Mekkenin Fethi
Mekkenin Fethi
Mekke, alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in dünyayı teşrif buyurdukları, çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği şehir… Nübüvvet kitabının hem ön sözünün hem de son sözünün indirildiği, Hazreti Adem (Aleyhisselâm)dan itibaren tevhit inancının merkezi ve Müslümanların kıblesi olan Kâbe’nin de bulunduğu şehir.
Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)kendisine peygamberlik vazifesi verildikten sonra önce Mekkelileri Allah’ın dinine davet etmiş, fakat onlar bunu kabul etmedikleri gibi Müslüman olmaya başlayan herkese ellerinden gelen bütün eza ve cefayı da çektirmişlerdi. Hatta o kadar ileri gitmişlerdir ki, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i öldürme kararı almışlar, Cebrail (Aleyhisselâm)ın haber vermesiyle kurdukları tuzak boşa çıkmıştı.
Mekkeli müşriklerin bitmeyen eziyetleri sonucunda müminlerin dayanacak güçleri ve sabırları kalmayınca, Peygamber Efendimiz’in niyazıyla müminlere hicret, Mekke’yi terk etme izni verilmişti. Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Mekke’den çıkarılırken yaşlı gözlerle Mekke’ye dönmüş ve şöyle buyurmuştu: “Ey şehir, senden çıkarılmasaydım vallahi seni terk etmezdim!”
Hicret sonrası Mekkeliler yine boş durmadılar, Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ve Müslümanları yok etmek için uğraştılar. Fakat Bedir’de hezimete uğradılar, Uhud’da umduklarına eremediler, Medine’ye kadar gelip Hendek bozgununu yaşadılar ve nihayetinde Hudeybiye antlaşması… Elbette bu yaşananların her biri Mekke’nin fethine zemin hazırlayan olaylardı. Ama sonuçları itibariyle diğerlerinden biraz daha önem ve farklılık arz eden Hudeybiye antlaşması olsa gerek. Zahiren bakıldığında Müslümanların aleyhinde gibi görünen birçok madde vardı bu anlaşmada. Aslında Mekke’nin fethine açılan ve sonuçta İslâm’ın bütün iklimlere yayılmasına vesile olacak bir sözleşmeydi bu.
Feth’e açılan kapı: Hudeybiye
Hicretin üzerinden altı yıl geçmişti. Müminler, Efendimiz’le birlikte umre yapmayı çok istiyorlardı. Bunun üzerine Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Kâbe’yi ziyaret etmek isteyenlerin hazırlanmasını emretti. Hazırlıkların tamamlanmasından sonra bin beş yüz sahâbî ile Mekke’ye doğru yola çıkıldı. Niyetlerinin barış olduğunu göstermek için yanlarına yolcu kılıcı denilen kılıçtan başka silah almamışlardı. Zülhuleyfe mevkiine geldiklerinde ihrama girdiler ve umre için niyet ettiler. Mekkeli müşrikler Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in hareketini öğrenince toplanarak ne pahasına olursa olsun Mekke’ye girmesine izin vermemeyi kararlaştırdılar. Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) de kan dökülmesini istemediği için Mekkelilerin bu tavrına karşılık onların teklif ettiği bir anlaşma yapıldı. Bu antlaşmanın bazı maddeleri şöyleydi:
• Müslümanlar bu yıl Mekke’ye giremeyecekler ve Kâbe’yi ziyaret edemeyecekler, gelecek yıl bu ziyareti yapabilecekler. Ertesi yıl ancak üç gün Mekke’de kalabilecekler, bu süre zarfında hiçbir Mekkeli onlarla görüşmeyecek.
• Kureyş’ten birisi bu arada İslâm’ı kabul eder ve Müslümanlara sığınırsa, bu kişi Müslümanlar tarafından kabul edilmeyecek fakat Mekke’ye iltica eden hiçbir Müslüman iade edilmeyecek.
• Her iki taraf da diledikleri kabilelerle ittifak kurabilecek.
• Bu antlaşma on yıllık bir süre için geçerli olacak. Bu süre zarfında ne Kureyş Müslümanlara ne de Müslümanlar Kureyş’e saldıracak.
Bu antlaşma gereği Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) sahâbîlerine geri dönme emrini verdi. Hem sahabeler hem de Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Kâbe’yi ziyaret edemememin üzüntüsü içindeydi. Ancak inen şu âyet-i kerîme ileride Mekke’nin fethedileceği müjdesini vermişti:
“Gerçekten Biz sana (Hudeybiye antlaşmasını yaptırarak, Mekke-i Mükereme’yi ele geçirmenle ilgili) pek açık tam bir fetihle büyük bir fetih nasip ettik!” (Fetih Sûresi:1)
Saldırmazlık anlaşması ile İslâm her geçen gün büyümeye başladı. Müşrikler ise İslâm’ın bütün Arabistan’a yayılmasından rahatsız oluyorlardı. Bu yüzden yavaş yavaş sulh maddelerini ihlâl etmeye başladılar. Hudeybiye Antlaşması’nın üzerinden 17-18 ay geçmişti ki, kendilerine bağlı bulunan Benî Bekr kabilesini kışkırtarak, Müslüman olan Huzâalıların üzerine saldırttılar. Kendi içlerinden bazıları da bu olaya iştirak etti. Huzâa kabilesi baskına uğradıklarında namazdaydılar. Hunharca bir katliamla kimi secdede, kimi rükûda, kimi kıyamda iken şehid edildi.
Bu olayın hemen ardından Mekke’den gelen bir heyet Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e daha önce fiilen bozdukları antlaşmayı resmen tek taraflı feshettiklerini söylediler. Oysa bu, Müslümanları Mekke Fethi’ne davet demekti. Sonradan müşriklerin akılları başlarına geldiyse de iş işten geçmiş, sözleşme iki taraflı olarak feshedilmişti.
Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Mekke’nin kan dökülmeden fethedilmesini istiyordu. Yine de çok hassas davranıyordu. Hassasiyeti her iki cephe için de geçerliydi. Kendi askerlerinden de, Mekkelilerden de zayiat verilmesini istemiyordu. Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in tek arzusu Kureyş reislerinin İslâm hakikatini anlamaları idi. Mekke’ye yaklaşıldığında Cuhfe denilen yerde amcası Hazreti Abbas ile karşılaştı. Hazreti Abbas (Radıyallâhu Anh) Müslüman olarak Medine’ye hicret ediyordu. Yanında ailesi de vardı. Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) onları görünce sevindi ve: “Ben peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi sen de muhacirlerin sonuncususun.” dedi. Hazreti Abbas (Radıyallâhu Anh) ailesini Medine’ye göndererek kendisi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ordusuna katıldı. Dün terk ettiği Mekke’yi bugün fethetmek için yola koyulmuştu.
Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) kendisine ilk vahiy indiği zaman Varaka b. Nevfel’le aralarında şöyle bir konuşma geçmişti: Varaka şöyle demişti: – Senin bu gördüğün, Allah Tealâ’nın Hz. Musa’ya gönderdiği Namus-i Ekber’dir (Cebrail’dir); keşke senin, insanları İslâm’a davet ettiğin günlerde genç olaydım… Kavmin seni vatanından çıkaracakları zaman keşke hayatta olsam…
Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem):
– Onlar beni Mekke’den çıkaracaklar mı ki, diye sordu. O da:
– Evet! Zira senin gibi vahyi tebliğ etmiş bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın. Şayet senin davet günlerine yetişirsem sana son derecede yardım ederim, demişti.
İşte bu konuşmanın üzerinden 21, hicretten de sekiz sene geçtikten sonra Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) tekrar Mekke’ye dönüyordu. Mekkeliler hiç beklemedikleri bir anda on bin kişilik sahabe ordusunu karşılarında görünce akıl tutulması yaşamışlardı. Neye uğradıklarını şaşırdılar. Hiçbir şey yapamadılar. Herkes şimdi ne olacağını bekliyordu.
Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Mekke’ye girdiğinde, fethi kendisine nasip etmesinden ötürü minnet ve şükranını bildirircesine başını önüne eğiyordu. Muhacirler ve Ensar Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in dört bir yanını sarmıştı. Mescid-i Haram’a girdi. Hacer-i Esved’e doğru yöneldi ve selamladı. Sonra Kâbe’yi tavaf etti. Kâbe’nin içinde ve etrafında üç yüz altmış put bulunuyordu. Elindeki yay ile bunlara bir bir dokunuyor ve şöyle diyordu: “Hak geldi, batıl yok olup gitti. Zaten batıl her zaman yok olmaya mahkûmdur.”
Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) tavafını bitirip Kâbe’nin kapısına geldiğinde, anahtar sorumlusu Osman b. Talha’yı çağırtarak Kâbe’yi açtırdı, içeri girdi. Önce orada bulunan putları bir kenara ittirdi. Ağaçtan yapılmış bir güvercin şeklindeki bir putu kendi elleriyle kırdı. Sonra duvarlarda melekler için çizilmiş bazı resimleri gördü. Yine duvarın bir yerinde Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in aleyhisselamın fal okları çekiyor halde yapılmış resimlerini gördü. “Allah bunu yapanları kahretsin! Vallahi, o ikisi hiçbir zaman fal oku çekmemişlerdir!” dedi. Ardından bütün bu resimleri sildirdi, Kâbe’yi putlardan da temizletti. Öğle namazı vakti olmuştu. Hz. Bilâl’e ezan okumasını emretti, ardından da öğle namazını kıldı.
Mekke’ye girildikten sonra yaşanan hadiselerden en önemlilerinden birisi de Rasûlüllâh Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in yüce ahlâkının sonucu kalpleri fethetmesi olayıdır.
Herkes Kâbe’nin avlusunda toplanmıştı ve Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bundan sonra nasıl davranacağını merak ediyordu. Henüz İslâm’la müşerref olmamış binlerce Mekkeli müşriğin yanında müslüman askerler de hazır bulunuyordu. O zamanki savaş hukukuna göre O, bütün Mekke halkının öldürülmesini emredebilir, bütün Mekkelilerin varlıklarına el koyup bunu müslümanlar için ganimet malı sayabilir ve dağıtabilirdi. Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Kâbe’den çıktı ve insanlara şöyle bir konuşma yaptı:
“Ey Kureyş topluluğu! Muhakkak ki Allah, cahiliye gururunu, cahiliye atalarıyla övünüp büyüklenmeyi kaldırmıştır. Bütün insanlar Adem’dendir, Adem de topraktan yaratılmıştır!” Sonra şu ayeti okudu: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız, en çok sakınanınızdır. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat, 13). Sonra şöyle buyurdu:
– Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda ne yapacağımı düşünüyorsunuz?
Kureyşliler hiç de hak etmedikleri bir merhameti isteyecek söz bulamayarak, utançtan başları öne düşmüş vaziyette şu cevabı verdiler: – Sen soylu bir babanın oğlu, asil bir kimsesin. Senden hayır umarız.
Hz. Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) o zaman şöyle buyurdu:
– Ben, size Hz. Yusuf’un kardeşlerine dediğini söyleyeceğim: ‘Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur.’ Gidin, serbestsiniz! İşte bu genel aftan sonra kadın erkek herkes gelerek Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e biat ettiler. Böylece Mekke’nin fethi tam anlamıyla tamamlanmış oldu.