Durumu: Medine No : 5587 Üyelik T.:
05 Aralık 2008 Arkadaşları:14 Cinsiyet: Memleket:İstanbul Yaş:35 Mesaj:
2.537 Konular:
2038 Beğenildi:116 Beğendi:0 Takdirleri:270 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cvp: Fizilalil Kuran Bakara Suresi Tefsiri 214- Acaba sizden öncekilerin başlarına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeksizin, kolayca Cennet'e gireceğinizi mi sandınız? Onlar öylesine ağır sıkıntılara ve zorluklara uğradılar, öylesine sarsıldılar ki, peygamberleri ile çevresindeki inanmışlar ';Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?" dediler. İyi bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır. Yüce Allah ilk müslümàn cemaate böyle hitap ediyor, dikkatlerini kendilerinden önce yaşamış olan mümin cemaatlerin tecrübelerine ve seçilmiş kullarının eğitilmesine ilişkin ilâhî kanununa (sünnetullaha) yöneltiyor. O seçilmiş kullar ki, yüce Allah, sancağını onların ellerine veriyor, yeryüzünde halifesi olma emanetini, sistemini ve şeriatını omuzlarına yüklüyor. Bu hitap, aynı zamanda bu büyük görevi üstlenen, bu son derece önemli misyonu taşımayı seçen herkese yöneliktir. Bu ayetin anlatmış olduğu tecrübe; köklü, düşündürücü ve ürkütücüdür. O dönemin peygamberi ile çevresindeki müminlerin sorusunu düşünelim. Bu soru hakka ulaştığı kesin olan bir peygamber ile kendi çevresindeki Allah'a inanmış kimseler tarafından soruluyor. Soru "Allah'ın yardımı ne zaman?" şeklindedir. Bu soru bize böylesine hakka ulaşmış kalpleri sarsan sıkıntının çapını somut olarak anlatacak niteliktedir. Sözünü ettiğimiz soylu kalpleri baskısı altına alan sıkıntı tarif edilmez boyutlara ulaşmış ki, bu kalplerden "Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?" şeklinde bezginliği dışa vuran bir soru yükselmiştir. Kalpler, bu sarsıcı sıkıntı karşısında sebat edince, direnişini sürdürünce, işte o zaman yüce Allah'ın vaadi gerçekleşir, O'nun yardımı imdada yetişiverir: "İyi bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır." Bu yardım onu hakedenler için hazır bekletiliyor. Fakat onu ancak sonuna kadar direnmeye devam edenler, sebat edenler hakedebilir. Sıkıntıya ve darlığa göğüs gerenler, sarsıntıya kapılmaksızın bu direnişi gösterenler, zulüm karşısında baş eğmeyenler, yüce Allah'ın bu yardımını dilediği kimselere göndereceğine kesinlikle inananlar, hatta sıkıntı doruk noktasına ulaştığı anlarda bile yalnızca Allah'ın yardımını gözleyenler; başka hiçbir çözüme, Allah'ın katından gelmeyen herhangi bir desteğe kesinlikle ümit bağlamayanlar bu yardıma hak kazanabilirler. Zaten sözkonusu yardım sadece Allah katından gelebilir. İşte müminler bu kesin direniş sayesinde Cennet'é girerler, buna lâyık olurlar, buna öncelik kazanırlar. Cihaddan, imtihandan, sabırdan, direnişten, sebattan, sırf Allah'a yönelmekten, bilinçlerinde sırf O'nu yaşatmaktan, O'nun dışındaki herşeyle ve herkesle bağını kopardıktan sonra gelen bir hak ediştir bu. Mücadele ve bu mücadele sırasında gösterilen sabır, vicdanlara güç verir; onlara kendilerini aşma imkânı sağlar; onları potasında eritip arındırır; cevherlerini saf ve parlak hale getirir. İnanca derinlik, güçlülük ve canlılık bağışlar. Bunun sonucu olarak o inanç sistemi düşmanlarının gözünde bile parlak görünür. O zaman sözkonusu düşmanlar akın akın Allah'ın dinine girerler. Bu, dün olduğu gibi bugün de daha yolun başında taraftarlarının birçok eziyetle karşılaştığı her hak davanın karşılaşacağı bir sonuçtur. Öyle ki, bu taraftarlar karşılaştıkları eziyetlere sabırla katlandıklarında daha önce kendileri ile savaşan düşmanlarının saflarına katıldıkları, en şiddetli hasımların ve katı inatçıların kendilerini desteklemeye yöneldikleri görülür. Üstelik böyle birşey olmasa bile aslında bundan daha önemlisi meydana gelir. Hücuma uğrayan çağrının taraftarlarının ruhları bütün yeryüzü güçlerinin, bu güçlerin şerlerinin ve fitnelerinin üzerine yükselir. Bu ruhlar rahat ve refah düşkünlüğünün, son olarak da yaşama hırsının tutsaklığından kurtulur. Bu kurtuluş bütün insanlık hesabına bir kazanç olduğu gibi dünyaya ve sıkıntılarına tepeden bakma yolu ile bu sonuca ulaşmış olan ruhlar hesabına da bir kazançtır. Öyle değerli bir kazanç ki, Allah'ın yüce sancağım yükseklerde dalgalandırma görevini, O'nun emanetini, dinini ve şeriatını üstlenmiş olan müminlerin çekmiş oldukları bütün acılardan ve sıkıntılardan daha ağır basar. Bu kurtuluş, sahibini son çözümde Cennet hayatına lâyık hale getirecek faktördür. İşte yol budur. Yüce Allah'ın gerek ilk müslüman cemaate ve gerekse her kuşaktan müslümanlara anlattığı gibi yol budur. İşte yol budur. Yani iman ve cihad, sıkıntı ve meşakkat, sabır ve direnme ve sırf Allah'a yönelme yolu. Arkasından zafer ve daha sonra da Cennet mutluluğu gelir. İSLÂM TOPLUMUNDA SOSYAL DAYANIŞMA Surenin bu bölümünü İslâm'ın çeşitli hükümleri hakkında sorulan sorular oluşturmaktadır. Yukarda "Sana hilâller hakkında soru sorarlar" ayetini incelerken belirttiğimiz gibi bu görüntü o zamanki müslümanların vicdanlarındaki inanç uyanıklığını ve bu inancın ne kadar etkili olduğunu, müminlerin gündelik hayatının her olayı ile ilgili olarak inançlarının hükmünü bilmeyi nasıl arzu ettiklerini, davranışları ile inançlarının arasında uyum sağlamaya ne kadar önem verdiklerini ortaya koyar. Bu tutum müslüman olmanın belirtisidir. Yani müslüman, hayatının küçük büyük her olayı, her gelişmesi ile ilgili olarak,İslâm'ın hükmünü araştırmalı, İslâm'ın o konudaki hükmünün ne olduğunu kesin olarak anlamadan hiçbir davranışa girişmemelidir. İslâm'ın onayladığı uygulama onun ilkesi ve kanunu olacağı gibi İslâm'ın onaylamadığı uygulama ona yasak ve haram olur. İşte bu duyarlılık; bu inanç sistemine inanmış olmanın kesin belirtisi, göstergesidir. Bunun yanısıra bu bölümdeki bazı sorular yahudilerin, münafıkların ve müşriklerin birkısım İslâmî uygulamalarla ilgili olarak çıkarmış oldukları hilekâr yaygaralar sebebiyle gündeme gelmiştir. Bu durum müslümanları bu konularda soru sormaya sürüklemiştir. Müslümanlar bu soruları ya o ihtilaflı konular hakkındaki İslami hükmün içyüzünü ve hikmetini iyice anlamak içir ya da sözünü ettiğimiz yaygaralardan ve zehirli propagandalardan etkilendikleri için soruyorlar. Kur'an-ı Kerim, bu tartışmalı meselelere kesin sözünü söyleyerek yaklaşmakta, böylece müminlere kesin bilgi sunmakta, komploları boşa çıkarmakta, fitnelerin kökünü kurutmakta ve hilekâr düşmanların tuzaklarını kendi boyunlarına geçirmektedir. İşte bu bölümde bu tür soruların bir kısmıyla karşılaşıyoruz. Bu ayetlerde hayır amaçlı harcamalar, bu harcamaların yerleri, miktarları ve hangi tür maldan yapılacakları soruluyor. Yasak ayda savaşmanın hükmü soruluyor. İçki ve kumar konusundaki hükmün ne olduğu soruluyor. Yetimler hakkında soru soruluyor. Bu soruların gerekçelerini az önce söylediğimiz sebepler oluşturuyor. Aşağıda ayetleri tek tek incelerken bu sebepleri ayrıntılı biçimde gözden geçireceğiz. 215- Sana (Allah yolunda) ne harcayacaklarını sorarlar. De ki; "Vereceğiniz mal (hayır) ana-baba, yakın akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Hiç şüphesiz Allah yaptığınız her hayrı bilir." Bu sorudan önce bu surede infak konusu ile ilgili çok sayıda ayet yeraldı. İnfak ve yardımlaşma konusu, İslâm'ın doğup geliştiği şartlara benzer ortamlarda müslüman cemaatin karşı karşıya kaldığı ve göğüslemek zorunda tutulduğu sıkıntılarla, meşakkatlerle ve savaşlarla başa çıkabilmesi için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bunun yanısıra yardımlaşma toplumsal dayanışmanın, sosyal güvenliğin gerçekleşmesi ve fertler arasında duygusal farklılıkların ortadan kaldırılması açısından da gereklidir. Öyle ki, her fert bu organizmanın bir üyesi olduğunu, onun hiçbir imkânını kendinden esirgemediğini ve hiçbir şeyden onu mahrum tutmadığını hissetmelidir. Bu durum, cemaatin duygusal oluşumu açısından çok önemlidir. Ayrıca fertlerin ihtiyaçlarını karşılamak, toplumun pratik oluşumu açısından da önemlidir. Burada bazı müslümanlar "Ne verecekler"ini soruyorlar. Bu soru, verecekleri şeyin türüne ilişkin bir sorudur. Bu soruya verilen cevapta ise vermenin niteliği anlatılmakta, bunun yanısıra yardım edilecek kimselerin öncelik ve yakınlık sırası belirlenmektedir. Ayetin şu ifadesine dikkat edelim: "De ki; `hayır (iyilik, yardım) olarak ne verirseniz..." Bu ifade tarzı bize iki şeyi düşündürüyor: Birincisi verilen şey, yapılan yardım hayırdır, hayrın ta kendisidir. Veren için hayırdır, alan için hayırdır, cemaat (toplum) hesabına hayırdır, başlı başına hayırdır, iyi bir davranıştır, iyi bir sunuştur, iyi bir şeydir. Çünkü başkalarına birşey vermek kalbi temizleyici, vicdanı arındırıcı bir davranıştır; Bunun yanısıra başkalarına sağlanan bir yarar, bir yardımdır. Asıl kalbi temizleyen, vicdanı arındıran ve özveriye soylu anlam kazandıran hayırda bulunma, eldeki şeylerin en iyisini bulup başkaları adına onu gözden çıkarabilmektir. Yalnız bu ima yollu teşvik, zorunluluk anlamı taşımaz. Çünkü, başka bir ayette belirtildiği gibi, yardım ederken benimsenmesi zorunlu olan tutum, verenin elindeki şeyin normalini, ortalama kalitede olanını vermesi, bunun ne daha kalitelisini ve ne de daha pahalısını vermemesidir. Fakat bu ayetin içerdiği imalı teşvik, nefsi, iyi olan malı verebilmeye yatkın hale getirmeyi, Kur'an-ı Kerim'de izlenen nefis eğitimi ve kalpleri hazırlama metodu uyarınca bu tür özveriyi sevdirmeyi sağlar. Verilecek sadakanın türü belirlendikten sonra söz, verme biçimine ve kime sadaka verilmesi gerektiğine getiriliyor: "Vereceğiniz mal (hayır) ana-baba, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir." Ayetin bu cümlesi, toplumda yaşayan insanlardan birkaç grup insanı birbirine bağlıyor. Bu kesimlerin bazısını yakın akrabalık bağı, bazısını uzak akrabalık bağı, bazısını merhamet bağı ve bazısını da bu inanç sisteminin çerçevesi içinde yeralan kapsamlı insaniyet bağı yardım edene bağlıyor. Bütün bu insan kesimleri aynı ayette sıralanıyor: Ana-baba, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar. Bütün bu kesimler, sağlam bir inanç çerçevesi içinde insanlar arasında sosyal güvenliği sağlama ilişkisi uyarınca dayanışmaya girişiyorlar. Bu ayetteki sıralama başka ayetlerde de tekrarlanıyor ve Peygamberimizin bazı hadislerinde açık ve sınırlandırıcı bir dille ifade ediliyor. Meselâ Cabir b. Abdullah'ın bildirdiğine göre Peygamberimiz bir sahabeye şöyle buyuruyor: "Yardım etmeye, sadaka vermeye önce kendinden başla. Eğer kendinden birşey artarsa ailene ver. Eğer ailenden birşey artarsa akrabalarına ver. Eğer akrabandan birşey artarsa şunlara şunlara ver." (Müslim) Bu sıralama insan nefsini eğitirken ve yönlendirirken kullandığı yalın ve hikmetli metod hakkında bize fikir veriyor. İslâm, insanı olduğu gibi, yani fıtrî yapısı ile, doğal eğilimleri ve yetenekleri ile ele alıyor. Sonra onu olduğu noktadan, durduğu yerden tutarak adım adım ileriye doğru, üst düzeye doğru zorlamaksızın yürütüyor. İnsan yukarı çıkarken rahattır. İslâm onun fıtratını, eğilimlerini ve yeteneklerini hesaba katıyor. Onun aracılığı ile hayat düzeyini geliştirip ilerletiyor. Bu sırada insan yorgunluk ve bıkkınlık duymuyor. İslâm, onu üst düzeylere tırmandırmak için zincirler ve boyunduruklar aracılığı ile sürüklemiyor, onu yükseltmek için fıtri eğilimlerini ve içgüdülerini baskı altına almıyor. Yolda onu kılavuzsuz bırakmıyor, onu bulutlar üzerinde uçuşa geçirmiyor. Bunlar yerine onu zorlamaksızın, kolayına gelecek şekilde yukarılara çıkarıyor. Yokuşu çıkarken insanın ayakları yerde, gözleri semaya dönük, kalbi yücelikler ufkunun heyecanı ile çarpmakta ve ruhu yukarılarda Allah'a bağlıdır. Yüce Allah başkalarından çok insanın kendini sevdiğini iyi biliyor. Bu yüzden ona başkasına yardımda bulunmayı emretmeden önce en başta kendi ihtiyaçlarını karşılamayı öneriyor, helâl nimetlerden yararlanmasını serbest bırakıyor, onu savurganlığa ve bencilliğe düşmeksizin bu nimetleri kullanmaya özendiriyor. İşte bu yüzden şahsi ihtiyaçlarını gidermedikçe sadaka vermeyi emretmiyor. Nitekim sahabelerden Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: "En hayırlı sadaka varlıktan ayrılarak verilen sadakadır. Üstteki el, alttaki elden daha hayırlıdır. Yardım etmeye geçindirmek zorunda olduğun kimselerden başla." (Müslim) Bu arada sahabilerden Cabir b. Abdullah şöyle diyor: "Adamın biri bir gün, elinde yumurta büyüklüğünde bir altın külçesi ile çıkageldi ve Peygamberimize `Ya Resulallah, bunu bir maden ocağında buldum, bunu sadaka olarak al, başka hiçbir malım yok' dedi. Peygamberimiz yüzünü başka tarafa çevirdi. Bunun üzerine adam Peygamberimize sağ yanından sokularak az önceki sözlerini tekrarladı. Peygamberimiz yine yüzünü başka tarafa çevirdi. Adam bu defa Peygamberimize sol yanından sokularak aynı sözleri söyledi. Peygamberimiz yine yüzünü başka tarafa çevirdi. Fakat adam bu kez de Peygamberimize arka tarafından yaklaşarak aynı sözleri tekrarladı. Bunun üzerine Peygamberimiz adamın uzattığı altın külçeyi alarak üzerine fırlatıverdi. Öyleki, eğer külçe, adama isabet etseydi mutlaka canını acıtırdı. Arkasından da şöyle buyurdu: "Aranızdan biri nesi varsa getiriyor ve `Bu sadakadır' diyor. Sonra oturup başkalarına el açıyor. En hayırlı sadaka varlıktan ayrılarak verilen sadakadır." Yüce Allah insanın en çok yakın aile fertlerini, yani ehli ile ana-babasını sevdiğini iyi biliyor. Bunun için ona kendi ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra atacağı ilk yardımlaşma adımında bu sevdiklerine yararlı olmasını öneriyor. Bunlara gönül hoşluğu ile yardım yapacak, böylece zararlı olmayan fıtri eğilimlerini tatmin etmiş olacaktır. Bu eğilimleri tatmin etmenin zararlı bir şey olmadığı bir yana tersine bunun arkasında bir hikmet ve yarar vardır. Aslında kişinin, geçimlerini sağladığı ve yardım elini uzattığı bu kimseler en yakın akrabalarıdır. Evet, ama bu insanlar ayni zamanda bu ümmetin bir parçasıdırlar ve eğer bir yerden yardım görmezlerse muhtaç duruma düşeceklerdir. Buna göre bunların yakınları olan birinden yardım görmeleri, yakınları olmayan bir yabancıdan yardım almalarından daha onurlu bir şeydir. Aynı zamanda bu aile içi yardımlaşma yuvada sevgiyi ve iç barışı yaygınlaştırır, yüce Allah'ın büyük insanlık camiası yapısının ilk tuğlası olmasını dilediği aile kurumunun bağlarını güçlendirir. Yüce Allah bundan sonra sevgisini ve yardımseverliğini yakınlık derecelerinin öncelik sırasına göre bütün akrabalarına yayacağını iyi biliyor. Bunun bir zararı yok. Çünkü bu kimseler aynı zamanda toplumun fertleri ve ümmet organizmasının organlarıdırlar. Bu yüzden insana akrabalarını aşan bir adım daha attırılıyor. Böylece hem duygularını ve fıtrî eğilimlerini tatmin ediyor hem bu kimselerin ihtiyaçlarım karşılıyor hem geniş anlamlı aile bağlarım güçlendiriyor ve bunun sonucunda müslüman cemaatin üyelerinden biri, bağları güçlü ve ilişkileri kopmaz sağlam bir birliğe kavuşuyor. Eğer kendi geçimini sağlayan kişinin elinde, bu söylediğimiz yakınlarına yardım ettikten sonra verecek birşey kalırsa, İslâm onun elinden tutarak onu toplumun çeşitli muhtaç kesimlerine yardım etmeye götürüyor. Bu kesimler ya zaten bozuk olan yaşam şartları ya da çeşitli sebeplerle maddî durumlarının bozulması yüzünden insanın merhamet ve katkıda bulunma duygularını harekete geçiriyorlar. Bu kesimlerin başında yetimler, yaşları küçük öksüzler gelir. Sonra zarurî ihtiyaçlarını karşılayamadıkları halde onurları ve saygınlıkları izin vermediği için el açıp hiç kimseden birşey istemeyen yoksullar gelir. Daha sonra sıra yolcularda, yolda kalmışlardadır. Bu kimselerin memleketinde varlıkları olabilir. Fakat bu mallarından ayrı düşmüşler varlıkları ile aralarına çeşitli engeller girmiştir. Böylelerinin sayısı ilk müslüman cemaatte fazla idi. Bunlar her şeylerini arkada bırakarak Mekke'den Medine'ye hicret eden müslümanlardı. Bütün bu kesimler toplumun üyeleri, bireyleridirler. İslâm, yardımsever bağlılarını bu ihtiyaçlı kesimlere yardım etmeye yöneltiyor. Bu yönlendirmeyi onların arındırıp harekete geçirdiği doğal iyi duygularına bağlı olarak gerçekleştiriyor ve böylece yumuşak ve zorlamasız bir biçimde bütün hedeflerine ulaşıyor. Bu hedefler nelerdir? En başta yardımseverlerin vicdanlarını arındırma hedefine ulaşılıyor. Çünkü kişi verdiğinde gözü kalmayarak, yaptığı yardımdan hoşnut olarak baskısız ve ısrarsız bir şekilde vermiştir. İkinci olarak sözünü ettiğimiz muhtaç kesimlere yardım sağlama, onları sosyal güvenlik şemsiyesi altına alma hedefine ulaşılıyor. Üçüncü olarak da hiçbir baskıya ve zorlamaya başvurmaksızın toplumun bütün fertleri arasında dayanışmalı ve yardımlaşmalı yoğun bir kaynaşma ve bütünleşme meydana getiriyor. Görüldüğü gibi yumuşak, gönüllülük ilkesine dayalı istediği hedefe varabilen; baskısız, yapmacıksız ve düzenli olarak hayırlı olanı tümü ile gerçekleştiren hünerli bir yönlendirme metodu ile karşı karşıyayız. Sonra bütün bunlar ile yüce ufuk arasında ilişki kuruyor; kalbi verdiğinde, yaptığında ve içinde saklı niyet ve duygularında Allah'a bağlılığın coşkunluğu ile çarpmaya sevk ediyor: "Hiç şüphesiz, Allah yaptığınız her hayrı bilir." Hem bizzat yapılan hayrı hem onu yaptıran sebepleri ve hem de ona eşlik eden niyeti bilir. Onun için de bu iyilik, bu hayır boşa gitmez, kaybolmaz. O, yüce Allah'ın hesabına geçer. O Allah ki, O'na ulaşan hiçbir şey kaybolmaz. İnsanları aldatması, onlara haksızlık etmesi sözkonusu olmadığı gibi O'na karşı ikiyüzlü davranmak ve olduğundan farklı görünmek de mümkün değildir. Bu metodu kullanan İslâm, insan kalbini kötülüklerden arındırarak Allah'a bağlılık derecesine yükseltir. Ancak bunu yaparken zora başvurmaz, insan psikolojisini gözönünde bulundurarak çeşitli önlem ve dayatmalara başvurmaz. İşte mutlak anlamda bilgi sahibi ve yarattığını en iyi tanıyan Allah'ın benimsediği ve üzerine sosyal düzenini oturttuğu eğitim metodu budur. İslâm'ın öngördüğü sosyal düzen insanı olduğu gibi ve bulunduğu konumda kabul ederek elinden tutar ve başka yollardan giderek ulaşamayacağı yüceliklere, aydınlığa ve zirveye ulaştırır. İnsanlık geçen dönemlerde de ancak bu metodu ve yolu benimsediği zamanlar sözü edilen zirveye ve aydınlığa ulaşabilmişti. Sadaka verme meselesinin hemen arkasından gelen cihad farzına da aynı metod uyarınca yaklaşılıyor: |