Durumu: Medine No : 5587 Üyelik T.:
05 Aralık 2008 Arkadaşları:14 Cinsiyet: Memleket:İstanbul Yaş:35 Mesaj:
2.537 Konular:
2038 Beğenildi:116 Beğendi:0 Takdirleri:270 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Fizilalil Kuran Kaf Suresi Tefsiri Fizilalil Kuran Kaf Suresi Tefsiri 50-Kaf 1- Kaf. Şerefli Kur'an'a andolsun! 2- Kafirler aralarından bir uyarıcının gelmesine şaştılar da "Bu şaşılacak bir şeydir" dediler. 3- Biz öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı dirileceğiz? Bu uzak bir dönüştür. Surenin ilk kesiti bu... Bu ilk kesit yeniden dirilme konusunu ve müşriklerin bunu inkar etmelerini ve bunun sözkonusu edilmesine ve üzerinde konuşulmasına hayret etmelerini ele almaktadır. Fakat Kur'an-ı Kerim, sadece bunların bu konuyu inkar etmelerine değinip de bunu çözüme bağlamakla kalmıyor, aksine, müşriklerin eğri olan kalplerine sesleniyor, gönüllerini Hakka çevirmek ve kalplerindeki eğriliği düzeltmek için sesleniyor onlara... Ve Kur'an-ı Kerim herşeyden önce, bu kalpleri uyandırmaya ve kökünden sarsmaya çalışıyor. Böylece Kur'an-ı Kerim, bu kalplerin şu varlık aleminin özünde bulunan büyük gerçekleri algılayabilmelerini hedefliyor. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim yeniden dirilmeyi isbat etmek için müşriklerle zihinsel münakaşalara girmiyor. Aksine, düşünebilsinler ve ibret alabilsinler diye kalplerini canlandırmaya çalışıyor ve çevrelerinde hemen yanı başlarında var olan gerçeklerden etkilensinler de tepki göstersinler diye vicdanlarına dokunmaya çalışıyor. İnsanların ruhlarını eğitmeye çalışanların yararlanacakları örnek bir eğitim dersidir bu...Sure yeminle başlıyor. Kaf harfi ile, bu harf gibi harflerden oluşan şerefli Kur'an üstüne yeminle başlıyor. Hatta "Kaf" harfi Kur'an kelimesinin ilk harfidir. Ancak yüce Allah burada Kur'an üstüne yemin ederken bu yemini, neyi güçlendirmek için yaptığını belirtmiyor. Bu yemin daha sözün başında bir yemin olduğuna göre kendisi başlı başına bir uyarma ve önem verme mesajı veriyor. O halde durum önemlidir. Yüce Allah sözüne yeminle başlıyor. O halde durum çok önemlidir! Herhalde söze böyle başlanmasından gaye de bu olsa gerektir. Çünkü, surenin başında yer alan yemin his ve kalpte gerekli etkiyi gösterdikten sonra yüce Allah "bel" harfi yeminle güçlendirilecek konudan dikkatleri başka yöne çekiyor. Ve müşriklerin, Peygamberin şerefli Kur'an'da getirmiş olduğu yeniden dirilme ve mezardan çıkma ile ilgili haberlere hayret etmeleri ve bunları yadırgamaları üstüne sanki yeni bir söz açıyormuş gibi başlaması bunu gösteriyor. "Kafirler aralarından bir uyarıcının gelmesine şaştılar da `Bu şaşılacak birşeydir' dediler." "Biz öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı dirileceğiz? Bu uzak bir dönüştür." Bilakis onlar kendilerine içlerinden bir korkutucu geldi diye hayret ettiler. Oysa bu konuda hayret edecek birşey yoktur. Aksine normal bir sağduyunun kolayca ve gönül huzuru ile kabulleneceği normal bir durumdur bu... Yüce Allah'ın insanların arasından kendileri ile aynı hisleri duyan, aynı şeyleri hisseden, kendi dillerini konuşan, hayatlarında ve faaliyetlerinde kendilerine ortak olan dürtülerini ve arzularını anlayan, güçlerini ve tahammül derecelerini bilen bir kimseyi seçmesi normal bir durumdur. Yüce Allah onların aralarından biriyle birini gönderir ki oldukları gibi devam edecek olurlarsa kendilerini bekleyen felaket konusunda onların dikkatini çeksin, doğru yöne nasıl yöneleceklerini onlara bildirsin ve kendisi aralarında yükümlülükleri ilk yüklenen kişi olarak bu yeni yönelişin kendilerine getirdiği yükümlülükleri kendilerine bildirsin diye...Müşrikler peygamberlik kurumunun bizzat kendisini garip karşılamışlar. Ve -özellikle- de bu uyarıcı Peygamberin kendileri ile ilk konuştuğunda söz etmiş olduğu yeniden dirilme konusuna hayret etmişlerdir. Bir kere islam inanç sisteminde "yeniden dirilme" konusu temel esastır. Bu sistemde yeniden dirilme sistemin üzerine oturduğu ve bu sistemin gerektirdiği üniversel düşüncenin dayanağı olan temeldir. Bir müslüman batılı yok etmek için hak üzere olmalı, şerri ortadan kaldırmak için hayır yardımı ile onun karşısına dikilmelidir, kendisinden istenen budur. Ve yine yeryüzündeki tüm etkinliklerini bunları yaparken yüce Allah'a yönelerek ibadet haline getirmesi gerekir. Her amelin mutlaka karşılığı vardır. Bu karşılık yeryüzü yolculuğunda bazen elde edilemez. Ve yolculuğun en sonundaki kesin hesaba ertelenebilir. O halde mutlaka başka bir dünya olmalıdır ve yine mutlaka öbür dünyada hesab görülmesi için yeniden dirilme kaçınılmazdır... İnsanın ruhunda "ahiret" kavramı çökünce, bu inanç sisteminin kimliği ve yükümlülükleri kavramı kökünden çöker ve sarsılır. Ve böyle bir kişi asla islam yoluna doğrulup giremez. Fakat o müşrikler bu konuya asla bu açıdan bakmamışlardır. Onlar bu konuya başka bir açıdan, son derece sığ, ölüm ve hayatın iç yüzünü ve yüce Allah'ın kudretinden herhangi bir yönü kavramaktan son derece uzak bir açıdan bakmışlardır. Ve demişlerdir ki: "Biz öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz zaman mı dirileceğiz? Bu uzak bir dönüştür." O halde, onların düşüncesine göre, ölüp sonradan çürüyüp toprak olduktan sonra yeniden dirilme ihtimali zayıftır. Daha önce değindiğimiz gibi bu sığ bir düşüncedir. Çünkü bu dünyaya gelme mucizesi nasıl bir kez gerçekleşmiş ise bir daha tekrarı mümkündür. Nitekim bu yeniden dünyaya gelme mucizesi onların gözlerinin önünde her an meydana gelip durmaktadır. Ve kainatın her köşesinde kendilerini çepeçevre kuşatmaktadır. İşte Kur'an-ı Kerim'in bu surede kendilerinin dikkatlerini çektiği yön, bu yöndür. Ancak biz, Kur'an'ın ve hayat sahnesinde kainata dair ayetlerinin dokunuşları ile yolculuğa çıkmadan önce, onların sözleri aktarılırken ve bunun üzerine yorum yapılırken canlanan, çürüme ve dağılma konusunun meydana getirdiği vurgu üzerinde durmak istiyoruz: "Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz zaman mı?.." O halde demek onlara göre insanlar ölüyorlar. Demek ki insanlar toprak oluyorlar. Müşriklerin sözlerinin aktarıldığı ayeti okuyan herkes direkt olarak kendine ve çevresindeki öteki canlılara çevirir bakışlarını... Ölümü, çürüyüp dağılmayı canlandırmak için çevirir bakışlarını... Hatta kafasında canlandırmak değil, aksine kendisi daha yeryüzünde canlı iken çevirir bakışlarını ve vücudunda çürümenin sinsi tedrici ilerlemesini hisseder. Canlı gönülleri ölüm kadar ürperten bir şey olamaz ve bir kalbi ihtiyarlık gibi sarsıp titretecek bir olgu da düşünülemez. İlahi ifadenin devamı, toprağın ölülerin cesetlerini parça parça yiyip çürütmesini canlandırarak bu vurguyu derinleştirmekte ve vurgunun etkisini güçlendirmektedir. 4- Biz toprağın onlardan neleri eksilttiğini kesinlikle bilmekteyiz. Yanımızda o bilgileri koruyan bir kitap vardır. Bu ilahi ifade sanki toprağın hareket edişini ve insanların cesetlerini eritmesini ve yavaş yavaş yemesini canlandırmaktadır. Ve öte yandan insanların cesetlerini ele almakta ve cesetlerin sürekli bir şekilde lime lime yok olduğunu ifade etmektedir. Sonra da sözü şöyle bağlamaktadır: Yüce Allah toprağın onların cesetlerinden ne kadar yediğini bilir, O herşeyi korunmuş kitapta yazmıştır. O halde onlar öldükleri ve çürüyüp toprağa karıştıkları zaman kaybolup gitmiyorlar. Hayatın bu topraktan yeniden başlaması ise, daha önce bir kez gerçekleşmiştir ve aynı zamanda çevrelerinde ardı arkası kesilmeden durmadan yenilenip duran canlandırma (can verme) olaylarında her an gözükmektedir. Kalpleri eriten ve yumuşatan ve onları son derece hassas, duyarlı ve gerçekleri karşılamaya hazır hale getiren vurgulamalar işte böyle ardarda gelmektedir. Ve bütün bunlar, konunun kendisi üzerine çullanmadan önce gelmektedir. Sonra yüce Allah bu ahmakça itirazlarının kaynaklandığı gerçek durumlarını gözler önüne sermektedir. Çünkü onlar, değişmez olan hakkı bırakmışlar ve yeryüzü de ayaklarının altında dönmeye başlamıştır. Artık hiçbir şeyde asla karar bulamaz olmuşlardır. 5- Doğrusu onlar, hak kendilerine gelince onu yalanladılar. Şimdi onlar şaşırmış bir haldedirler. Bu ifade, değişmez haktan ayrılanların durumlarını canlandıran, somutlaştıran eşsiz bir ifadedir, artık onlar haktan saptıktan sonra asla bir noktada duramazlar... Gerçekten "Hak" Hakk'a inanan kimselerin üzerinde durdukları ve ayaklarının kaymadığı, adımlarının sarsılmadığı sabit değişmez bir noktadır. Çünkü hakka inanan kimsenin yeryüzü ayaklarının altında sabittir, toprak çökmez ve dibe göçmez. Ama değişmez hakkın dışında çevrelerinde yer alan herşey, çalkantılı, dalgalı, sarsıcı ve kaygandır. Değişmezlikten, istikrardan, iç huzurundan ve bu halde bulunmaktan iz bulunmaz. Böyle bir kimse, daima şaşırmış bir haldedir, bir hal üzere durması mümkün değildir. Haktan ayrılanları arzular kötü yerlere iterler, duygular kuşatıp üzerlerine hücum eder, arzulanan fısıltıları alıp kaçırır, buhranlar paramparça eder, kuşkular endişelendirir, çalışmaları şurada burada düzensiz bir hâl alır, tutumları bir sağa bir sola zikzak çizer. Böyle bir kişi şaşkınlığından güvenilir bir dayanağa ve güvenli bir sığınağa sığınmaz, sürekli bir şaşkınlık içinde bocalar durur... Gerçekten hayret verici bir ifade tarzıdır bu... Gözlerin izlediği hareketlenmiş gibi kalplerden geçen duyguları canlandırıp somutlaştırıyor. Sabit, yerleşmiş, kararlı ve sarp olan Hakk'ın etkisi ile yeni bir konuya girmek üzere -yeniden dirilmeye itirazlarını tartışmaya bir zemin hazırlama yolunda yüce Allah, kainatın yapısında olan birtakım hak görüntülerini sergiliyor ve sabit, kararlı ve güzel olan Hakk'ın niteliği ile ahenkli bir ifade ile, onların bakışlarını gökyüzüne, yeryüzüne, dağlara, gökten inen sulara, salınan hurma ağaçlarına, bahçelere ve bitkilere çeviriyor. 6- Üzerlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl bina etmiş ve nasıl donatmışız? Onda hiçbir çatlakta yoktur. , Gerçekten şu gökyüzü, onların bırakıp ayrıldıkları Hak'ı haykıran kainat kitabının bir sayfasıdır. Bir bakmazlar mı onlar gökyüzündeki, yüksekliğe, değişmezliğe ve düzene? Bütün bunların yanı sıra estetiğe, güzelliğe, her türlü noksanlıktan ve düzensizlikten uzak oluşa? Şüphesiz, göklerin niteliği olarak belirtilen değişmezlik, mükemmellik ve güzellik ifadenin akışı ile, hak ile ve hakda mevcut olan değişmezlik mükemmellik ve güzellik ile tam bir uyum oluşturmaktadır. Dolayısı ile, gökyüzünden söz edilirken, "bina" niteliğinden "estetik" niteliğinden ve her türlü delik ve çatlaktan uzak oluşundan sözedilmektedir. Yeryüzü de aynı gökyüzü gibi, Hakk'a dayanan, temeli değişmez, gözalıcı ve güzel olan kainat kitabının sayfalarından biridir. 7- Yeryüzünü de yaydık, ona sağlam dağlar yerleştirdik, onda her güzel çifti bitirdik. Yeryüzünün yaygınlığı, sabit dağların yerleştirilmesi, bitkilerde güzellik... Bunlar da istikrarı, değişmezliği ve güzelliği simgeleyen niteliklerdir ki gökyüzünden bahsedilince de dikkatler bu noktalara çevriltilmişti. Uzanan ve bina edilen güzel gökyüzünün ve yayılan, sabit olan ve güzel olan yeryüzünün tablosunda yüce Allah onların kalplerine dokunmakta ve gönülleri, bu kainatın yaratılışındaki hikmete ve kainat sayfalarından bazılarını gözlemeye sevk etmektedir. 8- Bütün bunları, Allah'a yönelen her kulun, gönül gözünü açmak için ve ona ibret vermek için yaptık. Her türlü engeli kaldıran, görüş ufkunu aydınlatan, kalpleri açan ve ruhları şu akıllara durgunluk veren kainata ve onun gerisindeki yaratma, hikmet ve tertibe (düzene) bağlayan bir öğüt ve bir ibrettir bu... Hemen Rabbine dönen bir kulun yararlandığı bir öğüt ve ibrettir bu... Beşer kalbi ile, şu akıl almaz ve güzel kainatın etkilerini birbiri ile buluşturan halka budur işte... Bu halkadır ki, kainat kitabına bakışa ve onu tanımaya beşer kalbinde bir etki bahşeder ve insan hayatına bir değer verir. Kur'an-ı Kerim'in bilgi ile "bilen insan" marifetle "arif olan kişi" arasında kurmuş olduğu ilgi budur... Bu devirde insanların "bilimsel" diye isimlendirdikleri, araştırma ve metotlarının yüce Allah'ın insanlarla, onların yaşadıkları kainat arasında kurduğu ilişkiyi kesip de ihmal ettikleri halka bu halkadır. Bir kere insanlar bu kainatın bir parçasıdırlar. Kalpleri kainatın atışına göre atmadıkça, kalpleri ile bu muazzam kainatın tesirleri arasında bağ güçlü olmadıkça, hayatları sağlıklı ve düzgün olamaz. Yıldızlardan herhangi bir yıldıza, gezegenlerden herhangi bir gezegene, bitkilerden veya hayvanlardan herhangi bir türün bilinmesine kısacası kainatımızdan onun içersinde canlı ve cansız alemlere dair -tabii cansız bir alem varsa, veya şu kainatta cansız bir tek varlık varsa- bütün "bilimsel" bilgiler, derhal beşer kalbine "etki" etmeli, bu kainat ile dost olan "ülfet" ve insanlarla eşya ve canlılar arasında dostluk bağlarını güçlendiren "tanışıklığa" dönüşmelidir... Bu kainatın ve içindeki kimselerle eşyanın yaratıcısına ulaşan birlik fikrine dönüşmelidir... Bu canlı, yönlendirici ve beşer hayatında bir etkiye sahip hedefin önüne engel olan her marifet, ilim ve araştırma eksik marifet, sahte ilim ve güdük bir araştırmadır. Gerçekten bu kainat, her dilden okunan ve her vesile ile anlaşılan Hakk'ın herkese açık kitabıdır. Bu kitabı apartman ve köşklerde oturan medeni insanlar okuyabildiği gibi, çadırda ve kulübede oturan sade birisi de okuyabilir. Herkes, bu kitabı kendi kapasitesi ve anlayışına göre okur ve herkes onu, Hakk arzusu ile okuduğu zaman, bu kitapta Hakk azığı bulur. Bu kitap her zaman mevcut ve açıktır. Ne varki modern ilim, bu öğüt ve ibreti yok ediyor ve beşer kalbi ile apaçık ortada olan ve konuşan kainat arasındaki bağı koparıyor. Çünkü bu modern ilim, kainatla içinde yaşayan yaratıkların aralarındaki bağları koparan "ilmi metod" safsatasının hakim olduğu bozuk kafalardadır. Elbette ki imana dayalı sistem, tek tek gerçeklerin anlaşılmasında "ilmi metod"un ulaştığı neticelerden hiçbirini gözardı etmez, ihmal etmez. Aksine, buna katkıda bulunur, bu tek tek var olan gerçekleri birbirine ve bunları büyük gerçeklere bağlar ve beşer kalbi ile bu büyük gerçekler arasında bağlantı kurar. Yani insan kalbini kainatın kanunlarına ve varlığın gerçeklerine bağlar. Bu kanun ve gerçekleri de insanların duygularında ve hayatlarında güçlü etkenlere dönüştürür, yoksa zihnin bir köşesinde duran, ama zihinlere sırlarından hiçbir şey fısıldamayan kuru ve donmuş bilgiler olarak bırakmaz. Bundan dolayı elde edilen ilmi gerçekleri bu sağlam bağa bağlamak için araştırma ve etüt sahalarında asıl hamleyi imana dayalı sistemin yapması gerekir... Bu kısa bakıştan sonra ayetin devamı, canlandırma ve yeniden dirilme konusu ile ilgili olarak, kainat kitabının bazı sayfalarını gözler önüne sermeye devam ediyor 9- Gökten bereketli su indirdik, onunla bahçeler ve biçilecek taneli ekinler bitirdik. 10- Birbirine girmiş kat kat tomurcukları olan yüksek hurma ağaçları yetiştirdik. 11- Kullara rızık olması için. ve o su ile ölü bir memlekete can verdik. İşte insanların yeniden dirilmesi de böyledir. Gökten inen su, aslında ölü toprağı diriltmezden önce ölmüş kalpleri dirilten bir mucizedir. Yağmurun manzarası hiç şüphesiz kalbe özel bir etki yapar... Yağmurla sevinen ve bu yüzden sevinçle tüy gibi uçan sadece çocuklar değildir. Hassas ruhlu büyüklerin de kalpleri bu manzaradan duygulanır onların da kalpleri daha dünyaya yakında gelmiş masum çocukların kalbi gibi çarpar. Sure burada suyu "bereket" olarak nitelemekte ve suyu bahçelerdeki meyveleri, taneli ekinleri ve hurmaları bitirmek için yüce Allah'ın kudret elinin bir sebebi olarak göstermektedir. Ve ağaçlar güzellik ve yükseklik ile nitelenmektedir: "Birbirine girmiş kat kat tomurcukları olan yüksek hurma ağaçları..." Burada hurma tomurcuğunun "kat kat" olarak nitelenmesi upuzun hurma ağacında küme küme tomurcuğun güzelliğini ortaya çıkarmak içindir. Bu ifadeler de, güzel ve yüce olan Hakk'ın atmosferi ve gölgeleri ile paralellik kurmak içindir. Yüce Allah bahşetmiş olduğu suyu, bahçeleri, taneleri, hurmaları ve tomurcukları hatırlatarak kalplere dokunmaktadır: "Kullara rızık olması için." Evet, yüce Allah'ın sebebini yarattığı, yerden bitirmeyi üstlendiği, tomurcuklarım çıkardığı bir rızık olmak için... Odur Mevla... Onlar ne bunları yapabilirler ve ne de bunlara şükrederler. Ve işte bu noktada ayet, bütün kainat korteji (kafilesi) ile son defa ulaşıyor: "Ve o su ile, ölü bir memlekete can verdik. İşte insanların yeniden dirilmesi de böyledir." Ölü toprağın diriltilmesi olayı onların çevrelerinde sürekli tekrarlanmaktadır. İnsanlar buna alışkındırlar, fakat itirazdan ve hayretlerini ifade etmezden önce buna dikkat etmezler ve bunu görmezler· Halbuki öldükten sonra canlı olarak çıkışınız da ölü toprağın diriltilişi gibi olacaktır... Aynen bu şekilde ve bu kadar basit... Kur'an-ı Kerim bu gerçeği şimdi söylüyor. Çünkü daha önce insanoğlunun kalbine kainat etkilerinden bu uzun, güzel, etkileyici ve yaratana dönen her kalbi canlandırıcı bu etkilerin yığın yığın örneğini vermiştir. İşte kalplerin yaratıcısı kalpleri böyle tedavi eder. Yüce Allah kainat kitabından yukardaki sayfaları sunduktan sonra, insanlık tarihinin kitabından bazı sayfaları gözler önüne seriyor. bu sayfalar, yalanlayıcıların akıbetlerini anlatmaktadır. O zamanlar ki yalanlayıcılar da öldükten sonra dirilme konusunda şu müşrikler gibi kuşku duymuşlar ve onların Hz. Peygamberi yalanladıkları gibi Peygamberlerini yalanlamışlardı. Bu yüzden de Allah'ın hiç şaşmaz ve kaçınılmaz tehdidini hak etmişlerdi. 12- Onlardan önce Nuh kavmi, Res halkı ve Semud kavmi de yalanlamıştı. 13- Ad, Firavun ve Lut'un kardeşleri de. 14- Eyke halkı ve Tubba' kavmi de. Bütün bunların hepsi peygamberleri yalanladılar da üzerlerine tehdidim hak oldu. 15- İlk yaratma ile yorulup aciz mi kaldık ki yeniden yaratamayalım? Doğrusu onlar yeniden yaratılmaktan şüphe etmektedirler. Ayet metninde geçen "Ress" duvarı örülmemiş kör bir kuyu demektir. "Eyke" ise, dalları sık ve birbirine sarılmış gür ağaçlardır. Eykeliler -ağır basan tercihe göre- Hz. Şuayb'ın kavmidir. Ress (kuyu) sahiplerine gelince, onlar hakkında şu kısa ifadeden başka hiçbir açıklama yoktur. Tübba' kavmi de böyledir. Onlar hakkında da hiçbir açıklama yoktur. Tübba' Yemendeki Himyer krallarının lakabıdır. Yalnız burada sözkonusu edilen kavimler o zamanlar bu Kur'an'ı okuyanlarca bilinmekteydi. Zaten açıkça belli ki bu kısa işaretten maksat bu kavimlerin hikayelerini ayrıntıları ile anlatmak değildir. Sadece, Peygamberlerini yalanlamış geçmiş kavimlerin akıbetlerini anlatarak kalplere etki etmektir. Burada dikkati çeken şey bütün bu kavimlerin kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamış olmalarının ifade edilmesidir. "Bütün bunların hepsi peygamberleri yalanladılarda üzerlerine tehdidim hak oldu: ' Bu kısa ifade inanç birliği ile peygamberlik kurumunun özdeşliğini vurgulamak için getirilmiştir. Buna göre bir peygamberi yalanlayan kimse tüm peygamberleri yalanlamış gibi olur. Çünkü bütün peygamberlerin getirmiş olduğu peygamberlik kurumunu yalanlamış olmaktadır. Tüm peygamberler kardeştirler, tek bir toplulukturlar ve zamanın derinliklerine kök salmış bir ağaç gibidirler. Bu ağacın her bir dalı ağacın özelliklerini özet olarak ifade etmekte ve ana ağacın bir resmi olmaktadır. Dolayısı ile, bu ağacın bir dalını zedeleyen ağacın gövdesini ve diğer dallarını da zedelemiş demektir. "Üzerlerine tehdidim hak oldu" Ve dinleyenlerin bildikleri acı akıbet başlarına gelip çatmıştı. Bu kötü akıbetlerin ışığı altında yüce Allah tekrar onların yalanladıkları yeniden dirilme konusuna dönüyor ve soruyor: "İlk yaratma ile yorulup aciz mi kaldık?.." Canlıların yaratılması olayı onların gözleri önünde gerçekleşmiştir. Dolayısı ile onların cevap vermesine gerek yoktur. "Doğrusu onlar yeniden yaratılmaktan şüphe etmektedirler". Mevcut olan yaratıkların şahitliklerini dikkate almamaktadırlar. O halde önlerindeki bu şahidi de olayı da yalanlayan kimseler neleri hak etmezler ki! Surenin ikinci bölümü de birinci bölümün ele aldığı yeniden dirilme konusunu işlemeye devam etmektedir. Bu bölüm aynı zamanda yalanlayan kalplere yeni yeni dokunuşlarla şifa sunmaktadır. Fakat bu dokunuşlar ürpertici ve korkunçtur. Bu dokunuşlar, sureyi sunarken sözünü ettiğimiz ilahi kontroldür. Sonra, bu kontrolü canlandıran ve somutlaştıran ilahi kontrolün sahneleridir. Ardından ölüm ve ölüm sarhoşluğu manzaraları... Sonra hesaba çekilme ve amel defterlerinin herkese gösterilmesi sahneleri... Sonra ağzını iştahla açmış kendisine yakıtı olan insanlar atıldıkça tadına varan ve zevkle "Daha yok mu?" diyen bir cehennem tablosu... Ve bunun yanıbaşında cennet, nimet ve ikram tabloları... İşte yeni dokunuşlar bunlardır. Doğrusu, doğumdan başlayan ölüm istasyonuna uğrayan ve yeniden dirilme ve hesaba çekilme ile son bulan tek bir yolculuktur bu. Durmadan, dinlenmeden devam edip giden tek bir yolculuktur. Bu yolculuk, insan oğlunun gönlüne kendisinden kopulup sapılmaz biricik yolu çizmektedir. İnsanoğlu yolun başından sonuna kadar, yüce Allah'ın kutsal kudret elinin avucundadır, ordan kayıp kaçması veya kurtulması mümkün değildir. Ve onun hiçbir şeyi dikkatten kaçırmaz ve asla gevşemez kutsal kontrolü altındadır. Ve yine doğruyu söylemek gerekirse bu yolculuk insanın duygularını korku ve ürperti ile dolduran korkunç bir yolculuktur. Kalplerden geçeni bilen, dilediğini zorla yaptırmaya kadir (Cebbar) olan Allah'ın kudret elinin avucunda olduğunu hisseden bir insan nasıl olur da ürpermez? Ve yine, hiçbir şeyi unutmayan, hiçbir şeyi dikkatten kaçırmayan ve asla uyumayan herkese yaptıklarının karşılığını vermeye kadir olan bir tek yaratıcı tarafından çağırıldığını hisseden bir kimse nasıl olur da ürpermez? Doğrusunu söylemek gerekirse, insanoğlu yeryüzündeki hükümdarların kendisini, casusları ve gözcüleri vasıtası ile izlediğini, her hareket ve davranışını gözetlediğini bilip hissederse, korkusundan tir tir titrer, sarsılıp, dengesini yitirir ve kendinden geçer. Oysa yeryüzündeki hükümdarların gözcüleri ne olursa olsunlar o insanın ancak dışa vuran hareketlerini gözetleyebilir. İnsan evine sığınınca, kapısını kapatınca, ağzını sıkı tutunca bu gözcülerden ve hükümdardan kendisini korur. Oysa Cebbar olan Allah'ın kudret elinin avucu böyle mi? İnsan nereye kapanırsa kapansın nereye giderse gitsin ilahi kudret elinin altındadır. Allah'ın kontrolü vicdanlara ve kalpleredir. Şimdi düşünelim. Bir insan bu ilahi avuçda ve şu kontrol altında olduğunu hissettiği zaman ne hale gelir? Nasıl olur da titremez? 16- Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, çünkü biz ona şah damarından daha yakınız. Ayetin başındaki "Andolsun ki insanı biz yarattık" ifadesi, bu ifadenin dolaylı anlamının gereğine işaret etmektedir. Şöyle ki: Bir aleti yapan elbette ki onun yapısını ve sırlarını başkalarından daha iyi bilir. Halbuki o, sözkonusu aletin yaratıcısı değildir. Çünkü o aletin ana maddesini o yaratmamıştır. O halde şekil vermekten ve onu monte etmekten başka bir şey yapmamıştır. Bir aleti yapan, onun sırrını ve yapısını bildiğine göre, insanı yoktan var eden, ona varlık niteliği kazandıran ve yaratan yaratıcı neleri bilmez? Elbette insanoğlu aslında yüce Allah'ın kudret elinden çıkmıştır. O halde insanoğlu, bütün benliği, niteliği, ve sırları ile, kendi ana kaynağını, çıkış noktasını, halini ve varacağı yeri bilen yaratıcısının önünde apaçık ortadadır. "Ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz." İşte böylece insan, kendi nefsini apaçık ortada bulur. Kendisinin inkar ettiği ve reddettiği hesap gününe hazırlık olmak üzere nefsini hiçbir perdenin örtemediğini ve içinden geçen her duygu ve fısıltının yüce Allah tarafından bilindiğini görür. "Biz ona şah damarından daha yakınız..." İçinde kanının dolaştığı şah damarından daha yakınız ona. Bu herşeye malik olan kutsal kudret elinin avucunu ve dolaysız kontrolü canlandıran bir ifadedir. İnsanın bu gerçeği düşündüğü zaman titrememesi ve kendisini hesaba çekmemesi mümkün değildir. Eğer insan sadece şu ifadenin anlamını kafasında canlandırabilseydi, Allah'ın hoşnud olmayacağı bir tek sözü bile söylemeye ve hatta kabul buyrulmayacak bir tek düşünceyi bile aklından geçirmeye cesaret edemezdi. İnsanın sürekli bir kaçınma, devamlı bir korku ve hesaba çekilmeyi asla dikkatten kaçırmayacak şekilde uyanıklık içinde yaşaması için şu bir tek ayet bile yeterlidir. Ancak ne var ki Kur'an-ı Kerim, kutsal kontrol kavramını pekiştirmek için konudan konuya geçiyor. Bir de bakıyor ki insanoğlu, yaşarken, hareket ederken, uyurken, yerken, içerken, konuşurken, susarken ve bütün yolculuklarını yaparken sağından ve solundan kendisi için görevlendirilmiş iki melek arasındadır ve her hareket ve sözünü daha anında almakta ve yazmaktadırlar. 17- Çünkü onun sağında ve solunda oturan, her davranışı yakalayıp tesbit eden iki melek vardır. 18- İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında gözetliyen, dediklerini zapteden bir melek hazır bulunmasın. Ayette geçen Rakip ve Atid hemen ilk anda akla geldiği gibi bu iki meleğin ismi değildir. İnsanın her hareket ve sözünü kaydeden her an hazır ve gözcü iki melek demektir. Biz bu iki meleğin amelleri nasıl kaydettiğini bilmiyoruz. Hiçbir temele dayanmayan hurafe ve vehimleri sıralamaya da gerek yoktur. Gayba ait olan bu gerçekler karşısında tutumumuz şudur bizim. Bunları oldukları gibi alırız, nasıl olduklarını araştırmaya kalkışmadan ifade ettiği anlamlara inanırız. Çünkü bunların nasıl olduklarını bilmek bize hiçbir şey kazandırmaz. Üstelik bu gayba dair gerçekler ne tecrübelerimizin ve ne de beşeri bilgilerimizin alanına girmezler. Bizler bugün -görülen beşeri bilgi alanımız içinde- atalarımızın akıllarının ucundan bile geçmeyen kayıt araçları tanıyoruz. Bu araçlar hareket ve sesleri kaydetmektedir. Teyp kasetlerini, sinema ve video kasetlerini bunlara örnek olarak verebiliriz. Tabii bütün bunlar beşer olan bizlerin ellerinde olan araçlardır. Kaldı ki, meleklerin kayıt yöntemlerini, bizim beşeri ve sınırlı düşüncemizin ürünü olan belirli tescil yöntemi ile sınırlandırmamız için hiçbir neden olmaması haydi haydi gereklidir. Çünkü bizim beşeri tasavvurlarımız bizim için meçhul olan o alemden nihayet son derece uzakta bulunmaktadır. Biz o alemden ancak Allah'ın bizlere haber verdiği kadarını bilmekteyiz. Fazla değil. Bu canlandırılan gerçeklerin ışığı altında yaşamak ve yapacağımız her harekete ve söyleyeceğimiz her söze karar verir vermez, yüce katında hiçbir şey ve kırıntının asla zayi olmadığı yüce Allah'ın huzurunda hesap defterimizde yer alsın diye, sağımızda ve solumuzda her hareket ve sözümüzü bir kaydedenin bulunduğunu hissederek yaşamak, yeter bize. Evet, bu korkunç gerçeğin ışığı altında yaşamamız yeter. Bizler nasıl olduğunu bilmesek bile bu bir gerçektir. Bu gerçek herhangi bir şekle bürünmüş kendine göre şekli olan bir varlıktır. Bunun varlığını inkar etmeye imkan yoktur. Yüce Allah bu gerçeği bizlere haber vermiştir ki ona göre hesabımızı yapalım diye, yoksa onun nasıl ve ne şekilde olduğunu öğrenmek için boşu boşuna enerjimizi harcayalım diye değil. Doğrusu bu Kur'an'dan ve Kur'an'la ilgili gerçeklere dair Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- eğitiminden yararlananların izledikleri yol bu idi. Onların yolu hissetmek ve duyduklarını yaşamaktı. İmam Ahmet der ki: "Bana Ebu Muaviye anlattı. Ona Leys kabilesinden Alkame oğlu Amr oğlu Muhammed anlatmış. Alkame'nin oğlu babasından, o da Alkame'nin dedesinden (kendi babasından) duymuş. Alkame'nin dedesi de Müzen kabilesinden Haris oğlu Bilal'den, Bilal de Resulullah'tan -salât ve selâm üzerine olsun- duymuş. Resulullah der ki: "Şüphesiz bir kişi yüce Allah'ı hoşnut edecek bir kelime söylediği zaman bu kelimenin nereye ulaşacağını tahmin bile edemez. Yüce Allah o söz sayesinde o kişiye, kendisine hoşnud olarak kavuşacağını yazar. Ve şüphesiz bir kişi de yüce Allah'ı öfkelendirecek bir kelime söylediği zaman onun nereye ulaşacağını tahmin edemez. Bu söz nedeni ile, Allah Teala o kişiye kendisine öfkeli olarak kavuşacağını yazar:" İmam Ahmed'in nakline göre Alkame dermiş ki: "Haris oğlu Bilal'in naklettiği bu hadis benim nice sözlerime engel olmuştur." (Hadisi Tirmizi, Nesai ve ibn Mace Amr oğlu Muhammed zinciri ile nakletmişlerdir. Tirmizi hadis için sahih ve hasendir demiştir). Hikaye edilir ki, İmam Ahmet ölüm anı yaklaşınca inlemekteyken, inlemenin yazıldığını duyar ve ruhu yüce Allah'ın hoşnutluğuna akana kadar bir daha inlemez, susar. İşte o insanlar bu gerçekleri böyle alıyorlar ve bunlarla yakini (kesin) bir iman içinde yaşıyorlardı. Bu anlatılanlar hayat sayfası idi. İnsanın hayat kitabında bu sayfadan sonra, insanın ölmek üzere olduğu anı yansıtan sayfa var. 9- Ölüm sarhoşluğu bir gün Hakk'ı getirirde "İşte ey insan bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir" denir. Beşer denilen şu yaratığın en çok ürktüğü, hatırından hayalini en çok uzaklaştırmaya çalıştığı şey ölümdür. Fakat ölümden kaçmak ne mümkün! Ölüm sürekli insanı istemektedir. Bıkmaz usanmaz istemekten. İnsana doğru attığı adımlar asla gevşemez. Vaktini asla şaşırmaz. Burada ölüm sarhoşluğundan söz edilmesi, insanı iliklerine kadar titretmeye yeter. Ölüm sarhoşluğu sahnesi sunulurken insan bir de Allah Teala'nın "İşte ey insan bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir" sözünü işitiyor. İnsan henüz ölmeden ve bu dünyada iken bu sesin yankısı ile tir tir titriyor. Bir de ölüm sarhoşluğu içinde kıvranırken bu söz kendisine söylenince kimbilir ne hale gelir? Nitekim sahih bir hadiste yer aldığına göre, Resulullah vefat edeceği zaman, yüzünden mübarek terlerini silerek buyurmuş ki: "Sübhanellah! Gerçekten ölümün sarhoşlukları vardır..." Resulullah yüce dostu seçmiş ve Allah Teala'ya kavuşmaya özlem duymuş olduğu halde bunu söylerse, ya ondan başkalarının hali nice olur? Burada Hak sözcüğünün zikredilmesi dikkati çekiyor. "Ölüm sarhoşluğu birgün Hakkı getirir." Bu ifade, insan ruhunun ölüm sarhoşluğu esnasında gerçeği tam olarak göreceğine işaret etmektedir. İnsan ruhu gerçeği engelsiz görür o zaman. Bilmediği inkar ettiği gerçeği idrak edip anlar. Fakat iş işten geçtikten sonra, görmek bir fayda vermez, idrak etmek bir yarar sağlamaz, tevbe kabul olunmaz ve iman hesaba katılmaz olduktan sonra gerçeği idrak edip, anlamak ne işe yarar? İşte onların yalanlayıp da bu yüzden bocalamaya düştükleri gerçek budur. Bunu anladıkları ve tasdik ettikleri zaman bu iman hiçbir yarar sağlamaz ve bir anlam ifade etmez artık... Ölüm sarhoşluğundan, Haşr ile ilk kez yüzyüze gelişe ve hesap gününün dehşetine geçiliyor. 20- Sur'a üfürülür. İşte bu geleceği söz verilen gündür. 21- Her can, yanında bir sürücü ve bir şahidle gelir. 22- Ona: "Andolsun ki, sen, bundan gafilsin; işte senden gaflet perdesini kaldırdık, bugün artık görüşün kesindir" denir. 23- Yanındaki arkadaşı: "İşte yanımdaki hazır" dedi. Bu öyle bir sahnedir ki, bu sahnenin ruhlarda canlandırılması, insanoğlunun yeryüzünde bütün gezisi boyunca sürekli bir korku, çekingenlik ve dikkat içinde bulunması için yeterlidir. Nitekim Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun"Sur'u üfleyerek melek sur'u ağzına almış, yüzünü dönmüş ve kendisine izin verilmesini beklerken nasıl olur da insan rahat eder." Orda bulunanlar "Ya Resulallah! O zaman ne diyelim?" dediklerinde, buyurmuş ki: "Allah bize yeter O ne güzel vekildir" deyin. Onlar da "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" demişlerdir. (Hadisi Tirmizi rivayet eder) "Her can yanında bir sürücü ve bir şahitle gelir" Her nefis gelir. Hesaba çekilecek olan ve yaptıklarının karşılığını görecek olan bu nefistir. Beraberinde kendisini sevk edecek bir sürücü ve bir de aleyhine tanıklık edecek şahit vardır. Belki de bu ikisi, dünya hayatında onu koruyan ve amellerini yazan yazıcı meleklerdir. Bunlardan başkaları da olabilir fakat birinci ihtimal daha ağır basıyor. Bu sahne dünya mahkemelerine götürülmeye son derece benzemektedir, ancak burada Cebbar (Her dilediğini zorla yaptıran) Allah'ın huzurunadır sevkediliş! Bu sıkıntılı ve son derece zor durumda ona denilir ki: "Andolsun ki sen bundan gafildin; işte senden gaflet perdesini kaldırdık. Bugün artık görüşün keskindir." Keskindir artık görüşün. Çünkü onu engelleyecek hiçbir perde yoktur. Senin dikkat etmediğin ve gafil olduğun an bu andı. Tedbirini almadığın durum bu durumdu. Beklemediğin son bu son idi. Şimdi bak bakalım. Bugün artık görüşün keskindir. O sırada arkadaşı öne atılıyor. Ağır basan görüşe göre, bu hayatının kaydedildiği defteri taşıyan şahit olsa gerektir. "Yanındaki arkadaşı; `işte yanımdaki hazırdır' der." Mevcuttur, hazırdır, hazırlanmıştır. Hazırlamaya, ihtiyacı yoktur onun. İlahi ifade, burada hemen hükmün imzalanıp yerine getirilişini ifade etmek için, amellerin kaydedildiği bu defterin kontrolüne dair hiçbir şeyden sözetmiyor. Doğrudan doğruya, sürücü ve şahit olan koruyucu iki meleğe yüce ve şerefli hitabtan sözediyor: |