Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 11:31   Mesaj No:2

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Kamer Suresi Tefsiri

23- Semudoğulları da uyarıları yalanlamışlardı.


24- Dediler ki: "İçimizden bir insanın peşinden mi gideceğiz? Öyle yaparsak sapıtmış ve kendimizi ateşe atmış oluruz."


25- "Bizler dururken vahiy ona indirildi, öyle mi? Hayır, o şımarık bir yalancıdır:"


26- Onlar yarın kimin şımarık bir yalancı olduğunu öğreneceklerdir.


27- Biz onları sınavdan geçirmek için dişi deveyi göndereceğiz. Sabret de gör bakalım, ne yapacaklar?


28- Onlara suyun deve ile aralarında bölüştürüldüğünü bildir. Kimin sırası ise gelir, su içer.


29- Ama onlar bir arkadaşlarını çağırdılar. O da kılıcını çekerek hayvanı cansız yere serdi.


30- Peki benim azabım ve uyarılarım nasılmış?


31- Onların üzerine bir tek çığlık saldık da ağıl bekçisinin biriktirdiği kuru ot yığınlarına dönüştüler.


32- Biz Kur'an'dan öğüt alınabilsin diye onu kolay anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan?

Semudoğulları, Adoğullarından sonra Arap yarımadasına egemen olan güçlü bir kabile idiler. Adoğullarının yurdu Yarımadanın güneyinde, Semudoğullarınki ise Yarımadanın kuzeyinde idi. Semudoğulları, tıpkı Adoğulları gibi peygamberlerinin uyarılarını yalanlamışlardı. Yarımadanın her tarafına yayılan Adoğullarının yokedilişlerine ilişkin afetten hiç ders almamışlardı. Okuyalım:
"Dediler ki; `İçimizden bir insanın peşinden mi gideceğiz? Öyle yaparsak sapıtmış ve kendimizi ateşe atmış oluruz'.`
Bizler dururken vahiy ona indirildi, öyle mi? Hayır, o şımarık bir yalancıdır."
Bu kuşaklar boyunca sürekli tekrarlanan ve inkarcıların kalplerini kemiren bir kuşkudur: "Bizler dururken vahiy ona indirildi, öyle mi?" Bu kuşkunun altında çağrının özüne, içeriğine değil de çağrıyı kimin seslendirdiğine bakan kof bir gurur yatar; "İçimizden bir insanın peşinden mi gideceğiz?"
Yüce Allah kulları arasından birini seçer. O peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir ve belirlediği kişiye vahyi ve bu vahyin içerdiği düşündürücü ve irdeleyici direktifleri indirir. Peki yüce Allah tüm varlıkların yaratıcısı ve vahyin indiricisi olduğuna göre vahyi algılamaya hazırlık ve yetenekli olduğu bir kulunu seçmesinde ne gibi bir tuhaflık olabilir? Bu ancak sapık vicdanlarda belirebilecek olan saçma bir kuşkudur. Bu tür vicdanlar çağrının içeriğine bakıp onun doğruluk ve haklılık derecesini görmek istemezler. Bunun yerine çağrıyı seslendirenin kim olduğuna bakarak insanlardan birinin peşinden gitmeyi gururlarına yediremezler. Eğer o insanın peşinden giderlerse ona saygı göstereceklerinden, böylece bencilliklerinden fedakârlık edeceklerinden korkarlar. Bu yüzden o seçilmiş insana uymak, bağlanmak ağırlarına gider.
Bu gerekçe ile birbirlerine "İçimizden bir insanın peşinden mi gideceğiz? Öyle yaparsak sapıtmış ve kendimizi ateşe atmış oluruz" derler. Yani eğer böyle tuhaf bir iş yaparsak, eğer bizim gibi bir insanın sözünü dinlersek sapıtmış, çılgınca bir tutum benimsemişiz demektir! Ne kadar tuhaf değil mi? Adamlar eğer doğru yola girseler kendilerini sapıtmış kabul ediyorlar; eğer imanın ışığına kavuşsalar kendilerini -bir tek çılgınlığın değil- "çılgınlıklar"ın pençesine düşmüş sayıyorlar.
Bundan dolayı kendilerini doğru yola, düz yola iletsin diye yüce Allah tarafından seçilmiş olan peygamberlerini yalancılıkla ve kişisel ihtiras sahibi olmakla suçluyorlar. Okuyoruz:
"Hayır, o şımarık bir yalancıdır.
"Yalancıdır", yani kendisine vahiy gelmiş değildir. "Şımarıktır", yani muhteristir, şöhret ve mevki peşinde koşmaktadır. Bu suçlama her dava adamına yöneltilir. Her hakikat önderinin davasını maske olarak kullandığı, aslında kişisel çıkarlarını ve şahsi amaçlarını gerçekleştirmek istediği ileri sürülür. Bu iddiayı vicdanları coşturan ve kalpleri harekete geçiren iç faktörlerden habersiz nasipsizler seslendirirler.
Ayetlerin akışı içinde tarihin derinliklerine gömülmüş bir hikaye anlatılırken birden bire sözün yönü değişiyor. Sanki şimdiki zamana dönülmüştür. Sanki şu anda olmakta olan olaylar anlatılıyor. Arkasından ilerde neler olacağı gündeme getiriliyor ve bu "ilerde olacak olanlar" tehdit üslubu ile sunuluyor. Okuyalım:
"Onlar yarın kimin şımarık bir yalancı olduğunu öğreneceklerdir
Bu üslup Kur'an'ın hikaye anlatırken başvurduğu bir anlatım yöntemidir. Bu yöntemde hikayelere ruh üflenir, canlılık kazandırılır. Böylece hikayeler geçmişte olup biten işler olmaktan çıkarılarak gözler önüne serilen canlı olaylara dönüşürler. Öyle ki okuyucunun bakışları bu olayları okurken "şu anda ne oluyor?" ya da "ilerde ne olacak" diye beklemeye koyulur.
Evet "Onlar yarın kimin şımarık bir yalancı olduğunu öğreneceklerdir." Yarınlar onlara gerçeği gösterecektir ve bu gerçeğin pençesinden yakayı kurtaramayacaklardır. Yakında şımarık yalancıların başlarına gelecek yokedici belâ ile, sınavla yüzyüze geleceklerdir. Devam edelim:
"Biz onları sınavdan geçirmek için dişi deveyi göndereceğiz. Sabret de gör bakalım, ne yapacaklar?
Onlara suyun deve ile aralarında bölüştürüldüğünü bildir. Kimin sırası gelir, su içer."
Yüce Allah, Semudoğullarını sınavdan geçirmek için, nasıl adamlar olduklarını ortaya çıkarmak amacı ile onlara dişi bir deve gönderdiğinde okuyucu neler olacağını merakla beklemeye koyuluyor. Aynı zamanda peygamberleri Hz. Salih de neler olacağını beklemektedir. Çünkü yüce Allah kendisine sabrederek beklemeyi, sınavın sonucunu görmeyi, imtihanın sonunu gözlemeyi emretmiştir. Sınava ilişkin talimat Salih Peygamberdedir. Bu talimata göre kabilenin suyu Semudoğulları ile dişi deve arasında bölüştürülmüştür. -Sözkonusu deve, mucize ve belirti olmasını sağlayacak özel nitelikleri olan farklı bir deve olmalıdır-. Su içme sırası birgün devenin, ertesi günü Semudoğullarının olacaktır. Onlar da deve de suyun başına sadece nöbet günlerinde gelecekler ve sadece o günlerde su içebileceklerdir.
Bunun arkasından, yine hikaye üslubuna dönülerek bundan sonra neler olduğu anlatılıyor. Okuyoruz:
"Ama onlar bir arkadaşlarını çağırdılar. O da kılıcını çekerek hayvanı cansız yere serdi."
Ayette sözü edilen "arkadaşları" o şehirde bozgunculuk yapan anarşist çetenin bir üyesi idi. Bu çeteden Neml suresinde "O şehirde toplumda kargaşa çıkaran, yapıcı hiçbir davranışları görülmeyen dokuz i vardı şeklinde sözedilirken Şems suresinde de "İçlerinden en azgını ileri atılınca" diye bahsediliyor.(Neml Suresi, 48 - Şems Suresi, 12) Verilen bilgiye göre bu azgın adam yapacağı kötü işe girişmeden önce cesaretini güçlendirmek amacı ile içki içip sarhoş olmuştu. Yapmaya hazırlandığı çirkin iş yüce Allah'ın Semudoğullarına bir mucize, bir sınav belirtisi olarak gönderdiği dişi deveyi ayaklarını keserek öldürmektir. Oysa Salih peygamber onları bu dişi deveye kötülük yapmamaları konusunda uyarmış, aksi halde acıklı bir azaba uğrayacaklarını haber vermişti. "Ama onlar bir arkadaşlarını çağırdılar. O da kılıcını çekerek hayvanı cansız yere serdi." Böylece sınav sonuçlanmış, belânın geleceği kesinleşmişti. Devam edelim:
"Peki benim azabım ve uyarılarım nasılmış?"
Burada Semudoğullarına yönelik uyarıları izleyen azabın anlatılmasından önce yine o hayret ve aşağılama-paylama içerikli soru soruluyor. Okumaya devam ediyoruz:
"Onların üzerine birtek çığlık saldık da ağıl bekçisinin biriktirdiği kuru ot yığınına dönüştüler."
Burada bu çığlığın niteliğine ilişkin ayrıntılı bilgi verilmiyor. Oysa Kur'an'ın başka bir yerinde, "Fussilet" suresinde bu çığlık "kasırga gibi" diye niteleniyor. Sözünü ettiğimiz ayette şöyle buyurulmuştu:
"Eğer sana yüz çevirirlerse onlara de ki: `Ben sizi Adoğullarının ve Semudoğullarının başlarına gelenin benzeri olan bir kasırga konusunda uyardım." (Fussilet Suresi, 13)
Bu ayetin orjinalinde geçen "saika (kasırga)" sözcüğü çığlığı niteleyen bir sıfat olabilir. O zaman deyimin anlamı "kasırga gibi bir çığlık" şeklinde olur. Ya da bu sözcük çığlığın özünü tanımlayabilir. O zaman da kasırga ve çığlık aynı şey demek olabilir. Ayrıca kasırga, sahibinin kim olduğunu bilmediğimiz çığlığın bir etkisi, bir sonucu da olabilir.
Her neyse, yüce Allah Semudoğullarının üzerine bir çığlık saldı ve bu çığlık onlara yapacağını yaptı, onları "ağıl bekçisinin biriktirdiği kuru ot yığınına dönüştürdü."
Ayetin orjinalinde geçen "muhtezir" sözcüğü hayvanlarına barınak olsun diye ağıl yapan çoban anlamına gelir. Çoban bu ağılı kuru otlardan ve çalılardan yapar. Buna göre o adamlar kuruyup kırılarak yere yığılmış çalı-çırpı birikimi haline gelmişlerdir. "Muhtezir" sözcüğü, bunun yanısıra güttüğü hayvanlara yedirmek üzere kuru ot ve dökülmüş ağaç yaprağı toplayan çoban anlamına da gelir. Bu durumda da o zavallılar sözkonusu tek çığlığın arkasından kuru ot ve yaprak yığınına dönüşmüşlerdir.
Sahne son derece dehşetli ve korkunçtur. Adamların büyüklenmelerine ve gururlanmalarına verilmiş bir karşılık biçiminde sunuluyor. Bir de bakıyoruz ki, o kendini beğenmişler, o burnundan kıl aldırmayan mağrurlar, yerde yatan ot yığını olmuşlar, hayvan yemine dönüşmüşlerdir.
Bu çarpıcı ve tüyler ürpertici sahnenin arkasından insanların dikkatleri hemen Kur'an'a çevriliyor, onun üzerinde düşünüp gerçekleri irdelemeye özendiriliyorlar. Okuyoruz:
"Bu Kur'an'dan öğüt alınabilsin diye onu kolay anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan?"
Derken perde yere serilmiş ot yığınları üzerine iniyor. Bu sahnenin gözlerdeki imajı ve kalplerdeki izi silinmeden varlığını sürdürüyor. Zaten Kur an düşünenlere ve öğüt alanlara yönelik bir çağrı değil midir?
Arkasından perde yine açılıyor ve tarihin başka bir sahnesi ile yüzyüze geliyoruz. Sahnedeki olaylar yine Arap yarımadasında geçiyor. Okuyalım:


3- Lut'un soydaşları da uyarıları yalanlamışlardı.

34- Biz de üzerlerine taşları savuran bir kasırga gönderdik. Yalnız Lut'un taraftarları hariç. Onları sabahleyin erkenden kurtardık.


35- Tarafımızdan sunulmuş bir nimet olarak. Biz şükredenleri işte böyle ödüllendiririz.

Lut peygamberin soydaşlarına ilişkin hikaye Kur'an'ın başka yerlerinde ayrıntılı olarak anlatılır. Bu hikayenin burada sunulmasının amacı onu ayrıntılı biçimde anlatmak değildir, ilahi mesajı yalanlama eyleminin acı sonucu, yüce Allah'tan gelen ağır ve acıklı cezayı vurgulayarak bundan ders alınmasını sağlamaktır. Bundan dolayı Hz. Lut'un soydaşlarının kendilerine yöneltilen uyarıları yalanladıkları hatırlatılarak söze giriliyor. Okuyoruz:
"Lut'un soydaşları da uyarıları yalanlamışlardı:'
Bu hatırlatmayı izleyen ayette söz konusu inkarcıların çarptırıldıkları ceza tanıtılıyor. Okuyalım:
"Biz de üzerlerine taşları savuran bir kasırga gönderdik. Yalnız Lut'un taraftarları hariç. Onları sabahleyin erkenden kurtardık.
Tarafımızdan sunulmuş bir nimet olarak. Biz şükredenleri işte böyle ödüllendiririz."
Ayetin orjinalinde geçen "Hasib" sözcüğü "taşları savuran kasırga" anlamına gelir. Başka ayetlerde Lut'un soydaşlarının üzerine "balçıktan taşlar" yağdırıldığı belirtiliyor. "Hasib" sözcüğü, düşen taşların çarpmasını çağrıştıran bir ses titreşimi yansıtır. Bu sözcüğün titreşimleri sahnenin atmosferi ile uyumlu bir şiddet ve sertlik yayıyor. Bu afetten sadece Lut peygamberin taraftarları ile eşi dışında kalan aile bireyleri sağ olarak kurtulabilmişti. Bu kurtuluş onlara yönelik bir ilahi lütuftu ve imanlarına, şükrediciliklerine karşılık olarak sunulan bir ödüldü. Okuyalım:
"Biz şükredenleri işte böyle ödüllendiririz: '
Buraya kadar hikayenin iki yanı, Lut'un soydaşlarından kaynaklanan yalanlama yanı ile yüce Allah'tan gelen sert ceza yanı anlatıldı. Şimdi ise geri dönülüyor ve bu iki uç nokta arasında neler olup bittiğine ilişkin biraz ayrıntı veriliyor. Bu da Kur'an'ın hikaye anlatılırken kullandığı yöntemlerden biridir. Sadece belirli mesajları vermek için hikaye anlatıldığında bu yönteme başvurulur. Şimdi sözünü ettiğimiz ayrıntıları okuyoruz:



36- Lut onları bizim sillemiz konusunda uyarmıştı. Fakat,onlar bu uyarıları kuşku ile karşıladılar.


37- Onlar Lut'un konuklarını elde etmek istediler. Bunun üzerine gözlerini kör ettik. "Tadın bakalım azabımı ve uyarılarımın sonuçlarını."


38- Sabah erkenden sürekli bir azaba yakalandılar.


39- "Tadın bakalım azabımı ve uyarılarımın sonuçlarını."


40- Biz Kur'an'dan öğüt alınabilsin diye onu kolay anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan?

Lut peygamber, soydaşlarını alışkanlık haline getirdikleri iğrenç ve anormal sapıklık konusunda uzun zaman uyarmıştı. Fakat onlar bu uyarıları kuşku ile, umursamazlıkla ve inanmayarak karşılamışlar, bu kuşkucu duyguları birbirlerine aşılamışlar, bu konuda peygamberleri ile sürekli tartışmışlardır. Sonunda sapıklığı ve küstahlığı o kadar ileri boyutlara vardırdılar ki, peygamberlerinin melek kökenli konuklarına göz diktiler. İnsan kılığına girmiş bu melekleri tıfıl delikanlılar sandılar, bu yüzden o iğrenç, o tiksindirici, o anormal cinsel tutkuları harekete geçti, zaptedilmez oldu. Bu kör tutkunun dürtüsü ile Lut'un üzerine çullandılar, evindeki genç konuklarına tecavüz etmek istiyorlardı. Utanmadan, çekinmeden, arlanmadan peygamberlerine karşı küstahlık ediyorlar, kaba arzularını tatmin etmekten geri durmayacaklarını açık açık söylüyorlardı. Oysa peygamberleri bu iğrenç, bu anormal, bu patolojik alışkanlıklarının sonu konusunda onları ısrarla uyarmıştı.
Bu noktada yüce Allah işe el koydu, konuk melekleri gelişlerinin gerekçesi olan görevlerini yerine getirmek üzere harekete geçirdi. Okuyalım:
"Bunun üzerine gözlerini kör ettik."
Bunun üzerine o sapıklar hiçbir şeyi, hiç kimseyi göremez oldular. Bu yüzden artık ne Lut peygamberi sıkıştırmaya devam edebildiler ve ne de konuklarını yakalayıp alıkoyabildiler. Adamların gözlerinin kör edildiği sadece burada açık açık belirtiliyor. Başka bir ayette bu konuda konuk meleklerin ağzından şu açıklama yapılmıştı:
"Konuklar dediler ki; `Ey Lut, biz Rabb'inin elçileriyiz, onlar sana ilişemeyeceklerdir." (Hud Suresi, 81)
Burada adamların Lut peygambere ilişmelerini engelleyen faktörün ne olduğu açıklanıyor. Sebep gözlerinin kör edilmiş olmasıdır.
Hikayenin anlatımı sürerken birdenbire sözün akışı değişerek şimdiki zamana dönüyoruz ve azaba çarpılan sapıklara yönelik bir seslenişle karşılaşıyoruz. Okuyalım:
"Tadın bakalım azabımı ve uyarılarımın sonuçlarını."
İşte sizi vaktiyle hakkında uyardığım azap ve işte tartışma konusu yaptığınız uyarıların sonucu!
Adamların gözleri gece kör edilmişti. O gecenin sabahında yüce Allah onları topyekün yoketmeyi planlamıştı. Okuyoruz:
"Sabahleyin erkenden sürekli bir azaba yakalandılar."
Bu azabın ne olduğu hikayenin ilk cümlelerinde açıklanmıştı. Bilindiği gibi bu azap taşları savuran sert bir kasırga şeklinde belirerek o yöreyi sözkonusu iğrenç alışkanlığın pisliğinden ve ahlâksızlığından arındırmıştı.
Bir sonraki ayette sözün akışı yine değişiyor. Sahne gözlerimizin önüne getiriliyor. Sanki olayları şu anda cereyan ediyormuş izlenimi veriliyor. Azaba çarpılanlara azabın pençesinde kıvranırlarken sesleniliyor. Okuyalım:
"Tadın bakalım azabımı ve uyarılarımın sonuçlarını."
Arkasından bu surede gösterilen her korkunç sahneden sonra okumaya alıştığımız değerlendirme ayeti ile yüzyüze geliyoruz. İşte;
"Biz Kur'an'dan öğüt alınabilsin diye onu kolay anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan?"
Bu azap sahneleri Arap yarımadası dışında meydana gelen bir başka azap halkası ile noktalanıyor. Bu hikayesi dillerde dolaşan, herkes tarafından bilinen bir azap tablosudur. Burada bu olay kısaca hatırlatılıyor, üzerinden hızlıca geçiliyor.



41- Firavun yanlılarına da uyarılar gelmişti.


42- Fakat bütün ayetlerimizi yalanladılar. Biz de güçlü ve üstün iradeli birine yaraşacak bir sertlikle onların yakalarına yapıştık.

Görüldüğü gibi Firavun ile yandaşlarına ilişkin hikayenin her iki ucuna kısaca değiniliyor. Firavun ile yandaşlarına yöneltilen uyarılar ile onların Peygamberlerinin duyurmuş olduğu ilahi ayetleri yalanlamaları hikayenin bir ucunu, yüce Allah'ın bunun üzerine sert ve güçlü bir elle yakalarına yapışması hikayenin öbür ucunu oluşturur. Dediğimiz gibi burada bu uçların her ikisi de kısaca anlatılıyor. Yüce Allah'ın güçlülüğüne ve üstün iradesine işaret edilmiş olması, yakalarına yapışma işlemindeki şiddeti çağrıştırır. Bu vurgulama, aynı zamanda, Firavun'un kof gururunu, zulme ve baskıya dayalı iktidarına yönelik bir yergi, bir istihzadır. Çünkü artık o kof gurur sönmüş, o sözde iktidar düşmüştür. Yüce Allah, Firavun'un ve yandaşlarının yakasına gerçekten güçlü ve sahiden üstün bir iradenin eli ile yapışmıştır. Halka yönelik zulümlerine, baskılarına, acımazlıklarına ve zorbalıklarına denk düşen bir sertlikle yakalarından tutmuştur.
Zorba Firavun'un yokoluşunu canlandıran bu son azap tablosu üzerine perde iniyor.
Şu anda perde yeniden açılıyor. Azaba çarptırmaya ve cezalandırmaya ilişkin son sahne ile karşılaşıyoruz. Yüce Allah'ın uyarılarını yalanlayanlar bu sahneyi izliyorlar, sahnede olup bitenleri duyu organları ile algılıyorlar. Şimdi, yukarda izlediğimiz ardışık yokoluş sahnelerinin izleri henüz hayallerinde canlı dururken, başlıcalarını duyu organlarında halâ hissettirmeyi sürdürürlerken. İşte şimdi, kendilerine sesleniliyor. Bu ses kendilerini izlediklerimize benzer yokoluş sahneleri konusunda uyarıyor. Onlar bu sahnelerin daha acıklısından, daha korkuncundan sakındırılıyorlar. Okuyoruz:



43- Acaba sizin içinizdeki kafirler onlardan daha mı iyidir, yoksa kutsal kitaplarda size ilişkin bir suçsuzluk belgesi mi var?


44- Yoksa onlar "Biz karşımıza çıkacak herkesi yenen güçlü bir orduyuz " mu diyorlar?


45- Yakında orduları bozguna uğratılacak ve geri püskürtüleceklerdir.


46- Asıl azaba kıyamet günü çarpılacaklardır. Kıyamet günü onlar için daha feci ve daha acıdır.


47- Suçlular şaşkınlık ve ateş içindedirler.


48- O gün onlar yüzüstü sürüklenerek cehenneme atılırlar; `Ateşin vücudunuza değişini tadınız" diye.


49- Biz her şeyi belirli bir plan uyarınca yarattık.

Bu ayetler hem dünya azabından ve hem de ahiret azabından sakındıran bir uyarı içerirler. Burada bu uyarının doğruluğuna ilişkin her türlü kuşku, her türlü şüphe çürütülüyor. Her türlü kaçamak yolu kapatılıyor. Kaçmaya, hesaplaşma sırasında demogoji yapmaya ve cezadan kaytarmaya ilişkin bütün umutlar söndürülüyor.
İzlediğimiz görüntüler peygamberlerini yalanlayan eski toplumların yokediliş sahnelerini canlandırıyordu. Peki, ey Mekke müşrikleri, sizin de onlarınkine benzer bir acı akıbete uğramanızın önündeki engel nedir? "Acaba sizin aranızdaki kafirler onlardan daha mı iyidir?" İçinizdeki kafirlerin onlar karşısındaki ayrıcalığı nedir? "Yoksa kutsal kitaplarda size ilişkin bir suçsuzluk belgesi mi var?" Gökten inen kitapların sayfaları sizin suçsuzluğunuz yolunda tanıklık ediyor da kafirliğin ve inkarcılığın töhmetinden kurtuluyor musunuz? Hayır; ne o, ne de bu. Sizler o eski kafirlerden daha iyi değilsiniz. Hiçbir kutsal kitabın sayfaları da sizin suçsuzluğunuzu kanıtlayan bir belge içermiyor. Buna göre sizden önceki kafirlerin karşılaştıkları acı sonla karşılaşmaktan başka bir alternatif yok önünüzde. Yalnız yüzyüze geleceğiniz bu acı sonun biçimini yüce Allah belirleyecektir.
Arkasından belirli bir gruba yönelik bu seslenişin yönü değiştirilerek herkese sesleniliyor. Bu seslenişte sözkonusu kafirlerin tutumu hayretle karşılanıyor.
"Yoksa onlar `Biz karşımıza çıkacak herkesi yenen güçlü bir orduyuz' mu diyorlar?"
Bu şaşkınlar kendilerini kalabalık görünce güçlerine hayran oluyorlar. Ordularının büyüklüğü yüzünden gurura kapılarak "Zafer bizimdir, bizi kimse yenemez, bizim ordularımızı hiç kimse bozguna uğratamaz" diyorlar.
Fakat nasıl bir akibete uğrayacakları kendilerine kesin, yüksek frekanslı ve kuşkusuz bir sesle ilan ediliyor. Okuyoruz:
"Yakında orduları bozguna uğratılacak ve geri püskürtüleceklerdir."
Kalabalık orduları onları kurtaramayacak, güçleri işlerine yaramayacaktır. Bunu onlara ezici ve karşı konulmaz iradenin sahibi olan yüce Allah ilan ediyor. Bu geçmişte böyle olduğu gibi her zaman da kesinlikle böyle olacaktır.
Buhari'nin sahabilerden Abdullah b. Abbas'a dayanarak bildirdiğine göre Peygamberimiz Bedir savaşında çadırında "Allah'ım, seni taahhüdünü ve va'dini yerine getirmeye çağırıyorum; eğer senin dileğin işe el koymazsa bu günden sonra sana ibadet edecek bir kişi bile kalmaz" dedi. Bunun üzerine Ebu Bekir, Peygamberimizin elini tutarak "Yeter, ya Resulallah, Rabb'ine çok ısrar ettin" dedi. Arkasından Peygamberimiz zırhını giyinerek çadırından çıktı, çıkarken "Yakında orduları bozguna uğratılacak ve geri püskürtülecekler" ayetini okuyordu.
Öte yandan İbn-i Ebu Hatem'in verdiği bilgiye göre sahabilerden İkrime şöyle diyor: "Yakında orduları bozguna uğratılacak ve geri püskürtüleceklerdir" ayeti indiğinde Hz. Ömer, Peygamberimize `Hangi ordu bozguna uğratılacak? Hangi kalabalık birlik yenilecek?" diye sormuştu. Fakat sonraları bana Ömer şöyle dedi; `Bedir savaşı başlayınca Peygamberimizi zırhına bürünmüş olarak "Yakında orduları bozguna uğratılacak ve geri püskürtüleceklerdir" ayetini okurken gördüm. İşte o gün bu ayetin ne anlama geldiğini kavramadım."
Müşriklerin Bedir savaşında uğradıkları bozgun, dünyada gördükleri bozgundu. Fakat bu bozgun karşılaşacakları son bozgun olmadığı gibi başlarına gelecek en ağır ve en dehşetli bozgun da değildi. İşte Kur'an, dünya bozgununu geride bırakarak onlara bu son bozgunu hatırlatmaya geçiyor. Okuyalım:
"Asıl azaba kıyamet günü çarpılacaklardır. Kıyamet günü onlar için daha feci ve daha acıdır."
Evet, ahiret azabı dünyada gördükleri ve görecekleri bütün azaplardan daha dehşetli ve daha acıdır. Ahiret azabı tufandan kasırgaya, şimşekten taşları savuran müthiş rüzgara ve Firavun ile yandaşlarının güçlü ve sert pençeli yakalanışlarına varıncaya kadar yukarıdaki ayetlerde canlandırılan bütün azap sahnelerinden daha korkunç ve tüyler ürperticidir.
Sonra ahiret azabının nasıl bütün dünya azaplarından daha acı ve dehşetli olduğu ayrıntılı olarak anlatılıyor. Bu açıklama son derece korkunç bir kıyamet sahnesinde gözlerimizin önüne seriliyor. Okuyoruz:
"Suçlular şaşkınlık ve ateş içindedirler.
O gün onlar yüzüstü sürüklenerek cehenneme atılırlar; `Ateşin vücudunuza değişini tadınız' diye."
Onlar o gün bir yandan akılların ve vicdanların işkencesi olan şaşkınlık içinde debelenirlerken öbür yandan derileri ve vücudları kavuran ateşler içinde yanarlar. Onlar ve onlar gibiler vaktiyle "Biz içimizden bir insanın peşinden mi gideceğiz? Öyle yaparsak sapıtmış ve kendimizi ateşlere atmış oluruz" demişlerdi ya. İşte bu katmerli ceza sözlerinin karşılığıdır. Böylece sapıtmanın ve ateşe atılmanın nerede olacağını öğrenmiş olacaklardır.
Onlar yüzüstü sürüklenerek cehenneme atılacaklar; sürüklenirken itilip kakılacak, paylanacaklardır. Bu cezada dünyadaki böbürlenmelerinin, güçlerine güvenerek şımarmalarının, insanlara tepeden bakmalarının karşılığıdır. Ayrıca "Ateşin vücudunuza değişini tadınız" azarı ile psikolojik azaplarının acısı daha da şiddetlendiriliyor. Bu ifade o azabı adeta şimdiki zamana taşıyarak somutlaştırmakta, onu kulaklara ve gözlere şu anda sunulmuş gibi tasvir etmektedir.
Bu korkunç ve sarsıcı sahnenin ışığı altında genel olarak tüm insanlığı ve özel olarak Mekke müşriklerine yönelik bir açıklama ile karşılaşıyoruz. Bu açıklamanın amacı yüce Allah'ın her işinin bir plana, anlamlı bir maksada ve ön tasarıya dayandığı gerçeğini kalplere işlemektir. ,
Yüce Allah'ın günahkârları dünyada cezalandırması, ahirette azaba çarptırması, bunların öncesinde peygamberler göndermesi, uyarılar yapması, Kur'an'ı ve öbür kutsal kitapları indirmesi, bütün bunların yanında şu evrendeki canlı cansız varlıkları yaratması ve yönlendirmesi, bütün bunlar, irili-ufaklı bütün herşey belirli bir plan uyarınca yaratılmıştır belirli bir amaca göre yönlendirilmektedir ve anlam yüklü bir ön tasarının ürünüdür. Hiçbir şey boşuna, rastgele, amaçsız ve plansız değildir. Okuyoruz:
"Biz herşeyi belirli bir plan uyarınca yarattık: '
Herşeyi, irili-ufaklı her nesneyi, koşuşabilen ve dilsiz her varlığı, hareket edebilen ve edemeyen tüm yaratıkları, geçmişte ve şimdiki zamanda varolan tüm nesneleri, bilinen ve bilinmeyen bütün yaratıkları, kısacası herşeyi belirli bir plan uyarınca yarattık.
Bu plan her yaratığın öz varlığını, niteliklerini, miktarını,.zamanını, yerini, çevresini kuşatan varlıklar ile arasındaki ilişkileri ve evrenin yapısı üzerindeki etkisini belirler, sınırlandırır.
Bu kısacık ayet son derece geniş kapsamlı, görkemli ve büyük bir gerçeğe parmak basar. Bütün evren bu gerçeğin somut kanıtı niteliğindedir. Şu evren bütünü ile yüzyüze gelen, onunla iletişim kuran, ondan etkilenen, varlık bütününün uyumlu ve koordineli bir parçası olduğunun bilincinde olan kalp, bu gerçeği ana çizgisi ile kavramakta gecikmez. Evrendeki herşey bu mutlak uyumu gerçekleştiren bir plana bağlıdır. Bu evren bütünü ile yüzyüze gelen her kalp, bu kapsamlı planın gölgesinin ana çizgilerinin damgasını üzerinde taşır.
Sonra bilimsel gözleme, deneye ve araştırmaya başvurulur. Bu yöntemler aracılığı ile ve insan aklının kapasitesi oranında bu gerçek kavranmaya, bu yolla bilinebileceği kadar anlaşılmaya çalışılır. Bu gerçeğin daima büyük bölümü ve daha eksiksiz algısı bilimsel yöntemlerle kazanılabilen bölümünün ötesinde kalacaktır. O kalan bölümü insan sıfatı sezgi yolu ile algılar ve evrenin ahenkli korosunun etkisi bu gerçeği özümler. Çünkü insan fıtratının kendisi de her zerresi bir plana göre yaratılmış olan şu evren bütününün ayrılmaz bir parçasıdır.
Modern bilim bu gerçeğin bazı yönlerini keşfetmiş, elindeki yöntemler aracılığı ile kavranabileceği kadarını kavramıştır. Bu arada gezegenlerin, yıldızların hacimlerini, kütlelerini, aralarındaki uzaklıkları ve karşılıklı çekim güçlerini belirleyebilmiştir. Bu sayede bilginler henüz görmedikleri yıldızların yerlerini doğru olarak tespit edebilmişlerdir. Çünkü evrene egemen olan uyum prensibi söz konusu yıldızın bilginlerce saptanan yerde olması gerekiyor. Sonradan o yıldızın gerçekten hesap yolu ile saptadıkları yerde olduğunu görmüşlerdir. Bu uyumluluk prensibi bilim adamlarının gözledikleri yıldızların hareketlerine ilişkin belirli verileri açıklamakta ve sonra da onların varsayımlarının doğru olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu varsayımların doğruluklarının meydana çıkması gökcisimlerinin uzay boşluğuna son derece ölçülü ve planlanmış oranlara dayalı olarak dağılmış olduklarını gösterir. Bu oranların zaman için ne değişmeleri ve ne de bozulmaları sözkonusudur.
Öte yandan modern bilim, üzerinde yaşadığımız şu yer kürede egemen olan uyumu, yüce Allah'ın plânı uyarınca bu gezegeni belirli bir "hayat" türüne elverişli kılan şartlar arasındaki ahengi de keşfetmiştir. Öyle ki, bu şartlar arasındaki oranlardan herhangi birinin bozulduğunu farzedelim; o takdirde ya hayat tümü ile sona erer ya da daha baştan ortaya çıkması mümkün olmaz. Şu yeryuvarlağının hacmini, kütlesini, güneşten uzaklığını, güneşin ısı derecesini, dünya ile ekseni arasındaki eğimin açısal değerini, dünyanın kendi çevresindeki ve güneş etrafındaki dönüş hızını; ayın dünyadan uzaklığını, hacmini, kütlesini, dünya üzerindeki denizlerin ve karaların dağılımını birarada düşünelim. Bunlara burada sayılmayan binlerce olguyu ekleyelim. Bütün bu olgular ve şartlar arasında ince bir duyarlılıkla planlanmış ölçüler ve oranlar vardır. Eğer bu oranlardan bir teki bile bozulsa bütün dengeler alt-üst olur ve bu dengesizlik, yeryüzünde süren "hayat" olayının sona ermesini kaçınılmaz kılar.
Yine modern bilim, hayatı düzenleyen çok sayıdaki faktörler arasında, canlılarla onları kuşatan şartlar arasında ve bu şartların kendileri arasında varolan uyumu da keşfetmiştir. Öyle ki, bu bilgiler, insanoğluna yukarıdaki kısa ayetin vurguladığı büyük ve derin gerçeği bir ölçüde kavrama imkanı sağlamıştır.
Bu bulgulardan öğrendiğimize göre gerek doğal ortamda ve gerekse canlıların yapısında hayatı ve varolmayı sağlayan faktörleri ile ölüme ve yokolmaya yolaçan faktörler arasında sürekli korunan bir denge vardır. Bu denge hayatın doğuşunu, varlığını ve devamını sağlayacak oranda korunur. Fakat canlılık olayının herhangi bir zaman dilimindeki canlıların çoğalma ve beslenme şartlarının sınırlarını aşacak derecede yayılmasına da meydan verilmez, yani canlılığın yayılması bu sınırda durdurulur.
Canlılar arasındaki bu duyarlı dengeye burada kısaca değinmemizin faydalı olacağını sanıyorum. Bilindiği gibi daha önceki birkaç sureyi açıklarken evrenin yapısına ve yeryüzündeki hayat şartlarına egemen olan uyumu, dengeyi oldukça ayrıntılı biçimde irdelemiştik." (Bu konuda geniş bilgi için "Furkan" Suresine ilişkin açıklamalarımıza başvurulabilir)
"Küçük kuşları yiyerek beslenen yırtıcı kuşların sayısı azdır. Çünkü bu kuşlar az yumurtlarlar ve az kuluçkaya yatarlar. Üstelik dünyanın sadece belirli bölgelerinde yaşarlar. Buna karşılık uzun zaman yaşarlar. Eğer yırtıcı kuşlar uzun ömürleri yanında bir de çok yumurtlayabilseler ve dünyanın her yöresinde yaşayabilseler küçük kuşların ya soylarını kurutanı kuruturlar ya da sayılarını büyük oranda azaltırlardı. Küçük kuşların sayıca çok olmaları ve sık sık yumurtlamaları bu sonucu önlemeye yetmezdi. Oysa küçük kuşların şu yeryüzünde başta yırtıcı kuşlara yem olmak, insanların beslenmesine katkıda bulunmak gibi daha birçok fonksiyonları vardır. Nitekim bir şair bu gerçeği şöyle dile getirir:
Küçük kuşların yavrusu çok olur
Buna karşılık ana şahin tek tek yumurtlar
Daha önce belirttiğimiz gibi bu olgu, yüce Allah tarafından plânlanmış bir hikmetin sonucudur. Amaç yırtıcı kuşlar ile küçük kuşlar arasında yaşama faktörleri ile yokolma faktörleri bakımından denge kurmaktır.
Kara sinek milyonlarca yumurta yapar. Fakat bu yumurtalardan çıkan sinek yavruları iki haftadan fazla yaşamazlar. Eğer bu yüksek yumurtlama oranı yanında birkaç yıl yaşasalardı yeryüzünün her yanını kara sinekler kaplar ve başta insan olmak üzere birçok canlının dünyada yaşaması imkansız olurdu. Fakat şu evreni plânlayıp yöneten güçlü "el"in işlettiği şaşmaz denge mekanizması üreme çokluğu ile ömür kısalığı arasında denge kurmuş ve bunun sonucu olarak gördüğümüz düzen meydana gelmiştir.
Sayıca en kalabalık, en hızlı biçimde çoğalan ve en saldırgan varlıklar olan mikroplar, aynı zamanda en dayanıksız ve en kısa ömürlü canlılardır. Soğuğun, sıcaklığın, ışığın, asitlerin, kan salgılarının ve başka birçok faktörün etkisi ile milyarlarcası ölür. Sadece çok az sayıdaki hayvana ve insana karşı üstünlük sağlayabilirler. Eğer çok dayanıklı ve uzun ömürlü olsalardı hayatı ve tüm canlıları yok ederlerdi.
Bütün canlı türleri kendilerini düşmanlarına karşı koruyan ve yok olmalarını önleyen silahlarla donatılmışlardır. Bu silahlar çeşitli türde ve birbirinden farklıdır. Sözgelimi sayı çokluğu bir silah olduğu gibi, güçlü vücud yapısı bir başka silahtır. Bu ikisi arasında türlü türlü, çeşit çeşit silahlar vardır.
Küçük yılanlar zehir ya da düşmanlarından hızla kaçabilme silahları ile donatılmışlardır. Büyük yılanlar ise kas gücü silahı ile donatılmışlardır. Bu yüzden pek az türleri zehirlidir.
Korunma bakımından pek beceriksiz bir canlı türü olan domuz böceği kötü koku yayan, yakıcı bir madde ile donatılmıştır. Kendisine dokunan her canlıya bu maddeyi salgılayarak düşmanlarından korunur.
Ceylanlar hızlı koşma ve çok yükseğe sıçrayabilme silahı ile donatılmışken arslanlar pazu gücü ve düşmanlarını parçalayabilme yeteneği ile donatılmışlardır. Kısacası küçük-büyük her canlının düşmanlarına karşı ayrı bir koruyucu silahı vardır.
Dişi yumurtacık erkek sperması tarafından döllendikten sonra rahmin çeperine yapışır. Bu döllenmiş yumurtacık son derece oburdur. Çevresindeki çeperi aşındırarak orada emmesine ve gelişmesine elverişli bir kan gölü oluşturur. Cenini annesine bağlayan ve doğuma kadar beslenme kanalı görevi yapan göbek bağının boyu gerçekleştirdiği amacın gereklerine uygun miktarda yaratılmıştır. Yani bu bağ taşıdığı besinin ne yolda ekşimesine yol açacak kadar uzundur ve ne de bu besinin hızla akarak cenini rahatsız etmesine sebep olabilecek kadar kısadır.
"Gebeliğin sonunda ve doğumun başlangıç aşamasında ana memesi sarıya çalan beyazlıkta bir sıvı salgılar. Yüce Allah'ın şaşırtıcı sanatının bir eseri olarak bu sıvı yeni doğan yavruyu hastalıklara karşı koruyan erimiş kimyasal maddelerden oluşmuştur. Doğumun ikinci gününde memede süt oluşmaya başlar. Yine yüce Allah'ın eşsiz plânı uyarınca ana memesinden akan sütün miktarı günden güne çoğalarak bir yılın sonunda iki buçuk litreye ulaşır. Oysa doğumun ilk günlerinde bu sütün miktarı birkaç yüz gramı geçmez. Ana sütündeki mucize sadece süt miktarının çocuğun büyümesine paralel biçimde artması ile sınırlı kalmaz. Ayrıca sütün bileşimine giren maddelerin cinsi ve oranı da zamanla değişir. Ana sütü doğumu izleyen ilk günlerde çok az oranda nişasta ve şeker içeren su ağırlıklı bir sıvı iken zamanla koyulaşır; içindeki nişasta, şeker ve yağ oranı artar. Bu gelişme çocuğun dokularının ve sistemlerinin sürekli gelişimine ayak uyduracak tempoda günden güne gerçekleşir:
Eğer insan organizmasını oluşturan çeşitli sistemleri, bu sistemlerin görevlerini, çalışma tarzlarını, organizmanın yaşamasına ve sağlıklı olmasına ilişkin fonksiyonlarını incelersek nasıl dikkatle plânlandıklarını ve ne kadar ölçülü bir tasarlamaya dayandıklarını hayretle görür, yüce Allah'ın güçlü eli ile her canlı organizmayı, her organı, hatta her hücreyi yönettiğini, gözetimi ve denetimi altında bulundurduğunu belirleriz. Burada bu şaşırtıcı mekanizmaların hepsinin nasıl çalıştıklarını ayrıntılı biçimde anlatamayız. Bu sistemlerden sadece birindeki iç salgı bezleri sistemindeki son derece hassas plânlamaya kısaca değinmekle yetinelim. Bu bezlerin her biri birer küçük kimya ürünleri fabrikasıdır. Organizmaya gerekli kimyasal bileşimleri sağlarlar. Salgıladıkları kimyasal bileşimler o kadar etkili, o kadar güçlüdür ki, yüz milyonda birlik dozajı bile insan vücudunda son derece önemli etkiler meydana getirir. Bu bezler her birinin salgısı, diğerinin salgısının etkisini tamamlayacak düzende çalışırlar. Bu salgılar hakkında bütün bildiğimiz onların son derece karmaşık bileşikler olduğu, dozajlarında meydana gelebilecek herhangi kısa süreli bir oran değişikliğinin organizmanın yapısında tehlike derecesine varan bir yıkıma yol açacağıdır.")
Öte yandan hayvan organizmasının sistemleri, bu hayvanın türüne, yaşadığı çevreye ve yaşama şartlarına bağlı olarak değişmekte, farklılık göstermektedir. "Aslanların, kaplanların, kurtların, sırtlanların ve çölde yaşadıkları için ancak avladıkları öbür hayvanların etleri ile beslenebilen bütün yırtıcı hayvanların ağızları kesici dişlerle ve sert azı dişleri ile donatılmıştır. Bunlar avlarına saldırdıklarında kas gücünden yararlanacakları için bacak kasları güçlüdür. Ayrıca bu bacakların uçlarında keskin tırnaklar ve pençeler vardır. Bu hayvanların mideleri de etleri ve kemikleri sindirebilen asitler ve enzimler salgılar
Alıntı ile Cevapla