Tekil Mesaj gösterimi
Alt 17 Eylül 2008, 21:02   Mesaj No:25

MERVE DEMİR

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:116
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Bakara Suresi Tefsiri

Böylece müslümanın kafasına şu ilke yerleştirilmek istenmiştir. O, ticaret yaparken, ücretli bir iş gerçekleştirirken ya da başka bir yoldan geçimini sağlamaya çalışırken rızkını kendi çalışmasının sonucu olarak sağlamıyor, o sadece yüce Allah'ın lütuf ve bağışım arıyor, Allah da ona veriyor. Müslüman, bu gerçeği aklından hiç çıkarmamalıdır. Yani kendisi yüce Allah'ın lütuf ve bağışım arıyorken ve kazanırken, meslek edindiği geçim sağlama yolları peşinden koşarak rızkını elde ederken elde ettiği şey, aslında yüce Allah'ın lütfu ve bağışıdır. Geçimini sağlama peşinde koşan müslümanın kalbine bu bilinç yerleşince o, artık ibadet halindedir. Buna göre bu uğraşları Allah'a yönelme açısından Hacc ibadeti ile çelişmez. İslâm, müminin kalbinde bu duyguların kökleştiğinden emin olunca onu istediği gibi çalışmak ve faaliyette bulunmak üzere serbest bırakır. Çünkü böyle bir kulun bu bilinçten kaynaklanan her hareketi ibadettir.


Bundan dolayı aslında Arafat'tan dağılma ve Meşar-ı Haram'da Allah'ın adını anma gibi diğer Hacc görevlerini konu edinmiş olan bu ayet, bir bölümünü geçim imkânlarını arama konusuna ayırıyor:


"Arafat'tan dağıldığımızda Meşar-ı Haram'da Allah'ı anın. O sizi nasıl doğru yola iletti ise siz de O'nun adını anın. Zira O'nun yol göstermesinden önce, kuşkusuz, sapıklardan idiniz."


Arafat'ta durmak, vakfe yapmak, Haccın temel rükunudur. Nitekim Bukeyr'in, Ata aracılığı ile Abdurrahman b. Muammer Deylemî'ye dayanarak bildirdiğine göre Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle diyor:


"Hacc, Arafat demektir. Hacc Arafat demektir. Hacc Arafat demektir. Kim Kurban bayramı günü tanyeri ağarmadan önce Arafat'a erişirse Hacca erişmiş olur. Mina günleri üçtür. Kim iki günün sonunda Mekke'ye dönerse hiçbir günah işlemiş olmaz. Kim üçüncü günün sonuna kadar kalırsa o da günaha girmez." (Eshabu-s Sünen)


Arafat'ta durmak (vakfe) Zilhicce ayının onuncu günü olan Arefe günü Zeval (öğle) vaktinden başlayarak Kurban bayramı günü tanyeri ağarıncaya kadar yapılabilir. Bu konuda vakfe süresinin Arefe gününün ilk anlarından itibaren başladığını ileri süren ve İmam-ı Ahmed b. Hanbel tarafından savunulan bir görüş daha vardır. Bu görüş; Şa'bî'nin, Urve b. Mudarris b. Harise b. Lâm Taî'den rivayet ettiği bir hadise dayanır. Bu hadise göre Harise b. Mudarris şöyle diyor:


- Bir defasında Muzdelife'de namaza çıktığı sırada Peygamberimize geldim ve kendisine dedim ki; `Ya Resulallah, Tay dağından geliyorum. Hem binek hayvanımı bitkin düşürdüm hem de kendimi yordum. Vallahi üzerinde durmadığım hiçbir dağ kalmadı. Acaba Haccım geçerli mi?' Bunun üzerine Peygamberimiz bana şu cevabı verdi:


"Kim bizim şu namazımıza yetişir ve bizimle birlikte buradan dağılıncaya kadar burada kalırsa ve daha önce geceleyin ya da gündüzleyin Arafat'ta bir süre durmuş olursa Haccı tamam olur, bu kimse yıkanıp elbiselerini giyebilir." (İmam-ı Ahmet, Eshabu-s Sünen, Tirmiri)


Peygamberimizin bu iki görüşte ileri sürülen zaman diliminde Arafat'ta durmayı emretmesinin, başka bir deyimle bu vakfe süresini Arefe gününden Zilhicce'nin onuncu gününe rastlayan Kurban bayramı gününün sabahına kadar uzatmasının gerekçesi müşriklerin, putperestlerin buradaki vakfe geleneklerine ters düşmekti. Nitekim İbn-i Merduye'nin ve Hakim'in Abdurrahman b. Mubarek el-Ayşî'ye dayanarak kaydettiklerine göre sahabilerden Misver b. Mahrime (Allah ondan razı olsun) şöyle diyor:


- Peygamberimiz, bir defasında Arafat'ta bize bitap etmişti. Önce Allah'a hamdetti, O'nu övdü. Sonra `imdi' diye söze girdi. O her zaman bir konuşma yaparken `imdi (bundan sonra)' diye söze girerdi. Sonra şöyle buyurdu:


"Bugün, Hacc-ı Ekber (En büyük Hacc) günüdür. dikkat edin ki, müşrikler, putatapanlar bugün güneş batmadan önce buradan dağılırlardı. Onlar buradan ayrılırken güneş, dağların başında insanların baslarındaki sarık gibi dururdu. Biz ise güneş doğmadan önce buradan dağılıyor, böylece müşriklerin geleneklerine ters düşüyoruz."


Peygamberimizin Arefe günü güneş battıktan sonra Arafat'tan ayrılması ile ilgili uygulamasına gelince bu konuda Müslim'in kaydettiğine göre sahabilerden Cabir b. Abdullah şöyle diyor:


- Peygamberimiz güneş batıncaya kadar Arafat'ta durdu. Bu arada güneş yuvarlağının çevresinde hafif bir sarılık meydana geldi, arkasından da güneş yuvarlağı bütünüyle gözden kayboldu. İşte bu sırada Peygamberimiz, Üsame'yi devesinin arkasına bindirerek Arafat'tan ayrıldı. Devesinin yularım öylesine germişti ki, nerede ise hayvanın başı özengiye değecekti.


Peygamberimiz bu sırada sağ eliyle işaret ederek "Ey insanlar, sakin olunuz, sakin olunuz" diyordu. Herhangi bir dağın eteğine yaklaştığında yokuşu çıkıncaya kadar hayvanın yularını gevşetiyordu.


Böylece Müzdelife'ye vardı. Orada tek ezan ve iki kametle akşam ve yatsı namazını birarada kıldı. İki namaz arasında tesbih yapmadı. Sonra sabaha kadar yattı. Sabah olunca tek ezan ve tek kamette sabah namazım kıldı. Arkasından devesine binerek Meşar-ı Haram'a vardı. Burada kıbleye durarak Allah'a dua etti, O'na tekbir ve tehlil getirdi, O'nun birliğini dile getirdi. Ortalık iyice ağarana dek burada ayakta durdu. Sonra güneş doğmadan önce buradan ayrıldı.


Peygamberimizin bu uygulaması ile aşağıdaki ayetin işaret ettiği aynıdır:


"Arafat'tan dağıldığınız zaman Meşar-i Haram'da Allah'ı anın. O sizi nasıl doğru yola iletti ise siz de O'nu anın. Zira O'nun yol göstermesinden ünce, kuşkusuz, sapıklardan idiniz."


Ayette geçen "Meşar-ı Haram"dan maksat Müzdelife'dir. Kur'an-ı Kerim Arafat'tan dağıldıktan sonra burada Allah'ın adının anılmasını emrediyor. Aynı zamanda müslümanlara hatırlatıyor ki, bu zikir, yüce Allah'ın kendilerine yönelik bir hidayetidir ve buna göre, bu, hidayetin şükrünün göstergesidir. Yine Kur'an-ı Kerim, onlara bu hidayete erdirilmeden önceki durumlarını hatırlatarak şöyle diyor:


"Zira O'nun yol göstermesinden ünce, kuşkusuz, sapıklardan idiniz."


ilk müslüman cemaat, bu realitenin hayatlarındaki derin ve geniş çaplı etkisini gerçek anlamda kavrayabiliyordu. Çünkü Arapların pençesinde kıvrandıkları sapıklık dönemi pek yakın geçmişlerini oluşturuyordu. Bu sapıklık herşeyden önce düşüncelere egemendi. Putlara, cinlere, meleklere tapmak, melekleri Allah'ın kızları saymak, Allah ile cinler arasında akrabalık ilişkisi olduğunu ileri sürmek ve daha birçok saçma sapan, gülünç ve karmaşık inançlar, düşüncelere egemen olan bu sapıklığın göstergeleri idi. Bu çarpık inançlar, mahiyetlerinin doğal sonucu olarak tapınmalarda, dini törenler ve davranışlarda da kargaşa meydana getiriyorlardı. Meselâ bu kimseler bazı hayvanların gücünden ve etinden yararlanmayı sebepsiz yere yasak sayıyorlardı. Dayandıkları tek gerekçe sözkonusu hayvanlar ile ilâhları arasında ilişki olduğu inancı idi. Yine bu ilâhlara evlâtlarının bazılarını adıyor ve bu kanlı adaklara cinleri de ortak ediyorlardı. O sapık ortamda geçerli olan daha birçok dayanaksız cahiliye adeti vardı. Bu saçma adetlerin, karmaşık inanç ve düşünce bulutlarının koyu karanlığından başka hiçbir gerekçesi yoktu.


Bu dönemin sosyal hayatında ve ahlâkında da sapıklık egemendi. ,Az sonra inceleyeceğimiz "Sonra insanların dağıldıkları yerden siz de dağılın" ayetinin, giderilmesini işaret ettiği sınıflar arası farklılıklar bu sapıklığın bir göstergesi idi. Arapların hesaba katılır devletlerarası bir güç olmasına engel olan sürekli kabile savaşları ve sürtüşmeleri bu sapıklığın bir başka göstergesiydi. Cinsel ilişkilerine, karı-koca ilişkilerine ve genel olarak aile-içi ilişkilere çirkin bir damga vuran ahlâk anarşisi bu sapıklığın bir diğer göstergesi idi. Toplumda güçlülerin zayıflara reva gördükleri, herkesin başvurabileceği değişmez değer ölçülerinin yokluğundan kaynaklanan zulümler ve haksızlıklar bu sosyal sapıklığın bir başka göstergesiydi. Genel olarak Arapların sosyal hayatı ve insanî aydan geri kalmışlıkları bu sapıklığın bir diğer göstergesiydi ki, Arapları bu geri kalmışlıktan sadece İslâm kurtarabilmişti. Bütün bunlardan dolayı ilk müslümanlar şu ilâhi buyruğu herkesten farklı bir dikkatle dinliyorlardı:


"O sizi nasıl doğru yola iletti ise siz de O'nu anın. Zira O'nun yol göstermesinden önce, kuşkusuz, sapıklardan idiniz."


İlk müslümanlar bu ilâhi cümleleri okurken, hiç kuşkusuz, bütün tarihlerine damgasını basmış olan eski sapık, acıklı, perişan ve geri kalmış hayatlarının görüntüleri, hayallerinin, belleklerinin ve duygularının önünden bir sinema şeridi gibi akıyordu. Sonra dönüp hallerine bakınca islâm'ın kendilerini yükselttiği, yüce Allah'ın bu din aracılığı ile kendilerini erdirdiği yeni konumlarım görüyor ve o zaman bu gerçeğin bütün derinlik ve köklülüğünü tartışmasız olarak varlıklarından somut bir biçimde algılıyorlardı.


Bu realite, her milletten ve her kuşaktan bütün müslümanlar için günümüzde de geçerliliğini sürdürüyor. Bu milletler ve bu kuşakların İslâm'a kavuşmadan önceki durumu neydi? Onlar bu inançtan yoksun olarak nedirler? Onlar islâm'ın gösterdiği yola girdiklerinde, İslâm'ın yaşama tarzını hayatlarına yansımış bir gerçeğe dönüştürdükleri zaman geri kalmış, basit, sapık ve karmaşık bir konumdan kurtulup gelişmiş, önemli,yönü ve hedefi belli bir düzeye geçerler. Üstelik bu geçişi, bu düzey yükselişini gerçek anlamda müslüman olmadan, yani hayatlarını tümü ile İslâmî yaşam tarzına uyarlamadan fark edemezler.


İnsanlığın tümü bu doğru istikametli hayat yoluna girmedikçe koyu bir cahiliyenin bataklığında debelenmeye mahkumdur. Daha önce yeryüzünün her tarafını baskısı altında inleten bu cahiliyenin pençesinde kıvrandıktan sonra İslâm'ın üstün yaşama düşüncesi sayesinde yeniden hayat bulanlar dışında hiç kimse bu gerçeği tam anlamı ile kavrayamaz. Ancak böyleleri çevrelerini kuşatmış olan iğrençlikler, kokuşmuş bataklıklar ve mikrop yatakları karşısında İslâm'ın yüce hayat sisteminin gerçek mahiyetini anlayabilirler.


İnsanlık uzun tarihi boyunca birçok düşünce sistemi, birçok sosyal düzen ve çok sayıda hayat tarzı görüp geçirdi. Bunların içinde eski-yeni en büyük filozofların felsefi sistemleri, yine eski-yeni en büyük düşünürlerin düşünceleri de vardı . İnsan, İslâm düşüncesinin ve İslâmî hayat tarzının zirvesinde durup bu serüvenin evrelerine bakınca insanlığın bu kadar boş, bu kadar çıkmaz, bu kadar trajik, bu kadar anlamsız ve karmaşık sistemler ile oyalanması karşısında hayrete düşüyor. Hiçbir aklı başında insan bu zulmü kendine reva görmemelidir. O insan ki, artık hiçbir ilâha ihtiyacı kalmadığını, en azından artık yüce Allah'tan gelen bir şeriate, ilâhî kaynaklı bir yaşam sistemine uymasına gerek kalmadığını iddia ediyor!


İşte yüce Allah'ın burada müslümanlara hatırlattığı ve minnettarlığını hatırlarından hiç çıkarmamalarını istediği büyük nimet budur:


"O sizi nasıl doğru yola iletti ise siz de O'nu anın. Zira O'nun yol göstermesinden önce, kuşkusuz,sapıklardan idiniz."


Hacc, müslümanların evrensel kongresidir. Müslümanlar bu kongrede kendilerini biraraya getiren İslâm bağından başka bütün ilişkilerden arınmış, İslâm karakteristiğinin dışında kalan bütün karakteristiklerden ve özelliklerden sıyrılmış, ayıp yerlerini örten dikişsiz bir örtü dışında kalan bütün elbise ve kılıklardan soyunmuş olarak biraraya gelirler. Bu kongrede herhangi bir fert ile başka bir fert arasında, herhangi bir kabile ile başka bir kabile arasında, herhangi bir ırk ile başka bir ırk arasında ayrım yapılmaz. Burada toplananlar arasında tek inanç; İslâm inancı, tek akrabalık bağı; İslâm akrabalığı ve tek renk; İslâm'ın rengidir.


Kureyşliler cahiliye döneminde kendilerini "yiğitler (Hums, tekili: Ehmes)" diye adlandırırlar ve özlerine diğer Araplardan ayırıcı birtakım imtiyazlar, üstünlükler tanırlardı. Bu imtiyazlardan biri olarak onlar kendileri dışındaki Arap halkı gibi Arafat dağında vakfeye durmazlar ve bu duruşun bitiminde halkın dağıldığı yerden dağılıp geri dönmezlerdi.


İşte ayetteki emir bunun için geldi. Yüce Allah bu emirle insanları, İslâm'ın amaçladığı eşitliğe döndürmekte, onları insanlar arasındaki uydurma farklılıkları ortadan kaldırarak bütünleşmeye çağırmaktadır:


"Sonra insanların dağıldığı yerden siz de dağılın ve Allah'tan mağfiret dileyin. Hiç şüphesiz Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir."


Nitekim Buharî'nin Hişam'a ve onun da babasına dayanarak naklettiğine göre bu konuda Hz. Aişe (Allah ondan razı olsun) şöyle diyor:


"Kureyşliler ile onların dinlerine bağlı olanlar Müzdelife'de duruş yaparlar ve kendilerini `yiğitler (Hums)' ünvanı ile anarlardı. Geride kalan Araplar ise Arafat'ta duruş yaparlardı. İslâm gelince yüce Allah Peygamberine Arafat'a giderek orada duruş yapmasını ve oradan halkla birlikte ayrılmasını emretti. İşte `İnsanların dağıldığı yerden siz de dağılın' ayeti buna işaret ediyor."


Yani "Halkın duruş yaptığı yerde duruş yapın ve halkla birlikte, onların dağıldığı yerden dağılın." İslâm soy ve sınıf ayrımı tanımaz. onun gözünde bütün insanlar tek bir ümmettir. Tarağın dişleri gibi fertleri birbirine eşittir. Hiç kimsenin başkasına karşı takva dışında üstünlüğü yoktur. İslâm, Hacc kongresinde müslümanları, kendilerine seçkinlik sağlayan bütün kılıklardan soyunmakla ve böylece yüce Allah'ın evinde birbirlerine eşit kardeşler konumunda biraraya gelmekle yükümlü tutmuştur. Müslümanlar burada soy zırhına bürünüp bu yoldan birbirlerine karşı üstünlük taslamamak için elbiselerinden, kıyafetlerinden soyunuyorlar.


Yüce Allah onlara demek istiyor ki; Cahiliye taassubunu içinizden söküp atarak hep birlikte İslâm'ın rengine bürünün. Allah'tan af dileyin. Şu cahiliye gururundan dolayı O'ndan af dileyin. Yaptığınız Hacc görevine gölge düşüren her türlü ters ve aykırı eyleminizden dolayı O'ndan af dileyin. Bu kusurunuz çok küçük de olsa, sadece içinizden geçen basit bir kötü duygudan ibaret olsa bile yahut cinsel açık-saçık sözler, kırıcı tartışmalar ve başka kötülükler gibi ağzınızdan kaçan günahlar biçiminde de olsa Hacc sırasındaki bütün hatalarınızdan dolayı O'ndan af dileyin.


Görüldüğü gibi İslâm, müslümanların Hacc kongresi sırasındaki bütün davranış ve tutumlarını, tüm insanlığı benimsemeye çağırdığı düşünce sistemi temeline oturtuyor. Bu temel, eşitliktir; toplumda sınıf farkı gözetmeyen, ırk ayrımı tanımayan, dil farkı gözetmeyen, yeryüzünde görülen hiçbir üstünlük ve imtiyaz sebebini onaylamayan bir düşünce temelidir. Yine görüldüğü gibi İslâm, müslümanları bu temiz ve yüce düşünce temeli ile çelişen bütün yanlışlıklarından dolayı yüce Allah'tan af dilemeye çağırıyor.


"Hacc ibadetini bitirdiğinizde atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha ısrarlı bir dille Allah'ı anın. Kimi insanlar `Ey Rabbimiz, bize dünyada güzellik ver' derler. Böylelerinin Ahirette hiçbir payları olmaz.


Kimi insanlar da `Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, Ahirette de güzellik ver ve bizi Cehennem ateşinin azabından koru' derler.


işte böylelerinin kazandıklarından payları vardır. Allah'ın hesaplaşması çok çabuktur."


Daha önce söylediğimiz gibi Araplar cahiliye döneminde Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz çarşılarında buluşurlardı. Bu çarşılar sadece birer alış-veriş merkezi değildi. Buralar aynı zamanda şiir yarışmaları düzenlenen, ataların ve soy üstünlüğünün iftihar vesilesi yapıldığı yerlerdi. Çünkü o dönemde Araplar, kendilerini bu tür övünme ve böbürlenmelerden alıkoyacak büyük amaçlardan ve önemli uğraşlardan yoksundular. O zaman henüz söz ve çalışma enerjilerini uğrunda harcayacakları tüm insanlığa dönük bir misyonları yoktu. Onların insanlığa yönelik tek misyonu, İslâm'ın omuzlarına yüklediği cihanşümul görev oldu. İslâm'dan önce ve İslâm'dan koptukları zamanlarda Arapların ne yeryüzünde bir misyonları ve ne de gökte anılan bir hatıraları vardı.


Bundan dolayı Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz şenliklerinde günlerini bu boş amaçlar uğrunda, yani soya dayalı böbürlenmeler ile atalarla övünme yarışlarında harcıyorlardı. Fakat İslâm'ı benimsemekle çok önemli bir misyona kavuşmuşlardı. İslâm onları yeniden dünyaya getirdikten sonra kafalarında yepyeni bir düşünce sistemi oluşturmuştu. Şimdi Kur'an-ı Kerim onları iyiye ve yararlıya yöneltiyordu. Hacc görevlerini sona erdirdikten sonra atalarım anmaya değil kendilerini yüce Allah'ı anmaya çağırıyordu:


"Hacc ibadetini bitirdiğinizde atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha ısrarlı bir dille Allah'ı anın."


Yüce Allah'ın onlara "atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha ısrarlı bir dille Allah'ı anın" diye buyurması, atalarını yüce Allah ile birlikte anabilecekleri anlamına gelmez. Tersine bu ifade kınama niteliği taşır. Bunun yanısıra daha lâyık olana, daha öncelikliğe yönelmeyi telkin eder. Bu ayet ilk müslümanlara diyor ki; "Sizler yalnızca Allah'ı anmanız caiz olduğu halde tutup atalarınızı anıyorsunuz. Bu alışkanlığınızı Allah'ı anma alışkanlığına dönüştürün. Hatta Allah'ı daha ısrarlı bir dille anın. Elbiselerinizden soyunarak O'na doğru yola çıktığınıza göre soy ilişkilerinden de sıyrılın.


Allah'ı anmak, kulları gerçek anlamda yükselten tek faktördür, atalarla övünmek insanlara hiçbir şey kazandırmaz, onların düzeyini yükseğe çıkarmaz. İnsani değerlerin yeni kriteri, takva kriteridir; Allah ile ilişki kurma, O'nu anma ve O'ndan çekinme ölçüsüdür.


Daha sonraki ayetler insanları bu ölçü ile tartmakta, onlara bu ölçüye göre insanların değerlerini ve karşılaşacakları akıbetleri göstermektedir:


"Kimi insanlar `Ey Rabbimiz, bize dünyada güzellik ver' derler. Böylelerinin Ahirette hiçbir payları olmaz.


Kimi insanlar da `Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, Ahirette de güzellik ver ve bizi Cehennem ateşinin azabından koru' derler.


İşte böylelerinin kazandıklarından payları vardır. Allah'ın hesaplaşması çok çabuktur."


Ortada iki grup insan var. Bir grubun bütün istediği dünyadır, ona tutkundur, bütün meşguliyeti sırf ona yöneliktir. Nitekim Araplardan bir grup Hacca gidip vakfe yerinde durunca "Ya Rabbi, bu yılı bol yağmur yılı, bereketli ürün yılı ve hayırlı evlâd yılı yap" diye dua ederler, dualarında ahiretle ilgili hiçbir şeyi anmazlardı. Sahabilerden Abdullah b. Abbas'ın (Allah her ikisinden de razı olsun) belirttiğine göre bu ayet, o grup hakkında inmiştir. Fakat ayetin anlamı bundan daha kapsamlı ve daha süreklidir. Bu ayet bize çeşitli kuşaklarda ve yeryüzünün değişik bölgelerinde bulunan bir insan örneğini tanıtıyor. Bu insan örneğinin tek arzusu, tek amacı sadece dünyadır. Allah'a yönelerek dua ettiği zaman bile aklında yalnız o vardır. Çünkü onu meşgul eden tek şey, gönlünü oyalayan, dünyasını çepeçevre kuşatan ve sımsıkı bağlandığı biricik amaç sadece dünyadır.


Yüce Allah böylelerine takdir ettiği ölçüde dünyadan paylarını verebilir, fakat bunların Ahirette mutlak anlamda hiçbir payları olmaz.


Diğer bir grup insan var ki, bunlar birincilerden daha geniş ufuklu, amaçları daha soyludur. Çünkü bunlar yüce Allah ile sürekli ilişkidedirler. Bunlar dünyada iyilik, güzellik isterler, fakat Ahiretteki paylarını unutmazlar, dua ederken şöyle derler:


"Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, Ahirette de güzellik ver, bizi Cehennem ateşinin azabından koru."


Görüldüğü gibi bunlar yüce Allah'tan her iki dünyada da iyilik, güzellik isterler. Ayrıca istedikleri güzelliğin, iyiliğin türünü belirlemezler&127; onun seçimini Allah'a bırakırlar. Allah onlar için iyi ve güzel gördüğünü seçer, onlar da yüce Allah'ın kendileriyle ilgili seçimini hoşnutlukla karşılarlar. Böylelerinin Ahirette kesinlikle ve gecikmeden ellerine geçecek bir payları vardır. Çünkü yüce Allah hesaplaşma işlemlerini çok çabuk bitirir.


Bu ayette dile gelen ilâhi öğreticilik, insanın kime yönelmesi gerektiğini anlatıyor. Bunun yanısıra yüce Allah'a yönelerek her işini O'na havale edenin, iyilik seçme yetkisini Allah'a bırakarak O'nun kendisi ile ilgili seçimini hoşnutlukla karşılayanın ne dünya iyiliklerinden ve ne de Ahiret iyiliklerinden yoksun kalmayacağını belirtiyor. Buna karşılık dünyayı biricik amaç sayan kimse Ahirette alabileceği bütün payları peşinen yitirmiş olur. Demek ki, birinci grupta yeralan insanlar, dış görünüş ölçülerine göre bile kazançlıdırlar. Bunlar yüce Allah'ın terazisinde ise daha kazançlı ve daha baskın çıkacaklardır. Çünkü bunların, İslâm tarafından meydana getirilen ölçülü ve ileri görüşlü düşünceye dayalı istikametli ve dengeli duaları her iki dünyanın iyiliğini kendi hesaplarına kaydetmiş olur.
Alıntı ile Cevapla