Durumu: Medine No : 5587 Üyelik T.:
05 Aralık 2008 Arkadaşları:14 Cinsiyet: Memleket:İstanbul Yaş:35 Mesaj:
2.537 Konular:
2038 Beğenildi:116 Beğendi:0 Takdirleri:270 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Fizilalil Kuran Fussilet Suresi Tefsiri Fizilalil Kuran Fussilet Suresi Tefsiri 41-Fussilet 1- Ha, Mim. 2- Bu Kitab, Rahman ve Rahim olan Allah katından indirilmiştir. 3- Bilen bir toplum için ayetleri açıklanmış; arapça okunan bir Kitab'dır. 4- Müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Fakat insanların çoğu onu düşünüp kabul etmekten yüz çevirmiştir. Onlar işitmezler. 5- Dediler ki: "Ey Muhammed! Bizi çağırdığın şeye karşı kalbimiz kapalıdır, kulaklarımızda bir ağırlık ve seninle bizim aramızda bir perde vardır. Sen istediğini yap, bizde istediğimizi yapıyoruz." 6- De ki: "Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyediliyor. O'na yönelerek işlerinizi düzeltin, O'ndan mağfiret dileyin. O'na ortak koşanların vay haline!" 7- Onlar zekat vermezler ve ahireti de inkar ederler. 8- İnanıp iyi işler yapanlara gelince; onlar için kesintisiz mükafat vardır. Bazı surelerin birbirinden kopuk harflerle başlamasının nedenini e itli surelerde açıkladık. "Ha, Mim" harfleri ile yapılan açılışın ise sık sık tekrarlanması, insan kalbini uyaran gerekleri tekrar tekrar işaret etmeye ilişkin Kur'an yöntemine uymaktadır. Çünkü insan kalbi tekrar tekrar uyarılmayı gerektirecek bir yaratılışa sahiptir. Aradan uzun süre geçince unutur. Herhangi bir manevi gerçeğin içinde kalıcılık kazanabilmesi için değişik yollara başvurularak yeni baştan tekrar yönüne gidilmesi gerekir. İşte Kur'an-ı Kerim insan kalbini, onu yaratıp dilediği gibi yönlendiren yüce Allah'ın bilgisi doğrultusunda onun öz yaratılışına yerleştiren özellik ve yetenekleri gözönünde bulundurarak ele alır. "Rahman ve Rahim olan Allah katından indirilmiştir." Sanki surenin başında yeralan "Ha, Mim" harfleri surenin veya Kur'an'ın ismi gibi sunulmaktadır. Çünkü bu harfler, Kur'an ayetlerini oluşturan diğer harflerin aynısıdırlar. Bu durumda "Ha, Mim" isim cümlesinin öznesi "Rahman ve Rahim olan Allah katından indirilmiştir" de cümlesinin yüklemi olmaktadır. Kitabın indirilişinden söz edilirken Rahman ve Rahim sıfatlarından sözedilmesi, kitabın indirilişinde en büyük etkinliğe sahip bulunan niteliğe, Rahmet niteliğine işaret etme amacına yöneliktir. Bu kitabın indirilişinin alemlere Rahmet kaynağı olduğunda kuşku yoktur. Bu kitap hem kendisine inanıp uyanlar için hem de başkaları için bir rahmet kaynağıdır. Sadece insanlar için değil elbette, bütün canlılar için bir rahmettir bu kitabın indirilişi. Çünkü bu kitap herkes için iyilik kaynağı olan bir sistem koymuştur, bir hareket metodu belirlemiştir. İnsanlığın hayatını, düşüncesini, kavrayışını, hareket tarzını etkilemiştir. Bu etkinliği sadece kendisine inananlarla sınırlı kalmamıştır. Tam tersine bu etkinliği indiği günden itibaren evrensel ve sürekli olmuştur. İnsaf ve dikkatle insanlık tarihini inceleyenler, insanı tüm yönleriyle kapsayan genel insanlık anlamında inceleyenler bu gerçeği kavrar ve kesinlikle kabul ederler. Nitekim birçokları bu gerçeği görüp açıkça itiraf etmişlerdir. "Bilen bir toplum için ayetleri açıklanmış Arapça okunan bir Kitab'dır." Amaç ve hedeflere, çeşitli hareketler ve akıllara, çevre ve çağlara, psikolojik durumlara ve ruhların değişik ihtiyaçlarına uygun olarak ama tutarlı ve yerinde bir tarzda ayetleri ayrıntılı biçimde açıklanmıştır. Bu kitabın en belirgin karakteristik özelliği olan yukarıda işaret ettiğimiz hususlara uygun olarak ayetler uzun uzun açıklanmıştır. Arapça bir Kur'an olarak "bilen bir toplum için" bilme, öğrenme ve ayırdetme yeteneğine sahip bir toplum için ayrıntılı biçimde açıklanmıştır. Ve bu Kur'an görevini yerine getiriyor: "Müjdeci ve uyarıcı olarak." İnançları doğrultusunda hareket eden mü'minleri müjdeliyor, Allah'ın ayetlerini yalanlayan, bunun sonucu olarak da kötü işler yapanları da uyarıyor. Müjde ve uyarının sebeplerini, apaçık Arapça üslubuyla, Arapça konuşan bir topluma yönelik olarak açıklıyor. Ne var ki bu toplum tüm bunlara rağmen bu Kur'an'ı kabul etmiyor, ona olumlu karşılık vermiyor: "Fakat insanların çoğu onu düşünüp kabul etmekten yüz çevirmiştir. Onlar işitmezler de." Gerçekten de bu Kur'an'a sırt çevirip fiilen onu dinlemiyorlardı. Kalplerini bu Kur'an'ın karşı konulmaz etkisinden uzaklaştırmak için çabalıyorlardı. Biraz sonraki sözlerinde de görüleceği gibi kitleleri Kur'an'ı dinlememeye teşvik ediyorlardı: "Bu Kur'an'ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın belki ona galip gelirsiniz." Bazan bu Kur'an'ı dinliyorlardı, ama hiç dinlememiş gibiydiler. Çünkü bu Kur'an'ın ruhlarının üzerindeki etkinliğine karşı direniyorlardı. Tıpkı duymayan sağırlar gibiydiler! "Ve dediler ki: Ey Muhammed! Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır, kulaklarımızda ağırlık vardır. Seninle bizim aramızda bir perde vardır. Sen istediğini yap, biz de istediğimizi yapıyoruz." Bunu inatlarını göstermek, Hz. Peygamberden dolayı canlarının sıkıldığını vurgulamak için söylüyorlardı. Böylece onu kendilerini islama davet etmekten vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Çünkü onun sözlerinin kalplerinin üzerinde etkili olduğunu görüyorlardı. Ama kasten mü'min olmamak istiyorlardı! "Kalplerimiz örtü içindedir, senin sözlerin onlara ulaşamaz. Kulaklarımızda sağırlık var, davetini işitemezler. Bizi birbirimizden ayıran bir örtü vardır Seninle aramızda hiçbir bağlantı yoktur. Bizi bırak, kendin için çalış biz de kendimiz için çalışacağız" diyorlardı. Veya fazla önemsemediklerini vurgulamak amacı ile şöyle diyorlardı: Senin sözlerine, yaptıklarına, uyarılarına ve tehditlerine aldırmıyoruz. İstiyorsan kendi yolunda git, biz de kendi yolumuzda gideriz. Seni dinlemiyoruz. Ne yapacaksan yap! Bizi tehdit edip durduğun azabına aldırış etmiyoruz... İşte bu davanın ilk omuzlayıcısı, Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- karşı karşıya kaldığı itirazlara bir örnek. Ama o, durmadan insanları islama davet etmek üzere yoluna devam ediyor, davet hareketinden vazgeçmiyor. Karşısına dikilenlerin karamsarlığa itici sözlerinin etkisiyle karamsarlığa kapılınıyor. Yüce Allah'ın kendisine yönelik yardım ve başarı sözünün, Allah'ın peygamberini yalanlayanlara yönelik azap tehdidinin geciktiğini düşünmüyor. Allah'ın azap etmeye ilişkin tehdidini gerçekleştirmenin kendisinin elinde olmadığını duyurup görevini sürdürmekle yükümlüydü. Çünkü o, sadece kendisine vahiy gelen; bunu açıkça duyuran ve insanları e i ve ortağı bulunmayan tek Allah`a inanmaya; onun öngördüğü yolda dosdoğru yürümeye davet eden ve emredildiği gibi müşrikleri kendilerini bekleyen azaptan dolayı uyaran bir insandı. İşin bundan sonrası yüce Allah'a aittir. O'nun elinden bir şey gelmez. Çünkü o, sadece Allah'ın mesajını insanlara duyurmakla görevli bir insandır: "De ki: `Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana sizin ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyolunuyor. O'na yönelerek işlerinizi düzeltin. O'ndan mağfiret dileyin. O'na ortak koşanların vay haline!" Şu sabrın, katlanmanın, iman ve teslimiyetin yüceliğine bakın! Hiç kuşkusuz böyle bir durumda sabretmenin. Her türlü güç ve kuvvetten uzak böylesine güç bir ortamda direnmenin. şımarıkların ve büyüklük taslayanların karşı çıkışlarına, yalanlamalarına katlanmanın... Hem de karşı çıkanları, yalanlayanları ve şımarıkları susturan, onları çaresiz bırakan mucizenin biran önce gösterilmesini istemeden sabretmenin... Evet, pratik hayatında bu tür olumsuzlukların bir kısmını dahi olsa yaşayıp sonrada yoluna devam edenlerden başkası böyle bir ortamdaki meşakkate karşı sabretmenin yüceliğini, zorluklara katlanmanın ne denli övgüye değer bir davranış olduğunu kavrayamaz, anlayamaz. Bu ve benzeri ortamlar için Peygamberlere, Resullere sabretmeleri yönünde çokca direktif verilir. Çünkü davet yolu, sabır yoludur; hem de uzun bir sabır. Sabrı gerektiren ilk şey de davanın biran önce başarıya ulaşmasını beklemek, buna rağmen zaferin, hatta zafer belirtilerinin gecikmesidir. En başta buna karşı sabretmek, bu durumu teslimiyetle, hoşnutlukla kabullenmek gerekir. Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- büyüklük taslayanlara, şımarıklara karşı en fazla şöyle demesi emrolunuyor: "Onlar zekat vermezler. Ahireti de inkar ederler." Bu meselede özellikle zekattan sözedilmesinin o gün için geçerli bir nedeni olmalıdır. Fakat biz bunu şu anda kavrayacak durumda değiliz. Çünkü bu ayet Mekke'de inmiştir. Zekat ise, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- Medine'ye hicret etmesinin ikinci yılında farz kılınmıştır. Gerçi zekatın özü Mekke'de biliniyordu. Medine'de yapılan, maldaki zekat oranının belirtilmesi ve belli bir farz olarak devlet tarafından toplanmasıydı. Fakat Mekke'de zekat verme işlemi gönüllü olarak yerine getirilen genel bir olguydu. Herhangi bir sınırlandırma sözkonusu değildi. Mesele insanların vicdanlarına bırakılmıştı. Burada işaret edilen ahireti inkar ise, ağır bir kınamayı, yergiyi ve yokoluş tehdidini gerektiren küfrün kendisidir. Bazıları "Bu ayette geçen `zekat'tan maksat, iman ve şirkten arınmadır" demişler. O günkü şartlar da bu anlamda muhtemeldir. KAİNATIN YARATILIŞI Sonra davetçi, onların Allah'a ortak koşmakla, kafir olmakla ne ağır, ne iğrenç bir suç işlediklerini gözler önüne sermeye başlıyor. Bu amaçla onları uçsuz bucaksız evren sahasında; göklerde ve yeryüzünde; ona oranla küçük ve önemsiz bir şey oldukları varlık aleminde gezdiriyor. İnkar ettikleri yüce Allah'ın egemenliğini, gücünün bir parçası oldukları evrenin öz yaratılışında kendilerine göstermek için bu alanlarda dolaştırıyor onları. Bununla güdülen bir diğer amaç da, bu davaya baktıkları, bu yüzden kendilerini ve kişiliklerini oldukça büyük ve önemli gördükleri dar ve küçük bakış açısından kurtarmaktır. Onları bu dar çerçeveden kurtarıp dikkatlerini islam davasına ve neden kendilerinin değil de Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- bu davayı omuzlamak üzere seçildiğine dikkatlerini çekmektir. Kendi toplumsal statülerine ve çıkarlarına ne kadar düşkün olduklarını ortaya koymaktır. Daha bunlar gibi birçok önemsiz ve küçük değerlendirmelerin etkisinden onları kurtarmaktır. Çünkü bu basit değerlendirmeler onları Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerine sunduğu, bu Kur'an'ında ayrıntılı biçimde açıkladığı büyük gerçeğe dikkat etmekten alıkoyuyordu. Yeri göğü birbirine bağlayan, her çağda yaşayan tüm insanları bütünleştiren ve onları zamanlarını, yerlerini ve şahıslarını aşan ve tüm evrenin planı ile bütünleştiren büyük gerçeğe bakmaktan, onu algılamaktan alıkoyuyordu: 9- De ki: "Siz mi yeryüzünü iki günde yaratana nankörlük ediyor ve O'na ortaklar koşuyorsunuz? O alemlerin Rabb'idir." 10- Yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Onda bereketler yarattı ve orada rızıklarını arayanlar için dört günde düzene koydu. 11- Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: "İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin" dedi. "İsteyerek geldik" dediler. 12- Böylece onları, iki gün içinde yedi gök var etti ve her göğün görevini vahyetti. Yakın göğü ışıklarla donattık ve bozulmaktan koruduk. İşte bu bilen, güçlü olan Allah kanunudur. Onlara deki: Siz Allah'ın ayetlerini yalanlayıp, onu inkar ettiğiniz zaman, büyük bir küstahlıkla böylesine büyük laflar ettiğiniz zaman, çirkin ve iğrenç olduğu kadar dehşet verici bir suç işlemiş oluyorsunuz; siz yeryüzünü yaratan ve üzerinde denge unsuru olarak dağları vareden, orayı verimli kılan, orada gerekli olan rızık kaynaklarını bir plan çerçevesinde vareden Allah'ı inkar ediyorsunuz... Gökleri yaratan, düzenini sağlayan, ayrıca gökleri ışık saçan yıldızlarla ve koruyucu tabakalarla, atmosferle donatan Allah'ı inkar ediyorsunuz. Göklerin ve yerin isteyerek boyun eğerek buyruğuna girdikleri, teslim oldukları Allah'ı inkar ediyorsunuz... Siz... Fakat şu yeryüzünde yaşayan canlıların bir kısmı olan siz. onun buyruğuna girmekten kaçınıyor, büyüklük taslıyorsunuz. Ne var ki Kur'an-ı Kerim'in olağanüstü ahenge sahip ifade biçimi bu gerçekleri, yine Kur'an'ın kalplerin derinliklerine nüfuz eden onları şiddetle sarsan yöntemiyle sunuyor. Şu halde biz de sıralama ve açıklama ahengini izleyerek açıklamaya devam edelim: "De ki: `Siz mi arzı iki günde yaratana nankörlük ediyor ve O'na ortaklar koşuyorsunuz? O alemlerin Rabb'idir." "Yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Ve onda bereketler yarattı ve orada rızıklarını arayanlar için dört günde düzene koydu." Ayet-i kerime yeryüzünün iki günde yaratılması gerçeğini hatırlatıyor. Sonra yeryüzünün yaratılışı hikayesinin devamını sunmadan önce bir değerlendirme yapıyor. Yeryüzünün ilk yaratılışı kıssasının ardından şu yorumu yapıyor: "O alemlerin Rabb'idir." Ama siz O'nun Rab'lığını inkar ediyor, O'na eşler koşuyorsunuz. Üstelik içinde yaşadığınız yeryüzünü de O yaratmıştır. Şu halde bundan daha çirkin bir büyüklenme, daha aşağılık bir küstahlık, daha iğrenç bir davranış olur mu? Yeryüzünün yaratıldığı iki gün ile, denge unsuru dağların yaratıldığı, rızık kaynaklarının bir plan içinde yerleştirildiği, toprağa verimlilik kazandırıldığı diğer iki günle dörde tamamlanan şu günler neyi ifade eder? Hiç kuşku yok ki, bunlar süresini ancak yüce Allah'ın bildiği O'nun günleridir, şu yeryüzündeki günler değil. Yeryüzündeki günler dünyanın yaratılışın-dan sonra ortaya çıkmış zaman ölçüm birimleridir. Dünyanın güneşin karşısında kendi ekseni etrafında dönüşü ile oluşan günleri olduğu gibi diğer gezegenlerin ve yıldızların da günleri vardır. Ve bunlar dünyadaki günlerden farklıdırlar. Bazısı daha kısa, bazısı ise daha uzundur. İlk defa dünyanın yaratıldığı, sonra dağların oluştuğu, ardından zenginlik kaynaklarının varedildiği günler başka ölçülerle ölçülen başka günlerdir. Bu günleri bilmiyoruz, ancak alışageldiğimiz dünya günlerinden çok daha uzun olduklarını biliyoruz. Şu anda insan aklının ürünü bilimlerin son verilerine dayanarak en fazla şunu düşüne biliyoruz. Burada sözü edilen günler, yeryüzünün ardarda geçtiği, sonunda yerkabuğunun bugünkü şeklini alıp katılaştığı ve şu anda bildiğimiz ha-yata elverişli hale geldiği evrelerdir. Bu evreler -şu anda elimizde bulunan bilim-sel teorilerin dediğine göre- dünya ölçüleri ile yaklaşık olarak iki milyon yıl sürmüştür. Bunlar sadece kayaların incelenmesine ve bunlar aracılığı ile dünyanın ömrünün belirlenmesine ilişkin varsayımlara dayalı bilimsel değerlendirmelerdir. Biz, Kur'an-ı Kerim'i incelerken bu değerlendirmeleri nihai gerçeklermiş gibi ele alamayız. Çünkü bunlar özleri itibariyle böyle değildirler. Her zaman değiştirilebilen teorilerdir. Şu halde Kur'an'ı bu değişken teorilere göre yorumlayamayız. Sadece, bunlarla Kur'an ayeti arasında bir yakınlık gördüğümüzde, zorlama yapmaksızın Kur'an ayetinin bu şekilde yorumlanmasının uygun olacağını düşündüğümüzde bunların doğru olabileceklerini söyleyebiliriz. Buradan hareketle bu veya şu teorinin Kur'an ayetinin anlamına yakınlığından dolayı doğruya yakın olabileceğini söyleyebiliriz. Bugün bilim çevrelerinde ağır basan görüş, yeryüzünün daha önce şimdiki güneş gibi gaz halinde yanan bir küre olduğudur. Yine kesin olarak belirlenemeyen bir sebepten dolayı dünyanın güneşten koptuğu düşüncesi de genel kabul görmüştür- Bu haldeki dünyanın uzun bir zaman içinde soğuduğu, kabuğunun sertleştiği, bugünkü şeklini aldığı söylenmektedir. Yer kabuğunun iç kısımlarının şu anda bile en sert kayaları eritecek kadar sıcak olduğu vurgulanmaktadır. Yer kabuğu soğuyunca, donup sertleşince, başlangıçta her taraf sert bir kayalıktan ibaretti. Üst üste kayalık katmanlar oluşmuştu. Çok erken bir dönemde iki hidrojenle bir oksijenin birleşmesi sonucu denizler oluştu, bu iki elementin birleşmelerinden sular (H2O) meydana geldi. "Şu dünyamızdaki hava ve su birlikte kayaların parçalanıp dağılmalarını aşınmalarını sağladılar. Parçalanıp dağılan bu kaya parçalarını bir yerden diğerine taşıdılar, ufalttılar. Nihayet tarıma elverişli toprak oluştu. Dağların ve tepelerin yarılmalarını, çukurların dolmalarını sağladılar. Neredeyse yeryüzünde olan her şey bir yıkılma ve tekrar yapılma sürecini yaşadı." "Yerkabuğu sürekli hareket ve değişim halindedir. Deniz dalgalanır, köpürür, yerkabuğu ondan etkilenir. Güneşin etkisiyle deniz suları buharlaşır. Göğe yükselir. Tatlı su yağdıran buluta dönüşür. Yeryüzüne sağanak halinde yağar, bunun sonucu seller ve nehirler meydana gelir. Bunlarda yerkabuğu içinde akarlar ve onu etkilerler. Bu akarsular yerkabuğundaki kayaları etkilerler, onları aşındırıp değiştirirler. Bir kayadan bir başka kaya meydana getirirler. Bu sular daha sonra da kayaları aşındırmaya, bir yerden diğerine götürmeye devam ederler. Yüzyıllar içinde; yüzlerce, binlerce asır içinde yeryüzünün şekli değişir. Donmuş buzlar da akarsular gibi etkiler yerkabuğunu. Rüzgârlar da su gibi etkiler. Su ve rüzgârın yaptığını güneş de yapar. Yeryüzüne yakıcı ve aydınlatıcı ışınlarını gönderir. Aynı şekilde yeryüzünde yaşayan canlılar da sürekli yerkabuğunun şeklini değiştirip dururlar. Toprağın içinden fışkıran volkanlar da yerkabuğunun şeklini büyük ölçüde değiştirirler. "Bir jeologa yeryüzündeki kaya çeşitlerini sorduğun zaman, sana bir çok kaya çeşidini sayar. Öncelikle kayaların üç büyük türünden sözeder. "Sana "ateş ve kayalar"dan sözedecek. Bunlar toprağın altından üstüne kızgın kayalar halinde çıkan sonra da soğuyan parçalardır. Bunlara örnek olarak da Granit ve Bazalt'ı gösterecektir. Bunlardan bir parça getirerek içerdiği beyaz, kırmızı veya siyah billurları işaret ederek "Bu billurların herbiri kimyasal bir birleşimi göstermektedir ve bunların her birinin kendine özgü yapısı vardır. Dolayısıyla bu kayalar bir karışımdırlar" diyecektir. Bu sefer senin aklında yerkabuğunun çok eski zamanlarda dünyanın oluşumunun tamamlanmasından sonra bu sıcak kayalardan veya benzeri parçalardan oluştuğu fikri uyanır. "Sonra sular gökten yağarak, yerkabuğunda akarak veya kar halinde düşüp donarak bunları etkilemiştir. Hava ve rüzgâr etkili olmuştur. Güneş etkilemiştir. Bunların herbiri bu kayaların öz yapılarını ve kimyasal birleşimlerini değiştirmişlerdir. Böylece bunlardan farklı yeni kayalar oluşmuşlar" diyecek ve nerdeyse bunları bir laboratuvarda biraraya getirip gösterecektir. "Jeolog, bu sefer de sana ikinci büyük kaya çeşidini gösterecektir. Bunları tortul ve tortulaşmış kayalar olarak isimlendirirler. Bunlar, su, rüzgâr, güneş veya canlıların etkisiyle yeryüzünde bulunan en sağlam ve en kötü kayalardan türemişler. Bunlara tortul yani çökelmiş adının verilmesi baştan beri bulunduğu yerde olmamasından dolayıdır. İlk kayalardan kopan, aşınan parçaların birleşimi ile oluştuktan sonra veya oluşmak üzereyken buraya taşınmıştır. Kuşkusuz bu taşıma işlemini su veya rüzgâr gerçekleştirmiştir. Dolayısıyle oluştuktan sonra bu kaya yuvarlanmış, çökelmiş ve şimdiki yerine yerleşmiştir. "Jeolog tortul kayalara örnek olarak kireç taşını gösterecektir. Bu taşlardan dağlar oluşmuştur. Örneğin Mukattam dağı (Kahirenin doğusunda bir dağ) bunlardan birisidir. Kahireliler evlerini bu dağdan getirdikleri taşlarla bina ederler. Sonra şöyle diyecektir: Bu taş kalsiyum karbonat olarak bilinen kimyasal birleşiktir. Bu birleşim yeryüzünde canlıların etkisiyle veya kimyasal bir reaksiyon sonucu gerçekleşmiştir. Sonra kumu örnek gösterecek ve şöyle diyecektir: Bunun öz maddesinin büyük kısmı silisyum oksittir. Bu da sonradan meydana gelmiştir. Sonra örnek olarak kil ve balçığı gösterecek ve bunların başka maddelerin birleşmesinden meydana geldiklerini söyleyecektir. "Birbirlerinden farklı tortul kayaların oluşmasına kaynaklık eden asıl kayaların ne olduğunu soracaksın. Bunların sıcak ateş kayalar olduğunu söyleyecektir. Çok eski zamanlarda yerkabuğu eriyip donunca bu donmuş yüzey üzerinde ateş kayalarından başka birşey yoktu. Sonra su geldi, denizler geldi. Su ve kayalar birbirlerini etkilediler. Bunlara daha sonra hava katıldı. Reaksiyon halindeki gazlar, kasırgalar, yakıcılığı ve aydınlatıcılığı ile güneş katıldı. Bütün bu etkenler, öz yapılarındaki yeteneklere uygun olarak reaksiyona girdiler. Bunun sonucu ateş kayalarının oluşturduğu yararsız ve katı düzeyden, ev yapımında kullanılan, madenlerin çıkarılmasında yararlanılan yararlı kayalar oluştu. Bundan daha önemli ve daha etkili bir şey var ki, o da hayat için elverişli olmayan katı ateş kayalarından toprağın meydana gelmesi, bu toprağın yeryüzüne serpişmesi, böylece canlılar ve yaratıklar için uygun ortamın oluşmasıdır. "Granitler ekime, tarıma ve sulamaya elverişli değildirler. Fakat onlardan ve benzeri kayalardan elde edilen yumuşak toprak yararlıdır. Bu toprağın meydana gelmesi ile bitkiler meydana geldi. Bitkilerin meydana gelmesi hayvanların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Böylece yeryüzü yaratıkların en üstünü, yani insanın gelişine hazır hale gelmiştir." Modern bilimin kendi vesilesi ile ölçüp ortaya koyduğu bu uzun yolculuk, yeryüzünün yaratıldığı, üzerinde denge unsuru olarak dağların varedildiği, toprağın verimli, bereketli kılındığı, zenginlik kaynaklarının belli bir plan içinde yerleştirildiği dört günü anlamada bize yardımcı olmaktadır. Bunlar Allah'ın günleridir. Bunların mahiyetlerini ve sürelerini bilmiyoruz. Ama dünyada bilinen günlerden farklı olduklarını kesin olarak biliyoruz. Yeryüzünden gökyüzüne geçmeden önce bu ayetin her cümlesinin üzerinde ayrı ayrı durmak istiyoruz. "Yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi.." Kur'an-ı Kerim'in çok yerinde dağlar "Revasiye" yani "Köklü" diye isimlendirilir. Bazı yerlerde de bu köklü dağların varlık nedeni "sarsılmayasınız" diye belirtilir. Yani bu dağlar köklüdürler, yeri sağlam tutmaktadırlar, dünyayı dengede tutup sarsılmasına engel olmaktadırlar... Uzun zaman geçti insanlar üzerinde yaşadıkları dünyanın sağlam temeller üzerinde sabit olduğunu sanıyorlardı. Sonra bir zaman geldi onlara şöyle dendi: Üzerinde yaşadığınız şu dünya sonsuz uzay boşluğunda hiç bir şeye dayanmadan yüzen küçücük bir yuvarlaktır... Kim bilir, belki ilk defa bu sözleri duyduklarında korkmuşlardır. Belki de dünya beni sarsacak ya da uzay boşluğunun derinliklerine fırlatacak diye korkudan sağına soluna bakanlar olmuştur. Fakat insanlar rahat olsunlar, korkmasınlar. Çünkü Allah'ın eli, onu ve göğü tutuyor, yok olmaktan koruyor. Eğer Allah onları tutmasa, onun dışında kim bu dengeyi sağlayabilir ki! Rahat olsunlar. Çünkü şu evrene egemen olan yasalar, her şeye gücü yeten ve her şeyden üstün olan yüce Allah'ın koyduğu sağlam yasalardır. Tekrar dağlar konusuna dönüyoruz ve Kur'an'ın onları "köklü" olarak nitelendirmesine, dünyayı dengede tutup sarsılmasına engel olduklarına dikkat çektiğini görüyoruz. Bu tefsirin bir başka yerinde de değindiğimiz gibi belki de dağlar okyanuslardaki derinlikler ile havalardaki yükseklikler arasındaki ahengi koruyor. Böylece dünyanın dengesini sağlayıp sarsılmasına engel oluyorlar. Şimdi şu bilgini dinleyelim: "Yeryüzünde, gerek yüzeyde gerekse derinliklerde meydana gelen her olayın bir maddenin bir yerden diğer bir yere taşınmasına etkisi olur. Bu da dünyanın dönüş hızını etkiler. Çünkü bu konuda (yani yazarın bir önceki paragrafta söylediği gibi dünyanın hızının yavaşlamasında) tek etken med-cezir (gel-git) olayı değildir. Hatta nehirlerin yeryüzünün bir yerinden diğer bir yerine taşıdıkları sular da dünyanın dönüş hızını etkilerler. Rüzgarların esintisi de öyle. Denizlerin diplerine düşen herhangi bir şey, yeryüzünün şurasında, burasında beliren birşey dünyanın dönüş hızı üzerinde etkili olur. Dünyanın dönüş hızını etkileyen unsurlardan biri de herhangi bir nedenden dolayı toprağın kayması ya da yığılmasıdır. Bu yığılma veya kayma dünyanın alanında sadece bir kaç adımlık bir eksilme veya daralmaya neden olacak kadar önemsiz bile olsa yine de dünyanın dönüş hızı üzerinde etkisini gösterir." Bu kadar hassas bir yapıya sahip olan yeryüzünde köklü dağların dengeyi koruyan ve Kur'an-ı Kerim'de ondört asır önce ifade edildiği gibi dünyanın sarsılmasını önleyen etkenler olmasının şaşılacak bir yanı yoktur. "Onda bereketler yarattı ve orada rızıklarını arayanlar için dört günde düzene koydu." Ayetin bu bölümü bizden önceki kuşakların zihinlerinde yeryüzünde yeşeren ekinleri ve yüce Allah'ın yeraltında gizlediği altın, gümüş ve demir gibi bazı madenleri çağrıştırıyordu. Fakat bugün yüce Allah yeryüzünün birçok bereketini ve geçen uzun zaman içinde yerin altına yerleştirdiği zenginlik kaynaklarını insana gösterince ayetin bu bölümünün anlamı zihnimizde daha geniş bir boyut kazanmış oldu. Nitekim havadaki bazı elementlerin (Hidrojen, Oksijen) suyu meydana getirmek için nasıl yardımlaştıklarını görmüştük. Yine su, hava, güneş ve rüzgarın tarıma elverişli toprak meydana getirmek için birbirleri ile yardımlaştıklarını da görmüştük. Akarsuların, kaynak, çeşme ve kuyu şeklinde ortaya çıkan yeraltı ve yerüstü sularının; bütün tatlı suların özü yağmurların su, güneş ve rüzgarlarca oluşturulduklarını görmüştük. İşte bütün bunlar yeryüzündeki bereketin, rızık kaynaklarının esaslarıdır. Bir de hava var. Nefes alış verişimiz, bedenlerimizin ayakta kalması ona bağlıdır. "Yeryüzü bir yuvarlaktır. Üzerini bir kaya örtüsü kaplamıştır. Bu kayaların büyük kısmını bir su tabakası kaplamıştır. Kaya ve su tabakalarını birlikte bir hava tabakası sarmıştır. Bu tabaka yoğunlaşmış gazdan oluşur. Bunun da tıpkı denizler gibi derinlikleri vardır. Biz; insanlar, hayvanlar ve bitkiler işte bu tabakanın derinliklerinde yaşarız, ondan yararlanır, bu sayede hayatımızı sürdürürüz." "Örneğin biz hava tabakası ile soluk alırız, onun oksijenini içimize çekeriz. Bitkiler organik yapılarını ona borçludurlar. Hava tabakasında bulunan karbon, daha doğrusu karbon oksit bitkilerin organik yapılarını oluşturur. Buna kimyagerler karbondioksit derler. Biz de bitkileri ve bitkileri yiyen hayvanları yiyoruz. Biz bu ikisinden kendi organik yapımızı oluştururuz. Havadaki gazlardan geride Nitrojen yani Azot kaldı. Bu da soluklarımızla yanmamamız için oksijeni hafifletici rol oynayan bir elementtir. Havada bir de su buharı var ki, bu da havayı nemlendirir. Havada başka gazlar da vardır. Bunlar değişik oranlarda ve düzensiz bulunurlar. Argon, Helyum ve Neon gibi. Sonra Hidrojen. Bu ise, genellikle yeryüzünün ilk yaratılışından geride kalmıştır." Yediğimiz, hayatımızda yararlandığımız maddeler, -ki rızık kaymakları yemek suretiyle tüketilen maddelerden daha geniş bir anlam ifade eder- bütünüyle yeryüzünün gerek içinde gerekse atmosferinde içerdiği temel elementlerin meydana getirdiği birleşiklerdir. Örneğin şu şeker nedir, neden meydana gelir? Aslı karbon, hidrojen ve oksijendir. Suyun oksijen ve hidrojenden oluşan birleşimini öğrenmiştik. Aynı şekilde tükettiğimiz bütün yiyecekler, içecekler, kullandığımız giysiler ve aletler... Şu yeryüzüne yerleştirilmiş elementlerin birleşimlerinden başka birşey değildirler. Bütün bunlar yeryüzüne bahşedilen berekete, verimliliğe, oraya bir plana göre, dört günde yerleştirilen rızık kaynaklarına işaret etmektedir. Hiç kuşkusuz bunlar uzun zaman süren aşamalarda gerçekleşmişlerdir. İşte bunlar, Allah'ın günleridir ve bunların süresini Allah'tan başkası bilemez. "Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne: "isteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin" dedi. İkisi de "isteyerek geldik" dediler. "Böylece onları, iki gün içinde yedi gök varetti. Ve her göğün görevini bildirdi. Yakın göğün semasını ışıklarla donattık. Ve bozulmaktan koruduk. İşte bu, bilen, güçlü olan Allah'ın kanunudur." "İstiva" kelimesi burada yönelmek anlamında kullanılmıştır. Yüce Allah açısından yönelmek ise iradesinin istenen yönde belirmesidir. "Sonra" edatı ise, kesinlikle zaman açısından bir sıralamayı ifade etmiyor. Sadece manevi bir üstünlüğü, yüksekliği ifade etmek için kullanılmıştır. Çünkü insan duygusunda gökyüzü yeryüzünden en yüksek ve en üstündür. "Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi..." Yıldızların yaratılışından önce göğün bulut halinde olduğuna ilişkin bir görüş vardır. İşte bu bulut gazdır. Yani dumandır. "Bir kısmı yanmakta olan ve bir kısmı da sönmüş bulunan bu kütleler (Nebula), yıldızların yaratılışından sonra arta kalan gaz ve toz kümelerinden başka birşey değildirler. Yaratılış teorisi şöyle der: Samanyolu gaz ve tozdan meydana gelmiştir. Bu ikisinin yoğunlaşması sonucu yıldızlar oluşmuş, ancak geride bazı kalıntılar da kalmıştır. İşte bu gaz ve toz bulutları bu kalıntılardan ibarettir. Bu uçsuz bucaksız samanyolu Galaksisi içinde bu kalıntılardan yıldızları oluşturan miktar kadar gaz ve toz yayılmaktadır. Kuşkusuz yıldızlar bu toz ve gaz yığınlarını çekim güçleri ile bir noktaya doğru yoğunlaştırmaktadırlar. Bir anlamda gökyüzünü süpürmektedirler. Ne var ki süpürücüler, dehşet verici bir sayı çokluğuna sahip olmalarına rağmen, süpürülmesi gereken çok büyük ve akla durgunluk verecek kadar geniş olan sahalara oranla yetersiz kalmaktadırlar." Bu sözler doğru olabilir. Çünkü bu sözler Kur'an-ı Kerim'in ifade ettiği; "Sonra, duman halinde olan göğe yöneldi." gerçeğinin işaret ettiği anlama, göklerin uzun zaman alan bir süreç içinde, yani Allah'ın günlerinden iki gün içinde yaratılması gerçeğine yakındırlar. Sonra şu dehşet verici gerçek karşısında duruyoruz: "Ona ve yeryüzüne: isteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin" dedi. İkisi de "isteyerek geldik" dediler." Bu ayet, evrenin Allah'ın koyduğu yasalara boyun eğişini çok çarpıcı bir ifade ile ima etmektedir. Bu evren gerçeğinin yaratıcısına bağlılığını vurgulamaktadır. Bu bağlılık onun sözlerine ve iradesine uymak ve teslim olmak şeklinde kendini göstermektedir. Şu halde sadece insanoğlu istemeyerek Allah'ın evrensel yasalarına boyun eğer. İnsanoğlunun bu yasalara boyun eğmekten başka seçeneği yoktur ve bu yasaların etkinlik alanının dışına çıkma gücüne sahip değildir. Çünkü insan akıllara durgunluk veren dehşet verici evren çarkında küçücük bir dişli konumundadır. Bu yüzden ister istemez bütün evrensel yasalara uyar, onlardan etkilenir. Fakat, bütün varlıklar arasında sadece insanoğlu isteyerek boyun eğmez, yer ve göğün teslim oluşu gibi bu yasalara uymaz. Tam tersine bu yasalardan kurtulmaya çalışır. Kolay, rahat ve normal çizginin dışına çıkar. Kendisine üstünlük sağlaması -hatta ezip parçalaması- kaçınılmaz olan evrensel yasalara ters düşer. Ama en sonunda istemese de bu yasalara boyun eğer. Fakat yüce Allah'ın iyi kulları hariç. Onların kalpleri, organik yapıları, hareketleri, düşünceleri, iradeleri, arzu ve gayesi evrene egemen olan ilahi yasalarla uyum içindedir. Onlar isteyerek gelirler, şu dehşet verici evren çarkı ile birlikte rahat ve kolay hareket ederler. Varlıklar kervanı ile birlikte Rabb'lerine doğru yol alırlar. Evrendeki tüm güç ve enerji kaynakları ile iletişim halinde olurlar. İşte o zaman olağanüstü işler başarırlar, harikalar yaratırlar. Çünkü evrene egemen olan yasalarla uyum içindedirler. Evrenin akıllara durgunluk veren gücünden destek alırlar. Çünkü onlar evrenin bir parçasıdırlar ve evrende onları kapsamıştır. Hep birlikte "isteyerek" Allah'a doğru yol alırlar. Biz istemeyerek de olsa boyun eğeriz. Fakat keşke isteyerek boyun eğseydik. Keşke yer ve gök gibi yüce Allah'ın buyruğuna koşsaydık; isteyerek ve alemlerin Rabbi olan Allah'a boyun eğen, itaat eden, onun buyruğuna koşan, ona teslim olan varlık aleminin ruhu ile buluşmanın coşkunluğu içinde olumlu cevap verseydik. Biz insanlar zaman zaman gülünç davranışlar sergileriz... Kader çarkı, kendisi için belirlenen hedefe doğru normal hızı ile yoluna devam ediyor. Onunla birlikte tüm evrende değişmez ilahi yasalar doğrultusunda dönüyor. Biz ise, gelir bu çarkın dönüşünü hızlandırmak veya yavaşlatmak isteriz. Bu akıllara durgunluk veren büyüklükteki koca kafile içinde sadece biz -çarkın dışına çıkıp, hareket çizgisinden saptığımız zaman- ruhlarımızı saran bunalım, acelecilik, benlik, ihtiras, arzu ve korku gibi duygulardan dolayı sadece biz bu normal gidişi değiştirmek isteriz. Ama biz şurada, burada başıboş dolaşırken kervan yoluna devam eder. O dişliden bu dişliye yuvarlanır gideriz, sonsuz acılar çekeriz. Oraya buraya çarpar paramparça oluruz. Ama kader çarkı normal hızı ile, kendisi için belirlenen hedefe doğru yoluna devam eder. Bizim çabamız, gücümüz ise boşa gider. Ancak kalplerimiz gerçekten inanırsa, Allah'a gerçekten teslim olursa, varlıkların ruhu ile gerçekten bağlantı kurarsa, o zaman biz evren içinde üstlendiğimiz rolü gerçekten kavrarız, adımlarımızla kaderin adımları arasında ahenk oluştururuz. O zaman, uygun bir anda, uygun bir hızla ve uygun bir süre içinde hareket ederiz. Varlıklar aleminin yaratıcısından kaynaklanan varlıklar aleminin gücü ile hareket ederiz. O zaman gerçekten, büyüklük kompleksine kapılmadan, gururlanmadan büyük işler başarırız. Çünkü o zaman kendisi ile bunca büyük başarıyı kazandığımız gücün kaynağını biliriz. Bunların bizim kişisel gücümüzden kaynaklanmadığını, sadece sonsuz büyüklükteki ilahi güçle bağlantılı olduğu için bu şekilde meydana geldiğini kesinlikle biliriz. Ne güzel hoşnutluk! Ne büyük mutluluk, en sonunda Rabbine varmak üzere bizimle birlikte isteyerek, koşarak büyük yolculuğa çıkan şu gezegen üzerindeki kısacık yolculuğumuzda -o gün için- kalplerimizi saran ne büyük bir güven duygusu! Dost bir evren içinde yaşarken ruhlarımızı ne güzel bir barış havası sarar. Rabbine isteyerek teslim olmuş şu evrenle birlikte teslim olmak ne güzel bir duygudur. O zaman adımlarımız evrenin adımlarından ayrılmaz. O bize düşmanlık etmez, biz de ona düşman gözü ile bakmayız. Çünkü biz onun bir parçasıyız. Çünkü onunla birlikte aynı amaca doğru yol alıyoruz. "İkisi de "isteyerek geldik" dediler.." "Böylece iki gün içinde yedi gök varettik." "Ve her göğün görevini vahyetti." Burada sözü edilen iki gün, yıldızların gaz ve toz bulutlarından yaratıldıkları süre olabilir. Veya yüce Allah'ın bildiği şekliyle göklerin oluştuğu süre de olabilir. Her göğe işinin bildirilmesi ise, Allah'ın yol göstericiliği ve direktifi ile oralarda işlevini yerine getirecek evrensel yasaların yürürlüğe konmasına işarettir. Ne var ki burada sözkonusu edilen göğü belirlemek mümkün değildir. Çok uzak bir nokta, bir derece gök olarak nitelendirilmiş olabilir. Veya bir tek galaksi kastedilmiş olabilir. Birbirlerinden farklı boyutlara sahip galaksiler gök kelimesi ile nitelendirilmiş olabilirler. Veya gök kelimesinin ifade ettiği bir çok şey arasında herhangi bir cisim de kastedilmiş olabilir. "Yakın göğü ışıklarla donattık ve bozulmaktan koruduk." Aynı şekilde dünya semasının da belli bir anlamı yoktur. Bununla bize en yakın olan ve samanyolu olarak bilinen, boyutları yüz milyar ışık yılını bulan galaksi kastedilmiş olabilir. Belki de onun dışında gök kelimesinin kapsamına giren; içinde aydınlatıcı yıldızlar ve gezegenler bulunan ve bizim için lamba işlevini gören başka birşey kastedilmiştir. "Ve onu koruduk." Yani şeytanlardan koruduk. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in başka yerlerinde bu anlamı destekleyen ifadeler vardır. Ne var ki biz, şeytanlara ilişkin ayrıntılı bilgi verme imkanına sahip değiliz. Ancak Kur'an-ı Kerim'de yeralan bazı kısa ifadeler vardır. Bunlar da bizim için yeterlidir. "İşte bu bilen, güçlü olan Allah'ın kanunudur." Her şeye gücü yeten, her şeyden güçlü olan, her şeyi bilen, gelir ve zenginlik kaynaklarından haberdar olan yüce Allah'tan başkası bütün bunları planlayabilir mi? Varlıklar aleminin düzenini O'ndan başkası sağlayabilir mi? O'ndan başkası bütün varlıkları yönetebilir mi? |