Durumu: Medine No : 5587 Üyelik T.:
05 Aralık 2008 Arkadaşları:14 Cinsiyet: Memleket:İstanbul Yaş:35 Mesaj:
2.537 Konular:
2038 Beğenildi:116 Beğendi:0 Takdirleri:270 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Fizilalil Kuran Muhammed Suresi Tefsiri Fizilalil Kuran Muhammed Suresi Tefsiri 47-Muhammed 1- Allah, inkar edip kendisinin yoluna engel olanların işlerini boşa çıkarmıştır. 2- İnanıp iyi ameller işleyenlerin, Rabbleri tarafından Muhammed'e in, dirilen gerçeğe inananların da günahlarını örtmüş ve hallerini düzeltmiştir. 3- Bunun sebebi, inkar edenlerin batıla uymaları, inananların da Rablerinden gelen hakka uymuş olmalarındandır. İşte Allah, onların durumlarını, insanlara böyle anlatır. Bu başlangıç hiçbir ön hazırlık ve çalışma olmadan yapılan saldırıyı simgeliyor. İnkara saparak Allah yolundan yüz çevirenlerin -ister sadece kendileri yüz çevirmiş olsunlar isterse kendileri ile birlikte başkalarını da engellemiş olsunlar fark etmez- yüzyüze geldikleri amellerinin boşa çıkarılışı yaptıkları bu amellerin tamamen boşa çıkarıldığını ve iptal edildiğini ifade ediyor. Ancak ne var ki bu anlam bir hareket içinde somutlaşıyor. Çünkü bir de bakıyoruz ki bu yaptıkları ameller darma dağınık ve yoldan çıkmıştır... Bu dağılmanın ve yoldan çıkmanın sonucuna baktığımızda, birde ne görelim, görülen manzara amellerin yok oluşu, görülen, amellerin kayboluşu. Bunlar ise amellere, canlılık veren hareketlerdir. Sanki o ameller birer canlı kişidirler ve yoldan çıkarılmış, ortadan kaldırılmışlardır. Bu hareket, anlama bir derinlik kazandırmakta ve anlamın çağrışımlarını yansıtmaktadır. Sanki bir savaş sahnesi ile karşı karşıyayız. Bu savaşta ameller insanlardan, insanlar da amellerden ürküp kaçmaktadır ve sonunda da ameller kaybolup gitmektedir. Belki de boşa çıkarılan bu amellerden özellikle yaptıkları sonra da arkasından bir yarar umdukları ve dışardan bakılınca düzgün görülen ameller kastedilmektedir. Ancak iman olmadıktan sonra iyi amelin ne kıymeti vardır? O halde bu iyilik tamamen şeklî olup herhangi bir gerçeği ifade etmemektedir. İtibar edilen, dikkate alınan o amelin yapılmasını doğuran etkendir yoksa amelin şekli değildir. Bazen amelin etkeni iyi ve hoş birşey olabilir. Ancak o amel bir iman temeline dayanmayınca, gelip geçici olarak dikkatsizce yapılan şey ya da alışılmamış bir duygu olur. Böyle bir amel vicdanda değişmez ve apaçık bir şekilde yer etmiş, hayatın geniş açık çizgisine bağlı olan bir sisteme ya da, varlık aleminin köklü yasasına bağlı değildir. O halde insan ruhu, her yönelişinde, kendisinden harekete geçsin ve her davranışında ve yönelişinde kendisine başvuracağı bir kaynağa bağlansın diye mutlaka iman etmelidir. İşte o zaman iyi amelin bir anlamı, bir hedefi, bir sürekliliği ve ilahi sistem uyarınca vereceği sonuçları olur. Bu ilahi sistem bu kainatın tüm elemanlarını bir kanuna bağlar, her amel ve her harekete bir fonksiyon yükler. Ve bu varlık aleminin bünyesinde fonksiyonunu yapmasında ve gayesine varmasında da bir etki bahşeder. Öte yandan "İnanıp iyi ameller işleyenlerin, Rabbleri tarafından Muhammed'e indirilen gerçeğe inananların da günahlarını örtmüş ve hallerini düzeltmiştir" vardır. Ayette yer alan birinci "iman edenler" deyimi, Hz. Muhammed'e indirilen Kur'an'a iman etmeyi de içerir. Ancak ne var ki ifadenin akışı Kur'an'ı, "Rabbleri tarafından bir hak" olma niteliği ile nitelemek ve bu anlamı pekiştirip yerleştirmek için ön plana çıkarıyor ve gözler önüne seriyor. Vicdanda yer etmiş bir imanın yanısıra, hayatta dışa vuran amel etmek de gerekir. Amel, imanın varlığını, canlılığını ve çağlayıp kaynadığını gösteren bir meyvedir. İşte yüce Allah, inkar edenlerin amellerini, şeklen ve dış görünüş açısından güzel görünseler bile, iptal edip boşa çıkarmasına karşılık, bu iman edenlerin "...hallerini düzeltmiştir." Yüce Allah iyi bile olsa kafirin amelini boşa çıkarırken, müminin günahını bağışlamaktadır. Bu da imanın değerini, Allah katında ve gerçek hayattaki kıymetini ortaya çıkaran mutlak ve tam bir karşılaştırmadır. "Ve Allah hallerini düzeltmiştir." Bir kimsenin durumunun düzeltilmesi, kıymet, değer ve sonuç açısından iman nimetinden sonra gelen büyük bir nimettir. Ayetin bu ifadesi, iç huzuru, rahat, hoşnutluk ve esenlik çağrışımı vermektedir. insanın zihni sağlıklı olunca, duygu ve düşünce de düzgün ve doğru olur, kal ve vicdan huzurlu olur, duygu ve sinirler rahata kavuşur, ruh hoşnut olur, ruh güvenlik ve esenlikten yararlanır... Bütün bunlar elde edildikten sonra, hangi nimet ve faydalanma eksik kalır? Doğrusu bu, parlak, aydınlık ışık dolu bir ufuktur. Neden mümin olanların günahları bağışlanır ve durumları düzeltilirken, inkara dalanların amelleri boşa çıkarılmıştır? Bu bir kayırma değildir. Tesadüf de değildir. Rastgele hiç değildir. Bu tam anlamı ile bir olgudur. Bu olgunun değişmez bir temeli vardır. Bu olgu Allah'ın gökleri yeri hak üzere yarattığı ve temel olarak hakkı seçtiği gün, varlık aleminin boyun eğmiş olduğu ezeli, köklü kanuna bağlıdır: "Bunun sebebi inkar edenlerin, batıla uymaları, inananların da Rabbinden gelen hakka uymuş olmalarındandır." Batılın şu varlık aleminin benliğine işleyen kökleri yoktur. Dolayısı ile batıl gelip geçicidir, yok olmaya mahkumdur. Batılın peşinden giden herkes ve batılın ürünü olan herşey de böyle gitmeye ve yok olmaya mahkumdur. Dolayısı ile inkara sapanlar batılın peşinden gittiklerinden amelleri yok olmuş ve kendilerine yararlı en ufak bir kırıntı kalmamıştır o amellerden... Hak ise, köklü ve değişmezdir. Gökler ve yeryüzü hakkın temeli üzere ayaktadır. Ve hak kainatın derinliklerine kök salmıştır. Dolayısı ile hakka yapışan ve hak üzere olan herşey varlığını sürdürür. Müminler Rabbleri katından gelen hakka uydukları için, yüce Allah elbette onların günahlarını bağışlayacak ve durumlarını düzeltecektir. Dolayısı ile bu, değişmez temelleri ve ezeli nedenleri olan kararlaştırılmış ve apaçık bir olgudur. O halde, bu dikkatsizce yapılan, tesadüfen ve rastgele olan bir olgu değildir. "Allah onların durumlarını insanlara böyle anlatır." Allah kendilerini ölçmek ve değerlendirmek için başvuracakları kuralları onlara böylece verir. Onlar da birşeyi değerlendirmek için başvurdukları ve kendilerinin de bağlısı oldukları ölçüyü öğrenirler de ölçme ve değerlendirmede yanılgıya düşmezler. KAFİRLERİN BOYUNLARINI VURUN Surenin birinci ayetinin belirlemiş olduğu bu ilke müminlere kafirlere karşı savaş emrinin verilmesini doğurmuştur. Çünkü müminler sabit değişmez hak yoldadırlar. Bu hakkın yeryüzünde kök salması, yeryüzüne egemen olması, insanların ve hayatın kaderine hakim olması gerekir. Bundan hedef ise insanların hakka ulaşmaları ve hayatlarını bu ilkeye göre temellendirmeleridir. İnanmayanlar ise, ortadan kaldırılması ve izleri hayattan silinmesi gereken batıl yoldadırlar. 4- İnkar edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (onları esir alın). Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin. Allah dileseydi onlardan başka türlü de öç alabilirdi. Bunun öyle olması kiminizi kiminizle denemek içindir. Ancak kendi yolunda ölenlerin yaptıklarını boşa çıkarmaz. Bu ayette "karşılaşmak"tan gaye; inanmayanlarla savaş ve çarpışmak üzere karşı karşıya gelmektir. Yoksa hedefsiz olarak sadece karşılaşmak değildir. Bu sure inene kadar Arap yarımadasında müşriklerin bir kısmı müslümanlarla savaş halinde, bir kısmı da adlaşmalı idiler. Ve henüz Berae (Tevbe suresi) inmemişti. Bu sure, müşriklerle belirli süre ile sınırlı olarak yapılan antlaşmaları o sürenin sonuna kadar geçerli sayarken herhangi bir süre ile sınırlı olmayan antlaşmalar için dört aylık bir süre tanıyordu. Bu sürenin sonunda Arap yarımadasındaki müşriklerin nerede ele geçirilirlerse -islamın kuralı olarak- orada öldürülmeleri emrediliyordu. Ya da müşriklerin islama girmeleri gerekiyordu. Bundan hedef ise kuralı artık islamın belirlemesi gerektiği idi. İnançsızlarla karşılaşıldığı zaman emredilen boyun vurma doğal olarak kendilerine islama girmeleri teklif edildikten ve onların da girmekten kaçınmalarından sonra sözkonusudur. Bu ayet surenin savaş atmosferine ve çağrışımlarına uygun olarak, öldürme işlemini doğrudan doğruya dışa vuran şekli ile ve bu öldürmeyi simgeleyen hareketle canlandırmaktadır. "Nihayet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (onları esir alın)." Ayette geçen "ishan" düşmanı öldürmekte aşırı gitmektir. Bundan hedef ise düşmanın gücünü kuvvetini kırmak, birbiri ardı sıra kırılıp ölmesini sağlamaktır. Ki artık bir daha düşman kendisine gelip de saldıracak ya da kendini savunacak gücü bulamasın... İşte o zaman -bundan önce değil- esir düşen tutsak edilir ve kelepçesi sıkı tutulur. Ama düşman hala gücünü yitirmemişse "ishan" ve öldürmede aşırı gitme bu tehlikeyi kırmak için ana hedef olarak kalır. Buna göre, bu ayetin anlamı ile yüce Allah'ın Bedir savaşında düşmanı öldürmek yerine çok esir aldıklarından dolayı Peygamberini ve müslümanları azarlayıp çıkıştığı Enfal suresinin ayetleri arasında çelişki olmaz. O zaman kafirleri öldürmek daha uygundu. Nitekim o ayette yüce Allah: "Yeryüzünde üstünlüğünü perçinlemedikçe hiçbir Peygamberin esir alması yerinde değildir. Siz geçici dünya malını istiyorsanız. Oysa Allah sizin hesabınıza ahireti istiyor. Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir. Eğer Allah'ın daha önce kesinleşmiş (ve bu konuda lehinize işleyen) bir hükmü olmasaydı esirlerin karşılığında aldığınız fidyeler yüzünden başınıza büyük bir azap gelirdi" (Enfal suresi 67-68). Öncelikle, düşmanın gücünü ve kuvvetini kırmak için "ishan" gerekir. Esir almak bundan sonraki aşamada sözkonusudur. Bunun nedeni gayet açıktır. Çünkü islama düşman ve saldırgan olan gücün ortadan kaldırılması savaşın ilk hedefidir. Hele hele, İslam toplumunun sayısal gücü az ve sınırlı ve çoğunluk müşriklerin yanında ise, müşriklerden bir tek eli silahlı askerin saf dışı edilmesi bile -o zamanlar olduğu gibi- güç dengesi açısından çok büyük önem taşıyorsa daha da öncelik kazanır. Bu hüküm, genel anlamı ile her zaman, düşmanın gücünü kuvvetini kırmayı ve düşmanı hem saldırı hem de savunma yapamayacak şekilde güçsüz bırakmayı sağlayacak biçimi ile hala geçerlidir. Bundan sonra esirler hakkındaki hükme gelince, bu ayet o hükümleri, belirlemektedir. Nitekim bu ayet esirlere dair hükümleri içeren biricik Kur'an ayetidir: "Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin." Yani, düşman askeri esir alındıktan sonra ya herhangi bir karşılık alınmadan salıverilir. Onlardan bu salıverme karşılığı herhangi bir mal alınmadığı gibi, bunların karşılığında müslüman esir kurtarılmasına gidilmez. Ya da fidye karşılığı salıverilir. Bu fidye bir mal olabilir, bir çalıştırma zorunluluğu olabilir, tutsak düşen müslümanların salıverilmeleri karşılığı olabilir. Bu ayette müşrik tutsaklar için öldürülme ya da köleleştirilme gibi üçüncü bir ihtimal sözkonusu edilmiyor. Ancak bir uygulama biçimi olarak gördüğümüz şu ki; Resulullah ve kendisinden sonra gelen halifeler -çoğunlukla- tutsakları köle edinmişler bazı belirli durumlarda ise öldürülmüşlerdir. , Biz burada bu ayetle ilgili olarak Hanefi bilgin İmam Cessas"ın Ahkamul Kur'an isimli eserinde yer alan açıklamaları aktaracak, arada açıklamayı uygun gördüğümüz noktalarda açıklama yapacağız. Sonra da bu konuda düşündüğümüz hükmü belirteceğiz. Allah Teala "İnkar edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun" buyurmaktadır. Ebu Bekr Cessas der ki: "Bu ayetin sözcük ve cümlelerinin yansıttığı anlam tutsakların öldürülmesini gerektirir. Bundan başka bir çözüm yoktur. Bunun dışındaki çözüm düşmanı tamamen yenip güçsüz hale getirdikten sonra gündeme gelir. Bu ayet Enfal suresindeki "Yeryüzünde üstünlüğü perçinlemedikçe hiçbir peygamberin esir alması yerinde değildir" (Enfal suresi, 67) ayetinin benzeridir. Bu ifade doğrudur, her iki ayet arasında bir çelişki yoktur." Hakem oğlu, Muhammed oğlu, Ca'fer oğlu Muhammed nakleder. O da İb-nu'l Yeman oğlu Muhammed oğlu Cafer'den nakleder. Bu Ebu Ubeyd'den, Ubeyd'in babası Salih oğlu Abdullah'tan, o Salih oğlu Muaviye'den, o da Ebu Talha oğlu Ali'den o da İbn-i Abbas'dan nakleder. İbn-i Abbas, "Yeryüzünde üstünlüğü perçinlemedikçe hiçbir peygamberin esir alması yerinde değildir" (Enfal suresi, 67) ayeti hakkında der ki: Bu durum Bedir günü için sözkonusu idi. Çünkü o zamanlar müslümanlar azınlıkta idiler. Müslümanlar çoğalınca ve güçleri artınca Allah bu ayetten sonra tutsaklar hakkında "Savaş sona erince de onları ya karşılıksız veya fidye karşılığında salıverin" ayetini indirdi. Ve peygamber ile müminlere tutsaklar konusunda tercih hakkı verdi. Artık dilerlerse tutsakları öldürebilirler dilerlerse köle edinirler. Ve yine dilerlerse tutsakların vereceği fidyeyi kabul edip onları serbest bırakırlar. Ebu Ubeyd "Dilerlerse köle edinirler" ifadesini söylemediğinde kuşku duymuştur. (Köle edinme konusunun İbn-i Abbas tarafından söylenmediği hakkında kuşku vardır, bu nedenle onu bir yana bırakıyoruz. Ama tutsakları öldürmenin caiz olacağı hakkında ayette bir dayanak görmüyoruz. Çünkü ayetin ifadesi ya karşılıksız ya da fidye karşılığı salıvermektir.) Muhammed oğlu Ca'fer, Ebu Ubeyd'den, o da Mehdi ve Haccac'dan bu ikisi de Süfyan'dan naklederler. Süfyan der ki: Süddi'nin "Ya karşılıksız ya da fidye karşılığı salıveriniz" ayetini açıkladığını duydum. Diyordu ki; bu ayetin hükmü yürürlükten kaldırılmıştır. Ortadan kaldıran ayet ise; "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz" (Tevbe suresi, 5) ayetidir. Ebu Bekr El-Cessas der ki: "Kafirlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurunuz" ayetinin "Yeryüzünde üstünlüğü perçinlemedikçe hiçbir peygamberin esir alması yerinde değildir" (Enfal suresi, 67) ayetinin ve "Eğer savaşta onları ele geçirirsen, onları geride kalanlara bir ibret olacak biçimde cezalandır" (Enfal suresi, 57) ayetinin yürürlüğü ortadan kaldırılmış değişmez birer hüküm ifade etmeleri mümkündür. Çünkü yüce Allah, peygamberine savaşta onları şiddetle öldürmesini emretmiş tutsak almayı yasak etmiştir. Bu hükümden ancak onlar tamamen boyun eğdirilip bastırıldıktan sonra dönmeye izin verilmiştir. Bu hüküm müslümanların sayılarının az, düşmanları olan müşriklerin sayılarının çok olduğu zaman sözkonusu idi. Müşrikler adam akıllı öldürüldükten ve gerek öldürülerek gerekse darmadağın edilerek yenik duruma düşürüldükten sonra sağ bırakılmaları caiz olmuştur. O halde islamın ilk devirlerindeki müslümanların durumu gibi bir durum yine oluşursa uygulanmak üzere bu hükmün değişmez bir hüküm olarak kalması gerekir." "Biz diyoruz ki: Müşriklerin ele geçirildiği yerde öldürülmelerinin emredilmesi Arap yarımadası müşriklerine özgüdür. Oysa Muhammed suresindeki ayet özel bir durum için değil, aksine her türlü durumlar için amel edilmesi gereken bir hüküm ifade eder. Yeryüzünde inançsızları tamamen yenip güçsüz duruma getirince artık esir almak caiz olur. Resulullah'dan sonra devlet başkanı olan halifelerin uygulamaları böyle idi. Doğal olarak Berae (Tevbe) suresi indikten sonra da uygulama böyle olmuştu. ve müslümanlar bazı belirli durumlar hariç tutulan tutsakları öldürmemişlerdir. Buna ilerde değineceğiz." "Onları karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin" ayetine gelince... Bu ayetin akla ilk anda gelen dış anlamı iki seçenekten birisini uygulamayı gerektiriyor. Ya, karşılıksız salıvermek ya da fidye karşılığı salıvermek. İslam bilginleri bu konuda fikir ve görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Haccac İbn-i Fidale oğlu Mübarek'ten, o da el Hasen'den naklederek El Hasen in tutsakların öldürülmelerini hoş görmediğini ve "Ya karşılıksız salıver ya da fidye alarak serbest bırak" dediğini ifade eder. Cafer, Ebu Ubeyd'den, o da Huşeym'den. Huşeym Eş'as'ten nakleder. Eş'as der ki: Ata'a tutsakları öldürmenin hükmünü sordum. O da: Ya karşılıksız salıver ya da fidye alarak serbest bırak dedi. Eş'as aynı soruyu El Hasen`e sordum o da: Resulullah Bedir tutsaklarına nasıl davranmış ise öyle yapılır. Ya karşılıksız salıverilir ya da fidye alınıp bırakılır, dedi. Rivayet olunduğuna göre İbn-i Ömer'e İstahr kodamanlarından büyük bir kodaman öldürülmek üzere teslim edilmiş İbn-i Ömer onu öldürmekten kaçınmış ve "Ya karşılıksız veya fidye mukabili salıverin" ayetini okumuş. Mücahid ve Muhammed İbn-i Sirin'in de tutsakların öldürülmelerini hoş görmedikleri rivayet edilmektedir. Süddi'nin, "Ya karşılıksız ya da fidye karşılığı salıverin" ayetinin "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz" (Tevbe suresi 5) ayeti ile yürürlükten kaldırıldığını söylediğini nakletmiştik. Bu görüşün aynısı İbn-i Cüreyc'den de nakledilir. Cafer, Ebu Ubeyd, Haccac rivayet yolu ile, İbn-i Cüreyc in bu ayetin hükmünün yürürlükten kaldırıldığını söylediği nakledilir. İbn-i Cüreyc: Resulullah Bedir günü Ebu Muayt oğlu Ukbe'yi tutukladıktan sonra öldürtmüştür der. Ebu Bekr El Cessas der ki: Arap yarımadası dışındaki önemli İslam hukukçuları tutsakların öldürülebileceğinde görüş birliği içerisindedirler. Bu konuda aralarında görüş ayrılığı olduğunu bilmiyoruz. Resulullah'ın savaş tutsaklarını öldürdüğü haberleri bize yalan üzere birleşmesi imkansız derecede çok kişi tarafından nakledilmiştir. Söz gelimi Bedir günü tutsak aldıktan sonra Ebu Muayt oğlu Ukbe ile, Haris oğlu Nadr'ı öldürtmüştür. Uhud günü, tutsak alındıktan sonra şair Ebu İzze'yi öldürtmüştür. Kureyza oğulları Muaz oğlu Sa'd'ın haklarında vereceği hükmü kabul ettikten sonra, hüküm sonucu onları öldürtmüştür. Çünkü Sa'd onların öldürülmelerine, çocuklarının tutsak edilmelerine hükmetmiş, İbn-i Bata oğlu Züber'i karşılıksız salıvermişti. Resulullah Hayberin bir kısmı, barış yolu ile bir kısmını da kuvvet kullanarak fethetmişti. Ebu'l-Hakik'in oğluna hiçbir şeyi gizlememesini şart koşmuş, sözünde durmadığı ve gerçekleri sakladığı ortaya çıkınca onu öldürtmüştür. Resulullah Mekke'yi fethedince, Hatal oğlu Hilal'in, Hubaba oğlu Makis'in Ebu Serh oğlu Abdullah'ın ve daha başkalarının öldürülmelerini emretmiş ve: Onları Kabe'nin perdelerine yapışmış bulsanız bile öldürünüz buyurmuştur. Mekkelileri karşılıksız salıvermiş mallarını ganimet olarak almamıştır. Keysan oğlu Salih, Abdurrahman oğlu Muhammed'den, Muhammed babası Avf oğlu Abdurrahman'dan nakleder. Abdurrahman Hz. Ebu Bekrin şöyle dediğini duyar: İsterdim ki ansızın bana getirilen kimseleri yakmayayım. Ya hemen öldüreyim ya da bağışlayarak bırakayım. Sûs yöresinin başkanı halkı için isim isim sayarak güven belgesi almış ve kendi ismini belge isteyenler arasında saymayı unutunca, rivayete göre Ebu Musa onu öldürtmüştür. Bu sıraladıklarımız, gerek Resulullah'tan ve gerekse sahabeden savaş tutsaklarını öldürmenin veya sağ bırakmanın caiz olabileceğine dair, çok kanallı aktarılan uygulama haberleridir. Arap yarımadası dışındaki önemli şehirlerin İslam hukukçuları bu konuda görüş birliği içindedirler. (Savaş tutsağının öldürülebileceği ayetten çıkarılamaz. Ne varki Resulullah'ın ve bazı sahabenin uygulamalarından çıkarılabilir. Tutsakların öldürüldüğü durumları incelenince bu durumların özel durumlar oldukları, gerisinde savaşa katılma ve tutsak edilmenin dışında belirli nedenlerin yattığı anlaşılır. Sözgelimi, Haris oğlu Nadir ve Ebu Muayt oğlu Ukbe Resulullah ve onun çağrısına zarar vermek için özel bir tutum takınmışlardır. Şair Ebu İzze de aynı şekilde özel tutum takınanlardandı. Kureyza oğullarının da özel durumları vardı. Çünkü daha baştan Muaz oğlu Sa'd'in vereceği hükme razı olmuşlardı. İşte böylece tutsakların öldürüldüğü bütün durumlarda, tutsakların durumunu düzenleyen ve her durumda uygulanacak olan "Ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin" ayetinin hükmünden ayrı özel hükümler içeren belirli durumlar sözkonusudur." "İslam hukukçularının görüş ayrılığına düştükleri konu, tutsakların verecekleri fidyelerin kabul edilip salıverilmesi konusudur. Bütün imamlarımız (yani Hanefi alimleri) derler ki: Savaş tutsağından mal alınarak salıverilmez ve tutsaklar düşmana da satılamaz, çünkü bu durumda yeniden vurucu güç olarak karşımıza dikilirler. Ebu Hanife: Savaş tutsakları müslüman tutsakların karşılığında da salıverilemez. Savaş tutsaklarına düşman saflarına katılıp da vurucu güç olarak karşımıza dikilme imkanı verilemez der. Ebu Yusuf ve İmam Muhammed: Savaş tutsaklarının müslüman tutsaklarla değiş-tokuş edilmelerinde bir sakınca yoktur derler. Sevri ve Evzai de aynı görüştedirler. Evzai derki: "Tutsakların düşmana satılmasında bir sakınca yoktur. Erkek tutsaklar ancak müslüman tutsaklarla değiştirilirler." Müzeni Şafii'nin şu fetvasını nakleder: "Devlet başkanı yenmiş olduğu savaş tutsaklarını karşılıksız serbest bırakabileceği gibi, onlardan fidye alarak da kendilerini salıverebilir." Savaş tutsaklarını bir mal ya da müslüman tutsakların karşılığında salıvermek caizdir diyenler, "Onları ya karşılıksız ya da fidye karşılığı salıverin" ayetini delil olarak gösterirler. Ayetin ilk anda akla gelen anlamı, tutsakların bir mal karşılığı ya da müslüman tutsaklarla değiştirilerek salıverilmelerini gerektirir. Ve Resulullah Bedir tutsaklarını mal karşılığı salıvermiştir. İslam hukukçuları tutsakların müslüman tutsaklar karşılığı salıverilmesinin caiz olduğuna delil olarak şu hadisi gösterirler. İbn-i Mübarek, Ma'mer, Eyyüb, Ebu Kılabe Ebu`l Muhalleb, Hüseyin oğlu İmran kanalı ile şu olayı anlatır: İmran der ki: Sakifliler Resulullah'ın sahabelerinden iki kişiyi tutsak ederler. Resulullah'ın sahabeleri de Amir b. Sa'sa oğullarından birisini tutsak eder. Resulullah adamın yanına yaklaşır. Kendisi bağlıdır. Resulullah'a seslenince, Resulullah adamın yanına yönelir. Tutsak: "Ben niçin hapsolunuyorum deyince Resulullah. "Yandaşlarının işlediği suçtan dolayı" buyurur. Tutsak: "Ben müslüman oluyorum, deyince Resulullah: "Sen bu sözü, özgürlüğün elinde iken söylemiş olsaydın, tam anlamı ile kurtulmuş olurdun" der. Resulullah ilerleyince tutsak yine ona seslenir: "Açım doyur beni" der. Resulullah: "Tamam bu senin ihtiyacındır" der. Sonra Resulullah bu adamı Sakiflilerin tutsak ettikleri iki kişi ile değiştirerek salıverir. Tutsaklar fidye karşılığı salıverilir diyen hukukçuların delilleri bize göre, savaş tutsakları mal veya müslüman tutsaklar karşılığında salıverilirler konusundaki ihtilaflı görüşlere sahip olan İmam Cessas'ın imamlarının delillerinden daha güçlüdür." İmam Cessas bu konudaki sözü kendi mezhebinden olan Hanefi imamların görüşlerini tercih ederek bitiriyor. Ve şöyle diyor: Ayette yer alan tutsakları "Karşılıksız salıverme ya da fidye alarak serbest bırakma"ya bir de Bedir tutsaklarının fidye karşılığı salıverilmeleri konusuna gelince; Bunların, "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz. Yakalayıp hapsediniz. Bütün muhtemel geçitleri tutup onları gözetleyiniz. Eğer tevbe eder de namaz kılar ve zekat verirlerse onları salıveriniz." (Tevbe suresi, 5) ayeti ile hükümleri yürürlükten kaldırılmıştır. Buna dair bir nakil de Süddi'den ve İbn-i Cüreyc'den naklettik. "Allah'a ve ahiret gününe inanmayan Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığı şeyleri haram saymayan ve gerçek dini benimsemeyen yahudi ve hristiyanlar ile bunlar, size boyun eğip kendi elleri ile cizye verene dek savaşınız." (Tevbe suresi, 29) ayeti kafirlerle müslüman oluncaya veya cizye verinceye kadar savaşmayı içerir. Savaş tutsaklarından mal alarak ya da başka birşey karşılığı onları salıvermek bu ayete aykırıdır. Gerek Kur'an tefsircileri gerekse Hadis rivayet edenler Tevbe suresinin Muhammed suresinden sonra indiği konusunda görüş ayrılığına düşmemişlerdir. Şu halde tevbe suresinin ayetinde yer alan hükmün başka ayetlerde geçen tutsakların fidye karşılığı salıverilmesi hükmünü yürürlükten kaldırması gerekir. Daha önce de söz edildiği üzere, müşriklerin öldürülmeleri ya da islama girmeleri hükmü Arap yarımadasında yaşayan müşriklerle ilgilidir. Bu onlara özel bir hükümdür. Yarımada dışında öteki müşriklerden ise, yahudi ve Hıristiyanlardan alındığı gibi cizye alınır. Savaşçılar teslim oldukları zaman onlardan cizye kabul edilmesi, önce müslümanların ellerine esir düşmeyecekler demek değildir. Tutsaklar hakkında hüküm nedir? diye sorulacak olursa deriz ki: Devlet başkanı yararlı görürse tutsakları karşılıksız, ya da fidye alarak mal veya müslüman tutsaklar karşılığı onları salıverebilir. Bu uygulama düşman tarafı henüz gücünü koruyorsa, teslim olup da cizye vermeyi kabul etmemişse geçerlidir. Ama teslim olmuşlar da cizye vermeyi kabul etmişlerse, doğal olarak problem sona ermiştir. Bu başka bir durumdur. Tutsak hükümleri, iş cizye vermeye kadar varmadıkça geçerliliğini koruyacaktır. Özet olarak bizim ulaştığımız sonuç, bu ayetin tutsakların durumunu düzenleyen biricik ayet olduğudur. Öteki ayetler, tutsaklık durumundan başka durumları düzenler. Bu ayet ise, bu konu ile ilgili sürekli uygulanmak üzere getirilmiş bir prensiptir. Bu prensibe aykırı olarak yapılmış uygulamalar ise, bu prensibin dışında, özel durumlar ve gelip geçici şartlar karşısında başvurulmuş uygulamalardır. Özel durumlarda bazı savaş tutsaklarının öldürülmelerinin ise, her zaman benzeri görülebilecek olan kişisel sebebler olmuştur. Öldürülen tutsaklar müslümanlarla savaşa giriştikleri için değil, tutsak düşmeden önceki sabıkalarından dolayı cezalandırılmışlardır. Buna örnek olarak yargılanmasını verebiliriz. Bu durumda tutsak etmek kendisini yakalamak için sırf bir araç olarak kalır. Geriye köleleştirme konusu kaldı. Biz bu tefsirin değişik yerlerinde bu konudan söz ettik ve dedik ki: Köleleştirme o zamanlar dünyada görülen bir durum ve genel olarak savaşlarda uygulanan bir gelenekti. İslam düşmanları tutsak ettikleri müslümanları birer birer köle edinirken, İslam dini her durumda genel anlamlı "Ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin" ayetini uygulayamazdı. Dolayısı ile, Resulullah bazı durumlarda bu ayeti uygulamış ve bazı tutsakları karşılıksız salıvermiştir. Bir kısmını da müslüman tutsaklarla değişirken bazılarını verecekleri mal karşılığı salıvermiştir. Başka bazı durumlarda, köleleştirme uygulamasına başvurulmuştur. Birgün gelir de bütün bloklar tutsakların köleleştirilmemeleri üzerinde görüş birliğine varırlarsa, o zaman İslam da biricik olumlu prensibine, "Ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin" prensibine geri döner. Çünkü köleleştirmeyi gerektiren şartlar ortadan kalkmıştır artık. O halde köleleştirme kesin olarak uygulanması gereken bir kural ve islamda tutsaklara yapılacak işlemlerden birisi değildir. Kur'an'ın kesin ifadesinden, olayların, durumların ve şartların incelenmesinden elde ettiğimiz görüş budur. Doğruya ulaştıran da yalnız Allah'tır. Şu noktanın anlaşılmasında yarar görüyorum. Benim bu görüşe varmam Kur'an ayetlerinin, olayların ve şartların incelenmesinden ortaya çıkan sonuçların bu görüşü güçlendirmesinden dolayıdır. Yoksa tutsakları köleleştirmeyi, islama yönelik bir leke kabul edip de onu islamdan temizlemeye çalışmak aklımın ucundan bile geçmiş değildir. Böyle bir düşünce asla aklımdan geçmez. İslamın düşüncesi tutsakları köleleştirmek olsa idi hayırlı olan budur derdim. Çünkü terbiyeden en ufak bir kırıntı kadar nasip almış bir insan, Allah'tan daha iyisini düşündüğünü söyleyemez. Ben ise Kur'an ayetleri ile ve o ayetlerin ruhu yönünde hareket ediyorum. Ayetler ile ve onların hedefleri ile bu sıraladığım görüşe varıyorum. Bütün bunlar... Yani savaş, kafirlerin boyunlarının vurulması, tutsaklık bağlarının sıkı tutulması ve tutsaklar hakkındaki şu prensiplere uyulması... Bütün bunlar "Savaş sona erinceye kadardır." Yani islam ile ona karşı gelen düşmanları arasında savaş bitinceye kadardır. İşte bu sürekli ve her zaman ve yerde uygulanmak üzere geçerli bir prensiptir. Çünkü Resulullah'ın dediği gibi, "Cihad kıyamet gününe kadar sürecektir. Ki yeryüzünde Allah'ın hükmü egemen olsun." (Ebu Davut'un Hz. Enes'ten rivayet etmiş olduğu hadi) Yüce Allah, (haşa) müslümanlara kafirlere karşı yardım dilemek için bu emirleri vermiyor, kendisini desteklesinler diye onlara cihadı farz kılmıyor. Çünkü Allah Teala onları bizzat kendisi yok edebilir. Bu emirler Allah'ın kullarını birbiri ile denemesi ve bunun neticesi olarak da mertebelerini takdir etmesi ve belirlemesi içindir. "Allah dileseydi onlardan başka türlü de öc alırdı. Bunun böyle olması kiminizi kiminizle denemek içindir. Allah kendi yolunda ölenlerin yaptıklarını boşa çıkarmaz." " "Allah onları hidayete iletecek ve durumlarını düzeltecek." "Onları, dünyada iken tanıttığı cennete koyar." Bu inkar edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve yeryüzünde her zaman bulunan azgın, zalim ve bozgunculuk eden benzerleri... Gurur ve güç elbisesi içinde orta çıkanlar... Kendilerini ve peşlerinden giden sapıkları herşeyi yapabilen güçlü kimseler olarak gören bütün bu insanlar, Allah'ın kulları arasında bir avuç yaratık olmaktan öteye gidemezler. Evet bütün bu insanlar, şu yeryüzü diye isimlendirilen küçücük yoğunlar tozmuş bulutu üstünde yaşayan yaratıklar arasında bir avuç olmaktan öteye geçemezler çünkü bu insanlar bunca yıldızların, gezegenlerin, nebuloların, galaksilerin ve sayıları ile çaplarını ancak Allah'ın bildiği alemlerin arasında yer alan bu küçücük, adına dünya denilen yerküre üzerinde yaşayan yaratıklar arasında bir avuç olmaktan öteye gidemezler. Üstelik bu gök cisimleri öyle bir uzaydadırlar ki, bütün bu galaksiler ve alemler sanki uzay boşluğunda saçılmış noktacık gibi kalırlar. Nerde ise uzayın enginliklerinde kaybolup gitmişlerdir. Bunları ancak orada boşlukta Allah tutabilir, bir araya getirebilir ve düzene koyabilir. Bütün bu azgınlar ve arkalarına takılan uşaklar, hatta şu dünyadaki tüm insanlar, Allah'ın gücü karşısında küçücük birer karınca olmaktan, çok esintilerin kaldırdığı birer toz zerreleri olmaktan, hayır hayır asla hiçbir şey olmaktan öteye geçemezler. Yüce Allah müminlere kafirlerin boyunlarını vurmalarını, kendilerini yenip de iyice güçsüz hale getirince bağlarını sıkı tutmalarını emrederken, onları kendi kudretine birer perde olarak kullanmaktadır. Eğer dileseydi kafirlerden açıktan açığa intikam alırdı. Nitekim bazılarından tufanla, bazılarından çığlıkla, bazılarından da yakıcı rüzgarla intikam almıştı. Hatta hatta Allah kafirlerden isteseydi, bütün bu saydığımız araçları kullanmadan da intikam alırdı. Fakat O, mümin olan kulları için hayır dilemekte, onları denemekte, eğitimden geçirmekte, durumlarını düzeltmekte ve büyük iyiliklere götüren yolların kapısını önlerine açmaktadır. Allah onları denemek istemektedir. Bu denemede müminlerin ruhlarında en yüce enerjiler ve yönelmeler harekete geçiyor. Çünkü bir ruh için, onun inanmış olduğu hakkın kendisine değerli olmasından daha yüce bir şey düşünülemez. Hak ruhta değer kazanınca o kişi hakkın yolunda hem öldürür ve hem de ölür. Hem kendisi ile ve hem de kendisi için yaşadığı bu hak uğruna kimseye boyun eğmez, onsuz bir hayata dayanamaz, onun gölgesinden başka bir yerde geçecek şu hayatı sevemez. Ayrıca yüce Allah onları eğitmek istiyor. Bunun sonucu kendisinden vazgeçmenin onlara ağır geldiği şu fani dünyanın malına istek ve hevesin tümü gönüllerinden çıkar gider. Ve artık ruhlarındaki her zayıf olan şey kuvvet kazanmaya, her türlü eksiklik tamam olmaya, her türlü hile ve kuşku yok olmaya başlar. Artık en sonunda bütün arzuları terazinin bir kefesinde, Allah'ın cihad çağrısı onun zatını ve hoşnutluğunu arzulama ise diğer kefesinde yer alır. O da çağrısını ve hoşnutluğunu alır ve ötekileri kaldırır atar. Ve yüce Allah bilir ki bu gönüller iki seçenekten birisi ile serbest bırakılmışlar da Allah'ın hoşnutluğunu seçmişlerdir. Bu ruhlar eğitilmişler ve bilmişlerdir. Bu ruhlar bilinçsizce öne atılmamışlar fakat ölçüp biçmişler sonra da seçimlerini yapmışlardır. Allah onların durumlarını düzeltmek istiyor. Allah yolunda cihad çilesi, her atılışta ölümle burun buruna gelmek insanın gönlüne bu korkunç tehlikeyi küçümseme duygusu veriyor. Bu öyle bir tehlikedir ki, insanların çoğu ondan korunmak için vicdanlarından, ahlâklarından, ölçülerinden ve değerlerinden neleri feda etmezler! Bu tehlike ile yüzyüze gelmeye alışanlara bu tehlike -ister ondan kurtulsunlar ister ölsünler- son derece basittir. Her defa Allah için cihada yönelmek ruhlarda tehlike anlarındakine benzer etkiler yapar. Elektriğin vücuda yaptığı etki bunu anlamaya yardımcı olan en yakın örnektir. Sanki cihad kalpleri ve ruhları saflık, duruluk ve düzgünlük hamuru ile yeniden yoğurur. Sonra bütün bunlar tüm insan topluluklarını mücahidlerin elleri ile kumanda ederek düzeltmek için gözle görülen dış nedenlerdir. Bu mücahidler dünyanın fani olan tüm mallarından ve süslerinden vazgeçmişlerdir. Allah yolunda ölümün kucağına atılırlarken dünya hayatı gözlerinde değersiz kalmıştır. Artık gönüllerinde kendilerini Allah'tan ve O'nun hoşnutluğunu arzulamaktan alıkoyacak hiçbir şey kalmamıştır. İktidar bu gibi ellere geçerse yeryüzü bir uçtan bir uca düzeldiği gibi kullar da düzelir. Bu ellere iktidar sancağını inkarcılığa sapıklığa ve bozgunculuğa teslim etmek çok ağır gelir. Çünkü onlar bu sancağı kanları ve ruhları pahasına satın almışlar, dünya hayatında pahalı ve yüce ne değerler varsa o sancağı ele geçirmek uğruna hepsini feda etmişlerdi. Ama bunu kendi nefisleri için değil, Allah için yapmışlardı. ŞEHİD, MÜCAHİD VE CENNET Sonra cihad, bütün bunlardan başka, Allah'ın kendilerine iyilik dilediği kimselere, kendi hoşnutluğunu ve hesapsız ödülünü elde etsinler, kötülük dilediği kimselere de hak ettikleri gazabına ve azabına uğrasınlar diye gerekli vasıta ve aracı hazırlaması demektir. Herkese karakterine uygun olan ne ise o verilir. Bu da Allah'ın o kimsenin içinde ve ruhunda olan niyet ve yönelmesine dair bilgisi uyarınca gerçekleşir. Bundan dolayı yüce Allah, Allah yolunda öldürülenlerin akibetlerini gözler önüne sermektedir: "Allah kendi yolunda ölenlerin yaptıklarını boşa çıkarmaz." 5- Allah onları hidayete iletecek ve durumlarını düzeltecek. 6- Onları dünyada iken tanıttığı cennete koyar. İnkara sapanların amellerini boşa çıkaracağına dair gelen hükme karşılık,Allah yolunda öldürülenlerin amellerini boşa çıkarmayacaktır. Çünkü bu ameller, doğru yolu bulan değişmez gerçeğe (Hakka) ulaşan ve O'na bağlı amellerdir. Bu gerçek (Hak) öyle bir gerçektir ki bu ameller oradan çıkmış, hakkı korumak için ve O'na yönel inerek yapılmıştır. Bu ameller bu nedenle kalıcıdırlar, kaybolmazlar. Çünkü hak (gerçek) kalıcıdır, ortadan kalkmaz ve kaybolmaz. Şimdi şu ürpertici gerçeğin, Allah yolunda şehide düşenlerin yaşadıkları gerçeğinin üzerinde bir nebze duralım. Şehidlerin sağ oldukları daha önce Bakara suresinde vurgulanmış bir gerçektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyordu orada: "Allah yolunda öldürülenlere sakın ölüler demeyin. Tersine onlar diridirler. Fakat siz farkında değilsiniz." (Bakara suresi, 154) Fakat bu gerçek burada yeni bir biçimde sunuluyor. Bu hayat gerçeği burada kendi yolunu tutmuş gelişme ve süreklilik halinde sunulmaktadır. Bu öyle bir yoldur ki, bu hayat burada dünya hayatından ayrılmış kendi yoluna, itaat yoluna, ibadet yoluna, kendini Allah için herşeyden soyutlama yoluna ve temizlik yoluna koyulmuştur. "Allah onları hidayete iletecek ve durumlarını düzeltecektir." Yolunda öldürüldükleri Rabbleri olan yüce Allah, -şehid düştükten sonra da- onlara hidayet va'dediyor, durumlarını düzelteceğini garanti ediyor, ruhlarını yeryüzünün arta kalan kirlerinden temizleyeceğini, ya da ruhlarının duruluğunu yükselmiş oldukları yüceler yücesinin duruluğu, parlaklığı ve yüceliği ile ahenkli olsun diye daha da duru hale getireceğini taahhüt ediyor. O halde şehidlerin hayatları kendi yolunda yol alan asla kesintiye uğramamış bir hayattır. Ne var ki yeryüzünün gözü perdeli insanları bunu görmüyorlar. Şehidlerin hayatları yüce Allah'ın, yani hayatın Rabbinin yüceler yücesinde kendisinin yüklendiği, hidayetini artırmayı, duruluğunu çoğaltmayı parlaklığını artırmayı garanti ettiği bir hayattır. Şehidlerin hayatı yüce Allah'ın nuru altında her an gelişen bir hayattır. Ve sonunda yüce Allah onlara va'detmiş olduğu şeyi gerçekleştiriyor. "Onları kendilerine tanıttığı cennete sokacaktır." Allah'ın şehidlere cenneti tanıtmasına ilişkin bir hadis vardır. Bu hadisi İmam Ahmed Müsned'inde nakleder ve der ki: Dimeşkli Nemir oğlu Zeyd, İbn-i Sevban'dan, Sevban Mekhul'den, Mekhul Merre oğlu Kesir'den, Kesir de Cüzam'lı Kays'dan (Ki sahabe olmak şerefine ermiş birisidir) nakleder. Kays der ki: Resulullah: "Şehide altı özellik bahşedilir. Daha kanından ilk damla dökülür dökülmez bütün günahları bağışlanır, cennetteki yerini görür, güzel ve iri gözlü hurilerle evlendirilir, en büyük korkudan ve kabir azabından emin olur, kendisine iman elbisesi giydirilir." der. Bu hadisi İmam Ahmed tek başına rivayet etmiştir. Ancak bu anlama yakın başka bir hadis daha rivayet etmiştir. Bu ikinci hadiste de şehidin cennetteki yerini göreceği açıkça belirtilmektedir. Bu hadisi Tirmizi kitabında yazmış İbn-i Mace de: "Hadis sahihtir" demiştir. İşte bu, yüce Allah'ın kendi yolunda şehid düşenlere cennetini tanıtmasıdır. İşte cennet, sürüp giden hidayetlerinin dünyadan ayrıldıktan sonra yeniden hallerinin düzeltilmesinin, orada Allah'ın katında hayatlarının hidayetlerinin ve düzeltilmelerinin son aşaması demektir. ALLAH'IN YARDIMI Allah yolunda öldürülenlerin elde ettikleri bu şerefin ışığı altında, bu hoşnutluğun, şu himayenin (gözetmenin) ve şu makama ermenin ışığı altında yüce Allah müminleri yalnız kendi rızası için herşeyden soyutlanmaya ve hayata kendi sisteminin hakim kılınması için sistemine yardıma yönelmeye teşvik ediyor. 7- Ey inananlar! Siz Allah'ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı savaşta sabit kılar. 8- İnkar edenlere gelince, onların hakkı yıkımdır. Allah, onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır. Peki müminler yüce Allah'a nasıl yardım ederler ki şartı yerine getirmiş olsunlar ve sonuç olarak da kendilerine o şartın bir karşılığı olarak yardımını ve sebatı elde etsinler? Gönülleri Allah için herşeyden soyutlamakla, Allah'a açık veya gizli hiçbir şeyi ortak koşmamakla, gönüllerinde Allah'ın sevgisi yanında hiçbir kimseye ve hiçbir şeye yer bırakmamakla, yüce Allah o gönüllere kendisinden ve sevdiği ile ilgi duyduğu her şeyden daha sevgili olmakla, gönüller Allah'ı tüm arzularında, duygularında, duruşlarında ve davranışlarında, tüm faaliyetlerinde ve duygularında hakem kılmakla... Evet gönül aleminde Allah'a yardım böyle olur. Yüce Allah'ın bir şeriatı ve hayat sistemi vardır. Bu şeriat birtakım temellere, ölçülere, değerlere, bütün varlık alemine ve hayata dair düşünce sistemine dayalıdır. Allah'a yardım, O'nun şeriat ine ve sistemine yardım edilerek şeriatının istisnasız tüm hayata hakem kılınma girişimi ile gerçekleşir. Bu da hayat sahnesinde Allah'a yardım demektir. "Allah kendi yolunda öldürülenler" ifadesi ile, "Allah'a yardım ederseniz" ifadeleri üzerinde bir an duralım. Her iki durumda da, öldürülme ve yardım etme durumlarında da, bunların sırf Allah için yapılmış olması şarttır. Aslında bu, doğruluğu apaçık olan bir gerçektir. Ancak ne varki bazı nesiller islamın inanç sisteminden sapınca, bu gerçeğin üstünü karaltılar kaplıyor. Şehadet sözcüklerinde (Allah'ın birliği ve Resulullah'ın onun peygamberi olduğuna tanıklık ifade eden sözcükler) şehid düşenlere cihad sözcüklerine önem verilmeyince ve bunlar değerlerini yitirince ve bu sözcükler gerçek ve biricik anlamlarından saptırılınca ispata ihtiyacı olmayan bu gerçeğin üzerini karanlıklar kaplıyor. Halbuki, insanın gerek iç aleminde gerekse dünyadaki yaşama üslubunda, cihad bir olan Allah'ın yolunda yapılmadıkça, ölüm sadece O'nun yolunda gerçekleşmedikçe yardımın gayesi, sadece O'na yardım olmadıkça ne cihaddan söz edilebilir, ne şehidlikten ve ne de cennetten... Allah'ın hükmünün en üstün olması hedef olarak seçilmemişse, Allah'ın şeriati ve hoşnut olduğu hayat sistemi insanların vicdanlarına, ahlaklarına, yaşama üsluplarına, kanunlarına, durumlarına ve düzenlerine aynı derecede egemen olamamışsa, ne cihaddan söz edilebilir, ne şehidlikten ve ne de cennetten... Nitekim Ebu Musa'nın naklettiği bir hadiste, Resulullah'a bir kişinin kahramanlık, bir kişinin soy taassubu bir kişinin de gösteriş için savaştığı hatırlatılarak bunların hangisinin Allah yolunda olduğu sorulduğunda, Resulullah: Allah'ın hükmü ve iradesi yücelsin diye çarpışan kimsenin savaşı Allah yolundadır buyurur. Sapık düşünceli nesillerin değer verdiği tüm sancak, bütün isim ve hedefler arasında yüce Allah'ın bu sancağı ve bu hedefinden başka uğrunda cihad etmeye ve şehid düşmeye değer ve bunun sonucu olarak da cennetin hak edileceği başka hiçbir hedef ve sancak yoktur. Dava adamlarının bu apaçık gerçeği iyi kavramaları, gönüllerinde besledikleri bu gerçeğe bulaşan yaşadıkları çevrenin mantığını, sapık nesillerin düşüncelerini temizlemeli, sancaklarını başka hiçbir sancakla karıştırmamalı ve inanç sisteminin özüne yabancı olan düşünceleri kendi öz düşüncelerine bulaştırmamalıdırlar. Cihad ancak ve ancak Allah'ın hükmü ve iradesi en üstün olsun diye yapılır. Allah'ın hükmü ruhlarda ve vicdanlarda en üstün olsun diye yapılır. Ahlâk ve davranışlarda tüm durumlarda ve sistemlerde en üstün olsun diye yapılır. Cihad yeryüzünün her köşesinde gerçekleşen ilişkilerde bağlılıklarda Allah'ın hükmü en üstün olsun diye yapılır. Bunun dışında yapılan hiçbir savaş Allah için değildir. Aksine şeytan uğrunadır. Bu seçenek dışında ne şehidlikten ve ne de şehid olma arzusundan söz edilemez. Bunun dışında ortada ne cennet vardır ve ne de yüce Allah'tan yardım ne de ayakların kaymaması için Allah'tan destek... Sadece karanlık vardır ortada, bir de kötü düşünce ve sapıklık... Allah davasından başka davalar peşinde koşanlara bu gibi karanlıktan, kötü düşünce yapısından ve sapıklıktan kurtulmak zor geldiğine göre, Allah'a çağrıda bulunanların Allah'ın şartı arasında yer alan birinci gerçekle bağdaşmayan içinde yaşadıkları toplumun mantığından kendilerini, duygularını ve düşüncelerini kurtarmalarının zorlukta ondan daha aşağı kalır yanı yoktur. Allah yolunda öldürülmek ve O'na yardım etmek Allah'ın iman edenlere karşı ileri sürmüş olduğu şarttır. İnananların yararına olarak kendisinin üstlendiği ise, onlara yardım etmek ve kendilerine dayanma gücü vermektir. Yüce Allah vermiş olduğu sözden asla caymaz. Allah'ın bu sözü bir süre gerçekleşmemiş ve geri kalmışsa, bu bir başka nedenden dolayı önceden planlanmış bir gecikmedir. (Hac Suresi, 38. ayete bakınız) Allah'ın verdiği sözün gecikmesinin nedeni zaferin ve dayanma gücünün gerçekleşmesi ile birlikte meydana gelir. Müminlerin gerekli şartları yerine getirdikleri halde ve Allah'ın yardımının -bir süre için- gelmemesi halinde bu durum sözkonusudur. Sonra ayetin ifadesinde yer alan, özel bir deyimin üzerinde de bir nebze duralım: "Size yardım eder, ayaklarınızı savaşta sabit kılar." İnsan ilk bakışta, önce dayanma gücünün verildiğini sonra da yardımın geldiğini dayanma gücünün zaferin nedeni olduğunu zanneder. Bu doğrudur. Ancak ayetin ifadesinde dayanma gücünün yardım sözcüğünden sonra yer alması dayanma gücünün anlamlarından başka bir anlamın kastedildiğini düşündürüyor. Bundan amacın, zafere ve zaferin çilelerine karşı dayanma gücü vermek olduğunu düşündürüyor. Çünkü zafer, küfür ile iman arasında, hak ile sapıklık arasında geçen savaşın sonu değildir. Çünkü zaferin, hem ruh ve hem de hayat bazında getireceği yükümlülükler vardır. Çünkü zaferin kibirlenmemek ve şımarıp azmamak gibi yükümlülüğü vardır. Çünkü zaferin gerçekleştirildikten sonra gevşememek, düşmanı hafife almamak gibi yükümlülükleri vardır. Birçokları bela ve çilelere karşı dayanır. Fakat zafer ve nimet karşısında benliğini koruyabilen kişi çok azdır. Kalplerin zaferi elde ettikten sonra bozulmamaları ve bağlılıklarını sürdürmeleri zaferin ötesinde bir mertebedir. Herhalde Kur'an ayetinin işaret etmeye çalıştığı gerçek bu olsa gerektir. Doğrusunu Allah bilir. "İnkar edenlere gelince onların hakkı yıkımdır. Allah yaptıklarını boşa çıkarmıştır." Bu ifade yardımın ve dayanma gücünün tam tersidir. Tökezleyip yüzükoyun düşme bedduası yüce Allah'ın onlar için yüzükoyun düşmeleri, kaybetmeleri ve yardımsız bırakılmaları için verilmiş bir hüküm demektir. Amellerinin boşa çıkarılması ise bunun üzerine ikinci bir zarar ve ikinci bir yok oluştur. 9- Bunun sebebi, Allah'ın indirdiğini beğenmemeleridir. Allah ta onların amellerini boşa çıkarmıştır. Bu ifade onların kalplerinde dolaşan, kafalarını meşgul eden, Allah'ın indirmiş olduğu Kur'an'ı, şeriatı, sistemi ve O'na yönelmeyi çirkin görmelerinin ifadesidir. Kendilerini inkarcılığa, inada, düşmanlığa ve ısrara iten de budur zaten, ruhu bozuk olan birçoklarının durumu böyledir. Çünkü bu kişilerin karakterleri islamın yapısına aykırı olduğu için bu sağlam ve bu doğru yoldan tiksinirler. Ve bu kişiler içten içe bu hak olan yol ile çarpışırlar. İnsan böyleleri ile her yerde ve her zaman karşılaşır ve böylelerini görür, hisseder. Hatta öyle ki dinin adını duyar duymaz kendilerini akrep ısırmış gibi ürkerler. Çevrelerinde konuşulan sözlerin içinde dinden söz edilmesinden ve dine ima edilmesinden kaçınırlar. Herhalde bizler bugünlerde bu tip durumlarla karşılaşmaktayız ki bu dikkatten kaçmayan bir durumdur. Allah'ın indirdiklerinden hoşlanmamaya karşılık olarak yüce Allah ta onların amellerini boşa çıkarmıştır. "Amellerin boşa çıkarılması" Kur'an'ın canlandırarak ifade etme metoduna uygun olarak yapılmış bir ifade örneğidir. Ayette boşa çıkarma terimini ifade etmek için getirilen "Hubut" sözcüğü, davarların otlakta bir çeşit zehirli otu yiyince karınlarının şişmesi demektir ki davarlar bu şişkinlik sonucu patlayıp telef olurlar. İşte aynen bunun gibi, inançsızların amelleri de şişer, patlar yarılır... Sonra da mahvolur ve kaybolur gider. Bu bir tablodur, bu bir harekettir. Ve bu Allah'ın indirdiğini çirkin gören sonrada bu zehirli ottan yiyen ve şişen hayvanların karnı gibi şişkin ve kocaman amellerini beğenen, kimselerin durumlarına uygun bir sondur. Sonra yüce Allah, onların başlarını, şiddetle ve sert bir şekilde kendilerinden önce geçenlerin akibetlerine çevirmektedir: 10- Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı? Allah onları yere geçirmiştir; inkarcılara da onların başına gelenin benzerleri vardır. Bu dehşet saçan çok şiddetli bir uyarıdır. İçinde patlama, içinde gürültü vardır. Ve içinde onlardan önce geçenlerin manzaraları vardır. Çevrelerinde olan herşeyi, neleri varsa hepsini başlarına geçirmiştir Allah... Bir de ne görelim, onların çevrelerinde ne varsa, kendilerine ait neler varsa artık birer enkaz yığını olmuştur... Kendileri de o yığınların altında çırpınıp durmaktalar. Ayetin çizdiği bu tablonun hem şekli ve hem de hareketi bizlere yansıtılmak için özel olarak seçilmiştir. İfade, etkisi ve namesi ile bu tabloyu yansıtırken herşeyin parçalanıp yere yıkılması da korkunç seslerle patlama tablosu canlandırmaktadır. Daha önce geçen kafirlerin köklerinin kazınması, yerlere yıkılıp enkaz altında kalmaları sahnesinde, Kur'an'ın indiği esnada yaşayan kafirleri ve halâ inkarcılık niteliğini taşıyan herkesi bu akibetin, herşeyi başlarına geçirip kendilerini yok ettiği ve enkaz yığınları arasına gömdüğü bu acı akibetin, kendilerini beklediği görülüyor: "İnkarcılara da onların başına gelenlerin benzeri vardır." Eski ve sürekli bir kural olarak, inkarcıların yok edilip köklerinin kazınmasına ve müminlere yardım edilmesine yol açan ve korkunç ve dehşetli olduğunun açıklaması da şudur: 11- Çünkü Allah inananların sahibidir. Kafirlerin ise sahibi yoktur. Dostu ve yardımcısı Allah olana yeter. Allah hem yeter ve hem de hiçbir şeye muhtaç etmez. Böyle birisinin başına gelebilecek bela, ancak ve ancak bir deneme ve imtihandır ve gerisinde bir hayır vardır. Yoksa Allah onun dostluğundan çekilmiş değildir. Bu aynı zamanda Allah'ın dost edindiği kullarına yardımını edeceği vaadinden vazgeçmesi de demek değildir. Allah bir kimsenin dostu değilse, bütün insanları ve cinleri kendisine dost edinse bile o kimsenin hiç dostu yok demektir. Sonunda o kimse zarardadır ve aciz bir yaratıktır. İsterse bütün koruma araçları ve insanların bildikleri tüm güçler onun için biraraya gelsinler. HAYVANLAR GİBİ Sonra Allah iman edenlerin paylarına düşen nimetlerle kafirlerin payına düşen nimetleri karşılaştırıyor. Daha önce de her iki zümrenin aralarında geçen çekişme ve savaşta elde ettikleri payları açıklamıştı. Ayrıca her iki nimet arasındaki temel fark da açıklanmaktadır. 12- Doğrusu Allah, inanıp iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar, inkar edenler ise dünya hayatında zevklenirler, hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir. İman edip iyi amel işleyenler zaman zaman en hoş nimetlerden yararlanırlar. Ama burada yapılan karşılaştırma müminlerin gerçek ve muazzam payları ile ki -o cennettir- kafirlerin toplam payları arasında yapılmaktadır. Zaten onların bundan başka da pay ve nasipleri yoktur. Müminler paylarını altlarından ırmaklar akan cennetlerde yüce Allah'ın elinden alırlar. Onları cennete koyan yüce Allah'tır. O halde onların payları çok yüce, şerefli ve yüksek bir paydır. Onlar bu payı yüce Allah'ın huzurunda O'nun yüce katında imanlarına ve iyi amellerine bir karşılık olarak, yücelik ve şerefte salih amelden kaynaklanan yüceliğe uygun olarak elde ederler. İnkar edenlerin payı ise "hayvanların yediği gibi" yiyip eğlenmektir... Bu kendilerinden insanlık karekterini ve nişanlarını silip süpüren rezil edici bir ifadedir. Çünkü bu ifadenin onlar için verdiği çağrışım açgözlü ve oburca yiyen hayvan çağrışımıdır. Hiçbir tat almaksızın iyi ya da çirkin olup olmadığına bakmaksızın bulduğunu yiyen duygusuz hayvan yemesi çağrışımıdır. Bu öyle bir yeme ki ortada onu frenleyen ne irade vardır, ne tercih sözkonusudur ne üzerine bekçi olacâk gözcü vardır ve ne de onu engelleyecek bir vicdan! Hayvanlık yemede ve eğlencede ortaya çıkar. İsterse servet ve nimet dolu köşklerde yetişen birçoklarında olduğu gibi, ortada nice bir yemek zevki ve eğlenceler arası seçiminde eğitilmiş bir his ve duygu olsun farketmez. İnsanın amaç edinip peşinden koşacağı nimetten yararlanma biçimi bu değildir. Amaç nefsine ve iradesine hakim olan ve hayat için özel değerleri olan insanın duyarlılığıdır. Böyle bir insan şehvetin baskısına boyun eğmeyen, lezzetin gevşemediği bir iradenin ürünü olarak, Allah katındaki hoş olan şeyleri tercih eder. Hayatın tamamı yemek sofrası ve eğlence fırsatı olarak değerlendirilemez. Böyle görülüp de bundan sonra hedefsiz yaşayarak Allah tarafından izin verilenlerle yasak edilenler konusunda aldırış etmeksizin, hayat sürülemez. İnsanın hayat hakkında ve hayatın sağlam temellerine dayalı özel bir düşünce sistemi, hedefi ve iradesi vardır. Ki bu sağlam temeller hayatın yaratıcısı olan yüce Allah'tan alınmıştır. Eğer insan bütün bunları yitirirse insan türünün belirleyici özelliklerinden en önemlilerini ve yüce Allah'ın insanı üstün tutmasına neden olan özelliklerin en önemlilerini yitirmiş demektir. İman edenlerle inkara sapanlar arasında yapılan karşılaştırmalar zinciri burada Resulullah'ı yurdundan çıkaran, Mekke halkına bir uyarı ve kendilerinden daha güçlü iken yok edilen eski şehirlerin halkları ile kendileri arasında bir karşılaştırma sergilemektedir. 13- Biz, halkı seni yurdundan çıkaran şehirden daha kuvvetli nice şehirleri yok ettik, fakat onlara bir yardım eden çıkmadı. Bu ayetin Resulullah Mekke'den çıkıp Medine'ye hicret ederken yolda kendisini teselli etmek ve üzüntüsünü gidermek için indiği rivayet edilir. Yine rivayete göre, bu ayetin bir başka amacı da İslam davasının karşısına dikilen ve o davayı benimseyen kişilere işkence eden ve sonunda da onları yurtlarını (topraklarını) ailelerini ve mallarını bırakıp kaçarak inançları uğruna hicrete zorlayan zorba müşriklerin birer hiç olduklarını vurgulamaktır. Sonra yüce Allah karşılaştırmaya devam ediyor. Kendisinin neden müminlerin dostu olduğunu, onlara neden dünyada zafer ve şeref bahşettikten sonra ahirette de altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağını açıklarken, kafirlerin neden hiç dostlarının olmadığını, neden dünyada hayvanlar gibi alçakça hayat sürdükten sonra mahvedileceklerini, ahirette neden azap edileceklerini, neden sürekli ateşte kalma cezasına çarptırılacaklarını belirtiyor. 14- Rabbinin katından bir belgesi olan kimse, kötü işi kendisine güzel gösteren ve kötü arzularına uyan kimse gibi olur mu? Bu, her iki zümrenin durumları hakkında gerek sistem gerek yaşama üslubu bakımından köklü bir farktır. Bir kere iman edenlerin "Rabbleri katından gelmiş bir delilleri vardır. Dolayısı ile gerçeği (Hakkı) görmüşler ve tanımışlardır. Gerçeğin kaynağından kuşkusuzca emin olmuşlar, Rabblerine bağlanmışlar ve gerçeği O'ndan almışlardır. Alırlarken de bunun O'nun yüce katından geldiğinden kuşkusuzca emin olmuşlar, aldatılıp sapıtılmadıklarının kesin bilgisini elde etmişlerdir. İnkar edenlere ise kötü amelleri iyi gösterilmiş ve onlar da kötü amellerini iyi görmüşlerdir. Amellerinin kötü olduğunu görememişler, doğruluğundan kuşkusuzca emin olamamışlardır. Ve başvuracakları herhangi bir prensibe, karşılaştıracakları bir temele ve kendilerine hakkı batıldan ayıracak olan herhangi bir ışığa sahip olmadan "Keyfi arzularına uymuşlardır." hiç bunlarla onlar bir olurlar mı? Bunlar birbirlerinden gerek durum gerek sistem ve gerekse yönelme bakımından çok farklıdırlar. Bu nedenle değerleri, alacakları karşılık ve akibetleri aynı olamaz. 15- Allah'a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen cennet şöyledir: İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır. Onlar için orada her türlü meyve, Rablerinden de bağışlanma vardır. Bunların durumu, ateşte ebedi kalan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olurmu hiç? Bu gibi maddi dekorlu azap sahneleri Kur'an'ın birçok yerlerinde gelir. Bazen bu tablolarla birlikte manevi dekorlu tablolar gelirken bazen de ne maddi ve ne de manevi dekorsuz nimet ve azap tabloları başka yerlerde yeralır. İnsanlığı yaratan Allah yarattığını en iyi tanıyan, gönüllerine etki edecek etkeni ve kendilerini eğitecek uygun motifi en iyi bilendir. Sonra bir de onları nimetlendirecek ve azaplandıracak en uygun yöntemi de yine en iyi O bilir. İnsanlar sınıf sınıftır. İnsanların ruhları çeşit çeşit, karekterleri de yine ayrı ayrıdır. Bütün insanlar, temel yapı bakımından birdirler. Ancak bir fert olarak her insan diğerinden farklıdır. Bundan dolayı yüce Allah, kulları hakkında araçsız olan bilgisine uygun olarak, çeşit çeşit nimetleri, azapları nimet ve üzüntüleri ayrı ayrı sıralamıştır. Bazı insanlar vardır ki onları eğitmek amel etmeye istek ve gayretlerini harekete geçirmek, için tadı doğal olan tatlı su nehirlerinin veya ekşimemiş süt ırmaklarının veyahut süzme bal nehirlerinin veya içenlere tat veren şarap ırmaklarının kendilerine verilmesi uygun düşer. Ayrıca bunlar mükafat (ödül) olarak uygun olduğu gibi gönüllerini hoşnut etmeye de elverişlidir. Veya bu kimselere verilecek çeşit çeşit meyveler ve bununla birlikte cehennem azabından kurtulmalarını ve cennetlerden yararlanmalarını sağlayan Rablerinden bir bağış da uygun olabilir. Kısacası bu gibilerin hem eğitilmelerine uygun ve hem de mükafat olarak verilmeye elverişli nimetler verilecektir. Bazı insanlar da vermiş olduğu sayılara sığmaz nimetlerine karşılık Allah'a şükretmiş olmak için ibadet ederler. Ya da Allah'ı sevdikleri için ve kendisine sevenin sevgilisine yaklaşmayı arzu etmesi misali, itaatlarla kendisine yaklaşmış olmak için ibadet ederler. Veya bu gibiler Allah'ın kendilerini hoşnut olmadığı bir durumda görmesinden utandıkları için ibadet ederler. Bunun ötesinde ibadetlerinde cenneti, cehennemi nimeti ve azabı sözün tam anlamı ile gözetmezler. Böylelerine hem eğitim ve hem de karşılık olarak Allah'ın onlara "İman edip iyi ameller işleyenlere gelince Allah onlara sevgi armağan edecektir." (Meryem suresi, 96) sözü ya da kendilerinin "Doğru bir yerde kudret sahibi bir hükümdarın katında." (Kamer suresi, 55) olacaklarını bilmeleri yeterlidir. Resulullah'ın ayakları şişinceye dek namaz kıldığı, Hz. Aişe'nin de: "Ey Allah'ın Resulü gelmiş ve geçmiş tüm günahların bağışlandığı halde, niçin böyle yapıyorsun?" diye hayretle sorduğu zaman, buna karşılık Peygamberin: "Ey Aişe! Ben çok şükreden bir kul olmayayım mı?" diye cevap verdiği nakledilir.(Hadis Müslim'in sahihinde Vehb oğlu Abdullah yolu ile nakleder) Rabiatül Adeviyye: "Şayet cennet ve cehennem olmasa hiçbir kimse Allah'a ibadet etmeyecek, hiçbir kimse O'ndan korkmayacak mıydı?" der.
Süfyanü's Sevri: Rabia'ya senin imanının özü nedir? diye sorunca, ona şöyle cevap verir: "O'na ve cehenneminden korktuğum için ne de cenneti a
|