinde girmeleri yakışık alır" cümlesinin bir başka açıklaması da şöyledir: Yani "Onların, ancak Allah korkusu ve O'nun ululuğunun ürpertisi içinde Allah'ın mescidlerine girmeleri yakışır. Yüce Allah'ın evlerine yaraşan, O'nun büyük heybet ve ululuğuna uygun düşen edep şekli budur." Bu yorum şekli de konunun akışına uygundur.

Bu iki ayetin kıble yönünün değiştirilmesi olayı ile ilgili olarak indiği görüşünü tercih etmemizin gerekçesi, bu ayetlerin ikincisidir. Okuyalım:
"Doğu da Batı da Allah'ındır. Ne tarafa dönerseniz, Allah'ın yönü o tarafa doğrudur. Hiç şüphesiz Allah'ın kudreti her şeyi kapsar ve o her şeyi bilir." Müslümanlar, kıblenin değiştirilmesi olayına kadar Beyt'ül-Mukaddes'e (Kudüs'teki Mescid-i Aksa) yönelerek namaz kılıyordu. Kıble'nin Kabe'ye doğru döndürülmesiyle yahudiler müslümanların zihnini bulandıran şiddetli bir propaganda başlattılar. Buna göre Müslümanların a güne kadar kıldıkları namazlar geçersizdi ve Allah katında hesaplarına hiçbir sevap yazılmayacaktı. İşte bu ayet yahudilerin bu iddialarına cevap veriyor, iniş sebebinin ana nedeni de bu asılsız propagandalardı. Bu ayet, yahudilerin bu sakat yorumlarına karşı çıkarak aslında her yönün bir kıble olduğunu, buna göre ibadete duran kul ne tarafa dönerse yüce Allah'ın yönünün o tarafa doğru olduğunu, herhangi bir yönün kıble olarak belirlenmesinin yüce Allah tarafından bir yönlendirme olayı olduğunu ve o tarafa dönmenin O'na itaat etme anlamı taşıdığını, yoksa bunun Allah'ın o tarafta değil de bu tarafta olduğu manasına gelmediğini belirtiyor. Allah kullarını sıkıntıya ve çıkmaza sokmaz, onların sevaplarını kısmaz; O kullarının kalplerini, niyetlerini herhangi bir yöne doğru durmalarının iç gerekçelerini bilir, Allah'ın emrinde kolaylık esastır, niyet Allah içindir. Zira "Allah'ın kudreti her şeyi kapsar ve o her şeyi bilir."
ALLAH'A OĞUL İSNAD EDENLER
Bu ayetlerin devamında, yahudilerin ilâhlığın özü ile ilgili düşüncelerinin (sapıklığı), yüce Allah'ın dininin dayanağı ve bütün peygamberlerin mesajlarının sâğlıklı temeli olan Tevhid ilkesinden uzak düşmüş oldukları gözler önüne seriliyor, bunların yüce Allah'ın zatı ve sıfatları ile ilgili sapık düşünceleri aynı konulardaki cahiliye düşünceleri ile karşılaştırılarak müşrik Araplar ile Ehl-i Kitab'ın müşrikleri arasındaki inanç benzerliğine parmak basılıyor, bütün bu grupların müşrikliğe yönelik yanılgıları düzeltilerek kendilerine, gerçek iman kavramının temel ilkesi açıklanıyor:

116- Onlar; "Allah oğul edindi " dediler. O böyle bir şeyden münezzehtir. Göklerdeki ve yeryüzündeki varlıkların tümü O'nundur, hepsi O'na boyun eğmişlerdir.
117 O, göklerin ve yeryüzünün yoktan varedicisidir. O birşeyin varolmasını dileyince ona sadece "ol " der ve o da olur.
118- Bilmeyenler "Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir mucize gelmeliydi " dediler. Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi söylemişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi. Kesin iman sahiplerine ayetleri apaçık göstermişizdir.
Bu, "Allah oğul edindi" şeklindeki sakat iddia, sadece hıristiyanların Hz. İsa (selâm üzerine olsun) ile ilgili iddiaları değildir, yahudiler de Hz. Üzeyir için aynı şeyi söylüyorlardı. Tıpkı bunlar gibi müşrikler (putperestler) de melekler hakkında aynı iddiayı ileri sürüyorlardı. Bu ayet sözkonusu grupların iddialarını ayrı ayrı anlatmıyor. Çünkü konunun akışı o günün Arap yarımadasında İslâm'a karşı çıkan bu üç grubu ana hatları ile tanıtmak amacını taşıyor. Ne tuhaftır ki, bu üç grup uluslararası Siyonizm, dünya Hristiyanlığı ve evrensel Komünizm şemsiyeleri altında günümüzde de İslâm'a kıyasıya karşı çıkan akımları oluşturuyorlar. Yalnız, milletlerarası Komünizm o günün müşriklerinden çok daha koyu bir küfür akımıdır. Ayetin, bu üç grubu aynı kategoride birleştirmesi, yahudiler ile hristiyanların sırf kendilerinin doğru yolda olduğu biçimindeki iddialarını boşa çıkarıcı niteliktedir. Çünkü bu iki grubun her ikisinin de müşrikler (putperestler) ile aynı düzeyde oldukları görülüyor.
Ayetlerin devamında, bu grupların yüce Allah ile ilgili diğer sakat görüşlerine geçilmeden önce hemen yüce Allah'ın bu sapık düşünceden münezzeh olduğu vurgulanmakta ve yüce Allah ile tüm yaratıkları arasındaki ilişkinin gerçek mahiyeti açıklanmaktadır:
"O, böyle bir şeyden münezzehtir. Göklerdeki ve yeryüzündeki varlıkların tümü O'nundur, hepsi O'na boyun eğmişlerdir.
O, göklerin ve yeryüzünün yoktan varedicisidir. O bir şeyin varolmasını dileyince ona sadece "ol" der ve o da olur."
Şimdi söz sırası İslâm'ın yüce Allah ile ilgili, yaratıcı ile yarattıkları arasındaki ilişkinin türü ile ilgili ve yaratıkların yaradandan nasıl sadır oldukları ile ilgili soyutlayıcı ve eksiksiz düşüncesine geldi. Bu düşünce, sözünü ettiğimiz realiteleri birarada ifade eden en seviyeli ve açık görüş tarzıdır.
Bu görüşe göre kâinat, üstün ve mutlak iradenin "Kün feyekün (ol der ve oluverir)" ilkesi uyarınca yaratıcısından sadır olur. Bu iradenin herhangi bir varlığı yaratmaya yönelmesi, aracı bir gücün ya da maddenin bulunmasına gerek duyulmaksızın sözkonusu varlığın önceden belirlenen biçimde varolmasını tek başına sağlayıcı niteliktedir.
Peki mahiyetini bilmediğimiz bu üstün irade, kendisinden sadır olmasını murad ettiği sözkonusu varlıkla nasıl ilişki kuruyor? Bu nokta, insan idrakinin kavrayamadığı, içyüzünü açıklayamadığı bir sırdır. Çünkü insan kapasitesi bu noktayı idrak etmeye elverişli ve yatkın değildir. Zira bu noktayı kavramak, insanın yaratılış amacı olan yeryüzü halifeliği ve·yeryüzünü imar etme görevi açısından gerekli değildir. Yüce Allah insanoğluna yeryüzündeki görevinde yararlanacağı kâinat kanunlarını keşfetme ve bunları pratikte kullanma yeteneği verdiği oranda ona bu önemli halifelik görevi ile ilgisi olmayan başka bir alemin sırlarını kapalı tutmuştur.
Çeşitli felsefi akımlar hiçbir yol gösterici ışığın bulunmadığı uçsuz-bucaksız bir çölde taban tepmişlerdir. Amaçları ise bu sırları keşfetmekti. Bu uğurda, sözünü ettiğimiz alanla ilgili hiçbir yapısal yatkınlığa sahip olmayan, bu alanı kavrama ve bilme araçları ile kesinlikle donatılmamış olan insan idrakinden kaynaklanmış birçok faraziyeler ve varsayımlar ortaya koymuşlardır. Bu faraziyelerin en yüksek seviyeleri bile insanı hayrete düşürecek ona "Nasıl olur da bir filozof böyle bir şey ileri sürer?" dedirtecek derecede gülünç oluyor. Bunun tek sebebi, sözkonusu filozofların insan idrakini doğal yaratılışının dışına çıkarmaya, onu yetki alanının dışına taşırmaya kalkışmalarıdır.
Böyle olduğu için hiçbir tatmin edici sonuca varamamışlar, daha doğrusu bu konudaki İslâm düşüncesini bilen ve onun etkisi altında kalan bir kimsenin saygı duyabileceği hiçbir sonuç elde edememişlerdir. İslâm bu konudaki realist yaklaşımı sayesinde inanmış bağlılarını bu uçsuz-bucaksız çölde kılavuzsuz olarak taban tepmekten, daha baştan yanlış metoda dayanan bu karanlık maceraya atılmaktan korumuştur. Fakat bazı taklitçi İslâm felsefecileri özellikle eski Yunan felsefecilerinin etkisiyle bu yüksek doruklara tırmanmaya kalkışınca eski Yunanlı üstadları gibi karmaşık ve yanılgılı varsayımlardan başka birşey elde edemediler. Onlar bu hareketleriyle İslâm düşüncesine bu düşüncenin tabiatı ile bağdaşmayan, özü ile uyuşmayan yabancı unsurlar bulaştırdılar. Bu durum insan aklını yetki alanı dışına taşırmayı, yaratılışındaki özelliğin ötesine çıkarmayı amaçlayan her girişimin karşılaşacağı kesin akıbettir.
İslâm düşüncesine göre varlıkların yaratıcısı, yarattığı varlıkların hiçbirine benzemez, O tektir. Bunun doğal bir sonucu olarak İslâmî düşünce, müslümanların dışındaki birtakım inanç mensuplarının anladığı gibi "vahdet-i vücud (varlıkların birliği)" kavramını reddeder. Yani "varlıklarla yaratıcı birleşik bir bütündür" ya da "Varlık alemi yaratıcının zatından kaynaklanan ışınlardan ibarettir" veya "varlık alemi, yaratıcısının görülebilen bir sureti, bir yansımasıdır" şeklinde ifade edebileceğimiz yahut aynı esasa dayalı başka bir biçimde anlatılabilen "vahdet-i vücud" kuramı İslâm düşüncesi ile bağdaşmaz.
Fakat bununla birlikte İslâm düşüncesinde de "Tevhid" diye tanımlanan varlık bütününü kapsamına alan bir birlik vardır. Bu birlik, varlık aleminin aynı yaratıcı iradeden meydana gelmiş olması, gelişimini düzenleyen kanunlar sisteminin bir oluşu; yaratılışının, koordinasyonunun, kullukta ve saygıda Rabbine yönelişinin bir olması anlamındadır. Okuyalım:
"Göklerdeki ve yerdeki varlıkların tümü O'nundur, hepsi O'na boyun eğmişlerdir."
Göklerdeki ve yerdeki varlıklar içinde onun evlâdı olduğunu düşündürecek hiçbir gerekçe ortada yoktur. Çünkü varolan her şey aynı derecede ve aynı aracın sonucu olarak O'nun yaratığıdır. Tekrarlıyoruz:
"O göklerin ve yerin yoktan varedicisidir. O bir şeyin varolmasını dileyince ona sadece "ol" der ve o da olur"
İlâhî iradenin varlıklara yönelmesi olayı insan idrakinin bilemeyeceği bir şekilde gerçekleşiyor. Çünkü bu olay, insan idrak kapasitesinin dışında kalır. Buna göre, bu sırrın künhüne ermeye çalışmak, boşuna enerji harcamak ve uçsuz bucaksız bir çölde kılavuzsuz olarak taban tepmektir.
Yukardaki ayetlerde Kitap Ehli'nin, yüce Allah'ın evlâdı olduğunu iddia eden sözleri sunulduktan ve bu saçma sözler düzeltilip reddedildikten sonra müşriklerin aynı türdeki sözlerine geçiliyor. Bu sözler, aynen Ehl-i Kitab'ın benzer sözlerine kaynaklık eden yanlış düşünceye dayanıyor:
"Bilmeyenler; 'Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir mucize gelmeliydi' dediler. Onlardan öncekiler de onların dediklerinin benzerini söylemişlerdi."
Buradaki "bilmeyenler" okuma-yazmasız müşrikler, yani putperestlerdir. Bunların hiçbir kitap kaynaklı bilgileri yoktu. Sık sık Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) karşısına dikilerek yüce Allah'ın kendileri ile doğrudan konuşmasını ya da kendilerine somut, mucizenin gösterilmesini istiyorlardı. Onların bu sözlerinin burada hatırlatılmasının nedeni, kendilerinden öncekilerin -yani yahudiler ile diğer kitap ehlinin- de vaktiyle kendi peygamberlerinden aynı isteklerde bulunmuş oldukları gerçeğini vurgulamaktır. Bilindiği gibi Hz. Musa'nın (selâm üzerine olsun) kavmi yüce Allah'ı açıktan açığa görmeyi istemiş, ayrıca kendilerine mucize gösterilmesinde ısrar etmişlerdi. Demek oluyor ki, bunlar ile onlar arasında karakter, zihniyet ve sapıklık bakımından benzerlik vardır.
"Kalpleri birbirine benzedi."
Bana göre yahudilerin, müşrikler (putperestler) karşısında bir üstünlükleri yok. Bunlar zihniyet, inatçılık ve sapıklık bakımından benzer kalpler, benzer duygular taşımaktadırlar. Devam ediyoruz:
"Kesin iman sahiplerine ayetleri apaçık göstermişizdir."
Kalplerinde kesin iman bulunanlar, yüce Allah'ın -c.c- ayetlerinde bu kesin imanlarını doğrulayan ve vicdanlarını tatmin eden gerekçeleri bulurlar. Yani kesin imanı bu ayetler meydana getirmez. Tersine bu ayetlerin anlamlarını kavramayı, içerdikleri gerçeklerle tatmin olmayı, doğruyu ve Allah'a ulaştırıcı olanı algılamaya kalpleri hazırlayan faktör, kesin imandır.
Okuduğumuz ayetlerin devamında Kitap Ehlinin sözleri hatırlatılarak, asılsız iddiaları çürütüldükten, bu grupların sapıklıklarının ardında yatan gizli faktörler açığa vurulduktan sonra Peygamberimize dönülerek görevi açıklanıyor, sorumlulukları belirleniyor, kendisine yahudi ve hıristiyanlar ile arasındaki savaşın mahiyeti, onlarla arasındaki anlaşmazlığın karakteristik özelliği açıklanıyor. Bu anlaşmazlığın kaynağı o kadar derindir ki, onlar Hz. Peygamberden elinde olmayan, olsa bile ödeyemeyeceği bir bedel istemektedirler. Haşa bu bedeli ödese bu sefer Rabbinin gazabına uğraması kaçınılmaz olur:

119- Biz seni gerçeğin müjdecisi ve uyarıcısı (korkutucusu) olarak gönderdik. Sen Cehennemliklerden sorumlu değilsin.
120- Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ve ne de hristiyanlar senden asla hoşlanmayacaklardır. De ki; "Doğru yol, sadece Allah'ın yoludur': Eğer sana gelen bilgiden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah tarafından ne bir dost ve ne de bir yardımcı bulamazsın.
121- Kendilerine verdiğimi5 kitabı gereğince okuyanlar var ya, işte onlar ona inananlardır. Onu inkâr edenler ise hüsrana uğrayanlardır.
"Seni gerçekle (donatarak) gönderdik". Bu cümle saptırıcıların oluşturduğu kuşkulara, tuzakçıların komplolarına ve sahtekârların. yanılgıya düşürme girişimlerine son verici bir netlik, bir sarsılmazlık ifade ediyor. Ses tonundaki gürlük ve mertlik, kesinlik ve kuşkusuzluk yansıtıyor.
"Müjdeleyici ve uyarıcı (korkutucu) olarak..." Yani "senin görevin tebliğ etmekten, aldığın emri yerine getirmekten ibarettir. Bunu yapınca senin fonksiyonun sona erer."
"Sen Cehennemliklerden sorumlu değilsin." Yani "işledikleri günahlar ve nefislerinin arzularına uymaları sebebiyle Cehenneme girenlerden sen sorumlu değilsin."
"Yahudiler ile hıristiyanlar seninle savaşmaya, sana tuzak kurmaya devam edecekler, seninle barış yapmayacaklar, senden hoşnut olmayacaklardır. Ancak sen bu görevi ihmal ettiğin, bu gerçeği savunmaktan vazgeçtiğin ve bu kesin hidayeti bırakarak onların az önce anlatılan sapıklıklarını, müşrikliklerini ve sakat zihniyetlerini onayladığın takdirde seni severler, senden hoşnut olurlar."
"Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ve ne de hıristiyanlar senden asla hoşlanmayacaklardır."
İşte asıl sebep budur. Onların eksiği delil değildir. Onların eksiği senin haklı olduğuna, Rabbin tarafından sana gelen mesajın gerçek olduğuna inanmamak değildir. Onlara olanca delillerini sunsan, olanca sevgini önlerine sersen bunların hiçbiri ile hoşnutluklarını kazanamazsın. Ancak dinlerine uymakla ve yanındaki gerçeğe sırt dönmekle onların hoşnutluğunu kazanabilirsin.
Her dönemde ve her yerde somut olarak karşımıza çıkan sürekli anlaşmazlık konusu, değişmez çıban başı budur. Bu çıban başı inanç meselesidir. Yahudilerin ve hıristiyanların müslüman cemaate karşı verdikleri amansız savaşın gerçek mahiyeti budur. Bu mücadele, her ne kadar zaman zaman birbirleri ile çatıştıkları görülüyorsa da bu iki kamp ile İslam arasında kıyasıya devam etmektedir. Bazan aynı inanç kampının alt grupları arasında da sürtüşme olur. Fakat bu alt gruplar İslâm'a ve müslümanlara karşı her zaman eleledirler.
Dediğimiz gibi bu mücadele, temelde ve gerçek mahiyeti ile bir inanç savaşıdır. Fakat İslâm'ın ve müslümanların bu iki koyu düşman kampı, bu savaşa değişik renkler yakıştırırlar; olanca hilekârlıklarını, kurnazlıklarını, ikiyüzlülüklerini kullanarak bu savaş için çeşitli kılıflar uydururlar.
Onlar din sancağı altında müslümanların karşısına çıktıklarında onların dinleri ve inançları uğruna nasıl kahramanca çarpıştıklarını tecrübe etmişlerdir. Bu yüzden dinimizin bu tarihi düşmanları uyanmışlar ve savaşın rengini değiştirmişlerdir. Artık onlar bu savaşın asıl niteliğini ortaya koyarak inanç savaşı olduğunu açıkça söylemiyorlar. Öyle söyleseler müslümanların inançları uğruna gösterecekleri kahramanlıktan, bu kahramanlığın getireceği coşkunluktan korkuyorlar. Bunun yerine aradaki savaşa "toprak savaşı", "ekonomik savaş", "siyasi savaş", "stratejik savaş" gibi adlar takıyorlar. Ayrıca aramızdaki aldanmış gafillerin beyinlerine sokmaya çalışıyorlar ki, inanç savaşı, artık anlamsız bir eski hikâye olmuştur, artık o sancağı havaya kaldırarak onun ismi altında savaşmak yersiz ve geçersizdir. Böyle bir şeye ancak tutucular, gericiler girişirler!
Onlar bu zehirli propagandayı inanç coşkunluğundan ve kahramanlığından kurtulmak için yapıyorlar. Oysa onlar, yani uluslararası Siyonizm, dünya Hıristiyanlığı ve bunlara ek olarak evrensel Komünizm soğukkanlı bir kararlılık içinde öncelikle bu granit kayayı parçalamak amacı ile müslümanlara karşı savaşmaktadırlar. O granit kaya ki, yüzyıllar boyunca ona toslamışlar ve her defasında tümünün kafatası parçalanmıştır.
Bu savaş inanç savaşıdır. Yoksa toprak savaşı, ekonomik savaş ya da stratejik amaçlı savaş değildir. Bu uydurma kılıfların ve yakıştırmaların hiçbir asli yoktur. Düşmanlarımız gizli ve tarihi maksatları uğruna bu uydurma yaftaları kafamıza sokmaya çalışıyorlar. Onlar bizi bu savaşın gerçek mahiyeti ve asıl karakteri hakkında yanılgıya düşürmek istiyorlar. Eğer biz onların bu yalancı propagandalarına aldanırsak kendimizden başka hiç kimseyi kınamamalı, hiç kimsede kabahat aramamalıyız. Çünkü bu durumda sözlerin en doğrusunu söyleyen yüce Allah'ın Peygamberine ve O'nun ümmetine yönelttiği direktiften uzak düşmüş oluruz. Tekrar okuyalım:
"Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ve ne de hıristiyanlar senden asla hoşlanmayacaklardır."
İşte onları hoşnut edebilecek yegâne bedel. Bunun dışındaki herşeyi peşinen reddederler, ellerinin tersi ile geri çevirirler.
Fakat kesin emin ve doğru direktif hemen arkadan geliyor:
"De ki; 'Doğru yol, sadece Allah'ın gösterdiği yoldur."
İfade son derece öz ve kısa! "Doğru yol, sadece Allah'ın gösterdiği yoldur". Bu konuda taviz yok... Bundan vazgeçmek sözkonusu değil.. Bu hususta esneklik ve gevşeklik yok... Bu ilkenin zararına hiçbir uzlaşmaya girişilemez... Onun küçük-büyük hiçbir kırıntısı bile pazarlık konusu edilemez... İsteyen inansın, isteyen inkâr etsin...
Sakın ha! Onları hidayete erdirmek, onların iman etmelerini sağlamak, onların dostluğunu ve sevgisini kazanmak gibi endişe ve arzular seni bu ince yoldan saptırmasın.
"Eğer sana gelen bilgiden sonra onların arzularına, keyiflerine uyacak olursan, andolsun ki, Allah tarafından ne bir dost ve ne de bir destekçi bulamazsın."
Bu korkunç tehdit, bu kesin ifade ve bu ürkütücü azap uyarısı. Kime dönük? Yüce Allah'ın Elçisine, Peygamberine ve keremli sevgilisine dönük! Bunlar birtakım nefsi arzulardır. Eğer sen doğru yoldan, Allah'ın gösterdiği doğru yoldan saparsan -ki ondan başka bir doğru yol yok-... İşte onları senin karşında takındıkları olumsuz tutumu takınmaya sürükleyen faktör, onların bu nefsi arzularıdır, yoksa senden kaynaklanan bir delil yetersizliği ya da inandırma zayıflığı değildir.
Onların arasında nefislerinin bu arzularından sıyrılabilenler ellerindeki kitabı gereğince okurlar ve bunun sonucu olarak senin yanındaki gerçeğe inanırlar. Bu gerçeği inkâr edenlere gelince, onlar hüsrana uğrayacaklardır. Sen ve müminler değil!
"Kendilerine verdiğimiz kitabı gereğince okuyanlar varya, işte onlar ona inananlardır. Onu inkâr edenler ise hüsrana uğrayanlardır."
Yüce Allah'ın şu dünyada insanlara bağışladığı nimetlerin en büyüğü olan iman kaybından daha büyük bir kayıp, daha acı bir hüsran düşünülebilir mi? Yukardaki ayetlerde bu kesin ve tartışmaya meydan vermeyen yargı ortaya konduktan sonra yeniden israiloğulları'na dönüp sesleniliyor. Okuduğumuz bu uzun hesaplaşma ve tartışmanın, yahudiler ile Rabbleri ve peygamberleri arasındaki ilişkileri gözler önüne seren tarihi açıklamanın arkasından gelen bu sesleniş, sanki onlara yönelik derinliklerden kopup gelen son sesleniş gibidir. Bunun arkasından Peygamberimize ve müslümanlara da bir uyarı yapıldıktan sonra yahudilere son bir çağrı daha yapılıyor. Bu çağrı, artık umursamazlık, gaflet ve yüce emaneti yüklenme şerefinden mahrum bırakılmış bir halde kapı eşiğinde kararsız bir haldeyken belki kendilerini düzeltirler diye yapılan son çağrıdır. Bu çağrı daha önce kendilerine ilahî emanetin verileceği zaman yapılan ilk çağrıydı. Şimdi de bu emanetten yüz çevirmeleri sebebiyle yapılan son çağrıdır bu. "Ey İsrailoğulları!.."

122- Ey İsrailoğulları, size vermiş olduğum nimetleri ve sizi bir zamanlar bütün alemlere üstün tutmuş olduğumu hatırlayın.
123- Hiç kimsenin başkası adına birşey ödeyemeyeceği, hiç kimseden fidye kabul edilmeyeceği, hiç kimseye şefaatin yarar sağlayamayacağı ve böylelerinin hiçbir yerden yardım görmeyeceği günden korkun.
Bu surenin daha önceki bölümlerinin içerdiği tartışma, Kitap Ehline dönüktü. Sözkonusu tartışmanın eksenini yahudilerin tarihi; onların peygamberlerine, şeriatlerine yüce Allah ile aralarındaki antlaşmalarına ve taahhütlerine karşı takınmış oldukları olumsuz tutumlar oluşturuyordu. Hz. Musa zamanından başlayarak Peygamberimin zamanına kadar süren bu dönemin irdelenmesi sırasında çoğunlukla yahudilerden, bazan da hristiyanlardan söz ediliyordu. Bu arada, Ehli Kitap ile uyuştukları ya da Ehli Kitab'ın kendileri ile aynı görüşü paylaştıkları konular ortaya çıktıkça zaman zaman müşriklere (putperestlere) de değinilmişti.
HZ. İBRAHİM DÖNEMİNE BİR BAKIŞ'
Şimdiki bölümde ise Hz. Musa döneminden daha eski bir tarih dönemine, yani Hz. İbrahim (selâm üzerine olsun) dönemine geçiliyor. Hz. İbrahim kıssası, burada ele alınan biçimiyle, hem ayetlerin akışı içinde yerine oturuyor, hem de yahudiler ile Medine'de oluşan müslüman cemaat arasında amansız ve çok yönlü çatışmada son derece önemli bir rol oynuyor.
Yahudiler ile hıristiyanlar soy bakımından Hz. İshak (selâm üzerine olsun) yolu ile Hz. İbrahim'e dayanırlar. Onlar gerek bu mensubiyetten ve gerekse yüce Allah'ın Hz. İbrahim ile soyundan gelenlere vaadettiği gelişme ve bereketten, O'na ve kendisinden sonra gelecek olan soyuna yapmış olduğu vaadlerden gurur duyuyorlardı. Bundan dolayı doğru yolu, din önderliğini, davranış ve uygulamaları ne olursa olsun Cennet'i kendi tekellerinde görüyorlardı.
Kureyş kabilesi de soy bakımından Hz. İsmail (selâm üzerlerine olsun) yolu ile yine Hz. İbrahim'e dayanır. Bunlar da bu mensubiyetten gurur duyuyorlar, bu durumu Beytullah'ın yönetim ve bakım yetkisini ellerinde tutmalarının gerekçesi olarak kullandıkları gibi Araplar üzerinde dini otorite sahibi, üstün, itibarlı ve saygın bir konumda olmalarını buna dayandırıyorlardı.
Bir önceki ayetlerde Cennet ile ilgili, klişeleşmiş yahudi ve hıristiyan iddiaları şöyle dile getirilmişti:
"Onlar; 'Yahudiler ile hıristiyanlardan başka hiç kimse Cennet'e giremeyecek' dediler."
Burada da onların doğru yolda yürümek isteyen müslümanları yahudileştirme ya da hıristiyanlaştırma girişimleri anlatılarak sözkonusu iddia ile bu girişim arasında bağlantı kuruluyor:
"Onlar size; 'Ya yahudi ya da hıristiyan olunuz ki, doğru yolu bulasınız' dediler."
Ayrıca burada mescidlerde yüce Allah'ın adının anılmasına engel olanlardan ve oraları yıkmaya çalışanlardan da sözedilmeye devam ediliyor. Bir önceki bölümün bu konu ile ilgili ayetlerini açıklarken şöyle demiştik: "Bu ayeti celile, özellikle, yahudilerin kıble değiştirilmesi olayı ve bu olayı bahane ederek müslümanlar arasında giriştikleri zehirli propaganda ile ilgili olabilir."
Şimdi burada, ayetlerin akışı ile uyumlu bir havada Hz. İbrahim'den, Hz. İsmail'den, Hz. İshak'dan (selâm üzerlérine olsun), Kâbe'den, bu mabedin yapılışından ve bakımından sözediliyor. Amaç; yahudilerin, hıristiyanların ve müşriklerin, ağız birliği ile, bu isimlerle aralarında bağ ve ilişki kuran iddiaları konusunda katıksız gerçekleri belirlemek ve müslümanların yönelecekleri kıble olayını açıklığa kavuşturmaktır.
Bu arada yine konu ile uyumlu olarak Hz. İbrahim'in katıksız Tevhid ilkesine dayanan dininin gerçek mahiyeti, bu din ile Ehl-i Kitab'ın ve müşriklerin ortaklaşa bağlı oldukları yozlaşmış ve sapık inançların birbirinden uzak oldukları, buna karşılık Hz. İbrahim'in, Hz. İsmail'in ve yahudilerin atası olduğu için, İsrail olarak da anılan Hz. Yakub'un inançları ile müslüman cemaatin inanç sistemini oluşturan son din arasında yakınlık olduğu anlatılıyor.
Bunlara bağlı olarak yüce Allah'ın dininin birliği, bütün peygamberler arasında elden ele geçerken bir zincirin halkaları gibi bir süreklilik gösterdiği, herhangi bir milletin ya da ırkın tekelinde olduğu düşüncesinin asılsız olduğu vurgulandıktan sonra inanç sisteminin kör akrabalık taassubunun değil, mümin kalbin mirası olduğu, bu mirasa varis olmanın kan ya da ırk yakınlığına değil, iman ve inanç sistemi yakınlığına dayandığı, buna göre bu inanç sistemine inananların ve onun gereklerini yerine getirenlerin, hangi kuşaktan ve hangi kabileden olurlarsa olsunlar, bu dinin bağlıları olmaya onun önderlerinin öz çocuklarından ve soyca akrabalarından daha lâyık oldukları, çünkü bu dinin yüce Allah'ın dini olduğu, yüce Allah ile kullarından hiçbiri arasında soy ve kan bağı bulunmadığı belirtiliyor.
Kur'an-ı Kerim, İslâm düşünce sisteminin temel dayanaklarının bir bölümünü oluşturan bu gerçekleri burada şaşırtıcı bir ifade uyumu, estetik bir sıralama ve anlatım düzeni içinde açıklıyor. Bizleri Hz. İbrahim döneminden başlayan bir tarih yolculuğunda adım adım ilerletiyor. Bu yolculuk sırasında Hz. İbrahim'in Rabbi tarafından imtihan edildiğini, bu imtihanı kazanarak seçildiğini ve bunun sonucu olarak insanlara önder yapıldığını anlatıyor. Bu yolculuğu Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) ilâhî önderliği altında doğup gelişen İslâm ümmetine bağlıyarak sürdürüyor. Bu ümmetin doğup gelişmesini Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in Kâbe'nin duvarlarını yükseltirken yapmış oldukları duanın yüce Allah tarafından kabul edilişi ile irtibatlandırıyor. Sonunda bu emanetin varisi olmaya Hz. İbrahim'in tüm torunlarının değil de sadece bu ümmetin hak kazandığını vurguluyor ve bu inanç varisliğine dayanaklık eden tek gerekçenin Peygambere inanmak, bu imanın gereğini güzelce yerine getirmek ve bu inancın getirdiği düşünceyi koruyarak sürdürmek olduğunu anlatıyor.
Ayetlerde bu tarihi yolculuk boyunca şu noktalara da parmak basılıyor: Sırf yüce Allah'a yönelmek anlamına gelen İslâm, ilk peygamberlik misyonunun özünü oluşturduğu gibi son peygamberlik misyonunun özünü de oluşturur. Hz. İbrahim'in inancı bu olduğu gibi ondan sonra gelen Hz. İsmail'in, Hz. İshak'ın, Hz. Yakub'un ve torunlarının da inancı budur. Bu inanç daha sonra aynı şekilde Hz. Musa'ya ve Hz. İsa'ya, bir süre sonra da Hz. İbrahim'in varisleri olan müslümanlara devredildi. Demek ki, kim bu değişmez inanç sistemine kararlılıkla sahip çıkarsa hem bu inancın ve hem de bu inancın içerdiği taahhüt ve müjdelerin varisi olur. Buna karşılık kim bu inanç sisteminden sapar da kendi iradesi ile Hz. İbrahim'in dininden ayrılırsa yüce Allah'a vermiş olduğu sözden caymış ve bunun sonucu olarak bu inanç sisteminin içerdiği taahhüt ve müjdelere varis olma hakkını kaybetmiş olur.
Buna göre, yahudilerin, ve hıristiyanların sırf Hz. İbrahim'in soyundan geldikleri için Allah'ın seçkin ve imtiyazlı kulları oldukları, Hz. İbrahim'in varislerinin ve temsilcilerinin kendileri olduğu biçimindeki tüm iddiaları geçersiz hale geliyor. Çünkü onlar bu inanç sisteminden saptıkları andan beri sözünü ettikleri varislik hakkını kaybetmişlerdir. Tıpkı bunun gibi, Kureyş kabilesinin, Kâbe'nin denetimi, gözetimi ve bakımı konusunda öncelik hakkına sahip oldukları şeklindeki tüm iddiaları da geçersiz oluyor. Çünkü bu kabile Kâbe'nin kurucusu ve duvarlarının yükselticisi olan Hz. İbrahim'in inancından ayrılmakla, onun mirasçıları olma hakkını yitirmişlerdir. Aynı gerekçe ile müslümanların yönelecekleri kıble konusundaki yahudi iddiaları da tümü ile desteksiz kalıyor. Çünkü Kâbe, müslümanların ve atalârı Hz. İbrahim'in kıblesidir.
Bütün bunlar, düşündürücü işaretler, derin anlamlı değinmeler ve son derece etkili açıklamalarla dolu şaşırtıcı bir ifade uyumu içinde anlatılıyor. Şimdi bu parlak beyanın ışığı altında, sözünü ettiğimiz yüksek düzeyli uyumu gözden geçirelim.

124- Hani Rabbi, İbrahim'i birtakım emirler ile denemiş, o da onları yerine getirmişti. Bunun üzerine Allah; "Seni insanlara önder yapacağım" demişti. İbrahim; "Soyumdan da" deyince, Allah; "Zalimler bu taahhüdümün kapsamına asla giremezler" buyurdu.
Burada yüce Allah Peygamberimize buyuruyor ki; "İbrahim peygamberin Allah tarafından birtakım emirler ve yükümlülükler yolu ile imtihan edilişini ve onun bu emir ve yükümlülüklerin gereğini eksiksiz olarak yerine getirişini hatırla". Yüce Allah başka bir ayette de İbrahim peygamberin, O'nun hoşnutluğunu kazandıracak ve yüce şahitliğini hak ettirecek biçimde yükümlülüklerinin gereğini yerine getirdiğine bizzat tanıklık ederek şöyle buyuruyor: "Ve sözünü yerine getiren İbrahim'in..."( Necm Suresi, 37) Hz. İbrahim'in erdiği bu makam, yüce bir makamdır. Yani verilen sözü ve alınan emri gereği gibi yerine getirdiğini bizzat yüce Allah'ın tanıklığı ile kanıtlama makamı.. Çünkü insan, zayıflığı ve yetersizliği sebebiyle bu anlamda vefakâr ve istikametli olamıyor.
Bunun sonucu olarak Hz. İbrahim, şu müjdeye ya da şu güvene lâyık oluyor, hak kazanıyor:
"Seni insanlara önder yapacağım"
İnsanların önder edinecekleri, Allah'a götüren yolda kendilerine rehberlik edecek, onları hayra erdirecek, kendisine bağlı olacakları ve kendisinin de başlarında lider. olacağı bir imam yani.
İşte o anda insan fıtratı, yani soyundan gelecek olanlar yolu ile sürekli olma eğilimi, sosyal hayatın gelişmesi, belirlenen yolunda sürekli ilerlemesi, öncekilerin başlattıkları işi sonradan gelenlerin tamamlayabilmesi, bütün kuşakların işbirliği ve kesintisizlik içinde olabilmeleri için bizzat yüce Allah tarafından insan fıtratına yerleştirilen o köklü bilinç Hz. İbrahim'e egemen oluyor. Bu bilinci bazıları ortadan kaldırmaya, engellemeye ya da baskı altına almaya kalkışıyorlar. Oysa bu bilinç, sözünü ettiğimiz uzak vadeli gayeyi gerçekleştirmek için insan fıtratının özüne yerleştirilmiştir.
İslâm, miras hukukunu bu fıtrî bilince dayalı olarak, onun gereğini gözönünde tutarak, onun etkisini göstermesini teşvik ederek, yapabileceğinin azamisini yapmasına meydan vermek üzere düzenledi. Bu temel bilinci yok etmeye yönelik girişimler, insan fıtratını temelden yok etmeye kalkışmaktan ve sapıklıktan kaynaklanan bazı sosyal bozuklukları tedavi edeyim derken düşülmüş bir zorlamadan, kısa görüşlülükten ve işi yokuşa sürmekten başka birşey değildir. Elimizde, fıtrî yapıyı yıkmadan, sözkonusu sosyal sapmayı düzeltecek başka bir çözüm yolu, vardır. Fakat bu çözüm yolu hidayeti, imanı, insan psikolojisi konusunda derinlemesine uzmanlaşmayı, insan benliğinin oluşumu konusunda ince ve ayrıntılı bilgiye sahip olmayı, bunun yanında yapmaktan ve düzeltmekten çok yıkmayı ve yok etmeyi amaçlayan taşkın kinlerden arınmış bir bakış açısını gerektirir. Yukardaki ayeti okumaya devam edelim:
"...İbrahim; 'soyumdan da' dedi..."
Hz. İbrahim'in bu dileğine, kendisini imtihan ederek seçmiş olan Rabbi tarafından (daha önce öğrendiğimiz) son derece önemli bir kuralı belirleyen şu cevap veriliyor: Önderlik; davranışları, bilinci, yapıcılığı ve imanı ile buna lâyık olanlarındır, yoksa soya ve nesebe dayanan bir miras değildir. Akrabalık et ve kan ilişkisi değil, din ve inanç ilişkisidir. Kan, milliyet ve ırk akrabalığı davası, hakk İslâm düşüncesi ile taban tabana çatışan bir cahiliye dönemi davasından başka birşey değildir. Devam ediyoruz:
"...Allah 'Zalimler bu taahhüdümün kapsamına asla giremezler' buyurdu..."
Zulüm çeşit çeşit ve renk renktir. Allah'a ortak koşmak insanın kendi kendine zulmetmesi, başkalarının hakkını çiğnemek ise insanlara zulmetmesidir. Zalimlere yasaklanan imamlık (önderlik); peygamberlik, halifelik ve namaz imamlığı da dahil olmak üzere imamlığın bütün anlamlarını, liderliğin her türlüsünü kapsamına alır. Buna göre bütün anlamları ile adalet, hangi biçimi ile olursa olsun imamlığın (önderliğin) temel şartını oluşturur. Kim zulmederse -yaptığı zulmün türü ne olursa olsun- kendini her anlamı ile imam olma yeterliliğinden uzaklaştırmış, bu hakkını kendi eli ile kaybetmiş olur.
Yüce Allah tarafından Hz. İbrahim'e verilen bu cevap, kaypaklığa ve belirsizliğe yer vermeyen bu ilâhi taahhüt, yahudilerin zalimlikleri, fasıklıkları, yüce Allah'ın emrinden saptıkları ve ataları Hz. İbrahim'in inancından ayrıldıkları için önderlikten ve öncülükten uzaklaştırıldıklarını kesinlikle kanıtlar. Yüce Allah tarafından Hz. İbrahim'e verilen bu cevap aynı zamanda günümüzde kendilerine müslüman sıfatını yakıştıranların insanlık önderliği ve öncülüğünden uzaklaştırılmalarına da kesin bir cevap ve kânıt oluşturur. Bunun sebebi, bu sözde müslümanların, zalimlik etmeleri, fasıklıkları, Allah yolundan uzaklaşmaları, Allah'ın şeriatını arkalarına atmaları, O'nun şeriatını ve önerdiği yaşama biçimini sosyal hayattan söküp attıkları halde halâ müslüman olduklarını iddia etmeleridir ki, bu iddia yukardaki ilâhî taahhüdün hiçbir esası ile bağdaşmayan yalancı bir iddiadır.
İslâmi düşünce sistemi, inanç ve amel (pratik uygulama ve davranış) temeline dayalı olmayan insanlararası bütün bağları ve ilişkileri kesik ve geçersiz sayar; inanç bağı olmayan yakınlık ve akrabalık ilişkilerini tanımaz; inanç ve amel kulpuna bağlı olmayan bütün sosyal ilişkileri ve dayanışma geleneklerini kökünden yok sayar. Yine bu düşünce sistemi aralarında inanç çelişkisi bulunan aynı milletin iki kuşağını birbirinden ayırır. Hâtta aralarındaki inanç bağı kopan ana baba ile evlâdlarını ve karı-kocayı tüle birbirinden ayrı kabul eder.
Buna göre müşrik Arap ayrı birşeydir, müslüman Arap ayrı birşey. Bu ikisi arasında hiçbir ilişki, hiçbir akrabalık ve hiçbir ortak bağ sözkonusu değildir. Müslüman olan kitap éhli ayrı birşeydir, Hz. İbrahim'in, Hz. Musa'nın, Hz. İsa'nın dininden sapmış kitap ehli (yahudi ve hıristiyanlar) ayrı birşey. Bu ikisi arasında da hiçbir ilişki hiçbir akrabalık ve hiçbir ortak sosyal bağ sözkonusu değildir. Aile kurumu ana-babadan, çocuklardan ve torunlardan oluşmuş rastgele bir birlik değildir. Bu saydıklarımızı eğer aynı inanç bağı birleştiriyorsa bunlar aile kurumunu oluştururlar. Öteyandan millet demek, belirli bir ırkın ardarda gelen kuşaklarının oluşturduğu bir insan topluluğu değildir. Millet, ırkları, yurtları ve derilerinin rengi ne olursa olsun, müminlerin oluşturduğu insan topluluğudur. İşte Kur'an-ı Kerim'de yeralan şu ilâhî açıklamadan fışkıran iman kriterli düşünce tarzı budur.

125- Hani Kâbe'yi insanlar için toplanma ve güven yeri yapmıştık. "İbrahim'in makamını (Kâbe'nin tümünü) namaz yeri edininiz" İbrahim ile İsmail'e; "Bu evimi ziyaretçiler, kendilerini ibadete adayanlar, rüku ve secde edenler için temiz tutun" diye emir vermiştik.
Bu Beytülharam'ın, yani Kâbe'nin denetim ve bakımını Kureyş kabilesinden bir heyet üzerine almıştı. Bunlar müslümanlara zorbaca davranmışlar, onlara eziyet etmişler ve dinleri yüzünden baskı yapmışlar ve müslümanlar da bu yüzden Kâbe çevresinden göç etmek zorunda kalmışlardı. Oysa yüce Allah buranın insanlar için güvenli bir toplantı yeri olmasını dilemişti. Burada toplanacak olan insanları hiç kimse korkutmayacak, aksine buraya gelen herkes can ve mal güvenliğine, dokunulmazlığına kavuşacaktı. Hatta burası somut bir güven, huzur ve barış merkezi olacaktı.
Burada, insanlara Hz. İbrahim'in (selâm üzerine olsun) makamını namaz yeri edinmeleri emrediliyor. -Bizim tercih ettiğimiz yoruma göre ayetteki "İbrahim'in makamı" Beytûllah'ın tümüne işarettir- Buna göre Beytûllah'ın müslümanlara kıble yapılması hiçbir itiraza yolaçmaması gereken tabiî bir şeydir. Burası Hz. İbrahim'in dosdoğru inanç ve Tevhid ilkesi mirasçıları olan müslümanların yönelmiş oldukları ilk kıbledir. Çünkü orası Allah'ın evidir, hiç bir insanın özel evi değildir. Bu evin sahibi olan yüce Allah iki salih kuluna burayı "ziyaretçiler, kendilerini ibadete adayanlar, rüku ve secde edenler için" yani burayı ziyarete gelen hacılar, orayı uzun süreli ibadet yeri seçen yerli halk ile burada rükua varanlar ve secde edenler için temiz tutmalarını emrediyor. Görüldüğü gibi, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail -selâm üzerlerine olsun- bile bu evin sahibi değildirler ki, onların soyundan geleceklere miras kalması sözkonusu olabilsin. Onlar sadece Rabblerinin emrinin gereği olarak burayı, ziyaretçilerin ve Allah'ın mümin kullarının kullanımına hazır tutmak üzere gözetim ve bakımını üstlenmiş kimselerdir.

126- Hani İbrahim; "Ey Rabbim, bu şehri güvenli bir yer kıl, halkından Allah a ve Ahiret gününe inananları çeşitli ürünlerle rızıklandır" dedi. Allah da; "Onlardan kâfir olanları ise kısa bir süre geçindirir, sonra Cehennem azabına katlanmak zorunda tutarım. Ne kötü akıbettir o!" buyurdu.
Hz. İbrahim'in bu duası, Beytullah'ın (Kâbe'nin) güvenli yer olma niteliğini ve fazilet ile iyiliğe mirasçı olmanın anlamını bir kere daha vurguluyor. Burada Hz. İbrahim'in, yüce Allah'ın bu ayetler demetinin ilkinde kendisine vermiş olduğu öğütten yararlandığım görüyoruz. Gerçekten O, yüce Allah'ın ?"Zalimler, asla benim bu taahhüdümün kapsamına giremezler" şeklindeki kesin ihtarının bilincine varmış, bu ihtardan gereken dersi almıştır. Bu bilincin sonucu olarak O, çekiniyor, istisnalı konuşuyor ve duasını "Onlardan Allah'a ve Ahiret gününe inananları" ifadesi ile asıl kasdettikleri için sınırlı tutuyor.
Kuşku yok ki, O "içli, yumuşak huylu, itaatkâr ve istikametli" İbrahim'dir, Rabbinin kendisine öğrettiği edep kurallarının gereğini yerine getirmekte gecikmez. Buna göre dileğinde ve duasında bu kuralları titizlikle gözetir. Bunun üzerine onun ağzına almadığı öbür kesimin, yani "inanmayanlar" kesiminin durumunu ve acı akıbetlerini açıklayan Rabbinin cevabı gecikmeden geliveriyor.
"Allah da; 'Onlardan kâfir olanları ise kısa bir süre geçindirir, sonra Cehennem azabına katlanmak zorunda tutarım, ne kötü bir akıbettir o!' buyurdu."
Bundan sonraki birkaç ayette Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in Beytullah'ı ziyaretçiler, sürekli ibadet edenler, rükûa varanlar ile secde edenler için temizleyip hazırlamaları konusunda yüce Allah'dan emir almalarının tablosu çiziliyor. Bu tablo o kadar somut bir biçimde gözlerimizin önüne getiriliyor ki, sanki şu anda onların ikisini de görüyor ve seslerini işitiyor gibi oluyoruz. Okuyalım.

127- Hani İbrahim ile İsmail, Kâbe'nin duvarlarını yükseltirlerken söyle dua etmişlerdi; "Ey Rabbimiz, yaptığımızı kabul et hiç şüphesiz sen herşeyi işiten ve bilensin.
128- Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar, bize ibadet yollarımızı göster, tevbemizi kabul buyur. Hiç şüphesiz sen tevbelerin kabul edensin ve çok merhametlisin.
129- Ey Rabbimiz, içlerinden onlara senin ayetlerini okuyacak, Kitab'ı ve hikmeti öğretecek, kendilerini kötülüklerden arıtacak bir peygamber gönder. Hiç şüphesiz sen azizsin ve hikmet sahibisin."
Ayetlere haber kipi ile başlanıyor. Tıpkı bir hikâye anlatır gibi. Tekrarlıyoruz:
"Hani İbrahim ile İsmail, Kâbe'nin duvarlarını yükseltiyorlardı."
Biz hikâyenin gerisini beklerken ansızın Hz. İbrahim ile Hz. İsmail geçmişin perdesini yırtarak karşımıza çıkıyor, biz de onları hayalimizde canlandırarak değil, çıplak gözle görür gibi oluyoruz. Karşımıza dikilmişler, nerede ise yüce Allah'a yakaran seslerini duyacağız:
"Ey Rabbimiz, yaptığımız işi kabul et; hiç şüphesiz herşeyi işiten ve bilensin. Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar, bize ibadet yollarımızı göster, tevbemizi kabul buyur. Hiç şüphesiz sen tevbelerin kabul edicisi ve çok merhametlisin."
Burada dua namesi, dua musikisi, dua atmosferi, bunların tümü son derece somut biçimde karşımızda; sanki şu an oluyormuş gibi canlı, müşahhas ve hareketli durumda. Bu durum Kur'an-ı Kerim'in etkileyici üslubunun özelliklerinden biridir. Yani geçmişin karanlığına karışarak ortadan kaybolan manzaraları, sesleri işitilebilir, görülebilir, hareket edebilir, boşlukta yer kaplar ve nefes alıp-verir gibi somut tablolara dönüştürme özelliği. Bu elimizdeki ölümsüz Kitaba, yani Kur'an'a yaraşır, gerçek anlamda bir "Edebi Tasvir" özelliğidir.
Acaba duanın içeriği nedir? Bu içerik peygamberlik edebi, peygamberliğe yaraşır iman, şu evrende inancın değerini tam olarak kavramış peygamberî bir şuurdur. İşte Kur'an-ı Kerim'in, peygamberlerin varisleri olan mü'minlere öğretmek, kalplerinin ve duygularının derinliklerine yerleştirmek istediği bu edep, bu iman ve bu şuurdur. Tekrarlıyoruz:
"Ey Rabbimiz, yaptığımız bu işi kabul et; hiç şüphesiz sen herşeyi işiten ve bilensin."
Burada dile gelen, kabul edilme isteğidir. Asıl amaç budur. Yapılan iş (Kâbe inşaatı) sırf Allah için yapılmış bir ameldir. Bu amel tam bir duyarlılık ve saygı içinde yüce Allah'a yönelmişliğin somut bir ifadesidir. Ardında yatan maksat ise Allah'ın hoşnutluğu ve kabulüdür. Kabul edileceği umudu ise yüce Allah'ın duaların işiticisi ve bu amelin arkasındaki niyetin ve şuurun iyi bilicisi olmasına dayandırılıyor. Devam ediyoruz:
"Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar, bize ibadet yollarımızı göster ve tevbemizi kabul buyur. Hiç şüphesiz sen tevbelerin kabul edicisisin ve çok merhametlisin."
Burada Hz. İbrahim ile Hz. İsmail, İslâm'a yöneltilmeleri konusunda Rabblerinin yardımını istediklerini, kalplerinin, yüce Allah'ın iki parmağı arasında olduğu gerçeğinin bilincinde olduklarını, hidayetin sadece Allah'tan olduğunu, kendilerinin bu konuda hiçbir irade ve güç sahibi olmadıklarını, yaptıkları şeyin yönelmek ve istemek olduğunu, kendilerine yardımcı olacak olanın yüce Allah olduğunu iyi bildiklerini dile getiriyorlar.
Sonra sözü müslüman ümmetin önemli bir karakteristiğine; dayanışma, yani kuşaklar arasında inanç dayanışması karakteristiğine getirerek "Soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar" diye yakarıyorlar.
Bu dua cümlesi, önem verdiği şeyleri açığa vuruyor. Böyle bir kalbin ana meşgalesi ve birinci derecede önem verdiği şey, inanç meselesidir. Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in (selâm üzerlerine olsun) yüce Allah tarafından kendilerine bağışlanan nimetin, yani iman nimetinin değerinin bilincinde olmaları, onları, bu nimetin kendilerinden sonra da devam etmesini güçlü bir arzu ile istemeye, hiçbir dengi olmayan bu nimetten soylarının da yoksun kalmaması için Rabblerine dua etmeye sürüklüyor. Bu yüzden soylarını çeşitli ürünlerle beslesin diye yüce Allah'a dua ederken onları iman besininden de mahrum etmemesini, onlara ibadet yerlerini gösterip ibadet biçimlerini açıklamasını ve hem tevbelerinin kabul edicisi hem de merhametli olması hasebiyle tevbelerini kabul etmesini dilemeyi de unutmuyorlar.
Arkasından da yüce Allah'ın, soylarından gelecek sonraki kuşakları kılavuzsuz bırakmamasını dileyerek şöyle diyorlar:
"Ey Rabbimiz, onlara senin ayetlerini okuyacak, Kitab'ı ve Hikmeti öğretecek, kendilerini kötülüklerden arındıracak, aralarından bir peygamber gönder. Hiç şüphesiz sen Azizsin ve Hikmet sahibisin."
Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in bu dualarının kabul edildiğinin göstergesi, yüzyıllar geçtikten sonra onların soyundan gelen bizim Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- gönderilmesidir. Peygamberimiz, Hz. İbrahim ile Hz. İsmâil'in dileklerine uygun olarak onların soylarından gelenlere ve bütün insanlara "Allah'ın ayetlerini okuyor, onlara Kitab'ı ve Hikmeti öğretiyor kendilerini kötülüklerin kirlerinden ve pisliklerinden arındırıyor"du. Demek ki, kabul edilmeye lâyık görülen dua kabul ediliyor, fakat gerçekleşmesi, yüce Allah'ın hikmetine bağlı olarak belirlediği zaman diliminde oluyor. Oysa insanlar acelecidirler, istedikleri hemen olsun isterler. İstedikleri hemen olmayınca da usanırlar ve umutsuzluğa düşerler.
Bu dua, yahudiler ile müslüman cemaat arasında süren çok yönlü ve amansız tartışmada ışık tutucu anlamlı bir ağırlığa sahiptir. Zira yüce Allah'ın kendilerine Kâbe'nin duvarlarını yükseltmeyi ve burayı ziyaretçiler, kendilerini ibadete adayanlar ve namaz kılanlar için temiz tutmalarını emrettiği Hz. İbrahim ile Hz. İsmail, Kureyşlilere göre bu mabedin asıl bakıcıları ve denetimcileri idiler. İşte Kâbe'nin bu iki asıl bekçisi ve bakıcısı açık bir dille şöyle diyor:
"Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslim olanlardan eyle."
"Soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar."
"Ey Rabbimiz, içlerinden onlara senin ayetlerini okuyacak Kitabı ve Hikmeti öğretecek, kendilerini kötülüklerden arındıracak bir peygamber gönder."
Hz. İbrahim ve Hz. İsmail bu sözleri ile, müslüman ümmetin Hz. İbrahim'in önderlik konumunun ve Kâbe'nin varisi olduğunu açıkça belirtiyorlar. Böyle olunca Kâbe, müslümanların kendisine yönelmeleri normal olan evleridir. Burası müşriklere değil, onlara yakın. Yine burası müslümanlara yahudi ve hıristiyanların da yöneldikleri kıbleden daha uygundur.
Buna göre dinlerinin kaynağını Hz. İbrahim'e bağlayan ve bu varisliği doğru yol ve Cennet tekelciliği iddialarının dayanağı yapmak isteyen yahudi ve hıristiyanlar ile Hz. İsmail'in soyundan geldiklerini ileri süren Kureyşliler şunlara kulak versinler:
Hz. İbrahim, soyundan gelecek olanların kendisine mirasçı olmalarını ve insanlığa önder olma konumlarını sürdürmelerini dileyince yüce Allah kendisine "Zalimler, asla benim bu taahhüdümün kapsamına giremezler." buyurdu. Yine Hz. İbrahim, beldesinin halkı için rızık ve bereket dilerken bu duasının kapsamına sadece "Allah'a ve Ahiret gününe inananları" almıştı. Hz. İbrahim ile Hz. İsmail, yüce Allah'ın emri üzerine Kâbe'nin yapımına giriştikleri ve onu ziyaretçilere temiz tutmayı üstlendikleri zaman kendilerinin Allah'a teslim olanlardan olmaları, soylarından kendisine teslim olmuş bir ümmet çıkarması ve soyuna kendilerinden olan bir peygamber göndermesi için Allah'a dua etmişlerdi. Allah da onların bu dualarını kabul ederek soylarından gelen Abdullah oğlu Hz. Muhammed'i (salât ve selâm üzerine olsun) peygamber olarak göndermiş ve O'nun elleri ile yüce Allah'ın emrine bağlı, Allah'ın dininin varisi olan İslâm ümmetini gerçekleştirmiştir.
Hz. İbrahim kıssasının bu bölümünde, önderlik, peygamberlik ve Hz. Peygamber ve aslına uygun olarak kalmış tek din olan İslam hakkında müslümanlarla tartışmaya girenlere dönülerek şöyle buyuruluyor:

130- Benliğini aşağılığa mahkûm edenler dışında İbrahim'in dininden kim yüz çevirir. Andolsun ki, biz onu dünyada seçkinlerden kıldık. O Ahirette de salihler arasındadır.
131- Hani Rabbi ona; "Teslim ol " buyurunca o da; "Ben alemlerin Rabbine teslim oldum" dedi.
132- İbrahim (bu ilâhî buyruğu) oğullarına tavsiye etti. Yakub da; "Ey oğullarım, Allah sizin için bu dini seçti, mutlaka müslüman olarak ölünüz " dedi.
İşte Hz. İbrahim'in dini bu. Yani katıksız ve apaçık İslâm. Kendine zulmedenler, benliğini aşağılığa mahkûm edenler ve ona kıyanlar dışında ondan hiç kimse yüz çevirmez. Yüce Allah'ın kendisini dünyada önder olarak seçtiği ve Ahirette de salih kulları arasında yeralacağına peşinen tanıklık ettiği Hz. İbrahim'e, Rabbi, "Teslim ol" deyince tereddüt etmeksizin, duraksamaksızın, bocalamaksızın derhal bu emri kabul etti:
"İbrahim de; 'Ben alemlerin Rabbine teslim oldum' dedi."
Hz. İbrahim, bu inancın sırf kendi inancı olması ile yetinmeyerek onun gelecek kuşakların da inancı olmasını istemiş ve bu isteğinin gerçekleşmesi için onu oğullarına tavsiye etmiştir. Hz. Yakub da oğullarına aynı tavsiyeyi yapmıştır. Bilindiği gibi Hz. Yakub'un yahudiler arasındaki adı "İsrail"dir ve onun soyundan geldiklerini söylerler. Böyle derler, ama sonra da ne O'nun ve ne de Hz. Yakub'un dedesi ve kendi ataları olan Hz. İbrahim'in vasiyetine uyarlar.
Hz. İbrahim de Hz. Yakub da oğullarına, yüce Allah'ın kendileri için bu dini seçmekle kendilerine ne büyük bir nimet bağışladığını anlatırlar. Tekrar okuyalım:
"Ey oğullarım, Allah sizin için bu dini seçti."
Demek ki, bu din ilâhî bir seçim, bir tercih ürünüdür. Buna göre Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in soyundan olduklarını ileri sürenlerin bu konuda tercih yapmaya, alternatif aramaya yetkileri yoktur. Yüce Allah'ın (c.c) kendilerine yönelik bu gözetiminin ve bağışının gerektirdiği asgari şey, O'nun bu seçim ve tercih nimetine karşı şükretmek, ona dört elle sarılmak ve bu emaneti koruyarak şu yeryüzünden yüz akıyla ayrılmaya çalışmaktır.
"Mutlaka müslüman olarak ölünüz."
İşte önlerine büyük bir fırsat çıkmıştı. Çünkü Peygamberimiz ortaya çıkarak kendilerini İslâm'a çağırıyordu. O İslâm ki, ataları Hz. İbrahim'in çağrısının ürünü idi.
Alıntı ile Cevapla