Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 11:57   Mesaj No:1

MERVE DEMİR

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:116
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Fizilalil Kuran Şura Suresi Tefsiri

Fizilalil Kuran Şura Suresi Tefsiri

42-Şura

1- Ha, Mim.
2- Ayn, Sin, Kaf.
3- O üstün iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan Allah, sana ve senden önceki peygamberlere böyle vahyeder.
4- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O, yücedir, büyüktür.
5- Neredeyse gökler onların Allah'a ortak koşmaları karşısında tepelerinden çatlayacaklar. Melekler, Rab'lerini hamd ile tesbih ederler, yerdekiler için bağışlanma dilerler. İyi bilinki Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
6- Allah'tan başka dostlar edinenleri Allah gözetlemektedir. Sen onların üzerinde vekil değilsin.
Bazı surelerin başlarında yeralan birbirinden kopuk harflerle ilgili düşüncemizi diğer surelerde yeterince açıklamıştık. Bu sure de birbirinden kopuk harflerle başlıyor ve bunu şu ayet izliyor:
"O üstün iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan Allah, sana ve senden önceki peygamberlere böyle vahyeder."
Yani bu şekilde, bu düzen içinde ve bu yolla gerçekleşiyor sana ve senden önceki peygamberlere indirilen vahiy. Bu kitap insanların bildiği, anladığı ve anlamlarını kavradığı harflerle oluşan sözlerdir, kelime ve ibarelerdir. Ne varki insanlar bildikleri bu harflerle bunun benzeri bir kitabı meydana getiremezler.
Bir başka açıdan da vahyin ve vahyi indiren kaynağın birliği dile getiriliyor. Çünkü vahyi indiren üstün iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan yüce Allah'tır. Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm peygamberlere vahiy indiren yüce Allah'tır. Peygamberler ve zaman değişse de vahyin özü birdir... "Sana ve senden önceki peygamberlere."
Bu hikayenin başlangıcı eskilere dayanır. Zamanın derinliklerinin içine kök salmıştır. Bu, birbirine girmiş, çok halkalı bir silsiledir. Birçok ayrıntısının olmasına rağmen sağlam temellere dayanan bir hayat sistemidir, bir hareket metodudur.
Bu gerçek -bu şekilde- mü'minlerin vicdanlarında yeredince, inanç sistemlerinin köklülüğü, sağlamlığı, kaynağının ve yolunun birliği düşüncesini uyandırır zihinlerinde. Ve onları bu vahyin kaynağına bağlar: "Üstün iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan Allah." Aynı şekilde, kendileri ile her zaman ve her yerdeki, Allah tarafından gönderilen vahye bağlayan diğer mü'minler arasında bir yakınlık olduğu fikrini uyandırır. Şu halde mensup bulundukları ailenin kökü tarihin derinliklerine dayanır. Zamanın derinliklerine kök salmışlardır. Hepsi de en sonunda Allah'a bağlanıyor, O'nda buluşuyorlar. O "Üstün iradelidir." Güçlüdür, dilediğini yapar. "Her yaptığını bir hikmete göre yapar." Dilediği kimseye, dilediğini bir hikmete ve plana göre vahyeder. Şu halde nasıl oluyor da bu tek ve değişmez ilahi sistemden ayrılıp, sonuçta Allah'a götürmeyen, kaynağı bilinmeyen, belli ve tutarlı bir hedefi olmayan değişik yollara sapıyorlar?
Burada konunun akışı kesiliyor ve tek başına bütün peygamberlere vahiy gönderen yüce Allah'ın sıfatları sunuluyor. Göklerde ve yerde bulunan tüm varlıkların mülkiyetinin sadece O'na ait olduğu ve sadece O'nun yüce olduğu, büyük olduğu belirtiliyor:
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O, yücedir, büyüktür." Çoğu kere sırf bazı şeyleri ellerinde bulunduruyorlar, onları buyruklarına almışlar, yararlanıyorlar ve diledikleri yerde kullanabiliyorlar diye insanlar buna kanarak birçok şeye sahip olduklarını sanıyorlar. Oysa bu gerçek bir mülkiyet değildir. Gerçek mülkiyet Allah'ındır. Vareden, yokeden, dirilten, öldüren O'dur. İnsanlara dilediğini verebilir ve onları dilediği şeyden de yoksun bırakabilir. Sahip bulundukları şeyleri ellerinden alabilir ve bunun yerine başka bir şey koyabilir. Gerçek mülk, varlıkların özüne hükmeden, onları kendi seçtiği yasalar sistemine göre yönlendiren Allah'ındır. Eşya ve varlıklar yüce Allah'ın belirlediği yasa doğrultusunda Allah'ın buyruğuna olumlu cevap verir, boyun eğer, üstüne düşeni yerine getirirler. Göklerde ve yerde bulunan herşey Allah'a aittir. Öyleki hiç kimse onun mülküne ortak değildir. "O, yücedir, büyüktür." O sadece mülkün sahibi değildir. Tek başına eşsiz bir yücelik ve büyüklük sahibidir de. O'nun sahip bulunduğu bu yücelik karşısında herşey çok aşağıda kalır. O'nun büyüklüğünün yanında herşey çok küçük kalır!
Bu gerçek, vicdanlarda gereği gibi yeredince insanlar kendileri için bir rızık, bir iyilik ve bir kazanç dilemek için nereye yönleneceklerini bilirler. Çünkü göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ındır. Dolayısiyle mülkten bağışta bulunma yetkisi mülkün sahibine aittir. Hem Allah "Yücedir, büyüktür" Bir şey istemek için O'na uzanan eller, hiç te yüce ve büyük olmayan yaratıklara uzandıklarında doğru olduğu gibi küçülmezler, aşağılanmazlar.

Sonra evren üzerindeki mülkiyetin Allah'a özgü olduğu, aynı şekilde O'nun yüceliği ve büyüklüğü bir tablo halinde sunuluyor. Bu olgu, Rabb'inin yüceliği karşısında duyduğu heybetten ve yeryüzündeki bazı varlıkların doğru yoldan sapmasından dolayı içine düştüğü dehşetten neredeyse çatlayacak gibi olan göklerin hareketinde, yine hamd ile Rab'lerini tesbih eden, sapmalarından, küstahlık yapmalarından dolayı yeryüzündeki kimi varlıklar için bağışlanma dileyen meleklerin hareketlerinde somutlaştırılıyor:
"Neredeyse gökler, onların Allah'a ortak koşmaları karşısında tepelerinden çatlayacaklar. Melekler Rab'lerini hamd ile tesbih ederler, yerdekiler için bağışlanma dilerler. İyi bilinki, Allah çok bağışlayan. çok esirgeyendir."
Gökler, yeryüzünde yaşayan bizler için yukarıda gibi görünen şu uçsuz bucaksız varlıklar kümesidir. Ve biz onun büyüklüğü karşısında çok az sayılacak bir şey biliyoruz. Bu güne kadar göklerde yüz milyarlarca güneş sisteminin bulunduğunu, her birinde bizim güneşimiz gibi yüz milyarlarca güneşin yeraldığını ve bunların herbirinin hacminin bizim dünyamızdan milyon kere daha büyük olduğunu öğrendik. Bu güneş sistemlerini artık biz insanlar küçük teleskoplarımızla gözetleyebiliyoruz. Bunlar gök boşluğuna dağılmış durumdadırlar. Aralarındaki mesafeler ise yüz milyarlarca ışık yılı olarak ifade edilecek kadar korkunçtur. Işık yılı hızına göre hesaplanır ki, bu, saniyede 168.000 mile ulaşır.
İşte, hakkında bu küçük ve sınırlı bilgiye sahip bulunduğumuz bu gökler yüce Allah'ın büyüklüğünün ve yüceliğinin ürpertisi ile, yeryüzünde yaşayan bazı varlıkların sapmasının dehşeti ile çatlayacak gibi oluyorlar. Yeryüzünde sapan bu varlıklar (yani bazı insanlar) evrenin vicdanının duyup dehşetinden titrediği, sarsıldığı ve en yüce yerinden çatlayacak gibi olduğu bu büyüklüğü unutuyorlar:
"Melekler, Rab'lerini hamd ile tesbih ederler, yerdekiler için bağışlanma dilerler."
Melekler kayıtsız şartsız Allah'a itaat eden varlıklardır. Yaratıklar içinde en başta içtenlikle boyun eğen onlardır. Ancak yüce Allah'ın yüceliğinin ve büyüklüğünün farkında oldukları, aynı zamanda ona itaat etme ve onu övmede kusur etme endişesi içinde oldukları için sürekli Rab'lerini tesbih ederler. Öte yandan yeryüzünde yaşayan kusurlu ve zayıf varlıklar Rab'lerini inkar ediyorlar, doğru yoldan sapıyorlar. Bu durum karşısında melekler yüce Allah'ın öfkesinden korkuyorlar ve yeryüzünde işlenen günah ve kusur için yeryüzünde yaşayanlar adına bağışlanma diliyorlar. Mü'min suresindeki ayete dayanarak meleklerin bağışlanma dileklerinin mü'minler için olduğunu söyleyebiliriz: "Arşı taşıyanlar ve çevresinde bulunanlar Rab'lerini överek tesbih ederler. O'na inanırlar ve mü'minler için bağışlama dilerler." (Mü'min Suresi, 7)
Bu durum, yeryüzünde meydana gelen herhangi bir günahtan hatta mü'minlerin işledikleri herhangi bir kusurdan dolayı meleklerin ne kadar korktuklarını, dehşete düştüklerini, bu yüzden yüceliğini ve büyüklüğünü hissederek, onun mülkünde meydana gelen bir günahtan dolayı dehşet içinde olduklarını belirterek, sürekli onun bağışlamasını ve rahmetini ümitle isteyerek Rab'lerinden bağışlanma diliyorlar, onu hamd ile tesbih ediyorlar.
"İyi bilin ki Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir."
Böylece yüce Allah'ın üstünlüğü, hikmeti, yüceliği ve büyüklüğünden sonra bağışlayıcılığı ve merhametliliği de dile getiriliyor. Bu sayede kullar değişik sıfatları ile Rab'lerini tanımış oluyorlar.
Bölümün sonunda -Bu sıfatların ve onların tüm evren üzerindeki etkilerinin ardından- Allah'ın dışında dost ve dayanak edinenler gündeme getiriliyorlar. Oysa evrende Allah'ın dışında desteğine ihtiyaç duyulacak bir başka dost ve dayanağın olmadığı ortaya çıkmıştı. Şu halde Allah'ın elçisi -salât ve selâm üzerine olsun- onları kendi hallerine bırakmalıdır. Çünkü onların üzerinde bekçi değildir. Onların üzerinde gözetleyici olan yüce Allah'tır. O'dur onların akıbetlerini garantileyen:
"Allah'tan başka dostlar edinenleri Allah gözetlemektedir. Sen onların üzerinde vekil değilsin."
Bu bedbaht ve sapık kişilerin uğursuz tabloları canlanıyor zihinde; bunlar Allah'tan başka dostlar ediniyorlar, ama elleri boşluğu yakalıyor, çünkü dostluğu işe yarayacak kimse yok ortada. İnsan vicdanında canlanan bu tabloda onlar ve Allah'ın dışında edindikleri dostları çok basit, çok aşağılık görünüyorlar. Onlar bu durumdayken yüce Allah onları gözetliyor. Onun kontrolünde, küçük ve güçsüz duruyorlar. Ama Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ve beraberindeki mü'minler onların durumunu düşünmek ve onların meseleleri ile ilgilenmekle yükümlü değildirler. Çünkü yüce Allah onlarla bu şekilde ilgilenilmesini istemiyor.
Mü'minleri, -her durumda bu konuda bir endişelerinin olmaması, rahatsız olmamaları için bu gerçeğin vicdanlarında bu şekilde yerleşmesi zorunludur. Allah'tan başka dostlar edinen bu kimseler ister yeryüzünde iktidar sahibi olsunlar, ister iktidardan yoksun güçsüz kimseler olsunlar. Mü'minler bu gerçeği bu şekilde kavrayınca yeryüzünde iktidar sahipleri -istedikleri kadar zorbalaşsınlar gözlerinde basitleşirler. Çünkü bu despotların gücü, iktidarı yüce Allah'ın desteğinden yoksundur. Üstelik yüce Allah onları gözetliyor ve onları çepeçevre kuşatmıştır İçinde yaşadıkları evren bütünüyle Rabb'ine inanıyor. Onlarsa koroya ters düşen çatlak bir ses gibi sapmışlardır. Mü'minler diğer durumda da kendilerinden emindirler. Çünkü şu sapıkların Allah'tan başka dostlar edinmesinde onlar için bir sorumluluk sözkonusu değildir. Çünkü mü'minler yaratılışın normal çizgisinden sapanlar üzerinde bekçi değildirler. Onların görevi sadece öğüt vermek, Allah'ın mesajını açıkça duyurmaktır. Kulların kalplerini gözetlemek ise Allah'ın yetkisindedir.
Bu yüzden mü'minler yollarına devam ederler. İzledikleri yolun Allah'ın vahyinin yol göstericiliği ile hedefe ulaşacağından emin olurlar. Sapıkların yoldan ayrılmalarından dolayı kendilerinin bir zarara uğramayacaklarını, bu sapıklığın boyutları ne olursa olsun bilirler.


10- Görüş ayrılığına düştüğünüz herhangi bir meselede hüküm vermek Allah'a aittir. İşte bu, benim Rabb'im olan Allah'tır. O'na dayandım, O'na yöneldim.


11- Gökleri ve yeri yoktan var edendir. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da çiftler yarattı. Bu düzen içinde çoğalmanızı sağlamıştır. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O herşeyi işitir, görür.


12- Göklerin ve yerin anahtarları Allah'ındır. Dilediğine rızkı bol verir, dilediğinden de kısar. O, herşeyi bilendir.

Bu gerçeklerin ifade yöntemi, sıralanışı ve bu bölüm içinde bir araya getiriliş biçimi üzerine düşünmeyi gerektiren ilginç bir yöntemdir. Çünkü her parçanın arasındaki gizli ve açık bağ latif ve ince bir bağdır.
Bölüm önce, insanlar arasında başgösteren her türlü görüş ve inanç ayrılığının çözümünü Allah'a bırakıyor: "Görüş ayrılığına düştüğünüz herhangi bir meselede hüküm vermek Allah'a aittir."
Yüce Allah kişinin hükmünü bu Kur'an'da indirmiştir. Dünya ve ahiretle ilgili ayrıntılı ve çözümleyici sözünü söylemiştir. İnsanların kişisel ve toplumsal hayatları, geçimleri, yönetimleri, politikaları, ahlak ve davranış kuralları için kendi seçtiği bir hayat sistemi koymuştur. Bunların tümünü kapalı hiçbir taraf bırakmamak üzere açıklamıştır. Bu Kur'an'ı insanlık hayatı için, yönetim düsturlarından daha kapsamlı, daha geniş, herşeyi içine alan evrensel bir hayat düsturu kılmıştır. Dolayısiyle insanlar herhangi bir meselede veya bakış açısında görüş ayrılığına düşerlerse bu konudaki Allah'ın hükmü, onun insanlık hayatının temel yasası olsun diye Peygamberine vahyettiği kitapta mevcuttur.
Bu gerçeğin bu şekilde vurgulanmasından sonra, Peygamber efendimizin sözü aktarılıyor. Burada Peygamber efendimiz her şeyiyle Allah'a teslim olduğunu bütünüyle O'na yöneldiğini ifade ediyor:
"İşte bu, benim Rabb'im olan Allah'tır. O'na dayandım, O'na yöneldim." Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- dili ile ifadesini bulan bu yönelme, bu dayanma ve bu vurgulama psikolojik açıdan az önceki gerçek üzerine yapılmış uygun bir değerlendirme, yerinde bir yorum olarak yer alıyor. İşte Allah'ın elçisi ve peygamberi Rabb'inin Allah olduğuna şahitlik ediyor. Sadece O'na dayanıp güvendiğini, başkasına değil sadece O'na yöneldiğini ifade ediyor. Öyleyse yol gösterici, hidayet rehberi peygamber O'ndan başkasının hükmüne başvurmazken diğer insanlar nasıl oluyor da görüş ayrılığına düştükleri herhangi bir meselede O'ndan başkasının hükmüne başvuruyorlar? Halbuki peygamber, insanların sorunları çözümleyici sözlerine müracaat etmeleri, şurada, burada bir an olsun O'nun yol göstericiliğinden ayrılmamaları açısından herkesten önceliklidir. Şu halde yol gösterici peygamber sadece Allah'a dayanıp güveniyorken, Rabb'im O'dur, işlerimi yönlendiren, her şeyime kefil olan, beni dilediği tarafa yönelten O'dur, diyerek sadece O'na yöneliyorken diğer insanlar nasıl olur da herhangi bir meselenin çözümü için başka bir merciye yönelebilirler?
Bu gerçeğin mü'minin vicdanında yerleşmesi yolunu aydınlatır, gideceği yolun işaretlerini belirler ve sağa-sola sapmasına engel olur. Yoluna güvenmesini, adımlarını attığı yerlerden emin olmasını sağlar. Böylece kuşkular içinde kıvranmasını, ürkek davranmasını, şaşkın şaşkın dolaşmasını önler. Bu durumda mü'min yüce Allah'ın kendisini gözettiğini, koruduğunu, adımlarını bu yöne doğrulttuğunu, ayrıca doğru yol klavuzu Hz. Peygamber'in de Allah'a giden bu yolu izlediğini düşünür.
Bu gerçeğin, mü'minin vicdanında yerleşmesi, onun kendi hayat sistemine, hareket metoduna ve yoluna ilişkin bilincinin düzeyini yükseltir. Artık mü'min ilgilenilebilecek bir başka metodun veya yolun olabileceğini kabul etmez. Doğru yol klavuzu Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bu hayat sistemini koyan, bu hükmü belirleyen Rabb'ine yönelirken bir mü'min herhangi bir görüş ayrılığında Allah'ın hükmünün dışında başvurulabilecek bir başka hükmün olabileceğini düşünmez.
Sonra bu gerçeği daha da pekiştirecek, iyice yerleşmesini sağlayacak ifadelerle bir kez daha değerlendirme yapılıyor:
"Gökleri ve yeri yoktan var edendir. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da çiftler yarattı. Bu düzen içinde çoğalmanızı sağlamıştır. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O herşeyi işitir, görür."
İnsanların görüş ayrılığına düştükleri herhangi bir meselede başvurulması gereken bir hüküm olmak üzere bu Kur'an'ı indiren yüce Allah "Gökleri ve yeri yoktan varetmiştir." Göklerin ve yerin düzenini sağlayan O'dur. Göklere ve yere egemen olan yasa, onun her birine özgü işleri çözüme bağlayan hükmüdür. Hayatın ve kulların meseleleri de göklerin ve yerin düzeninin bir parçasıdır. Yüce Allah'ın bu konudaki hükmü insanların hayatı ile uçsuz bucaksız evrenin hayatı arasında ahenk oluşturur. İnsanlar yüce Allah'ın koyduğu hükümlere uyunca kendilerini kuşatan ve yüce Allah'ın ortaksız hükmüne boyun eğen evrenle barış içinde yaşarlar.
İnsanlar görüş ve inanç ayrılığına düştükleri herhangi bir meselenin çözümü için yüce Allah'ın hükmüne başvurmak zorundadırlar. Çünkü yüce Allah onları yaratmıştır. Onlara şekil vermiş, onların ruh ve beden yapılarını düzenlemiştir:
"Size kendinizden eşler yarattı." Sizin hayatınızı temelden düzenledi. Çünkü sizin hayatınızın sürmesi için gerekli olan en uygun ortamı O bilir. Hayat için elverişli olan hayatın düzenli ve istikrarlı bir gelişme göstermesi için uygun olan sistemi O bilir. Hayatınızın tüm canlılar için seçilen yaratılışın temel ilkesine uygun bir çizgi izlemesini O planlamıştır: "Hayvanlardan da çiftler yarattı..." Şu halde bütün canlılar arasında bir yapısal birlik vardır. Bu da bütün canlıların yaratılışında uygulanan yöntemin, bu yöntemi belirleyen iradenin ve bununla güdülen amacın birliğine tanıklık etmektedir. Sizin -yani siz insanlar ve hayvanların bu sistem ve yöntem doğrultusunda çoğalmanızı O sağlamıştır. Ama O bütün yarattıklarından farklıdır. Yarattıkları arasında ona benzeyen hiçbir şey yoktur: "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." İnsan fıtratı bu gerçeğe hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde inanır. Çünkü varlıklar kendilerini yaratan yaratıcıya benzemezler. Bu yüzden bütün varlıklar, aralarında başgösteren herhangi bir görüş veya inanç ayrılığından dolayı yüce yaratıcının hükmüne başvururlar, onunla birlikte bir başkasına da başvuruda bulunmazlar. Çünkü, görüş veya inanç ayrılığı baş gösterdiğinde hükmüne başvurulacak birden fazla merciin olması bir yana, ona benzeyen bir tek kişi bile yoktur.
"Ona benzer hiçbir şey" olmamakla beraber, bu kesin farklılıktan dolayı O'nunla yarattıkları arasındaki ilişki kopuk değildir. Çünkü O, işitir, görür: "O, herşeyi işitir, görür." Sonra herşeyi işiten ve gören biri olarak hükmeder.
Ardından yüce Allah insanlar arasında başgösteren herhangi bir görüş ayrılığında çözümleyici tek hükmün kendi hükmü olmasını, gökleri ve yeri ilk defa yaratıp, onları yönlendirecek yasayı belirledikten sonra onların anahtarlarının kendi elinde olması gerçeğine dayandırıyor: "Göklerin ve yerin anahtarları Allah'ındır." İnsanlar da göklerde ve yerde bulunan varlıklar bütününün bir parçasıdırlar. Şu halde onların iç ve dış dünyalarının anahtarları da Allah'ın elindedir.
Ayrıca, göklerin ve yerin anahtarlarını elinde bulundurmanın sonucu olarak insanların rızkını bollaştırıp daraltmak da O'nun yetkisindedir: "Dilediğine rızkı bol verir, dilediğinden de kısar..." Şu halde insanları rızıklandıran, yaşadıkları sürece rızıklarını garantileyen, onları yediren, içiren Allah'tır. Peki O'nu bırakıp ta aralarındaki görüş ve inanç ayrılıkları için kimin hükmüne başvuracaklardır? Çünkü insanlar bu konuda ancak rızıkları vermeyi garantileyen, rızıkları dilediği gibi yönlendiren, bütün bunları bir bilgiye ve plana göre yöneten bir ilaha yönelebilirler: "O herşeyi bilendir." Herşeyi bilen kim ise hüküm vermekte ona aittir. Bu durumda verilen hüküm adil ve sorunu çözümleyici olur.
İşte böyle, anlamlar ardarda bir ahenk içinde diziliyor. Amaç ahenkli ve derin etkili melodi tamamlanana kadar peşpeşe insan kalbinin dikkatini bir noktaya doğru çekmektir.



DİNİN EGEMENLİĞİ VE FİTNE


13- Allah, dinden Nuh'a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa ya ve İsa 'ya tavsiye ettiğimiz Allah'ın dinini hayata egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin' direktifini sizin için bir hayat düsturu olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir."


14- Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer belli bir süre için Rabb'inin verilmiş sözü olmasaydı, aralarında hemen hükmedilirdi. Onlardan sonra Kitab'a varis kılınanlar da ondan kuşku duymaktadırlar.


15- Bundan dolayı sen insanları Allah'ın dinine davet et ve emrolunduğun gibi doğru ol, onların heva ve heveslerinden kaynaklanan hayat sistemlerine uyma ve deki: "Ben Allah'ın indirdiği her Kitab'a inandım; aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizimde Rabb'imiz, sizinde Rabb'inizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak birşey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüşte O'nadır."


16- İnsanlar Allah'ın çağrısını kabul ettikten sonra, Allah'ın dini hakkında tartışanların delilleri, Rab'leri yanında batıldır. Onların aleyhine bir gazab ve çetin bir azab vardır.

Surenin giriş kısmında şöyle deniyor: "O üstün iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan Allah, sana ve senden önceki peygamberlere böyle vahyeder." Bu ifade, bütün peygamberlerin vahiy aldıkları kaynağın, uyguladıkları sistemin, gerçekleştirmek istedikleri hedefin birliğine yönelik genel bir işaretti. Şimdi ise bu işaret açıklığa kavuşturuluyor. Yüce Allah'ın müslümanlar için hayat düsturu olarak öngördüğü direktifin -genelde- Nuh'a, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiği prensip olduğu vurgulanıyor. Özelde müslümanlara genelde de tüm peygamberlerin ümmetlerine emredilen prensip şudur: "Allah'ın dinini hayata egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin" Bu konuda görüş ve inanç ayrılığına düşenlere aldırmadan kalıcı ilahi sisteme uymakta ısrar etmek, bu açık, dengeli ve tutarlı dini uygulamak, Allah'ın hakimiyeti hakkında tartışanların delillerini çürütmek, onları Allah'ın öfkesi ile, şiddetli azabı ile korkutmak gibi sonuçlar bu prensibin yerleşmesinden sonra gelir.
Tıpkı az önceki bölümde olduğu gibi burada da belli bir amaca yönelik bir bütünlük ve ahenk olduğu göze çarpmaktadır:
"Allah, dinden Nuh'a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimiz `Allah'ın dinini hayata egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin' direktifini sizin için bir hayat düsturu olarak öngördü."
Böylece surenin giriş kısmında ayrıntılı olarak ele aldığımız gerçek; bütün peygamberlerin sundukları mesajın temelde bir olduğu; zamanın derinliklerine kök salmış dinin bir olduğu gerçeği iyice pekiştiriliyor. Buna bir de mü'minin duygusunda tatlı bir iz bırakan açıklamalar ekleniyor. Mü'min uzanıp giden yolda yürüyen önceki kuşaklara bakıyor. Birden peşpeşe yola koyulan insanlığın şu seçkin, şu saygın şahsiyetlerini; Hz. Nuh'u, İbrahim'i, Musa'yı, İsa'yı ve Hz. Muhammed'i -salât ve selâm üzerlerine olsun- görüyor. Bu seçkin insanların devamı olduğunu, onların izinden gittiğini düşünüyor. Çeşitli engeller ve dikenlerle dolu da olsa, bu yüzden birçok nimetten yoksun da kalsa daha bir coşku ile yolunu izliyor. Çünkü o, yüce Allah katında en saygın, en onurlu olan bir kafile ile yoldaşlık etmektedir. Bu kafile insanlık tarihi ile birlikte bütün evrende gelmiş geçmiş en büyük, en seçkin kafiledir.
Aynı şekilde, Allah'ın değişmez dinine inanan ve O'nun kalıcı yasasına uyanlar arasında köklü bir barış vardır. Bunlar ayrılıkları ve farklılıkları bir kenara bırakırlar. Sağlam bir yakınlık bilincini taşırlar. Bu da beraberinde yardımlaşmayı, anlaşmayı, şimdiki zamanı geçmişe, geçmişi de şimdiki zamana bağlamayı ve topyekün Allah'ın belirlediği yolda yürümeyi getirir.
Yüce Allah'ın, dinden bir kural olarak Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- inanan müslümanlara hayat düsturu olarak öngördüğü prensip, yüce Allah'ın Hz. Nuh'a, Hz. İbrahim'e, Hz. Musa'ya ve Hz. İsa'ya -selâm üzerlerine olsun- tavsiye ettiği bir prensibin aynısı olduğuna göre Hz. Musa'ya uyanlarla Hz. İsa'ya uyanlar niçin birbirleri ile savaşıyorlar? Hz. İsa'ya uyan değişik mezheplere bağlı kişiler kendi aralarında niçin savaşıyorlar? Hz. Musa'ya ve İsa'ya uyanlar neden Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- uyanlarla savaşıyorlar? İbrahim'in dinine bağlı olduklarını ileri sürenler niye müslümanlarla savaşıyorlar? Niçin hepsi biraraya gelip kendilerine gönderilen son peygamberin kaldırdığı tek bayrağın altında toplanmıyorlar? Çünkü yüce Allah'ın yerine getirilmesini istediği bu direktif herkese yöneliktir: "Allah'ın dinini hayata egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin." Allah'ın dinini bütün yönleriyle uygulayın, yükümlülüklerini yerine getirin, ondan sapmayın, onun ilkelerini çarpıtmayın. Yükselen bayrağın altında tek saf halinde durun. Bu, tek ve değişmez bir bayraktır. Bu bayrağı son dönemde Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- gelene kadar sırasıyla Hz. Nuh, İbrahim, Musa ve İsa -selâm üzerlerine olsun- taşımıştır.
Ne varki -Hz. İbrahim'in dinine bağlı olduklarını ileri süren- şehirlerin anası Mekke ve çevresinde yaşayan müşrikler bu yeni ama kökü eskilere dayanan son çağrıya karşı değişik bir tutum sergiliyorlar:
"Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah'a ortak koşanlara ağır geldi." Aralarındaki Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- vahyin gelmesi onlara ağır geldi. Çünkü "İki şehrin büyüklerinden birine" (Zuhruf Suresi, 31) vahiy gelmesini istiyorlardı. Aralarında nüfuz sahibi ileri gelenlerden birine gelmesini bekliyorlardı. Kendi itirafları ile doğru ve güvenilir olan Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- ne kişisel nitelikleri ne de ortalama bir Kureyş ailesi olan soyu onlara göre otoriter bir kabile başkanı olması için yeterli değildi.
Putperestlik ve putçuluk döneminin otoritelerinin dayanağı efsanelerin bitmesi ile birlikte otoritelerinin bitecek olması onlara ağır geliyordu. Çünkü ekonomik ve kişisel çıkarları bu putperest efsanelere dayanıyordu. Bu yüzden şirke sarıldılar. Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerini çağırdığı net ve arı tevhid düşüncesini, yani Allah'ın tek ve ortaksız hakimiyetine dayanan islam düşüncesini kabul etmek ağır geldi.
Ölen müşrik atalarının sapıklık üzere, cahiliye üzere öldüklerini söylemek ağır geldi onlara ve ahmaklığa dört elle sarıldılar. Günahla övünür oldular. Atalarının sapıklık üzere öldüklerini söylemektense cehenneme atılmayı tercih ettiler.
Kur'an-ı Kerim onların bu ahmakça tutumları üzerine yüce Allah'ın dilediği kimseyi peygamberlik görevi için seçip tercih ettiğini, yine kendisine sığınmak isteyeni doğru yola ilettiğini, ayağı kayıp yoldan çıkan kimilerinin tevbesini kabul ettiğini belirterek bir değerlendirme yapıyor:
"Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir."
Nitekim Hz. Muhammed'i de -salât ve selâm üzerine olsun- peygamberlik görevi için seçmiştir. Yine yüce Allah kendisine dönüp yönelen için de yolu açık tutmuştur.
Ardından surenin akışı tekrar peygamberlerin izleyicilerinin tutumlarına dönüyor. Bütün peygamberler soydaşlarına aynı dini getirmişler, ama izleyicileri onlardan sonra gruplara bölünmüş, bölük, pörçük olmuşlardır:
"Onlar kendilerine ilim geldikten sonra sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer belli bir süre için Rabb'inin verilmiş sözü olmasaydı, aralarında hemen hükmedilirdi. Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da ondan kuşku duymaktadırlar."
Şu halde onlar cahil oldukları için görüş ayrılığına düşmediler. Kendilerini, peygamberlerini ve inanç sistemlerini birbirine bağlayan tek ve değişmez temel ilkeden habersiz oldukları için ayrılmadılar. Tam tersine, kendilerine yeterli ve aydınlatıcı bilgi geldikten sonra ayrıldılar, parçalandılar. Birbirlerini tepelemek, içlerindeki kıskançlık duygusunu tatmin etmek, hem kendilerine, hem de gerçeğe haksızlık etmekti asıl gerekçe. Azgın ihtirasların, sınır tanımaz arzuların etkisi ile parçalandılar. Doğru inançtan, dengeli ve tutarlı hareket metodundan kaynaklanan bir gerekçeye dayanmaksızın görüş ve inanç ayrılığına düştüler. Eğer inanç sistemlerini herşeyin üstünde tutsalardı, eğer hareket metodlarına uysalardı, parçalanmazlardı, bölünmezlerdi.
Kuşkusuz, bu şekilde parçalanıp bölünmeleri dolayısıyla işledikleri suçun, azgınlığın ve zulmün karşılığı olarak yüce Allah tarafından cezalandırılmayı hakketmişlerdi. Ne varki yüce Allah daha önce dilediği bir hikmetten dolayı belli bir sürenin sonuna kadar onlara mühlet tanımaya ilişkin bir söz vermiştir: "Eğer belli bir süre için Rabb'inin verilmiş sözü olmasaydı, aralarında hemen hükmedilirdi." Şayet yüce Allah daha önce belli bir süre için onlara mühlet vereceğine ilişkin bir söz vermiş olmasaydı, hemen aralarındaki meseleyi çözümlerdi. Gerçeği ortaya koyar, batılı geçersiz kılardı. Meseleyi bu dünya hayatında sonuçlandırırdı. Ne varki onların meselelerinin çözümü zamanı belirlenmiş güne ertelenmiştir.
Hz. Peygambere uyanlar arasında görüş ve inanç ayrılığına düşüp parçalananlardan sonra kitabı devralan kuşaklar ise inanç sistemlerini ve kitaplarını kesin bir inançtan uzak bir tavırla karşıladılar. Çünkü önceki kuşaklar arasında başgösteren görüş ve inanç ayrılıkları onların inanç sistemini içtenlikten uzak bir şekilde karşılamalarına ve değişik mezhepler ve gruplar arasında kuşku, karmaşa ve şaşkınlığın kol gezmesine neden olmuştur:
"Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da ondan kuşku duymaktadırlar." İnanç sistemi böyle olmaz kuşkusuz. Çünkü inanç sistemi mü'minin üzerinde durduğu sert bir kayadır. Çevresindeki her yer yıkılır, dökülür ama o, yerinde sarsılmadan duran sert kayanın üzerinde ayakları yere sağlam basmış olarak güvenle durur. İnanç sistemi ufukta beliren ve hiçbir zaman sönmeyen bir klavuz yıldızıdır. Mü'min kasırgalar, fırtınalar arasında ona yönelir. Bu sayede yolunu yitirmez, sapmaz. Ancak inanç sisteminin kendisi şüphe konusu olursa ve zihinlerin bulanmasına neden olursa, o zaman hiçbir şey ve hiçbir mesele kişinin içinde kalıcılık göstermez, bir yönde karar kılamaz ve güven içinde yoluna devam edemez.
Kuşkusuz inanç sistemi, kendisine bağlananlara Allah'a giden yolu ve yönü göstermek için gelmiştir. Onlar da tereddüt etmeden, kararsızlık göstermeden, inanç sisteminin belirlediği yoldan sapmadan peşlerinden gelen insanlara yol göstericilik yaparlar. Fakat kendileri izledikleri yoldan emin değillerse, inanç sisteminden kuşku duyuyorlarsa, bu durumda hiç kimseye öncülük edemezler. Çünkü kendileri şaşkındırlar.
İşte bu yeni din geldiği gün diğer peygamberlerin izleyicilerinin durumu bundan ibaretti.
Hindistan'lı yazar Üstad Ebu'l Hasan en-Nedvi "Müslümanların gerilemesi ile dünya neler kaybetti" adlı kitabında şöyle der:
"Büyük dinler, boş ve gereksiz işlerle uğraşanların elinde bir kurban gibiydiler. Münafıklar, dini bozmak isteyen art niyetli kişilerin elinde oyuncak haline gelmişlerdi. O kadar ki, bu dinler ruh ve şekillerini yitirmişlerdi. Bu dinlerin ilk bağlıları dirilecek olsaydı bunları tanımayacakları kuşkusuzdu. Uygarlığın, kültürün, hüküm ve siyasetin beşiği sayılan merkezler, anarşizmin, toplumsal çöküntünün, kargaşanın, kötü idarenin ve zorba yöneticilerin kol gezdiği birer sahneye dönüşmüşlerdi. Artık kendi içlerine kapanmışlardı. Dünyaya sunacakları bir mesajları, milletlere yönelik bir çağrıları kalmamıştı. Manevi değerler alanında iflas etmişlerdi, hayat kaynakları kurumuştu. Ne semavi dinlerden kaynaklanan katışıksız bir şerait ne de beşeri egemenliğin ortaya koyduğu kalıcı bir sosyal düzen mevcuttu."
Avrupalı yazar G.H. Denison "Emotion as the Basis of Civilisation" adlı eserinde şöyle der:
"Beşinci ve altıncı yüzyıllarda uygar dünya anarşizmin, kargaşanın korkunç uçurumunun kenarında duruyordu. Çünkü uygarlığın ayakta kalmasına yardımcı Olan inanç sistemleri yıkılmışlardı. Onların yerini tutacak bir şey de geliştirilmemişti. O sıralarda kuruluşunun temelinde dört bin yıllık emek yatan en büyük uygarlık ta parçalanmaya, çökmeye yüz tutmuştu. İnsanlık bir kez daha barbarlığa, ilkelliğe dönme endişesini taşıyordu. Çünkü kabileler birbiriyle savaşıyor,birbirini kırıp geçiyorlardı. Kanun, düzen kalmamıştı. Hristiyanlığın ortaya koyduğu düzenler birleştirmek ve düzen sağlamak yerine parçalamaya, yıkmaya çalışıyordu. Uygarlık gölgesi tüm dünyayı kaplamış dal budak salmış büyük bir ağaç gibiydi. Ne varki artık ağacın ayakta duracak gücü kalmamıştı. Çürüme tüm gövdeyi sarmıştı. Her yeri kasıp kavuran bu kokuşmuşluk, bu çözülmüşlük görüntüleri arasında, tüm dünyayı birleştirecek olan adam doğuverdi." Yani Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun-.
Peygamberlerin izleyicileri -kendilerine aydınlatıcı bilgi geldikten sonra- görüş ayrılıkları yüzünden bölündükleri için, onlardan sonra kitabı devralanlar da omuzladıkları inanç sisteminden kuşku duydukları için... Evet bu iki önemli neden için... Ayrıca insanlığın önderlik merkezi, Allah'a giden yolu bilen kişinin inançlı ve kararlı bir önderden yoksun bulunduğu için yüce Allah Hz. Muhammed'i salât ve selâm üzerine olsun- peygamber olarak gönderdi. İnsanları davet etmesini, davetinin öngördüğü hareket metodu üzerinde dosdoğru yürümesini, kendisi ve net, dengeli ve tutarlı mesajı hakkında ortaya atılan asılsız söylentilere, ihtiras ürünü itirazlara aldırmamasını emretti. Yüce Allah'ın bütün peygamberler için hayat düsturu olarak öngördüğü değişmez mesaja yeniden inanmaları için insanları açıkça çağırmasını istedi:
"Bundan dolayı sen insanları Allah'ın dinine davet et ve emrolunduğun gibi doğru ol, onların heva ve heveslerinden kaynaklanan hayat sistemlerine uyma ve de ki: `Ben, Allah'ın indirdiği her kitaba inandım, aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabb'imiz, sizin de Rabb'inizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak birşey yoktur. Allah hepimizi biraraya toplar, dönüş de O'nadır."
Bu, tüm insanlığı kapsayan yepyeni bir önderliktir. Açık, kesin ve kalıcı hareket metoduna uyan tutarlı, dengeli ve kararlı bir önderliktir. Bu önderlik bir kanıta dayanarak insanları Allah'ın dinine uymaya çağırır. Sapmadan Allah'ın emri doğrultusunda hareket eder. Birbiriyle çekişen, herbiri bir başka tarafa çekmek isteyen heva ve heveslerden uzak durur. Bu önderlik, tüm insanlar için gönderilen mesajın, peygamberliğin, kitabın, hayat sistemi ve hareket metodunun bir olduğunu açıkça duyurur. İmanı tek ve değişmez aslına döndürür, insanlığı da bu tek asla yöneltir: "De ki: Ben, Allah'ın indirdiği her kitaba inandım." Sonra bu, hak ve adalet ilkesine dayalı olarak insanlar üzerinde egemenlik kurmak, bu doğrultuda üstünlük sağlamaktır: "Aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum." Şu halde bu önderlik siyasi otoritesi bulunan ve yeryüzünde tüm insanlar arasında evrensel adaleti ilan eden etkin bir önderliktir. (Bu mesaj henüz islam çağrısı Mekke'de taraftarları ile birlikte baskı altındayken geliyordu. Ama davanın bu karakteri, evrenselliği açıkça görülebiliyordu.) Yine bu önderlik Rabb'lığın birliğini tüm dünyaya duyuruyor: "Allah bizim de Rabb'imiz, sizin de Rabb'inizdir." Bunun yanısıra sorumluluğun bireyselliğini vurguluyor: "Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir." Kesin bir söz ile tartışmanın bittiğini ilan ediyor: "Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur." Herşeyi nihai emir sahibi Allah'a bırakıyor: "Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O'nadır."
Şu bir tek ayet, kısa ama kesin, öz, ince ve aydınlatıcı bölümleri ile bu son dinin karekteristik özelliğini açıkça ortaya koyuyor. Buna göre bu din, insanların arzu ve ihtiraslarından etkilenmeden kendi yolunda hareket etmek üzere gelmiştir. Yeryüzüne egemen olmak ve insanlar arasında adaleti sağlamak için gelmiştir. Bundan önceki bütün dinlerde olduğu gibi Allah'a giden yolun bir olduğunu göstermek için gelmiştir...
Mesele bu şekilde açıklığa kavuştuktan ve mü'min kitle Allah'ın çağrısına bu şekilde karşılık verdikten sonra, Allah hakkında tartışmaya girmek isteyenlerin bu tavırları ilgilenmeye değmez çirkin bir tavır olarak beliriyor. İleri sürdükleri delillerin geçersizliği, çürüklüğü, hiçbir değerinin, hiçbir ağırlığının olmadığı ortaya çıkıyor. Bölüm onlarla ilgili son sözü söyleyerek onları yüce Allah'ın şiddetli azabı ile başbaşa bırakıyor:
"İnsanlar Allah'ın çağrısını kabul ettikten sonra, Allah'ın dini hakkında tartışanların delilleri, Rab'leri yanında batıldır. Onların aleyhine bir gazab ve çetin bir azap vardır."
Kimin ileri sürdüğü delil Rabb'i katında geçersizse, kim Rabb'inin yanında yenik duruma düşerse artık onun ileri sürebileceği bir kanıtı, bir gücü kalmamış demektir. Yeryüzündeki yenilginin ve bozgunun ardından ahirette de yüce Allah'ın gazabı ve şiddetli bir azap vardır. Hiç kuşkusuz bu, samimi kalplerin içten karşılık vermelerinden sonra batılda ısrar edenlerin, apaçık gerçek herkesin anlayabileceği şekilde ortaya konduktan sonra maksatlı olarak tartışmayı sürdürenlerin bu suretle işledikleri suça uygun bir cezadır.


17- Gerçekten Kitab'ı ve ölçüyü indiren Allah'tır. ve bilirsin, belki de kıyamet saati yakındır.


18- Kıyamete inanmayanlar, onun çabuk gelmesini isterler. İnananlar


ise ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler. İyi bilin ki kıyamet saati hakkında tartışanlar, uzak bir sapıklık içine düşmüşlerdir.


19- Allah kullarına lütufkardır, dilediğini rızıklandırır. O kuvvetlidir, galibtir.


20- Ahiret kazancı isteyenin kazancını artırırız; dünya kazancını isteyene de ondan veririz; fakat onun ahirette bir payı bulunmaz.

Allah kitabı hak içerikli olarak indirmiştir. Onunla birlikte de adalet ilkesini indirmiştir. Ve bu kitabı bundan önceki inanç sistemlerine bağlı bulunanların aralarında başgösteren görüş ayrılıkları ve insanların farklı görüş ve arzuları için bir hüküm mercii olarak öngörmüştür. Bu kitaptan kaynaklanan yasal sistemlerini de yönetimde adalet ilkesine dayandırmıştır. Yüce Allah'ın yönetimde gözönünde bulundurulmasını istediği adalet, değerlerin, hakların, amel ve uygulamaların ölçüldüğü bir terazi gibi ince ve duyarlıdır.
Ayetlerin akışı bu gerçekten; kitabın hak ve adalet ilkesi ile indirilişi gerçeğinden kıyamet meselesine geçiyor. Bu iki olay arasındaki bağlantı ise açıktır. Çünkü kıyamet, adalet ilkesine göre hükmedilecek ve her konudaki nihai kararın verileceği zamandır; Öte yandan kıyamet gaybın kapsamına giren bir meseledir. Kim bilir, belki çok yakın bir zamanda kopacaktır:
"Ne bilirsin belki de kıyamet saati yakındır."
Ama insanlar bunun farkında değildirler. Oysa yakındır onlara kıyamet. Hak ve adalet ilkesine dayalı hesaplaşma o gün gerçekleşecektir. Bu hesaplaşmada hiçbir şey gözardı edilmez, hiçbir şey kaybolmaz.
Bu arada mü'minlerle mü'min olmayanların kıyamet olgusu karşısındaki tutumları tasvir ediliyor:
"Kıyamete inanmayanlar, onun çabuk gelmesini isterler. İnananlar ise ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler."
Kıyamete inanmayanların kalpleri kıyametin dehşetini hissetmez, o gün kendilerini bekleyen azabın korkunçluğunu, boyutunu değerlendiremez. Bu yüzden alay ederek kıyametin bir an önce kopmasını istemelerinin şaşılacak bir yanı yoktur. Çünkü onlar bu gerçeği göremiyor, kavrayamıyorlar. Mü'minler ise, kıyametin kopacağına kesinlikle inanırlar. Bu yüzden ondan korkarlar, çekinirler. Bir korku, bir ürperti ile beklerler kıyameti. Çünkü kıyamet koptuğunda neler olacağını bilirler.
Kıyamet bir gerçektir. Onlar da bunun gerçek olduğunu bilirler. Onlarla gerçek arasında da bir bağ vardır. Bu yüzden gerçeği tanırlar:
"İyi bilin ki, kıyamet saati hakkında tartışanlar, uzak bir sapıklık içine düşmüşlerdir."
Sapıklığa dalmış, iyice uzaklaşmışlardır. Bu derin sapıklıktan sonra dönmeleri çok zordur.
Ayet-i kerime ahiret meselesinden; kıyametten duyulan korku ya da onu önemsememe meselesinden yüce Allah'ın kullarına bir lütuf olarak bahşettiği rızık meselesine geçiyor:
"Allah kullarına lütufkardır, dilediğini rızıklandırır. O kuvvetlidir, galiptir."
İlk bakışta bu iki mesele arasındaki ilişki uzak gibi görülüyor. Ancak bir sonraki ayet okunduğunda aralarında sağlam bir bağlantı olduğu göze çarpıyor:
"Ahiret kazancını isteyenin kazancını arttırırız; dünya kazancını isteyene de ondan veririz; fakat onun ahirette bir payı bulunmaz."
Yüce Allah kullarına büyük lütuflarda bulunur, dilediğini rızıklandırır. Hem iyiye, hem kötüye, hem mü'mine, hem de kafire rızık verir. Çünkü şu insanlar kendi rızıklarını varetme gücünden yoksundurlar, bu konuda ellerinden birşey gelmez. Onlara bu hayatı bahşeden Allah'tır. Ayrıca yüce Allah hayatın ilk ve temel sebeplerini garantilemiştir. Şayet yüce Allah kafirlerin, doğru yoldan çıkanların ve kötü kimselerin rızıklarını kesecek olsaydı, bunlar kendi kendilerini rızıklandıramazlardı, aç susuz, çıplak ve hayat için gerekli olan temel sebeplerden yoksun olarak ölüp giderlerdi. Ancak yüce Allah'ın hikmeti, ahirette onların lehine veya aleyhine hesaplanmak üzere onların yaşamalarını, dünya hayatında çalışıp çabalama fırsatını bulmalarını öngörmüştür. Bu yüzden yüce Allah rızık meselesini iyilik-kötülük, iman-küfür dairesinin dışına çıkarmıştır. Onu genel hayatın durumu ile, özel ferdî yetenekler ile ilgili sebeplerle bağlantılı kılmıştır. Ayrıca insanlara bahşettiği rızkı bir imtihan ve deneme aracı kılmış ve insanları kıyamet günü bu imtihan ve denemenin sonucuna göre yargılamayı öngörmüştür.
Sonra yüce Allah ahiret ve dünyayı kişinin dilediğini seçebileceği birer kazanç kılmıştır. Kim ahiret kazancını isterse onun için çalışır. Yüce Allah ta kazancını arttırır, bu niyetinden dolayı ona yardımcı olur ve çalışmasını bereketlendirir. Ahiret kazancının yanısıra, bu dünya hayatı için takdir edilen rızık ta kendisine verilir, hiçbir şeyden yoksun bırakılmaz. Hatta yüce Allah'ın bu dünyada kendisine bahşettiği rızık da üretiminde, harcamasında, faydalanma ve hayır amaçlı dağıtılışında Allah'ın hoşnutluğunu gözettiği sürece bizzat ahiret kazancına dönüşür. Kim de dünya kazancını isterse yüce Allah bu dünyada kendisi için takdir edilen nimetleri verir ve onu hiçbir şeyden yoksun bırakmaz. Ancak onun ahirette bir payı olmaz. Çünkü o ahiret kazancı için çalışmamıştır ki, böyle bir payın beklentisi içinde olsun!
Dünya kazancını isteyenlerle ahiret kazancını isteyenlere bakıldığında dünya kazancını istemenin ne büyük bir ahmaklık olduğu ortaya çıkar. Çünkü dünya rızkını yüce Allah bir lütuf olarak sunuyor, dünyayı da,ahireti de isteyene bahşediyor. Her biri yüce Allah'ın bilgisi uyarınca kendisi için takdir edilen dünya kazancındaki payı alır. Ama ahiret kazancı onu isteyen ve onun için çalışan kimselere özgü bir pay olarak kalır.
Dünya kazancını isteyenler arasında, genel duruma ve kişisel yeteneklere bağlı rızık sebeplerinin bir sonucu olarak zenginler kadar fakirlerin de olduğunu görüyoruz. Aynı durum ahiret kazancını isteyenler için de geçerlidir. Şu halde bu iki grup arasında bu dünyada rızık açısından bir fark yoktur. Asıl fark ve ayrıcalık ahirette ortaya çıkacaktır. Durum bu olduğuna göre bu dünyadaki durumunda bir değişiklik yapmadığı halde ahiret kazancını terkeden kimseden daha ahmak biri var mıdır?
Mesele sonuçta Allah katından inen kitabın içerdiği hak ilkesi ve ölçü ile ilgilidir. Çünkü bütün canlıların rızıkları takdir edilirken hak ve adalet ilkesinin gözetildiği açıktır. Bu ilke dileyene ahiret kazancını arttırmada, ve dünya kazancını isteyenlerin kıyamet günü ahiret kazancından yoksun bırakılmasında da gözönünde bulundurulmuştur.



21- Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara kanun kılacak ortakları mı vardır? Eğer azabı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zalimler için can yakıcı bir azap vardır.


22- Yaptıkları işler başlarına inerken zalimlerin, korkudan titrediklerini görürsün. utanıp iyi işler yapanlar da cennet bahçelerindedirler. Rab'lerinin yanında onlara diledikleri herşey vardır. İşte büyük lütuf budur.


23- Allah, inanıp salih ameller işleyen kullarını bununla müjdeler. Ey Muhammed! De ki: "Ben sizden buna karşı yakınlara sevgiden başka bir ücret istemem." Kim güzel bir amel işlerse onun güzelliğini arttırırız. Doğrusu Allah bağışlayandır. Şükrün karşılığını verendir."


24- Yoksa "Allah'a yalan uydurdu" mu diyorlar? Allah dilerse senin kalbine mührü basar; batılı mahveder, hakkı sözleriyle gerçekleştirir. Doğrusu O, kalplerde olanı bilendir."

Bir önceki bölümde yüce Allah'ın müslüman ümmet için hayat sistemi olarak öngördüğü prensibin daha önce Hz. Nuh'a, İbrahim'e, Musa ve İsa'ya tavsiye edildiği, aynı prensibin Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- de vahyedildiği açıklanmıştı. Bu bölümde ise içinde yaşadıkları durumu, uydukları hayat sistemini kınama, yerme amacı ile, yüce Allah kendilerine hayat sistemi belirlemediğine göre, ve şu anda uydukları hayat sistemi de bundan önce yüce Allah'ın gönderdiği tüm dinlere, onun koyduğu tüm kanunlara aykırı olduğuna göre kimdir onların uydukları kanunları koyan? Kimdir hayat sistemlerini belirleyen? şeklinde bir soru yöneltiliyor:
"Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara kanun kılacak ortakları mı vardır?"
Kim olursa olsun yüce Allah'ın yarattığı hiç kimsenin yüce Allah'ın kanun olarak koymadığı ve izin vermediği bir şeyi kanun olarak koyma yetkisi yoktur. Kulları için kanun koyma yetkisi sadece yüce Allah'a aittir. Çünkü bütün evreni yoktan var eden ve kendi seçtiği yasalar sistemi ile tüm evreni yöneten O'dur. İnsanlık hayatı ise bu uçsuz bucaksız evren çarkında küçücük bir dişli konumundadır. Bu yüzden evreni yönlendiren yasalar sistemi ile uyuşan bir yasa hükmetmelidir insanlık hayatına. Bu ise, uçsuz bucaksız evreni yönlendiren tüm yasalar sistemini kapsayan bir bilgiye sahip bir kanun koymadıkça mümkün olmaz. Allah'tan başka herkes tartışmasız bu denli kapsamlı bir bilgiye sahip olmaktan uzaktırlar. Bu yüzden bu yetersizlikle beraber onların insanlık hayatı için kanun koymalarına itibar edilmez.
Bu gerçek olanca çıplaklığı ile gözler önünde olmasına rağmen, birçokları bunu tartışma konusu yapıyorlar veya inanmıyorlar. Halkları için iyiliği seçtiklerini ileri sürerek yüce Allah'ın koyduğu kanunların dışında kanunlar koymaya yelteniyorlar. Bunu yaparken de içinde bulundukları şartlarla, kendi kafalarından uydurdukları kanunlar arasında bir paralellik kuruyorlar. Sanki yüce Allah'tan daha çok biliyorlarmış, ondan daha iyi hüküm verebiliyorlarmış gibi! Ya da sanki, Allah'ın izin vermediği konularda onlar için kanun koyan Allah'ın dışında ortakları varmış gibi! Bundan daha çirkin bir davranış, Allah'a karşı bundan daha küstahça bir tutum olamaz.
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi MERVE DEMİR 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN ülke tv Canlı... Videolar/Slaytlar Medine-web 1 2893 23 Ağustos 2013 00:41
İran Emperyalizmi Makale ve Köşe Yazıları Medine-web 6 3638 26 Ocak 2013 22:53
gerekli gereksiz bir şiir.. Makale ve Köşe Yazıları MERVE DEMİR 0 3281 06 Aralık 2012 10:48
olmamış kayınbiradere mektup :) Komik Paylaşımlar Allahın kulu_ 10 7787 03 Kasım 2012 23:19
İslamın kurtuluşu bilinçlenme ile mümkündür Makale ve Köşe Yazıları Esadullah 11 7255 02 Ekim 2012 21:16