Tekil Mesaj gösterimi
Alt 17 Eylül 2008, 21:09   Mesaj No:38

MERVE DEMİR

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:116
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Bakara Suresi Tefsiri

TALUT ve CALUT


İleride okuyacağımız ayetlerden oluşan bu kısmın ve burada yeralan geçmiş toplumlar ve eski ümmetlerin hayat tecrübelerinin değerini anlayabilmemiz için şu gerçekleri iyice kavramalı, vicdanlarımızda canlandırmalıyız: Kur'an bu ümmetin yaşayan kitabı, öğüt verici kılavuzu ve içinde hayatına ilişkin dersler okuduğu okuludur. Yüce Allah ilâhi sistemini yeryüzünde gerçekleştirmekle görevlendirdiği ilk müslüman cemaati, bu son derece önemli göreve hazırladıktan sonra Kur'an aracılığı ile sürekli bir eğitime tabi tutmuştur. Bunun yanısıra yüce Allah Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) vefatından sonra bu ümmetin bütün kuşaklarını yönlendirmek, eğitmek ve vâdettiği üzere insanlığa ideal biçimde önderlik etmek hususunda Kur'an-ı Kerim'in canlı ve sürekli bir kılavuz fonksiyonunu yerine getirmesini murad etmiştir. Yalnız bunun için müslüman kuşakların Kur'an'ın gösterdiği yolda yürümeleri, Ona olan sımsıkı bağlılıklarını hiç gevşetmeden sürdürmeleri, bir bütün olarak yaşama tarzlarını ondan almaları, diğer bütün yeryüzü kaynaklı sistemlerin cahiliye sistemleri olması hasebiyle mümin, Kur'an'ın kendine sağladığı bir güvenle onlara aldırış etmeden, tepeden bakabilmelidir.


Bu Kur'an, sadece okunup geçilecek bir söz yığını değildir. Tersine geniş kapsamlı bir kılavuz, bir talimatnamedir. O, pratik hayatın talimatnamesi olduğu kadar aynı zamanda eğitim kılavuzu, eğitim talimatnamesidir. İşte bu gerekçe ile oluşturup, eğitmek üzere geldiği müslüman cemaate, insanlığın geçmişteki hayat deneyimlerini,duygulandırıcı bir üslupla sunuyor. Bu alanda Hz. Adem'den (selâm üzerine olsun) beri süre gelen iman çağrısının yaşadığı tecrübelere öncelik tanıyor, bu tecrübeleri gerek insan psikolojisine ve gerekse pratik hayata ilişkin türleri ile müslüman ümmetin bütün kuşaklarına bir çeşit yolazığı olarak sunuyor, bu ümmeti bu son derece değerli yolazığı ile ve değişik türde oluşmuş tarihsel birikimle donatırken onun hangi yolu izleyerek yürüyeceğini açık-seçik biçimde öğrenmesini amaçlıyor. İşte, Kur'an'da bu kadar çok sayıda, bu kadar çeşitli ve bu denli canlı, somut mesaj sunan kıssa ile karşılaşmamızın nedeni budur. Bu kıssaların en sık rastlanan türü İsrailoğulları'na (yahudilere) ilişkin kıssalardır. Bunun birçok sebebi vardır ve bunların bir kısmına ilk cüzde yeralan İsrailoğulları'na ilişkin tarihi olayların toplu yorumunu yaparken değinmiştik. Bu sebeplerin diğer bazılarını da bu cüz'de (özellikle ilk başlarda) değişik vesilelerle anlattık. Şimdi o anlattığımız sebeplere önemli gördüğümüz birkaç tanesini daha ekleyelim:


Yüce Allah bu ümmetin kimi kuşaklarının vaktiyle İsrailoğulları'nın geçirdikleri tarih dönemlerinin benzerlerini yaşayacaklarını, bu kuşakların, dinlerine ve inançlarına karşı eski yahudilerin tavırlarına benzer tavırlar takınacaklarını bildiği için yollarında karşılaşacakları tökezleme noktalarını, kendilerine yahudi tarihinin olaylarında somutlaşmış örnekler halinde sunmuştur. Böylece bu kuşaklar yolları boyunca karşılaşacakları bu tökezleme noktalarına ayak kaptırmadan, ya da onlara saplanıp kalmadan önce bizzat yüce Allah'ın, önlerine tuttuğu bu tarih aynasında yüzlerini görerek öğüt ve ibret alabilecektir.


Bu Kur'an, müslüman ümmetin kuşakları tarafından dikkatle okunmalı, bilinçli bir şekilde algılanmalıdır. Bu Kur'an, günümüzün meselelerini çözmek ve geleceğe uzanan yolumuzu aydınlatmak üzere sanki şimdi iniyormuşçasına canlı direktifler bütünü kabul edilerek üzerinde kafa yorulmalıdır. Yoksa Kur'an sadece ahenkle okunması lazım gelen bir güzel sözler manzumesi ya da bir daha geri gelmeyecek olan tarihe karışmış gerçeklerin tutanak defteri olarak düşünül memelidir. Biz bu Kur'an'ı gerek geçmiş gerekse şimdiki hayatımızda birer direktifimiz olsun niyetiyle okumadıkça O'ndan asla yararlanamayız. Tıpkı ilk müslüman cemaat gibi. Onlar Kur'an'ı, o günkü pratik hayatlarının gelişmelerine ilişkin direktifler almak amacı ile okuyorlardı. Kur'an'ı bu bilinçle okuduğumuz taktirde herşeyi onun satırlarında buluruz. O'nun ayetlerinde Kur'an gerçeğini dikkate almak istemeyenlerin hiçbir zaman düşünemeyecekleri, deyim yerindeyse akıllarının ucundan bile geçmeyen nice şaşırtıcı, insanı hayrette bırakan açıklamalar bulacağız. Onun kelimelerinin, cümlelerinin ve direktiflerinin nabzı atan, hareket eden ve yolumuzun kritik dönemeçlerini işaretleyen canlı varlıklar olduklarını göreceğiz. Bu canlı varlıklar bize kimi zaman "şunu yapınız, şunu sakın yapmayınız", kimi yerde "şu düşmanınızdır, şu da dostunuzdur" ve kimi durumlarda da "şurada çok ihtiyatlı olunuz, şurada hazırlıklı olunuz" diyeceklerdir. Bu canlı varlıklar başımıza gelecek her olay, karşımıza çıkacak her gelişme önünde bize uzun, ayrıntılı ve yerli yerinde açıklamalar sunacaklardır. işte o zaman Kur'an'ın yararlı ve hayat dolu bir gerçek olduğuna dikkat çeken Yüce Allah'ın şu buyruğunun anlamını kavrayabileceğiz:


"Ey müminler, Allah ve Peygamber size hayat verecek gerçeğe çağırdıklarında onlara olumlu karşılık veriniz." (Enfal Suresi, 24)


Kur'an mesajı, bir hayat çağrısıdır, sürekli ve yenilenen bir hayata çağrıdır. Onun çağrısı, tarihin eski bir dönemi ile sınırlı bir hayata ilişkin değildir.'


Bu bölüm eski ümmetlerin hayat tecrübelerinden iki tanesini dikkatlerimize sunuyor. Bu iki tecrübeyi bu ümmetin tecrübe birikimine ekliyor. Bu tecrübeler aracılığı ile müslüman toplumu, üstlenmiş olduğu son derece büyük görev sebebiyle ve iman kökenli inanç sisteminin, bu son derece hareketli tarih sürecinin mirasçısı sıfatıyla hayatı boyunca yüzyüze geleceği değişik gelişmelere karşı eğitmeyi amaçlıyor.


Kur'an, bu tecrübelerden ilkinin kimlerin başından geçtiğini belirtmiyor, yalnız tecrübeyi kısa, fakat anlaşılabilecek uzunlukta anlatmakla yetiniyor. Sözkonusu olay "Ölüm korkusu ve binlerce kişilik bir kalabalık halinde yurtlarından ayrılan" bir topluluğun tecrübesidir. Fakat bu yurtlarını terk ediş, bu kaçış, bu sakınma onlara hiçbir yarar sağlamıyor; korkusu yüzünden yurtlarını terk ettikleri ilâhi kader yakalarına yapışmakta gecikmiyor ve bunun sonucu olarak yüce Allah kendilerine "ölün" buyuruyor. Böylece öldürdükten bir süre sonra onları yeniden diriltiyor. Yani ne ölümden kaçma çabalarının bir faydasını görüyorlar ve ne de yeniden dirilmek için bir çaba harcıyorlar. Her iki olaya da ilâhi kader yön veriyor.


Kur'an, bu tecrübenin ışığı altında müminlere dönerek onları sâvaşmaya, mallarını Allah yolunda; hayatın ve malın bağışlayıcısı olan ve hayatı da malı da dilediğinde geri alabilen Allah'ın yolunda harcamaya teşvik ediyor.


İkinci tecrübe, yahudilerin Hz. Musa'dan (selâm üzerine olsun) sonraki hayatlarında meydana geliyor. Yani yahudilerin egemenliklerini yitirdikten, kutsal değerleri yağmalandıktan, düşmanlarına boyun eğmelerinden, Rabblerinin hidayetinden ve peygamberlerinin direktiflerinden sapmaları sebebiyle birçok acılar tattıktan sonraki karanlık dönemlerine ilişkin bir tecrübe karşısındayız. Fakat bir süre sonra vicdanlarında yeni bir silkinme, derlenip toparlanma arzusu belirir, kalplerinde küllenmiş olan inanç uyanmaya yüztutar, bunun sonucunda Allah yolunda savaşma özlemi duyarak peygamberlerine "Başımıza bir hükümdar getir de onun emri altında Allah yolunda savaşa girelim" derler.


Kur'an'ın son derece düşündürücü bir ifade tarzı ile anlattığı bu tecrübe, bazı gerçekleri gözlerimizin önüne seriyor, o günün müslüman toplumuna ilişkin mesajlar taşımasına ek olarak her dönemdeki müslüman topluma yönelik düşünceleri kamçılayıcı birtakım güçlü mesajlar da içeriyor.


Bu tecrübenin bir bütün olarak gözler önüne serdiği genel karakterli ibret dersi şudur: Bu inanç kaynaklı toplumsal ayaklanma, patlama daha başlangıçta hareketi zedeleyen birçok eksikliğe ve zaaf belirtilerine ve yolun ilerdeki aşamalarında ondan bölük bölük yüz çeviren dönek taraftarlarının ihanetlerine rağmen, bütün bu olumsuzluklara karşın, bir avuç imanlı taraftarının bu toplumsal başkaldırıya ısrarla bağlı kalması, İsrailoğulları'na son derece önemli kazanımlar getirdi. İsrailoğulları bu onurlu başkaldırma sonunda haysiyet kırıcı bir bozgunun, utanç verici bir perişanlığın, uzun bir sürgünlük ve zorbaların çizmeleri altında ezilme döneminin arkasından zafere, egemenliğe ve şerefli bir bağımsızlığa ulaştılar. Bu parlak zaferleri Hz. Davud ve onun arkasından gelen Hz. Süleyman (selâm üzerine olsun) peygamberlerin hükümdarlık dönemlerinde elde ettiler. Bu dönem İsrailoğulları devletinin yeryüzünde ulaştığı başarıların doruk noktasını oluşturur. Yahudi tarihçileri bu dönemlerini "Altın dönem" diye anarlar. Yahudiler "Peygamberler Dönemi" olarak bilinen bu tarih dönemlerinin daha önceki aşamasında böyle bir başarıyı hiç yaşamamışlardı. Bu başarı tümü ile doğrudan doğruya uzun yıllar koyu bulutlar arkasında kalan bir inancın parlamasının toplumsal bir ayaklanmaya dönüşmesinin ve bir avuç inanmış taraftarının Calut'un askeri gücü karşısında gösterdiği yiğitçe direnişin ürünüdür.


Bu tarihi tecrübenin ayrıntılarında yansıyan bazı ibretler daha vardır ki, bunlar her dönemde yaşayan müslüman toplumlar için son derece değerlidir. Bunların bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:


Toplumsal heyecanlar dış görünüşlerine göre değerlendirildiğinde liderleri aldatabilecek niteliklere sahiptirler. Bundan dolayı liderler, sözkonusu heyecanların etkisiyle savaşa girişmeden önce onları mihenk taşına vurmalı, iyice ölçüp tartmalıdırlar.


Nitekim bu tarihi tecrübede ileri gelen yahudilerden oluşmuş bir grup, Peygamberlerine başvurarak ondan başlarına bir hükümdar geçirmesini ve bu hükümdarın önlerine düşüp din düşmanları ile yapılacak savaşta kendilerine komutanlık etmesini, egemenliklerini ve Hz. Musa ile Hz. Harun (selâm üzerlerine olsun) ailelerinden kalma kutsal emanetler ile birlikte bütün mallarını ellerinden almış olan düşmanları ile girişilecek hesaplaşmaya önderlik etmesini isterler. Peygamberleri savaşmaya kesinlikle kararlı olup olmadıklarını anlamak üzere kendilerine; "Ya eğer savaş size farz kılınınca bu emre karşı gelip savaşmazsanız?" deyince bu söz ağırlarına gider ve peygamberlerine; "Yurtlarımızdan ve çocuklarımızdan ayrı düşürüldüğümüze göre niçin savaşmayalım?" diye karşılık verirler.


Fakat bu heyecanın ateşi çok geçmeden sönmeye yüz tutar, kıssada anlatıldığı gibi yolun çeşitli aşamalarında iyice zayıflar. Okuduğumuz ayetlerin bir yerinde bu eğilim "Fakat savaşmak kendilerine farz kılınınca pek azı hariç, hepsi yan çizdiler" diye açıkça vurgulanır.


Gerçi yapılan anlaşmayı bozmak, verilen sözü yerine getirmemek ve yarı yolda bırakıp ayrılmak yahudilerin ötedenberi bilinen bir huyu, bir özelliğidir, ama bu eğilim, imana dayalı eğitim düzeyi pek yüksek olmayan bütün toplumlarda genellikle rastlanabilecek ortak insani eğilimdir. Tabii ki, bu durum, her kuşaktan müslüman toplumların lider kadrolarının başına da gelebilir. Bu yüzden bu tür durumlarda bu tarihi tecrübenin verdiği dersten yararlanmak, yerinde olur.


Tarihi tecrübenin ayrıntılarından derlediğimiz diğer bir ibret dersi de şudur: Bu tür toplumsal heyecanların, halkın kollektif vicdanından kaynaklanan toplumsal patlamaların dayanıklılık derecesini bir defa sınavdan geçirmekle yetinmemek gerekir.


Nitekim bu tecrübeyi yaşayan İsrailoğulları'nın çoğunluğu, istekleri olumlu karşılanarak omuzlarına savaşma yükümlülüğü bindirilir-bindirilmez yan çizdiler. Geriye peygamberleri ile yaptıkları anlaşmaya bağlı kalan küçük bir azınlık kaldı. Bunlar da Talut'un komutası altında sefere çıkan askerlerdi. Hatırlanacağı gibi bu ordu, Talut'un hükümranlığa ve komutanlığa lâyık olup olmadığına ilişkin yoğun tartışmaların, O'nun başlarına yüce Allah tarafından getirildiğinin kanıta bağlanmasının ve bunun belirtisi olarak peygamberlerinden kalan kutsal emanetleri içeren sandıklarının meleklerce taşınarak önlerine getirilmesinin arkasından yola çıkabilmişti. Buna rağmen bu ordunun çoğunluğu daha ilk aşamada geride kaldılar, askerlerin çoğunluğu komutanları tarafından gerçekleştirilen daha ilk sınavda başarısız not aldılar. Ayette bu sınav aynen şöyle anlatılıyor; "Talut, ordusu ile birlikte sefere çıkınca askerlerine dedi ki `Allah sizi bir ırmak aracılığı ile sınavdan geçirecek. Kim bu ırmağın suyundan kana kana içerse benden değildir. Kim onun suyundan içmez de sadece bir avuç dolusu ile yetinirse o bendendir.' Çok azı dışında askerler bu ırmaktan kana kana su içtiler."


Fakat ırmağın suyundan içmeyen bu "çok az kişi" de direnmelerini sonuna kadar sürdüremediler. Dehşetin somutlaşmış görüntüsü, yani düşmanın kalabalıklığı ve gücü karşısında moralleri bozuldu ve kalpleri sarsıldı. "O ırmağı geçince askerlerin bir kısmı `Bugün bizim Calut ve ordusu ile başa çıkacak gücümüz yok' dediler."


Bu çözülme karşısında çok küçük ve seçkin bir azınlık direnişini sürdürdü, bunlar Allah'a güven ve bağlılık duygusu içinde şöyle dediler; "Allah'ın izni ile nice az sayılı topluluk, kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır. Hiç şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir." İşte terazinin kefelerinden birinin ağır basmasına yolaçan, dengeyi değiştiren, savaşta zaferi kazanarak şerefi ve egemenliği hakeden ordu, bu bir avuç inanmış gruptu.


Bu tarihi tecrübenin olayları arasında gizlenen bir başka ibret dersi de yapıcı, kararlı ve inanmış liderliğe ilişkindir. Talut'un, bu vasıfları tümü ile kişiliğinde biraraya getirdiği görülür. Bu tecrübeyi okurken O'nun insan psikolojisini çok iyi bildiğini, heyecanın dışa vuran coşkunluğuna aldanmadığını, ilk sınavla yetinmediğini, savaştan önce askerlerinin itaatkârlık ve kararlılık derecelerini deneyden geçirdiğini, zaaf gösteren askerlerini ayırıp geride bıraktığını ve son olarak da -ki en önemlisi budur- arka arkaya yaptığı denemelerin ardından askerleri sayıca iyice azaldığı, yanında sadece bir avuç seçkin ve sebatkâr bir savaşçı grubu kaldığı halde hiç moralini bozmadan, halis imanın gücüne ve Allah'ın müminlere yönelik destek vaadine güvenerek cesurca savaşa girebilmesidir.


Son ibret dersini de savaşın akışını izlerken algılıyoruz: Yüce Allah'a bağlı bir kalbin ölçüleri, kriterleri ve düşünceleri inanmayanlardan farklıdır. Çünkü böyle bir kimse sınırlı ve basit realitenin ötesine uzanaràk kesin ve sürekli realiteye kavuşur. Ayrıca sınırlı ve basit realitenin dışındaki herşeyi geniş bir perspektifle görür. Nitekim bu kıssada kararlılığını sonuna kadar sürdürerek savaşa giren ve zaferi elde eden bir avuç inanmış azınlık tıpkı "Bugün bizim Calut'la ve ordusu ile başa çıkacak gücümüz yok" diyenler gibi sayıca düşmandan az olduklarını görüyorlardı. Fakat durum hakkında o yılgınların vardıkları hükme varmamışlar, onlarınkinden çok farklı bir hükme vararak "Allah'ın izni ile nice az sayılı topluluk, nice kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır" dediler. Arkasından da Rabb'lerine el açarak "Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı yere sağlam basmamızı sağla ve kâfirlere karşı bize zafer nasip eyle" diye dua ettiler. Bunlar güç dengesinin kâfirlerin elinde olmadığını, bunun sırf Allah'ın elinde olduğunu biliyorlardı, bu bilinçle zaferi Allah'tan istediler ve zaferin asıl sahibi olması hasebi ile onu dilediğine veren Allah'ın elinden buna kavuştular. '


İşte insan, gerçek anlamda Allah'a bağlanınca, olaylara ve gelişmelere ilişkin düşünceleri ve ölçüleri böylesine değişir. Böylece bu tür kalpler için kesin bir realite olan Allah'ın vaadine dayalı hesaplar yapınanın, gözlerin gördüğü basit realiteye dayalı hesaplar yapmaktan daha gerçekçi bir tutum olduğu kanıtlanmış oluyor.


Bu kıssanın içerdiği bütün mesajları istesek de kavrayamayız. Çünkü tecrübelerimizden de öğrendiğimiz gibi- Kur'an ayetleri kalplere yönelik mesajlarını, kalplerin içinde bulundukları durum ve bu durumların ortaya çıkardığı ihtiyaçlar oranında sunarlar ve her zaman ihtiyaç oranında mesaj birikimlerini kalplere açarlar.



243- Binlerce kişilik kalabalık olarak ölüm korkusu ile yurtlarından kaçan kimseleri görmedin mi? Allah onlara önce `ölün " dedi, arkasından kendilerini yeniden diriltti. Hiç kuşkusuz Allah insanlara karşı kerem sahibidir, ama insanlar çoğunlukla şükretmezler.


ÖLÜM KORKUSU


Burada "Binlerce kişilik bir kalabalık halinde ölüm korkusu ile yurtlarından kaçtıkları" belirtilen kimseler hakkında çeşitli yorum ve spekülasyonlar çölüne dalmak istemem. Bunlar kimlerdi? Yurtları neresiydi? Bu yurtlarından ne zaman kaçtılar? Eğer yüce Allah dileseydi tıpkı Kur'an'da ayrıntılı biçimde anlatılan bazı kıssalarda olduğu gibi bu insanlar hakkında da bize açık bilgi verirdi. Fakat bu hikaye; olayları ve bu olayların yer ve zamanları somutlaştırılmamış, sadece ana fikir amaçlanan bir ibret dersi, bir öğüttür. Bu hikayede olayların yerlerini ve zamanlarını belirlemek onun ibret dersi olma niteliğine ve ana fikrine hiçbir katkıda bulunmaz.


Bu hikâyeyi anlatmanın amacı ölüm ve hayat gerçeğinin dış sebepleri ile gizli asıl mahiyetleri hakkında doğru düşünmeyi sağlayarak bu iki konuyu herşeyi önceden tasarlayan ulu kudrete hàvale etmeyi benimsetmek Allah'ın bu konulardaki takdirine gönül rahatlığı ile razı olarak, ağlayıp sızlamadan, paniğe kapılıp feryad etmeden, yükümlülükleri ve görevleri yerine getirmeyi kabul ettirmektir. Çünkü ne takdir edildiyse mutlaka olacaktır, ölüm de hayat da son aşamada Allah'ın elindedir.


Bu hikâye aracılığı ile insanlara söylenmek istenen şudur: Ölümden kaçmanın hiçbir yararı yok. Paniğe kapılmak ve feryadı basmak ne hayata birşey ekler ne ölüm anını erteletir ve ne de ilâhi takdirin önüne geçebilir. Hayatı veren de alan da yalnız Allah'tır. O, bu iki durumda da, yani hayatı verirken de alırken de lütuf ve kerem sahibidir, almanın da vermenin de arkasında büyük bir ilâhi hikmet saklıdır. Her iki olayda da insanların menfaati vardır. Allah'ın insanlara yönelik keremi, hem almakta hem de vermekte aynı oranda kendini gösterir:


"Hiç kuşkusuz Allah insanlara karşı kerem sahibidir, ama insanlar çoğunlukla şükretmezler."


"Binlerce kişilik kalabalık oluşturan" bu topluluğun biraraya gelmesi ve "ölüm korkusu ile" ülkesinden kaçması ancak panik halinde olur. Bu kaçış ister saldırgan bir düşmanın, ister salgın t»r veba hastalığının korkusu ile olsun. Bütün bunlar onları ölümden kurtaramadı:


"Allah onlara `ölün' dedi."


Allah onlara bu sözü nasıl söyledi? Nasıl öldüler? Acaba ölüm sebepleri, korkup kaçtıkları şey mi oldu, yoksa hiç hesapta olmayan başka bir sebep yüzünden mi öldüler? Bunların hiçbiri hakkında ayrıntılı bilgi verilmiyor. Çünkü bunlar ibret dersini etkileyecek noktalar değil. İbret dersi şurada: Paniğe kapılmak, ağlayıp sızlamak, feryadı basmak, kaçmak ve korkmak, onların akıbetini değiştirmedi, ölmelerini önleyemedi, Allah'ın takdirini başlarından savamadı. Oysa eğer Allah'a yönelerek durumu sabırla, sebatla ve soğukkanlılıkla karşılasalardı kendileri için daha iyi olurdu.


"Sonra onları diriltti."


Bu nasıl oldu? Acaba onların ölülerini dirilterek kendilerini somut biçimde yeniden hayata mı döndürdü? Yoksa onların yerine güçlü bir hayatın temsilcisi olan, ataları gibi paniğe kapılıp feryadı basmayan gözüpek bir kuşak mı getirdi? Bu sorular hakkında da ayrıntılı bilgi verilmiyor. Bu sorulara mutlaka bir cevap yakıştıralım diye zoraki yorumlara dalmamızın, bazı tefsir kitaplarında görüldüğü türden dâyanaksız masalların çöllerinde kendimizi kaybetmemizin hiçbir gereği yok. Bu cümlenin kalbe sunduğu mesaj şudur: Onların çabaları, çırpınmaları ölümü başlarından savamadığı gibi, Allah onları, hiçbir çabaları ve katkıları olmaksızın hayata döndürmüştür.


Panik, ilâhi takdiri geriye çeviremez. Ağlayıp sızlamak, feryadı basmak hayatı koruyamaz. Hayat Allah'ın elindedir,onu yaşayanların hiçbir çabası olmaksızın, kendilerine karşılıksız bir bağış olarak sunar. O halde korkakların gözlerine uyku girmesin!



244- Allah yolunda savaşınız ve Allah'ın herşeyi işittiğini ve bildiğini biliniz.


İşte şimdi yukardaki olayın amacını ve ana fikrini kısmen kavrıyor, yüce Allah'ın, gerek ilk müslüman topluma ve gerekse bütün müslümanlara bu tarihi tecrübeyi niçin aktardığını kısmen idrak ediyoruz: Sakın sizi yaşama sevgisi ve ölüm korkusu Allah yolunda cihad etmekten, savaşmaktan alıkoymasın. Çünkü ölüm de hayat da Allah'ın elindedir. Başka bir gaye uğruna değil, Allah yolunda savaşın; başka bir yafta, başka bir bayrak altında değil, Allah'ın sancağı altında cihad edin, savaşın. Ve;


"Allah'ın herşeyi işittiği ve bildiğini bilin"


O işitir ve bilir. O söylenen sözü işitir ve sözün ardında gizlenen maksadı bilir. Ya da O işitir ve çağrılara olumlu karşılık verir, hayata ve kalplere neyin yararlı olduğunu bilir. Allah yolunda savaşın; çünkü yapılan hiçbir amel Allah katında, hayatı alan ve veren Allah katında kayba uğramaz.


Allah yolunda cihad etmek, karşılık beklemeden vermek, fedakârlıkta bulunmak anlamı taşır. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim'de malî fedakârlıkta, özveride bulunma konusu cihad ve savaş konusu ile birlikte ele alınır. Özellikle cihadın, savaşmak için ordu toplamanın gönüllülük esasına dayandığı İslâm'ın o ilk döneminde bu malî ve bedeni özverinin ayrılmazlığı ilkesi daha da önemliydi. Çünkü cihadın insan gücü yüzünden aksamadığı bazı dönemlerde malı imkan yokluğu yüzünden aksadığı olurdu. Bundan dolayı malı özveride bulunmanın sürekli biçimde özendirilmesi ve böylece Allah yolunda savaşmak isteyenlerin yolunun kolaylaştırılması kaçınılmaz bir gereklilik olmuştur:



245- Kimdir o ki, Allah'a karşılıksız (güzel) borç verir de Allah da bu borcu ona kat kat fazlası ile öder. Kısıtlayan da bol bol veren de Allah'tır. Döndürüleceğiniz yer O'nun katıdır.


Ölüm ile hayat nasıl elinde ise Allah'ın çıkmasını takdir etmediği bir can, nasıl ki sahibi savaşa katıldı diye kayba uğrayacak değilse, mal da böyledir, Allah yolunda harcandı diye kaybolmaz. O, Allah'a verilmiş bir karşılıksız borç (karz-ı hasen)tur, O'nun katında teminat altındadır. O, onu kat kat fazlası ile geri verir. Dünyada mal, bereket, mutluluk ve huzur olarak geri verir. Ahirette ise yine mutluluk, Cennet nimeti, hoşnutluk ve kendine yakınlık derecesi olarak geri verir.


Zaten zenginlik ve fakirlik meselesi Allah'a dayanır, yoksa bu işin belirleyici faktörü ne mal ihtirası ne cimrilik ne de özveri ve mal harcama eylemidir:


"Kısıtlayan da bol bol veren de Allah'tır..


Sonunda herşey Allah'a geri dönecek. Mallar ve onların sahibi olduklarını sanan insanlar bu varlık aleminde ne ki onlar Allah'a dönmesinler; onlar da dönecek elbette:


"Döndürüleceğiniz yer O'nun katıdır."


O halde ölümden ürkmenin, fakirlikten korkmanın ve Allah'a dönme konusunda tereddüt etmenin anlamı yok. Buna göre müminler Allah yolunda savaşsınlar, canlarını ve mallarını özveri ile ortaya koysunlar ve iyi bilsinler ki nefesleri sayılı, malları belirlidir. O halde yaşadıkları sürece güçlü, özgür, yiğit ve onurlu olmaları onlar hesabına hayırlıdır. Sonuçta dönüşleri Allah'adır.


Okuduğumuz ayetlerin imana ilişkin, eğitici mesajlarından sonra biraz da bu ayetlerin yansıttığı ifade güzelliğine değinmeden geçemeyeceğim. Yine ilk ayetin başına dönelim:


"Binlerce kişilik kalabalık olarak ölüm korkusu ile yurtlarından kaçan kimseleri görmedin mi?"


Bu ifade, bu binlerce kişiyi, onların oluşturduğu safları gözler önüne seriyor. Bu gözönüne getirmeyi, bu canlandırmayı sağlayan "görmedin mi" şeklindeki sorulu yüklemdir. Başka hiçbir ifade biçimi, seçildiği yere yakışan bu sorulu yüklem kadar, bu muhayyile önüne getirmeyi, bu gözönünde canlandırmayı gerçekleştiremezdi.


Ölümden korkan, bu dehşet içinde titreyen binlerce kişilik kalabalığın tablosundan hemen sonra bir anda ve tek kelime aracılığı ile "ölün" emri üzerine gerçekleşiveren ölüm tablosu ile karşı karşıya kalıyoruz. Bütün bu çekinmeler, bütün bu biraraya gelmeler, bütün bu çabalar bir tek "ölün" kelimesi üzerine yok olup gidiyor. Bu ifade, bu çabaların boşluğunu, tutulan yolun yanlışlığını beynimize işlediği gibi ilahi takdirin kesinliğini, Allah'ın istediğini yapma konusunda ne kadar seri olduğunu gözler önünde somutlaştırıyor.


"Sonra onları yeniden diriltti."


Gerçek bu... Bu yeniden diriltmenin hangi yolla olduğuna ilişkin ayrıntılı bilgi verilmeksizin... Ölümün ve hayatın dizginlerini elinde tutan, kullara ilişkin gelişmelerde tek tasarruf yetkisine sahip olan yüce kudret ile karşı karşıyayız. Bu yüce kudretin iradesine karşı konulamaz; O'nun dilediği olur. Bu ifade zihnimizde ölüm ve hayat tabloları ile uyumlu bir izlenim uyandırır.


Biz, öldürme ve diriltme, can alma ve can verme tablolarını izlerken önümüze rızık meselesi geliyor ve burada da "Kısıtlayan da bol bol veren de Allah'tır." ifadesi ile karşılaşıyoruz. Bu ifade de can alma ve can verme eylemi ile uyumlu, aynı zamanda onun gibi veciz ve kısadır.


Bunların yanısıra verilen mesajlar ile üslup güzelliği arasındaki şaşırtıcı uyuma paralel olarak tabloların tasvirinde de şaşırtıcı bir uyum göze çarpmaktadır. Bir sonraki ayette ikinci tarihi tecrübenin anlatımına geçiliyor. Bu tecrübenin kahramanları da İsrailoğulları'nın Hz. Musa döneminden sonra yaşamış olan bir kuşağıdır:
Alıntı ile Cevapla