Durumu: Medine No : 5587 Üyelik T.:
05 Aralık 2008 Arkadaşları:14 Cinsiyet: Memleket:İstanbul Yaş:35 Mesaj:
2.537 Konular:
2038 Beğenildi:116 Beğendi:0 Takdirleri:270 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Fizilalil Kuran Zümer Suresi Tefsiri Fizilalil Kuran Zümer Suresi Tefsiri 39-Zümer 1- Bu Kitab'ın indirilmesi, aziz ve hikmet sahibi Allah katındadır. 2- Ey Muhammed! Şüphesiz ki, Kitab'ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allah'a has kılarak ihlas ile kulluk et. 3- İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka dostlar edinerek, "Onlar bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz " derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde hüküm verecektir. Allah, yalancı, inkârcı insanı doğru yola iletmez. Sure şu kesin gerçeği kesin bir biçimde ortaya koyarak başlıyor: "Bu Kitab'ın indirilmesi aziz ve hikmet sahibi Allah'ın katındandır." Kur'an'ı indirmeye gücü yeten aziz (Allah); Kur'an'ı nereye ve niçin indirdiğini çok iyi bilen ve bunu bir hikmet, bir takdir ve plan gereği olarak gönderen hakim (Allah). Surenin akışı içinde bu gerçek üzerinde uzun uzun durulmuyor. Çünkü bu, surenin yaklaşık bütünü ile üzerinde durduğu, yerleştirilmesi ve pekiştirilmesi için Kur'an-ı Kerim'in indiği ana konunun bir girişi niteliğindedir. Bu ana konu; Allah'ın birliği, yalnız O'na kulluk, dini sırf O'na tahsis etme; O'nu, şirkin, ortak koşmanın her çeşidinden tenzih etme, aracısız ve vasıtasız olarak doğrudan doğruya O'na yönelmedir: "Ey Muhammed! Şüphesiz ki, Kitab'ı sana hak olarak indirdik." Kitab'ın, kendisi ile indirildiği hakk'ın temeli, bütün bir varlığın kendisiyle ayakta durduğu sınırsız birlik ilkesidir. Surenin beşinci ayetinde ise şöyle buyrulmaktadır: "Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı!" Demek ki, göklerin ve yerin kendisiyle indirildiği biricik hak budur. Göklere ve yere hükmeden düzendeki birliğin tanıklık ettiği yegane hak (gerçek) budur. Bu varlık aleminde, yaratıcı ve yoktan var edici, elden çıkmış olan her şeyin üzerinde damgasını taşıdığı haktır bu. "O halde sen de dini Allah'a has kılarak ihlas ile kulluk et." Burada hitab, Kur'an-ı Kerim'in hak ile kendisine gönderildiği Allah'ın elçisinedir. -salât ve selâm üzerine olsun- Bu, Peygamberimizin bütün insanları kendisine çağırdığı yoludur: Yalnız Allah'a kulluk. Dini sadece O'na tahsis etme bütün bir hayatı bu Tevhid ilkesi üzerine kurma. Allah'ı birleme ve dini yalnız O'na tahsis etme, sadece dille bir çırpıda söyleniveren bir sözden ibaret değildir: Bu, eksiksiz bir hayat programıdır: Vicdandaki, düşünce ve inançta meydana gelen bir inkılab ile başlar. Bireyin ve toplumun hayatını kuşatan bütün bir düzen ile sona erer. Allah'ı birleyen bir kalp, yalnız O'na boyun eğer. O'nun dışında kimseye başını eğmez. O'ndan başkasından bir şey istemez. Yaratıklarından birine güvenip dayanmaz. O'na göre güçlü olan yalnız Allah'dır. Tüm kulları üzerinde hâkim ve üstün olan yalnız O'dur. Bütün kullar güçsüz ve zayıftır O'nun yanında. Kullar O'na ne bir fayda, ne de bir zarar verebilirler. Bu nedenle insanların onlardan birine başını eğmesine gerek yoktur. Onların hepsi de kendisi gibidir; ne bir fayda, ne de zarar verebilirler kendisine. Veren de vermeyen de yalnız Allah'dır. Onun içindir ki, Allah'dan başkasına yönelmeye gerek yoktur. Zira zengin olan yalnız O'dur. O'nun dışındaki bütün yaratıklar ise fakirdir. Allah'ı birleyen kalp, bütün bir evrene hükmeden ilahi yasanın birliğine inanır. Yüce Allah'ın insanlar için belirleyip seçtiği düzenin de bu bir olan ilahi yasanın bir bölümü olduğuna kesin kanaat getirir. Bu yasaya uymadıkları takdirde insan hayatının düzelmeyeceğine ve içinde yaşadığı evrenle uyum içine girmeyeceğine inanır. İşte bundan dolayı Allah'ı birleyen bir kalp, O'nun belirleyip seçtiği düzenlerin dışında bir düzen seçmez. Bütün evrenin düzeniyle olduğu kadar, hayatın düzeniyle de uyum içinde bulunan Allah'ın şeriatından başkasına uymaz. Allah'ı birleyen kalp, kendisi ile yüce Allah'ın bu evrende yaratmış olduğu bütün canlı ve cansız varlıklar arasında bir yakınlık olduğunu kavrar. Kendisine şefkatle muamele eden, ihtiyaçlarına cevap veren,'''dost bir evren içinde yaşar. Böylece yüce Allah ile ve elleriyle dokunduğu, gözleriyle gördüğü, O'nun şaheserleriyle tam bir uyum ve içtenlik içinde yaşar. Herhangi birine eziyet etmenin veya herhangi bir şeyi tahrip etmenin sakıncalı bir eylem olduğunun bilincine varır. İnsanlar ve diğer varlıklarla ilişkilerinde Allah'ın belirlediği sınırlar dışına çıkmaz. Her şeyi yaratan, her canlıyı dirilten, kendisinin Rabb'i, her şeyin ve her canlının Rabb'i olan Allah'ın koyduğu sınırları aşmaz. Aynı şekilde Tevhid'in (Allah'ı birlemenin) etkileri, insanın düşüncelerinde ve duygularında ortaya çıktığı gibi, hayatında ve uygulamalarında da kendisini gösterir. Hayatın tümünü kuşatan eksiksiz, açık ve bütünü ile farklı bir program belirler. Böylece Tevhid, sırf dille söyleniveren bir söz olmaktan öte, bir anlam ifade etmektedir. İşte bu nedenle Tevhid inancının yerleştirilmesine, açıklanmasına, yüce Allah'ın gönderdiği Kur'an'da tekrar tekrar kendisinden söz edilmesine bunca özen gösterilmiştir. Bu öyle önemli bir olgudur ki, her çağda ve her çevrede yaşayan herkes onun üzerinde adamakıllı düşünmek zorundadır. Bu anlamı ile Tevhid, anlaşılması ve kavranması zorunlu olan geniş kapsamlı, büyük bir gerçekliği ifade etmektedir. "İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır." Bu sarsıcı ifade ile ve yüksek yankı yapacak bir şekilde bu gerçeği dile getiriyor. Hem de sözün girişinde kullanılan "Elaa (iyi bil ki!) edatına yer vererek ve yalnız bire indirgeme metodunu kullanarak: "Halis din, yalnız Allah'ındır." Böylece ifadenin cümle yapısı ile, bu gerçeğin anlamını daha da pekiştiriyor. Çünkü bu, bütün bir hayatın üzerinde kurulduğu temel kaidedir. Hatta bütün bir varlığın kendisine dayandığı ana ilkedir. Onun için sağlam biçimde kökleşmesi, netleşmesi ve böyle kesin, kuşku götürmeyen bir üslupla açıklanması gerekmektedir: "İyi bil ki, halis din, yalnız Allah'ındır." Sonra sure, müşriklerin, Tevhid çağrısına karşı bir kalkan olarak kullandıkları karmaşık efsaneyi ele alıyor: "O'ndan başka dostlar edinerek, `Onlar bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz' derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde hüküm verecektir." Arap müşrikleri, kendilerinin, göklerin ve yerin yaratıcısının yüce Allah olduğunu açıkça ifade ediyorlardı... Yalnız yaratıcıyı birleme ve sadece O'na kulluk yapma, O'na ortak koşmadan, dini yalnız O'na dayandırmak suretiyle arındırma konusunda fıtratın sağlam mantığının gereğini yapmıyorlardı. Meleklerin yüce Allah'ın kızları olduğu efsanesine inanıyorlardı. Ayrıca bu melekler adına birtakım heykeller yaparak onlar vasıtasıyla meleklere tapıyorlardı. Sonra dönüp meleklerin heykellerine tapmalarının aslında meleklere tapma anlamına gelmediğini, bunların Allah'a yaklaştıran, O'nunla kullar arasında aracı olan vasıtalar olduklarına inanıyorlardı. Bunların Allah katında kendilerine şefaat edeceklerini ve kendilerini O'na yaklaştıracaklarını sanıyorlardı. İşte Lat, Menat ve Uzza gibi ilahlar, melekler adına dikilen bu heykellerden bazılarıydı. Bu anlayış ise, fıtratın normal bakış açısından ve doğru olan istikametinden sapıp, karmaşık ve aynı zamanda saçma bir inanca yönelmesinden başka bir şey değildi. Çünkü ne melekler Allah'ın kızlarıydı; ne de putlar ve heykeller melekleri temsil ediyorlardı. Yüce Allah böyle bir sapmaya razı değildi. Ne müşrikler hakkında herhangi bir şefaat kabul ediyordu, ne de onların bu yolla kendisine yaklaşmalarına izin veriyordu. İnsanlık ne zaman islâm dininin ve ondan önceki tüm peygamberlere gönderilen ilahi inanç sisteminin öngördüğü kolay anlaşılan, arı-duru Tevhid'den sapmışsa, yaratılışın (fıtratın) doğal mantığından da ayrılmıştır. Bugün insanların dünyanın her yerinde, eski Araplar'ın meleklere -veya meleklerin heykellerine- yaptıkları ibadetlerine benzer bir şekilde azizlere ve ermişlere ibadet ettiklerini görüyoruz. Doğal olarak bu insanlar böylece Allah'a yaklaştıklarına veya Allah katında onların şefaatlarını elde edeceklerine inanıyorlar. Halbuki yüce Allah kendisine giden yolu belirlemiştir: Bu yol da, arı-duru biçimdeki Tevhid yoludur. Tevhid yolunda böyle akıl almaz efsanelerin ürettiği aracıların ve şefaatçıların yeri yoktur. "Allah, yalancı, inkârcı insanı doğru yola iletmez." Onlar, Allah adına yalan söylüyorlar. Meleklerin O'nun kızları olduklarını söylemekle O'na iftira ediyorlar. Bu meleklere tapmanın, Allah katında kendilerine şefaatçı olacağını söylemekle de O'nun adına yalan uydurmuş oluyorlardı. Halbuki onlar böyle ibadet etmekle küfre giriyorlardı. Yüce Allah'ın apaçık ve kesin olan emrine karşı gelmiş oluyorlardı. Yüce Allah, kendisi adına yalan uyduran ve kendisini inkâr edenlere doğru yolu (hidayeti) göstermez. Çünkü hidayet, Allah'a yönelişin, samimiyetin, kötülüklerden sakınmanın, doğru yolu arzu etmenin ve bu yolu araştırmanın bir karşılığıdır, mükafatıdır. İlahi mesajı yalan sayanlar ve inkâr edenler ise yüce Allah'ın hidayetine ve himayesine lâyık değillerdir. Zira onlar bu halleriyle kendileri için O'nun yolundan uzaklaşmayı tercih etmiş olmaktadırlar. Şimdi de ayette, bu düşüncenin basitliği ve tutarsızlığı ortaya konuluyor: 4- Allah çocuk edinmek isteseydi, yarattıklarından dilediğini seçerdi. O bundan münezzehtir, yücedir. O, tek ve kahredici Allah'dır. Bu, düşünceyi düzeltmek için, tartışma gereği olarak kabul edilmiş bir varsayımdır. Buna göre, eğer yüce Allah bir evlat edinseydi, yarattıklarından dilediği birini kendine evlat olarak seçerdi. Zira O'nun iradesi sınırlı değil sınırsızdır. Ne var ki, yüce Allah kendisini bir evlat edinmekten tenzih etmektedir. Öyleyse kimsenin O'na bir evlat yakıştırmaya hakkı yoktur. İşte Allah'ın iradesi de, dilemesi de, takdiri de budur. Bu da yüce Allah'ın, kendisini evlat ve ortaktan tenzih etmesidir. "O, bundan münezzehtir, yücedir. O, tek ve kahredici Allah'dır." Yüce Allah her şeyi yoktan var eden, her şeyi yaratan ve her şeyi idare eden tek ilah olduğu halde, ne diye evlat edinsin ki? Çünkü her şey ve herkes O'nun mülküdür. Onu dilediği şekilde kullanır. 5- Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor; gündüzü de gecenin üzerine sarıyor. Her biri belli bir süreye kadar yörüngelerinde akıp giden güneş ve ayı buyruk altında tutar. İyi bil ki, O, aziz ve çok bağışlayandır. Göklerin ve yerin çarkına, gece ve gündüz olayına, güneş ve ayın dizgin altına alınışına dikkat çeken bu ayet, insanın fıtratına, vicdanına; kendisine ne bir evlat ve ne de bir ortak yakışmayan ilahlık gerçeğini aşılamaktadır. Bu varlığı yaratan ve onu yoktan var eden yüce Allah, evlada ihtiyaç duymaz. O'nunla birlikte bir ortak da söz konusu olamaz. Allah'ın birliğine ilişkin deliller ise, göklerin ve yerin yaratılışında izlenen metod olayında ve bu evrene hükmeden genel yasada açıkça gözlenmektedir. Göklere ve yere yalın bir bakış dahi yaratan ve idare eden iradenin birliğini ortaya koymaktadır. İnsanların bugüne kadar evrende keşfettikleri birliğin delilleri de aslında yeterlidir. İnsanların bugüne kadar -Allah'ın birliğini ortaya koyan keşfettikleri deliller de yeterlidir. Bu keşiflerin ışığında ortaya çıkmıştır ki, insanların bildiği evrenin tamamı, yapıları aynı olan atomlardan meydana gelmiştir. Bu atomların hepsi de aynı karaktere, aynı özelliğe sahip olan ışınlardan meydana gelmektedir. Yine bu keşiflerle açıklık kazanmıştır ki, bütün atomlar ve bunlardan meydana gelen bütün kütleler sürekli bir hareket içindedirler. Bu konuda üzerinde yaşadığımız ve gezegenlerin anası dünya ile diğer yıldızların arasında hiçbir fark yoktur. Her şeyi kuşatan bu hareket, değişmeyen bir yasadır. Ne küçücük atomda, ne de kocaman yıldızlarda bu hareket bir değişiklik göstermektedir. Ayrıca bu hareketin bir de değişmeyen bir düzeni olduğu da açıklık kazanmıştır. Bu da ayrıca yaratma ve idare etmedeki birliği göstermektedir... Her gün insanlar, bu varlığın özünde bulunan birliğin delillerinden yeni birini keşfetmektedirler. Yine bu özde gizli olan değişmez gerçeğin bir kısmını ortaya çıkarmaktadırlar. Bu gerçek, insanın şeytani arzularına göre değişmez. Eğilimlerine göre sapma göstermez. Bir an dahi geri kalmaz ve yönünü değiştirmez. "Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı." Kitab'ı da hak ile indiren O'dur. İşte bu, evren kitabında ve Kur'an-ı Kerim'de bir olan hakkın, gerçeğin kendisidir. Hem evren, hem de Kur'an, bu tek kaynaktan gelmiştir. Her ikisi de, yoktan var eden, üstün güç sahibi ve her şeyi yerli yerince düzenleyen Allah'ın birliğini gösteren birer belgedir. "Geceyi gündüzün üzerine örtüyor; gündüzü de gecenin üzerine sarıyor." Bu ifade hayret vericidir. Bu söze dikkat edenleri, son zamanlarda keşfedilen, dünyanın yuvarlaklığına ilişkin görüşü kabul etmeye zorlamaktadır. Ben, bu "Fi-zilâl" kitabında insanların keşfettikleri, ileri sürdükleri teorilerle Kur'an-ı Kerim'i açıklamamaya özen gösteriyorum. Zira insanların ileri sürdükleri teoriler yanlış da olabilir, doğru da. Bugün isbatı, yarın çürütülmesi mümkündür bunların. Kur'an ise değişmeyen bir gerçektir. Doğruluğunun belgesini bizzat kendi bünyesinde taşımaktadır. Basit ve zayıf insanların keşfettikleri şeylerin O'na uygun düşmesi veya aykırı düşmesi Kur'an'ın bu gerçekliğini değiştiremez. Evet, ben bu konuda onca özen göstermeme rağmen Kur'an'ın bu ifadesi beni dünyanın yuvarlaklığı konusuna eğilmeye mecbur etmiştir. Bu ifade, yeryüzünde gözler önünde bulunan somut bir gerçeği tasvir etmektedir: Yuvarlak olan dünya kendi ekseni etrafında dönmekte ve güneşe bakan yüzü sürekli değişmektedir. Dünyanın güneşe bakan yüzeyini sürekli ışık kaplamakta ve orası gündüz olmaktadır. Yalnız, gündüz olan bu bölüm sürekli yerinde kalmamaktadır. Çünkü dünya dönmektedir. Dünya döndükçe, gece, daha önce gündüz olan yerlerin üzerini kaplamaya başlar. Dünyanın yüzeyi yuvarlak olduğu için onun üzerindeki gündüz gecenin üzerine yuvarlak bir aydınlık halinde düşer. İşte bu şekilde hareket sürekli devam eder. "Geceyi gündüzün üzerine örtüyor; gündüzü de gecenin üzerine sarıyor." Bu cümle, hareketin şeklini belirlemekte, konumunu sınırlandırmakta, dünyanın yapısını ve hareketinin türünü tayin etmektedir. Dünyanın yuvarlaklığı ve kendi ekseni etrafında dönüşü ile ilgili teori, Kur'an'daki ifadeyi, bu teoriyi benimsemeyen diğer açıklamalardan daha sağlıklı biçimde açıklamaktadır. "Her biri belli bir süreye kadar yörüngelerinde akıp giden güneş ve ayı buyruk altında tutar." Güneş kendi yörüngesinde, ay da kendi yörüngesinde akıp gidiyor. Her ikisi de yüce Allah'ın emrine bağlıdır. Hiç kimse onların ikisine hükmettiğini iddia edemez. Sağlıklı bir mantık bu ikisinin, harekete geçiren bir güç olmadığı halde hareket ettiklerini de kabul edemez. Milyonlarca senede bir zerre kadar dahi şaşmayan böyle dakik bir düzenin sahipsiz olması mümkün değildir. Güneş akıp gidecek, ay da akıp gitmeye devam edecektir. "Belli bir süreye kadar." Bu sürenin ne zaman sona ereceğini Allah'dan başka kimse bilemez. "İyi bil ki, O, aziz ve çok bağışlayandır. Gücü, kudreti ve üstünlüğü ile O, bol bol bağışlayandır. Kendisi adına yalan uyduran, kendisini inkâr eden. O'nunla birlikte başka ilahlar edinen, (daha önce kendilerinden söz edilen) O'na evlat yakıştıranlardan tevbe edip kendisine yönelenleri bağışlar. Üstün güç sahibi ve çok bağışlayıcı olan Allah'a dönüş yapmaları için önlerindeki yol açıktır. Koca evrenin ufuklarına bu şekilde dikkat çekildikten sonra şimdi de insanların iç dünyasına bir dokunuşta bulunmaya geçiyor. Kendilerinin ve hizmetlerine verilen hayvanların bünyesinde yer alan ve en yakın mucize olan "hayat"a dikkatlerini çekmeye geçmektedir: 6- Sizi tek bir candan yarattı; sonra ondan eşini yarattı ve sizin için hayvanlardan sekiz çift meydana getirdi. Sizi annelerinizin karnında üç karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa (zigottan embriyoya embriyodan et giydirilmiş kemiklere) geçirerek yaratmıştır. İşte Rabb'iniz olan Allah budur. Mülk O'nundur. O'ndan başka ilah yoktur. Öyleyse nasıl oluyor da O'na kulluktan döndürülüyorsunuz? İnsan, kendisinin yaratmadığı ve nasıl yaratıldığı hakkında Allah'ın verdiği bilgiden başka bir şey bilmediği kendi bünyesini düşündüğü zaman, onun değişiklik göstermeyen bir bünye olduğunu, karakterinin ve özelliklerinin aynı olduğunu görür. Bu özellikler, onu diğer varlıklardan ayıran özelliklerdir. İnsanların tüm bireyleri, bu özellikleri taşımakla bir çerçevede buluşurlar. Bütün bir insanlığın yapısı aynıdır. Yeryüzünde dağılmış milyonlarca bireyin bütün nesilleri ve bütün bölgeleriyle bu yapı aynıdır, değişmemektedir. İnsanın eşi de kendisindendir. Kadın, bu özelliklerin detaylarındaki ayrılıklara rağmen erkeğin taşıdığı beşeri özelliklerin hepsini taşımaktadır. Bu da insan denen bu varlığın ana özünün bir olduğunu ortaya koymaktadır. Erkek ve kadın öz itibariyle birdir. Bu da, her iki yönü ile onu yoktan var eden iradenin birliğini göstermektedir. İnsanın bünyesindeki bu çift özelliğe işaret edilirken hayvanların bünyesinde de bulunan bu özelliğe dikkat çekilmektedir. Bu da tüm canlılarda aynı yasanın geçerli olduğunu göstermektedir. "Sizin için hayvanlardan sekiz çift meydana getirmiştir." Bu sekiz "çift" "eş" hayvan, bir ayette açıklandığına göre koyun, keçi, sığır ve devedir. Her birinin erkeği ve dişisi vardır. Erkek de, dişi de birleştikten sonra "eş" adını alırlar. Toplam olarak bunlar sekiz tanedir. Ayet-i Kerime'nin ifadesi, bunların Allah katından gönderildiğini söylemekle onların insanların hizmetine verildiklerini belirtmiş oluyor. Yani insanın hizmetine verilme, Allah'ın katından gelmiştir. Bu, Allah'ın yüce katından insanlık dünyasına indirilmiştir. Yüce Allah'ın katından insanların onlara hükmetmelerine izin verilmiştir. İnsanlarda ve hayvanlarda bulunan bu çift olma özelliğinin birliğine böylece işaret edildikten sonra bebeklerin, annelerinin karınlarında geçirdikleri yaratılış aşamaları sırasıyla gözden geçirilmektedir: "Sizi annelerinizin karnında üç karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa (zigottan embriyoya, embriyodan et giydirilmiş kemiklere) geçirerek yaratmıştır." Bir damla sudan kan pıhtısına, bir çiğnem ete, kemiklere... Bundan sonra da insanların tüm özelliklerini taşıyan her şeyi belli olmuş bir organizmaya varıncaya kadar... "Üç karanlık içinde..." Bebeği çepeçevre kuşatan kesenin karanlığı, bu kesenin içine yerleştiği rahmin karanlığı ve rahmin içine yerleştiği karnın karanlığıdır bu üç karanlık. Yüce Allah'ın eli bu küçücük hücreyi aşamadan aşamaya geçirerek şekillendirir. Yüce Allah'ın gözü bu nazik yaratığı koruma altına alır ve ona çoğalma, gelişme ve ilerleme gücü verir. İnsan bünyesinin izlediği adımları aşamaları takip etme gücü bağışlar. Böylece yaratıcısının kendisi için belirlediği süreyi izleyerek insan haline gelir. Kısa zamanda gerçekleşen, ancak çok geniş boyutları bulunan bu dönüşümün seyrini izlemek, bu değişimleri ve gelişimleri düşünmek, bu basit, güçsüz hücrenin söz konusu karanlıklarda hayret verici seyrinde kendisine kılavuzluk yapan ilginç özellikler üzerinde kafa yormak, insanın bilgisini, gücünü ve gözlerinin ulaşabileceği sınırlarını aşar. Bütün bunların, insan kalbinin, kendisini yoktan var eden ve yaratan yüce Allah'ın elini görmesini sağlaması gerekir. İnsan, bu eli, canlı, apaçık ve somut halde bulunan eserleriyle görmelidir. Bu gerçek, insanı, yaratma ve yoktan var etme yolundaki eserleriyle apaçık ortada bulunan birlik gerçeğine inanmaya iletmelidir. Özelliklerini yitirmemiş bir kalb nasıl olur da bu gerçeği görmezlikten gelebilir? "İşte Rabb'iniz olan Allah budur. Mülk O'nundur. O'ndan başka ilah yoktur. Öyleyse nasıl oluyor da O'na kulluktan döndürülüyorsunuz?" Allah'ın kesin birliğini ve O'nun sınırsız kudretini gösteren bu belgeyi apaçık olarak gösterdikten sonra onları vicdanları ile baş başa bırakıyor. Küfür ile şükür arasındaki yol ayrımında, yolu tercih etmenin bireysel sorumluluğuna doğrudan katlanma ile onları karşı karşıya bırakıyor. Yolculuğun sonunu ve orada kendilerini bekleyen hesaba çekilmeyi gözlerinin önüne seriyor. O günde, kendilerini üç karanlık içinde yaratan ve kalblerin kendi içlerinde gizleyebileceği her tür gizliliği bilen Allah'ın onları hesaba çekeceğini bildiriyor: 7- Eğer inkâr ederseniz bilin ki, Allah sizin imanınıza muhtaç değildir. Fakat kulları için küfre razı olmaz. Ve eğer şükrederseniz sizden hoşnut olur. Hiçbir günahkâr, diğerinin günahını çekmez. Sonra dönüşünüz Rabb'inizedir. O size, yaptıklarınızı haber verir. O, kalblerde olanı bilir. Annelerin karınlarında geçen bu yolculuk, uzun yolculuğun bir aşamasıdır. Bundan sonra karınların dışında geçen hayat aşaması gelmektedir. Bunun ardından ise son aşama, hesaba çekilme ve ceza aşaması yer almaktadır. Bütün bu aşamalar, her şeyi yoktan var eden, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah'ın düzenlenmesi ile gerçekleşir. Yüce Allah, güçsüz ve zavallı kulların hiçbir şeyine muhtaç değildir. Yalnız O, rahmeti ve ihsanı gereği kullarına yardım etmekte ve onları korumaktadır. Onlar ise alabildiğine güçsüz, alabildiğine takatsızdırlar! "Eğer inkâr ederseniz bilin ki, Allah sizin imanınıza muhtaç değildir." İman etmeniz O'nun mülkünde hiçbir şeyi arttırmaz; inkâr etmeniz de O'ndan zerre kadar bir şey eksiltmez. Yalnız, Allah kâfirlerin küfrüne razı değildir. Ve O, bu işi sevmez. "Fakat kulları için küfre razı olmaz. Ve eğer şükrederseniz sizden hoşnut olur." Şükretmeniz O'nun hoşuna gider. Bu eyleminizi sever. Bunu yaptığınız için ayrıca sizi güzelce ödüllendirir. Her insan yaptığından sorumludur; kazancından hesaba çekilecektir. Kimse kimsenin yükünü taşımaz. Herkesin yükü, günahı kendi boynunadır. "Hiçbir günahkâr diğerinin günahını çekmez." En sonunda dönüş, yüce Allah'adır; başkasına değil. O'ndan kaçış yok. Başkasının yanında hiçbir sığınak yok. "Sonra dönüşünüz Rabb'inizedir. O size yaptıklarını haber ver ir," Sizin hiçbir şeyiniz O'ndan gizli değildir. "O, kalblerde olanı bilir." İşte son budur. Şunlar da doğru yolun işaretidir. Ve işte yol ayrımı. Herkes dilediğini seçebilir. Bilerek; düşünerek. Bildikten ve düşündükten sonra... Birinci gezintide insanlığın varoluş hikâyesi sergilenerek onların kalblerine dokunulmuştu. Hepsinin tek bir canlıdan yaratılışları, bu yaratığın hemcinsi ile evlendirilişi, annelerinin karınlarında üç karanlık içinde yaratılmaları sergilenmişti. İlk etapta kendilerine insan denen varlığın özelliklerini bağışlayan, bunun ardından da süreklilik ve ilerleme, yükselme özelliklerini ihsan eden yüce Allah'ın elinin kendilerine tanıtılması ile kalblerine dokunulmuştu. Burada onların kalblerine bïr kere daha dokunulmaktadır. Şimdi de sıkıntı içindeki halleri ve sevinç içindeki durumları gözler önüne serilerek dokunuşta bulunulmaktadır. İstikrarsızlıkları, güçsüzlükleri, kuru iddia peşinde sürüklenmeleri herhangi bir yol üzerinde ne de az sebat ettikleri kendilerine gösterilmektedir. Bu hallerinden ancak, Rabb'leri olan Allah ile bağlarını sağlamlaştırdıkları, O'na yöneldikleri, O'na boyun eğip itaat ettikleri, böylece yolu belirleyip gerçeği öğrendikleri ve yüce Allah'ın kendilerine bağışladığı insani özelliklerinden yararlandıkları zaman kurtulabilecekleri belirtilmektedir. 8- İnsanın başına bir sıkıntı gelince Rabb'ine dönerek O'na yalvarır. Sonra Allah katından bir nimet verince önceden kime yalvarmış olduğunu unutuverir. Allah'ın yolundan saptırmak için O'na eşler koşar. Ey Muhammed! De ki: "İnkârınla az bir müddet zevklen, sen cehennemliklerdensin. " İnsanın fıtratı (karakteri), sıkıntıya düştüğünde kendiliğinden ortaya çıkar. Bu sırada üzerindeki tortular dökülür. Üzerindeki perde açılır. Etrafını kuşatan kuruntular, yanılgılar aydınlık kazanır. O da Rabb'ine yönelir. Yalnız O'na döner. O'ndan başkasının kendisini bu sıkıntıdan kurtaramayacağını kavrar. Kendilerine çağırdığı ortakların ve şefaatçıların yalancı olduklarını öğrenir. Sıkıntılar sona erip bolluk ve rahat geldiğinde ise... Yüce Allah, katından bir nimetle onu şereflendirip başındaki belayı bertaraf ettiğinde ise... Sıkıntının dokunması ile fıtratı yalın halde ortaya çıkan bu insanın tekrar geriye döndüğü, fıtratının üzerini tortuların kapladığı, Rabb'ine dönüşünü, O'na yalvarışını ve sınanma sırasında yalnız O'na kulluk ettiğini, O'ndan başka kimsenin bu belayı başından savmaya gücünün yetmediğini unuttuğu görülmektedir. İnsan bunların hepsini unutmakta ve yüce Allah'a ortak koşmaya başlamaktadır. Ya eski cahili e döneminde olduğu gibi taptığı bir takım ilahlar edinir, ya da bir takım değerleri, kişileri ve makamları ilah edinir. Bunlara içinde öyle değer verir ki, onları Allah'a ortak koşar. Nitekim cahiliyenin pek çok türünde bunlara benzer ortak koşmalara rastlanmaktadır. Bir de bakmışsın ki, aynı insan, cinsel arzularına, eğilimlerine, ihtiraslarına, korkularına, malına, çocuklarına, yöneticilerine ve büyüklerine Allah'a taptığı gibi veya daha samimi bir biçimde tapmaktadır. Bunları, Allah'ı sever gibi sevmekte veya daha fazla sevmektedir: Şirkin pek çok çeşitleri vardır. Zira bunda şirkin bilinen şeklini alma yoktur. Fakat işin özüne bakıldığında bunun koyu bir şirk olduğu rahatlıkla kavranır. Bu yolu izleyen insanın sonu, Allah'ın yolundan sapmaktır. Allah'ın yolu birdir. Birkaç tane değil. İbadet, yöneliş ve sevgide yalnız O'na yönelmek, O'na giden yegane yoldur. Allah inancı, kalbte herhangi bir ortaklığa tahammül etmez. Mal, çocuk, vatan, toprak, dost ve yakın gibi hiçbir şeyin ortaklığını kabul etmez. Bunlar ve benzerlerinin kalbte yerleşen ortaklığı, Allah'a ortaklar koşmanın ta kendisidir. Allah'ın yolundan sapmaktır. Bu, yeryüzünde kısa bir süre yararlandıktan, oyalandıktan sonra cehennemle noktalanacak bir gidiştir. "De ki: İnkârınla az bir müddet zevklen, sen cehennemliklerdensin. Ne kadar uzun ömürlü de olsa bu yeryüzünün her tür nimeti kısa sürelidir. Ne kadar yaşarsa yaşasın, insanın bu yeryüzündeki günleri sayılıdır. Hatta bütün insanların yeryüzündeki hayatları yüce Allah'ın günleriyle karşılaştırıldığında kısa bir yararlanmadan öteye gidemez. İnsanın bu çirkin tipinin yanında başka bir tablosu daha çiziliyor. Bu da, sürekli Allah korkusu ve ürpertisi ile dolu olan, Allah'ı sürekli anan, sıkıntıda ve bollukta O'nu unutmayan, yeryüzündeki hayatını ahiret endişesiyle yaşayan, Rabb'inin rahmetine ve ihsanına ulaşmak isteyen insan tipidir. Varlığın gerçeklerini anlamayı sağlayacak ve sağlıklı bir bilgiyi meydana getirecek olan Allah ile sürekli bağı bulunan kalb sahibidir bu insan: 9- Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, ahiretten çekinen, Rabb'inin rahmetini dileyen kimse inkâr eden kimse gibi olur mu? De ki: "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" Doğrusu ancak aklı selim sahipleri öğüt alır. Bu şeffaf ve derin hisleri harekete geçiren bir tablodur. Secdede ve ayakta görülen bu boyun eğiş, itaat ve yöneliş... Ahiret endişesi ve Rabb'inin rahmetini elde etme umudu ile birlikteki bu derin hassasiyet... İnsanın uzbakışını aydınlatan; kalbe, görme, buluşma ve sinyal alma nimetini bağışlayan bu arınma ve şeffaflık... Evet, işte bunlar,n hepsi insanın şeffaf ve parlak bir tablosunu çizmektedir. Bu tablo, önceki ayetin çizmiş olduğu çirkin, silik tabloyu karşılamaktadır. İster istemez bu karşılaştırma gerçekleşmektedir: "De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" Gerçek ilim, tanımaktır marifettir; gerçeği kavramaktır. Bu ilim, insanın basiretini, uzbakışını açar. İnsanın bu evrende var olan değişmez gerçeklerle bağ kurmasını sağlar. İlim, zihni dolduran, fakat evrenin büyük gerçeklerine ulaştırmayan, açık ve somut olan nesnelerin ötesine geçmeyen kopuk ve soyut bilgiler değildir. İşte gerçek ilme ve aydınlatıcı marifete ulaşmanın yolu budur. Bu yol, yüce Allah'a boyun eğip O`a ibadet etme, kalbin hassasiyeti, ahiret endişesinin bilincine varma, Allah'ın rahmetine ve ihsanına umut bağlama, bu korku ve ürperti içinde Allah'ın kendisini gözettiğini hatırda tutmadır. İşte yol budur. Ancak bu yolla işin özü kavranabilir ve tanınabilir. Bununla, görülen, duyulan ve denenen şeylerden yararlanılır. Bu küçük gözlemlerin ve deneyimlerin ötesinde bulunan büyük, değişmez gerçeklere ulaşılabilir. Yalın deneylerin ve yüzeysel gözlemlerin sınırları önünde duranlar ise, malumat derleyicileridir; alım değildir onlar... "Doğrusu ancak aklı selim sahipleri öğüt alır." Sadece duyarlı, bilinçli, açık, eşyanın dış yüzeylerinin ötesinde bulunan gerçekleri kavrayan, gördüğü ve bildiği şeylerden yararlanan, gördüğü ve dokunduğu her şeyde Allah'ı hatırlayan; Allah'ı da, O'nun huzuruna çıkarılacağı günü de unutmayan kalblerin sahipleri bilebilirler. Bu iki tablonun sergilenmesinden sonra iman edenlere dönülüyor. Kötülüklerden sakınmaları ve iyilik yapmaları için onlara çağrıda bulunuluyor. Bu dünyadaki kısa hayatlarını, ahiret hayatının sürekli olan kazancını elde etme için bir vasıta yapmaları telkin ediliyor: 10- Ey Muhammed! De ki: "Ey inanan kullarım! Rabb'inize karşı gelmekten sakının; bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah'ın yarattığı yeryüzü geniştir. Ancak sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir. " "De ki: Ey inanan kullarım! Rabb'inize karşı gelmekten sakının." cümlesinde özel bir ilgi ve iltifat vardır. Aslında bu cümle: "İman eden kullarıma de ki..." "Onlara de ki:" "Rabb'inizden korkun" anlamındadır. Fakat ayetin hitap şekli seslenme biçiminde gerçekleşiyor. Zira seslenmede açıklama ve uyarma vardır. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- onlara Ey kullarım diye hitap etmez. Çünkü onlar, Allah'ın kullarıdır. İşte burada özel bir iltifat vardır. Yani peygamber bu emri onlara ulaştırmakla yükümlü olduğu sırada Allah adına onlara hitab etmektedir. Aslında çağrı yüce Allah'dan gelmektedir. Hz. Muhammed (s.a.s.) ise bu çağrıyı ilgili kimselere ulaştıran bir haberciden başka bir şey değildir. "Ey Muhammed! De ki:" "Ey mü'min kullarım! Rabb'inize karşı gelmekten sakının." Takva, kalbteki hassasiyettir, duyarlılıktır. Sakınma ve korku ile umut ve arzu içinde Allah'a yönelme; yufka bir yürek ve ürperti ile Allah'ın rızasını ve gazabını gözleme duygusudur. İşte bu, önceki ayetin kendisinden söz ettiği, isteyerek ve teslim olarak kulluğa yönelen Allah erlerinin göz kamaştıran parlak tablosudur. "Bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır." Bu ne güzel karşılıktır! Günleri kısa süreli, kalma süresi basit olan dünyanın güzelliği karşısında, süreklilik ve devamlılık yurdu olan cennet mükâfatı yer alıyor. Bu, yüce Allah'ın insana bir lütfudur, ihsanıdır. İnsanın güçsüzlüğünü, zayıflığını, çabasının yetersizliğini bilen, bu nedenle ona ikramda bulunup onu koruyan Allah'ın ihsanı! "Allah'ın yarattığı yeryüzü geniştir." Toprak sevgisi, çevreye alışmışlık, soy, yakınlık ve arkadaşlık bağları sizi dava için hicret (göç) etmekten alıkoymasın. Bunlar dininizi yaşamayı zorlaştırdıklarında, orada Allah için çalışmanıza engel olduklarında bu durumda yere çakılıp kalmak şeytanın tuzaklarından biridir; insanın kendi içinde Allah'a ortak koşmasının bir başka şeklidir. Bu da Allah'ın birliği ve O'ndan sakınmaktan söz etmekte olan Kur'an'ın , insan kalbinde gizli şirk çeşitlerinden birine hoş bir şekilde dikkat çekmesidir. İşte bu da Kur'an-ı Kerim'in ilahi kaynaklı olduğunu gösteren bir belgedir. Yoksa insanın kalbini onu en iyi şekilde gören yaratıcısından, en gizli taraflarını bilen Allah'dan başka kim bu kadar ustalıkla tedavi edebilir? İnsanların yaratıcısı olan yüce Allah, bir yerden başka bir yere göç etmenin insanlara zor geldiğini bilir. İnsanın bu bağlardan tamamen soyutlanmasının; alıştığı hayatı, rızık araçlarını terk etmesinin ve yeni bir yerdeki hayat şartlarına uyum sağlamasının insanoğlu açısından zor bir yükümlülük olduğunu pekala takdir eder. İşte bu nedenle burada sabretmeye ve bu sabrın Allah katındaki hadsiz-hesapsız mükâfatına da değinmektedir: "Ancak sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir." İşte Kur'an-ı Kerim bu dokunuşla onların kalblerini en duyarlı yerinden yakalamaktadır. Bu güçsüz olan kalblere zor gelen yükümlülüğü en güzel biçimde tedavi etmektedir. Sıkıntıda ve zor şartlarda oldukları bir sırada bu kalblerin üzerlerine yakınlık ve rahmet meltemlerini göndermektedir. Vatanlarını, topraklarını, ailelerini ve uyum içinde bulundukları çevrelerini terk etmenin bir karşılığı olarak onlara bağışının, ihsanının kapılarını açmaktadır... İnsanların kalblerini en iyi bilen, onların girdisinden-çıktısından haberi olan, onlardaki gizli deprenişlere varıncaya kadar her şeylerini gören yüce Allah her türlü noksanlıktan münezzehtir. Bu bölümün tamamını ahiret atmosferi kuşatmaktadır. Ahiret azabının korkusu ve o günün mükâfatından umutlu olma her tarafı gölgelemektedir. Bu bölüm Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- yöneltilen bir direktifle başlamaktadır. Bu direktif, onun arı-duru haldeki tevhid sözünü ilan etmesi, Allah tarafından görevlendirilen bir peygamber olmasına rağmen bu tevhidden sapmanın akıbetinden korktuğunu açıklaması, bütün içtenliği ile yoluna ve yaşam biçimlerine bağlılığını ifade etmesi, karşı çıkanları kendi yolları ve yaşam biçimleri ile baş başa bırakması, kendi yolu ile onların izledikleri yolun kıyamet günündeki akıbetini açıklaması direktifidir. 11- De ki: "Dini Allah'a halis kılarak O'na kulluk etmekle emrolundum. " 12- "Ve müslümanların ilki olmakla emrolundum. " 13- De ki: "Ben, Rabb `ime isyan edersem, büyük günün azabından korkarım. " Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- yalnız Allah'a kulluk yapmakla, dini yalnız O'na has kılmak ve bu eylemiyle müslümanların ilki olmak Allah'a karşı geldiği takdirde dehşet verici günün azabından korkmak durumunda olduğunu açıklaması... Evet, işte bu açıklamanın da Tevhid inancının İslamın öngördüğü biçimde yalın halde kalması konusunda gerçekten büyük önemi vardır. Bu konuda Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- Allah'ın bir kuludur. O'nun konumu budur. Bunun sınırları dışına taşamaz O. İbadet. konumunda bütün kullar sıra halindedir. Bir safta yer alırlar. Yalnız Allah'ın zatı yücedir. Tüm kulların üstünde tek başına yücelir O. İşte amaç da budur zaten. Bu durumda ilahlığın anlamı ile kulluğun anlamı tam mànasıyla belirlenmiş olmaktadır. Bu iki konum birbirinden tamamen ayrılır. Artık ne birbirine karışırlar, ne de aralarında herhangi bir benzeşme söz konusu olur. Yüce Allah'ın bir olma (vahdaniyet) sıfatı, ortaksız ve benzersiz bir biçimde, yalın halde ortaya çıkar. Mademki Hz. Muhammed (s.a.s.) yalnız Allah'a kulluk makamında bu kadar açıkça ve net bir tutum içinde hareket edip O'na karşı gelmekten bu kadar korktuğuna göre putların veya meleklerin şefaat etmelerinden söz edilebilir mi? Allah ile birlikte veya Allah'ın dışında onlara kulluk etmenin yararından bahsedilebilir mi? Şimdi Hz. Peygambere, bir kere daha yolunda diretmesi; müşrikleri, yolları ve bu yollarının acıklı sonları ile baş başa bırakmasını ilan etmesi emrediliyor: |