Durumu: Medine No : 5587 Üyelik T.:
05 Aralık 2008 Arkadaşları:14 Cinsiyet: Memleket:İstanbul Yaş:35 Mesaj:
2.537 Konular:
2038 Beğenildi:116 Beğendi:0 Takdirleri:270 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Fizilalil Kuran Fatır Suresi Tefsiri Fizilalil Kuran Fatır Suresi Tefsiri 35-Fatir 1- Gökleri ve yeryüzünü yoktan var eden; iki, üç ve dört kanatlı melekleri elçi olarak görevlendiren Allah'a ham dolsun. O yaratma işleminde dilediği eklemeleri yapar. Hiç kuşkusuz O'nun gücü her şeye yeter. Görüldüğü gibi sure, yüce Allah'a "hamd" sunarak söze başlıyor. Bu surenin ana amacı insan kalbini yüce Allah'a yöneltmek, onu Allah'ın nimetlerini görmeye, Allah'ın rahmetini ve lütfunu fark etmeye özendirmek, yaratıklarına yansıyan çarpıcı sanatının örneklerini irdelemek, duyu organlarını bu çarpıcı örneklerin algıları ile doyurmak, O'nun lütfunu hamd ile, tesbih ile ve saygı sunarak karşılamaktır. Evet: "Allah'a hamd olsun." Yüce Allah'a hamd etmeyi O'nun yaratmaya ve yoktan var etmeye ilişkin sıfatlarını dile getirmek izliyor: "Gökler ve yeryüzünü yoktan var eden..." Evet, yüce Allah evreni oluşturan şu müthiş yaratıkların, uzayda yüzen şu görkemli gezegenlerin yoktan var edicisidir. Biz bulunduğumuz yere göre bu gezegenlerin bir kısmını üstümüzde ve bir kısmını da altımızda görüyoruz. Onların bize en yakını ve en küçüğü olan ve bizi bağrında barındıran yer yuvarlağının bile çok az bir bölümünü tanıyabiliyoruz. Bu gezegenler arasındaki duyarlı koordinasyonu ve uyumu aynı yasal sistemin kanunları sağlıyor. Oysa aralarında öyle büyük uzaklıklar var ki, bu mesafeleri insan hayali ancak büyük bir güçlükle tasavvur edebilir. Kendileri ve yörüngeleri arasındaki müthiş uzaklığa ve hayalı zorlayan iriliklerine rağmen aralarında öylesine esrarlı bir uyum ve "görelik" ilişkisi vardır ki, eğer küçük oranda bile zedelenme bütün bu gezegenler çarpışarak parçalanır ve parçaları uzayın boşluğuna dağılırdı. Kur'àn-ı Kerim'in göklere ve yer yuvarlağına ilişkin bu tür işaretleri umursamazlıkla geçiştiririz. Onların önünde durup çarpıcı anlamlarını uzun uzun düşünmeyiz. Tıpkı bakışlarımızın önünden geçen göklere ve yer yuvarlağına ilişkin görüntüleri umursamadığımız, uzun boylu bir gözlem süzgecinden geçirdiğimiz gibi. Çünkü algılarımız körelmiş, duyarsızlaşmıştır. Bu yüzden bu çarpıcı görüntüler duyu organlarımızın bam tellerini titreştiremiyor, onlarda uyarıcı ve depreştirici dalgalanmalar meydana getiremiyor. Oysa sürekli olarak Allah'ı anan; O'nun evrene yansıyan yaratıcı elinin izlerini fark eden duyarlı kalpler bu görüntülerin görkemi karşısında hiçbir zaman ilgisiz kalmazlar. Bizdeki bu umursamazlığın sebebi şudur: Algı alışkanlığı organlarımızın duyarlığını, keskinliğini törpülemiştir. Bu tür sanat eserlerini ilk kez gören kalplerin heyecanı ve coşkusu yüreklerimizde ve algı organlarımızda kalmamıştır. Gökteki yıldızların yerleri, hacimleri, birbirlerine oranları, çevrelerindeki uzay boşluklarının oranları, yörüngelerinin biçimleri; hacimleri, konumları ve hareketleri arasındaki ilişki son derece duyarlı, ince hesaplıdır. Fakat açık, bilinçli ve Allah'a bağlı bir kalbin, bu muhteşem varlıklar karşısında coşku ve heyecan duyması için bütün bu saydığımız özelliklerin inceliklerini bilmeye ihtiyacı yoktur. Karanlık bir gecede görülen dağınık yıldızların manzarası, bu manzaranın bam tellerini titreştiren mesajları, ay'1ı bir gecenin uzayı saran aydınlığı, tanyerinin karanlıkları yaran ışıkları, batan güneşin karanlıklar tarafından yutuluşu onun için yeterlidir. Hatta böyle bir kalp için yer yuvarlağının şu çeşitli ve çarpıcı görüntüleri bile yeterlidir. Bu görüntüler görmekle bitmez. İnsan bütün ömrünü bu görüntüleri yakalama ve gözleme amacı uğrunda hep gezilerde harcasa bu manzaraların çok azına yetişebilir. Hatta duyarlı bir kalp için bir tek çiçek bile yeterlidir. Onun renklerini, boyalarının ton farklarını ve yapısının çeşitli öğeleri arasında bulunan uyumu insan inceleye inceleye bitiremez. Kur'an-ı Kerim, bu irili-ufaklı sonsuz varlıkları inceleme konusunda uyancı bir işaret vermekle yetiniyor. İnsan kalbi için bu varlıkların bir teki bile yeterlidir. Eğer o tek varlığı gereğince algılasa, evrenin yaratıcısının ululuğunu kavrayabilir ve bu kavrama sonucunda O'na tesbihle, hamdle ve saygı dolu bağlılıkla yönelir. Evet, ayeti bir kez daha okuyoruz: "Gökleri ve yeryüzünü yoktan var eden; iki, üç ve dört kanatlı melekleri elçi olarak görevlendiren Allah'a hamd olsun." Bu surede peygamberlerden, vahiy olayından ve yüce Allah'ın peygamberlere ilettiği "gerçek" içerikli mesajdan sık sık söz edilir. Melekler, yüce Allah'ın yeryüzünde seçtiği kullarına vahiy mesajını getiren elçilerdir. Bu "elçilik" en önemli ve en yüce görevdir. İşte melekler, yüce Allah'ın bu elçilikle görevlendirilen yaratıklar oldukları için göklerin ve yeryüzünün yaratılışının anlatılmasından hemen sonra gündeme getirilmişlerdir. Çünkü onlar gökler ile yeryüzü arasında iletişim sağlıyorlar. Çünkü onlar göklerin ve yeryüzünün yaratıcısı ile yüce Allah'ın peygamberleri, insanlara gönderilmiş elçileri arasında en önemli görevi yerine getirmektedirler., Kur'an'da ilk defa meleklerin biçimlerine, nasıl varlıklar olduklarına ilişkin bir bilgi ile karşılaşıyoruz. Başka ayetlerde bize onların karakteristik özelliklerine ve görevlerinin niteliğine ilişkin bilgiler verilmişti. Mesela şu ayetlerde olduğu gibi: "O'nun katındakiler hiçbir büyüklük kompleksine kapılmaksızın ve hiç bıkmaksızın O'na ibadet ederler. Hiç ara vermeksizin, gece-gündüz, O'nu noksanlıklardan tenzih ederler."(Enbiya Suresi, 19-20) "Rabb'inin yanındakiler burun kıvırıp O'na kulluk etmekten geri durmazlar. O'nu noksanlıklardan tenzih ederler ve O'na secde ederler." (A'raf Suresi, 206) Şimdi burada "iki, üç ve dört kanatlı" ifadesi ile bize meleklerin yaratılış biçimlerine ilişkin bir bilgi veriliyor. Bu tanımlama melekleri kafamızda canlandırmamızı sağlamaz. Çünkü biz bu açıklamaya rağmen, meleklerin nasıl varlıklar olduklarını, ne biçim kanatlar taşıdıklarını bilmiyoruz. Bu tanımlamanın sınırlarında durmak zorundayız, zihnimizde belirli bir tasarı canlandırmaktan kaçınmalıyız. Çünkü canlandıracağımız her tasarı, yanlış ve yanıltıcı olabilir. Çünkü elimizde meleklerin biçimlerine ilişkin, güvenilir hiçbir bilgi yoktur. Kur'an'da cehennemin tanıtımı sırasında meleklere ilişkin şu açıklama ile karşılaşıyoruz; "Cehennemin görevlileri, Allah'ın kendilerine verdiği emirlere karşı gelmeyen, kendilerine verilen buyrukları uysalca yerine getiren pek haşin meleklerdir." (Fatır Suresi, 6) Görüldüğü gibi bu ayette de meleklerin biçimleri belirlenmiyor. Bu konuda bir de Peygamberimize dayandırılan bazı açıklamalar 'var. Bu açıklamalardan birinde Peygamberimiz, "Cebrail'i iki kez kendi öz kılığında gördüğünü" öbüründe "Cebrail'in altı yüz kanadı olduğunu" belirtiyor. (Ravisi ibn-i Mesud, Muttefekunaleyh) Fakat görülüyor ki, Peygamberimizin bu açıklamaları da meleklerin biçimleri hakkında belirleyici bir tanımlama yapmıyor. Demek ki, bu konuda elimizde ayrıntılı bilgi yok. Bu tür "gayb" konularının tümünde olduğu gibi bu konunun bilgisi de yüce Allah'ın tekelindedir. Bu ayette "iki, üç, dört kanatlılık"tan söz ediliyor. Oysa insanlar sadece "iki kanatlılığı" görmeye alışıktırlar. İşte bu münasebetle "O yaratma işleminde dilediği eklemeleri yapar" denilerek yüce Allah'ın iradesinin özgürlüğü, hiç-bir yaratma biçimi ile kayıtlı olmadığı gerçeği vurgulanıyor. Gördüğümüz ve bildiğimiz varlıklar arasında sayısız yaratma biçimleri vardır. Bildiklerimizin dışında bu örnekler çok daha fazladır. Çünkü "Hiç kuşkusuz O'nun gücü her şeye yeter." Bu yorum cümlesinin kapsamı, bir önceki cümleciğin kapsamından daha geniş ve daha yaygındır. Anlamının sınırları içine girmeyen hiçbir yaratma, yoktan var etme, değişikliğe uğratma ve başkalaştırma biçimini dışarda bırakmamaktadır. ALLAH'IN DEĞİŞMEZ RAHMETİ 2- Allah'ın insanlara açtığı bir rahmeti hiç kimse alıkoyamaz. O'nun alıkoyduğunu da O'nun dışında hiç kimse salamaz. O üstün iradelidir ve her işi yerinde yapar. Bu ayet, ilk ayetin sonunda vurgulanan anlamı somut bir örnek halinde önümüze koyuyor. Bu örneği içine sindiren bir insan kalbi düşünce, duygu, yöneliş ve hayata ilişkin tüm değer yargıları bakımından köklü bir değişime uğrar. İnsan kalbi, bu köklü değişimin sonunda, göklerde ve yerdeki tüm güçlerden umudunu keserek yüce Allah'a bağlanır. Göklerdeki ve yerdeki her türlü rahmet beklentisini içinden atarak umudunu yüce Allah'ın rahmeti üzerine yoğunlaştırır. Bütün gök ve yer kapıları önünde kapanır, sadece Allah'a açılan kapıdan medet bekler. Karşısındaki bütün gök ve yer yolları tıkanarak sadece yüce Allah'a erdiren yolun doğrultusu ile başbaşa kalır. Yüce Allah'ın rahmetinin örnekleri çoktur. Bunlar sayılara sığmaz. İnsanoğlu bu örneklerin sadece kendine yönelik olanlarını bile izleyip belirlemekten acizdir. Bir düşünelim ki, yüce Allah, insanı yoktan var etmiş, çeşitli ayrıcalıklarla onurlandırmış, "üstünde ve altında" birçok olanağı buyruğuna sunmuş, bildiği ve çoğunu bilmediği birçok nimeti eline vermiştir. Yüce Allah'ın insanlara yönelik rahmeti birçok örnekte somutlaşır. Bu örneklerin bir kısmı bağışlanan iyilikler, bir bölümü de engellenen belâlar biçimindedir. Allah'ın rahmet kapılarını yüzlerine açtığı kimseler bu rahmetin örneklerini her şeyde, her konumda, her durumda ve her yerde bulurlar. Onlar bu örnekleri kendi üzerlerinde bulurlar, duygu dünyalarında bulurlar, çevrelerinde bulurlar, oldukları yerde bulurlar, yaşama tarzlarında bulurlar. İnsanların kaybını "mahrumiyet" saydıkları her şeylerini yitirseler de bu böyledir. Buna karşılık yüce Allah'ın rahmetinden uzak tuttuğu kimseler bu rahmetin her şeydeki, her konumdaki, her durumdaki ve her yerdeki tezahüründen yoksun kalırlar. İnsanların varlığını "kısmet" ve "hoşnutluk sebebi" saydıkları şeylerin tümünü yanı başlarında bulsalar da bu böyledir. Yüce Allah'ın rahmetinin eşliğinde olmayan her nimetin kendisi bahtsızlığa dönüşür. Buna karşılık yüce Allah'ın rahmeti ile kuşattığı her sıkıntının kendisi nimet haline gelir. İnsan yüce Allah'ın nimetinin eşliğinde dikenler üzerinde uyusa, üzerinde uyuduğu dikenler rahat bir döşeğe dönüşür. Buna karşılık Allah'ın rahmetinden yoksun kalan kimselerin üzerinde yattıkları ipekli döşekler sipsivri dikenlere dönüşürler. Allah'ın rahmeti ile en zor durumlar kolay ve rahat olur. Buna karşılık Allah'ın rahmeti elini çekince en kolay durumlar, sıkıntıya ve zorluğa dönüşür. Allah'ın rahmetinin eşliğinde içine düşülen tehlike-ler ve korkunçluklar, güvene ve esenliğe dönüşürken O'nun rahmetinden yoksun olarak girilen caddeler ve asfaltlar kaza ve ölüm kapanı olur. Yüce Allah'ın rahmetinin eşliğinde "darlık" olmaz. Darlık sadece O'nun rahmetinin kesintiye uğradığı durumlar için söz konusudur. İnsan Allah'ın rahmetinin eşliğinde olunca, zindan hücrelerinin kuytu köşelerinde, işkence hücrelerinde ve ölümün kapanında bile olsa "dar"da olmaz. Buna karşılık Allah'ın rahmetinden yoksun kalan kimse nimet ve refah denizlerinde yüzse bile `'rahat"lık ve "genişlik" bulamaz. Allah'ın rahmeti ile bütünleşen kalplerden mutluluk, hoşnutluk ve güven pınarları fışkırır. Buna karşılık Allah'ın rahmetinin uğramadığı kalplerde endişe, keder, bezginlik, ızdırap ve sıkıntı akrepleri cirit atar. Diyelim ki, bu tek kapı açılmış da diğer bütün kapılar, pencereler ve yollar yüzüne kapanmış. Hiç aldırış etme; önün ferahlık, rahatlık, kolaylık ve bolluk-tur. Buna karşılık diyelim ki, bu tek kapı yüzüne kapanmış da diğer bütün kapılar, pencereler ve yollar önünde açılmış. Hiçbir işe yaramaz. Önün darlık, ızdırap, dert, endişe ve sıkıntıdır. Diyelim ki, bu "feyiz" kanalı üzerine doğru açılmış da rızkın, evin, geçimin dar olmuş; hayatın sıkıntılı ve yatağın dikenli olmuş. Üzülme, hiç önemi yok. Çünkü bolluk, rahat, güven ve mutluluk seni beklemektedir. Buna karşılık bu "feyiz" kanalının sana gelen vanası kapanmış ise yandın! Ne kadar rızkın bo1 olsa da, ne kadar her işin tıkırında gitse de yararı yok. Önün darlık, sıkıntı, mutsuzluk ve belâdır. Yüce Allah'ın rahmet musluğu kuruyunca mal, evlât vücud sağlığı, maddi güç, rütbe, mevki, bütün bunlar endişe, sıkıntı ve mutsuzluk kaynağı olurlar. Fakat ilâhi rahmetin muslukları açılınca bütün varlık türleri birer huzur, rahat, mutluluk ve güven kaynağı olurlar. Yüce Allah rızık musluklarını açınca eğer rahmeti de birlikte gelirse rahat geçime ve refaha kavuşurlar. Bu durum dünyada bolluk ve ahirette azık sağlar. Ama eğer rızık bolluğuna Allah'ın rahmeti eşlik etmez ise bu zenginlik endişe, korku, kıskançlık ve kin sebebi olur. Bazen cimrilik veya hastalık sebebi ile "mahrumiyet"e götürür; kimi zaman da savurganlık ve değer bilmezlik yüzünden varlık tümü ile elden çıkar. Çoluk-çocuk eğer yüce Allah'ın rahmetinin eşliğinde gelirse, hayatın süsü, sevinç ve mutluluk kaynağı olurlar. Allah'a bağlı birer mirasçı olarak ana-babanın sevap defterlerine yeni sevaplar yazdırırlar. Buna karşılık yüce Allah'ın rahmeti eşliğinde kazanılmayan çoluk-çocuk, ana-babanın başına belâ uğursuzluk, dert, mutsuzluk, gece uykusuzluğu ve gündüz sıkıntısı olur. Allah insana vücud sağlığı ve maddi güç verdiğinde eğer bunlara O'nun rahmeti eşlik ederse, sahipleri için nimet, onurlu hayat ve yaşama zevki kaynağı olurlar. Eğer bu nimetler yüce Allah'ın rahmetinden ayrı düşerlerse sahiplerinin başına belâ kesilirler. Bu durumda sağlık ve maddi güç vücudu yıpratan, ruhu yozlaştıran ve hesaplaşma gününün günah birikimini kabartan birer iç düşman olurlar. Yüce Allah'ın rahmeti eşliğinde verdiği rütbe ve mevki, sahipleri için birer toplumu düzeltme aracı, birer güven kaynağı, birer ahirete yönelik iyi birikim vesilesi olurlar. Eğer Allah'ın rahmet muslukları kurursa, o zaman mevki ve rütbe sahipleri için birer endişe kaynağı olurlar. Adam, onları her an kaybedeceği kuşkusu içinde yaşar. Bunun yanı sıra saldırganlık ve azgınlık aracı olarak kullanılırlar. Ayrıca sahiplerini kıskançlıklara ve düşmanlıklara hedef yaparlar. Adam bir türlü huzur bulamaz, rütbesinin ve mevkiinin zevkini tadamaz olur. Bütün bunlara ek olarak ahirete cehennemi boylamasına yol açarak bir sürü günah biriktirir. Geniş bilgi, uzun ömür, iyi mevki de öyle. Bunların hepsi yüce Allah'ın rahmetinin eşliğinde başka, yüce Allah'ın rahmetinden yoksun kaldıklarında başka olurlar. Az bilgi meyve verebilir, yararlı olabilir. Kısa ömür bereketli ve verimli olabilir. Az gelir, Allah'ın rahmeti sayesinde, insana mutluluk sağlayabilir. Bütün bu konularda, durumlarda, olanlarda toplumlar, tek tek kişiler gibi, milletler de fertler gibidirler. Açıkladığımız örneklere göre bu iki kesimi biribiri ile karşılaştırabiliriz. Allah'ın bir rahmeti de insanın Allah'ın rahmetini algılayabilmesidir. Yüce Allah'ın rahmeti insanı sarabilir, kuşatabilir, üzerine oluk oluk akabilir. Fakat insanın onun bilincine varması, onu umması, onun geleceğine güvenmesi, şartlar ne olursa olsun onu beklemesi başlı başına bir rahmettir. Buna karşılık insanın Allah'ın rahmetini kafasından silmesi, ondan umut kesmesi, onun geleceğinden kuşku duyması, başlı başına bir azaptır. Yüce Allah, hiçbir zaman mü'minleri bu azaba çarptırmaz. Okuyalım: "Allah'ın lütfundan sadece kâfirler ümitsiz olur" (Yusuf Suresi 87) Yüce Allah'ın rahmetini isteyen herkes her yerde ve her durumda onu yanı başında bulur. Hz. İbrahim bu rahmeti ateşin içinde buldu. Hz. Yusuf onu kuyunun dibinde ve zindanda buldu. Hz. Yunus onu üç katlı karanlığın altında, balığın karnında buldu. Hz. Musa onu her türlü güçten ve korumadan yoksun olduğu bebeklik döneminde nehrin dalgaları arasında ve pusuda bekleyen, her yerde kendisini arayan azılı düşmanı Firavun'un sarayında buldu. Mağaraya sığınan genç mü'minler onu bir mağaranın kuytu köşesinde buldular. Oysa onlar onu önce köşklerde ve evlerinde aramışlardı da sonra birbirlerine şöyle demişlerdi: "Öyleyse mağaraya sığınınız, Rabb'iniz engin rahmetinden size bir pay göndersin ve şu işinizde size kurtuluş yolu göstersin (Kehf Suresi, 16) Peygamberimiz ile yakın dostu Ebu Bekir bu rahmeti Kureyşlilerin iz süren yoğun kovalamaları altında bir mağarada buldu. O'nu O'na sığınan herkes bulur. Yalnız bunun için diğer insanın her şeyden ümidini kesmiş olması, başka hiçbir yerde güç vehmetmemesi, başka hiçbir yerden rahmet beklememesi, bütün kapılardan yüz çevirerek tek Allah'ın kapısına yönelmiş olması gerekir. Şunu da unutmamak gerekir ki, yüce Allah rahmetinin kapılarını açınca bu rahmetin akışını hiç kimse durduramaz. Buna karşılık yüce Allah rahmetinin akışını durdurunca onu kimse salamaz. Öyleyse hiç kimseden ve hiçbir şeyden korkamaya gerek yok; hiç kimseye ve hiçbir şeye umut bağlamaya da ihtiyaç yok. Ne fırsat kaçtı diye korkuya kapılmalı ve ne de fırsat çıktı diye ümide kapılmalı. Bu konudaki tek yönlendirici faktör, yüce Allah'ın dileğidir. Onun açtığını kimse kesemez ve O'nun kestiğini de kimse salamaz. İş doğrudan doğruya Allah'ın elindedir. Çünkü: "O üstün iradelidir ve her işi yerinde yapar." Hiç kimseye danışmaksızın açar, ya da kapatır. Bu açmasının ve kapatmasının arkasında her zaman bir hikmet hakli bir gerekçe bulunur. Evet, ayeti tekrar okuyoruz: "Allah'ın insanlara açtığı rahmeti hiç kimse alıkoyamaz." İnsanların, Allah'ın rahmetine erebilmek için yapacakları tek iş, onu doğrudan doğruya O'ndan istemektir. Hiçbir aracıya, hiçbir vesileye başvurmamaktır. Tam bir güven ve teslimiyetle, tam bir umutla ibadete koyularak O'na yönelmektir. Devam adıyoruz: "O'nun alıkoyduğunu da O'nun dışında hiç kimse salamaz." Öyleyse ne bir Allah kuluna umut bağlamalı ve ne de bir Allah kulundan korkmalıdır. Çünkü yüce Allah'ın alıkoyduğu bir rahmeti hiç kimse salamaz. Bu ayet insan vicdanına ne güçlü bir huzur ve güven aşılıyor; duyguları, düşünceleri ve değer yargılarını ne kadar berrak hale getiriyor değil mi? Bir tek ayet, yeni bir yaşama tarzının ana hatlarını belirliyor, insan kafasına bu yeni hayatın değişmez değer yargılarını yerleştiriyor. Bu değer yargılarının ölçüleri, kriterleri sarsılmaz, zigzag çizmez ve dış etkenlerin baskısına kapılarak değişmez. Bu etkenler ister gitsin, ister gelsin; ister büyük, ister küçük olsun; ister önemli, ister önemsiz olsunlar; kaynakları ister insanlar, ister olaylar, isterse nesneler olsun, fark etmez. Eğer bu tek ve net kavram bir insanın kalbine yerleşse, o kimse bütün olaylara, bütün dış nesnelere, bütün kişilere, bütün güçlere, bütün değer yargılarına, bütün bakış açılarına karşı yalçın dağlar gibi direnir. İsterse bütün insanlar ve cinler başına yüklensinler. Ne önemi var. Çünkü onlar yüce Allah'ın kıstığı bir rahmetin musluğunu açamazlar ve Allah'ın açtığı bir rahmetin musluğunu da kesemezler. Çünkü "O üstün iradelidir ve her işi yerinde yapar." Kur'an-ı Kerim, İslâmın ilk günlerinde o şaşırtıcı insan grubunu işte bu ve benzeri ayetler ile, bu tür belirli kalıplara dökerek meydana çıkarmıştı. O örnek insan grubu yüce Allah'ın gözü önünde O'nun Kur'an'ı aracılığı ile yetiştirilmişti. Sonradan bu bir avuç insan, yüce Allah'ın gücünün somut bir aracı olmuştu. Yüce Allah, bu bir avuç insan aracılığı ile istediği inanç sistemini, istediği düşünceyi, istediği değer yargılarını, istediği sosyal kurumları ve rejimi kurmuştu. Onlar aracılığı ile istediği ve bugün bize hayal gibi, rüya gibi görünen yaşama örneklerini pratiğe yansıtmıştı. Bu örnek toplum yüce Allah'ın bir gücü idi. Onu dünyada dilediği kimselerin üzerine salıyor, ona yaptırım gücü sayesinde pratik hayatta ve insanlar üzerinde dilediği reformları yapıyor, silmek istediği değerleri ve uygulamaları siliyor, ortaya koymak istediği değerleri ve kurumları ortaya koyuyordu. Çünkü o seçkin toplum, Kur'an'ın sadece sözleri ile ve sadece güzel anlamları ile ilgilenmiyordu. O toplum bunlardan çok Kur'an'ın somutlaştırdığı gerçekler ile ilgileniyor, gündelik hayatın ı bu gerçeklere göre düzenliyordu. Kur'an bugün de insanların ellerindedir. O ayetleri ile ilk müslüman fertleri gibi fertler ve ilk İslâm toplumu gibi toplumlar oluşturabilir. Bu fertler ve toplumlar yüce Allah'ın izni ile O'nun silmek istediğini silebilir ve O'nun ortaya koymak istediğini ortaya koyarlar. Bunun için bu davranış kalıpların kalplere yerleşmesi gerekir. İnsanlar bu davranış kalıplarını ciddiye almalı, onları elle tutar ve gözle görürcesine algılayarak gerçek anlamda pratiğe yansıtmalıdırlar. Şimdi bir işim daha var. Bu ayeti okurken tanıdığım bana yönelik özel bir rahmetine karşılık yüce Allah'a hamd etmek istiyorum. Anlatayım: Şu anda bu ayeti okurken sıkıntı, bunalım, ruh darlığı ve ızdırap içinde idim. Ruhum kurumuş, içim kararmış, sıkıntıdan bunalmış bir durumdayken bu ayet karşıma çıktı. Böyle zor bir anımda bu ayetle yüzyüze geldim. Bu hava içinde bu ayetin özünü kavramaya, gerçek mahiyetini içimde özümlemeye beni muvaffak etti. Ayetin özü sanki burnuma çektiğim kokusunun, içime dalda dalga yayılışını hissettiğim bir misk idi. O kavradığım soyut bir anlam değil, attığım somut bir gerçekti. Bu bana yönelik başlı başına bir rahmet idi. Bu rahmet, ayetin pratik açıklaması halinde ruhuma doluyordu. Allah'ın açtığı bir musluktan içime gürül gürül akıyordu. Ben bu ayeti daha önce birçok kez okumuştum; sözcükleri birçok kez gözlerimin önünden geçmişti. Fakat şu anda duru bir su gibi içime akıyor, ruhumda anlamı somutlaşıyor, soyut gerçeği varlığımla bütünleşiyor ve bana şöyle fısıldıyor: İşte o benim, yüce Allah'ın kanalını açtığı rahmetin bir örneğiyim. Gör bakalım, nasıl olduğunu. Çevremde değişen hiçbir şey yok. Fakat her şeyin duygu dünyamdaki algısı değişiverdi. İnsan kalbinin, bu ayetin içerdiği gibi bir evrensel gerçeğe açılması son derece büyük bir nimettir. İnsanın tattığı ve yaşadığı bir nimet. Fakat insan çoğunlukla böyle bir nimeti tanımlayamaz; yazıya, kelimelere dökerek başkalarına aktaramaz. Ben bu nimeti yaşadım, tattım ve tanıdım. Bütün bunlar hayatımın en sıkıntılı ve içimin en kararmış bulunduğu, en bunalımlı anlarımda oldu. Bir anda rahatlık, genişlik, huzur, doygunluk buluyorum. Kendimi bütün bağlardan kurtulmuş, bütün sıkıntıların baskısından sıyrılmış hissediyorum, tüy gibi hafifim. Oysa deminki yerimdeyim! Bu Allah'ın rahmetidir, O'nu musluğunu istediği kimse açarak bir ayeti aracılığı ile kalbine gürül gürül akmasını sağlar. Yüce Allah'ın bir tek ayeti insanın kalbine bir ışık penceresi açar, bir pınar olup duru su fışkırtır; hoşnutluğa, güvene, huzura ve esenliğe erdiren bir yol olur. Bütün bunlar göz açıp kapayıncaya, bir nefes alıp verinceye, bir kez kalp atıncaya kadar kısa bir süre içinde gerçekleşir. Allah'ım, sana hamd olsun. Ey şu Kur'an'ı mü'minler için rahmet ve hidayet kaynağı olarak indiren Allah'ım. NİMETLERİ HATIRLAMA Hayatımın bu unutulmaz anını yazıya geçirdikten sonra surenin kaldığımız yerine dönüyoruz. Önümüzde duran üçüncü ayetin, birinci ve ikinci ayetin mesajını vurgulayarak tekrarladığını görüyoruz. Bu ayette insanlara, yüce Allah'ın kendilerine yönelik nimetleri hatırlatılıyor. O ortaksız yaratıcı, ortaksız rızık vericidir. O kendisinden başkası olmayan tek ilâhtır. İnsanlar bu açık ve net gerçeği nasıl göz ardı ediyorlar, hayret- doğrusu! Okuyoruz: 3- Ey insanlar, Allah'ın size yönelik nimetlerini hatırlayınız. Size gökten ve yeryüzünden rızık sağlayan Allah'tan başka bir yaratıcı var mı? O'ndan başka ilâh yoktur. Nasıl oluyor da bu gerçeği göz ardı ediyorsunuz? Yüce Allah'ın nimetleri karşısında insanların yapmaları gereken tek şey onları hatırlamaktır. O zaman bu nimetlerin belli ve açık oldukları fark edilir. İnsanlar onları görebilirler, algılayabilirler, onlara elleri ile dokunabilirler. Fakat bu nimetler unutulursa belleklerinden uzak kalır. Çevrelerini kuşatan gök ve yer insanlara oluk oluk nimet akıtmakta, gürül gürül rızık yağdırmaktadır. Her adımda, her an yüce Allah'ın gökten yağan ve yerden biten yeni bir nimeti, yeni bir bağışı ile karşılaşıyoruz. Yüce Allah, kullarına böylesine nimet yağdırıyor. İnsanlara bu yaygın nïmetleri bağışlayan, bu ardı arkası gelmez rızıkları sunan Allah'dan başka bir yaratıcı mı var? Asla, insanlar böyle bir iddia ileri süremezler. En koyu ve en sapık müşriklik dönemlerinde bile böyle bir iddia ileri sürmeye dilleri varmamıştır. Kullara rızık sunan, Allah'dan başka bir yaratıcı olmadığına göre ir`sanlar O'nu niye hatırlamıyor, O'na niye şükretmiyorlar? Niye Allah'a hamd etmekten, övgüyü ve sığınmayı sırf O'nun dergâhına yöneltmekten kaçınıyorlar? O "kendisinden başkası olmayan tek ilâhtır" insanlar bu tartışma götürmez gerçeğe inanmaktan nasıl sapıyorlar. Ayetin deyimi ile; "Nasıl oluyorda hu gerçeği göz ardı ediyorsunuz?" İnsanın böyle bir gerçeği görmezlikten gelmesi gerçekten şaşırtıcı bir şeydir. Oysa elindeki rızık hep onu bu gerçek ile yüzyüze getiriyor. Bu açık gerçeği itiraf etmekten kaçınması mümkün olmayan kimsenin Allah'a hamd etme, O'na şükretme görevini göz ardı etmesi de şaşılacak bir iştir. Bu üç güçlü ve köklü mesaj bu surenin ilk kesitini oluşturur. Bu üç mesajın her biri, içerdiği köklü gerçeğin vicdanlara yerleşmesi halinde, insanı yeniden yaratılmış gibi bir yapı değişikliğine uğratır. Bu mesajların her üçü farklı yönlere yönelmekle birlikte aslında uyumlu bir bütün oluştururlar. Surenin ilk "kesit"i bu üç köklü mesajla noktalandı. Bu köklü mesajlar şu üç temel gerçeği vurguluyordu: Her şeyi yoktan var eden yaratıcının birliği gerçeği "Rahmet"in O'nun tekelinde olduğu gerçeği "Rızık" verenin tek başına O olduğu gerçeği. Surenin ikinci "kesit"inde önce Peygamberimize sesleniyor. Kendisi teselli ediliyor; gönlünü hoş tutması, müşriklerin yalanlamalarını dert edinmemesi isteniyor. Çünkü bu yüce Allah'ın elinde olan bir iştir. Bu "kesit"in ikinci seslenişi tüm insanlara yöneltiliyor. Onlara şu gerçekler hatırlatılıyor: Yüce Allah'ın verdiği söz gerçektir. Şeytanın oyunları karşısında dikkatli olmalı, yukarda sayılan temel gerçekleri göz ardı etmeleri yolundaki kışkırtmalarına kapılmamalıdırlar. Eğer kışkırtmalarına kapılırlarsa şeytan onları cehenneme sürükler. Çünkü o insanoğlunun eski ve amansız düşmanıdır. Bu arada ahiret hesaplaşması konusunda açıklama yapılıyor. Mü'minlerin alacakları ödül ile sözü geçen "amansız düşman"ın tuzağına düşen kâfirlerin çarpılacakları cezanın ne olduğu anlatılıyor. Son olarak yine Peygamberimize dönülüyor, müşrikler iman etmiyorlar diye üzülmemesi, hayıflanmaması telkin ediliyor. Çünkü hidayet ve sapıklık yüce Allah'ın elindedir ve Allah "Onların neler yaptıklarını herkesten iyi bilir. ŞEYTANIN HİLESİ 4- Ey Muhammed, eğer onlar seni yalanlıyorlarsa bil ki, senden önceki nice peygamberler de yalanlanmıştır. Her işin çözümü Allah'a götürülecektir. Senin o müşriklere duyurduğun gerçekler açık, belli gerçeklerdir. Eğer anlattıklarını yalanlıyorlarsa bunun sana zararı yok. Sen diğer peygamberlerden farklı bir örnek değilsin: "Senden önceki nice peygamberler de yalanlanmışlardır." Mesele tümü ile yüce Allah'ın elindedir: "Her işin çözümü Allah'a götürülecektir." "Duyurma" ve "yalanlama" sadece birer sebep, birer araçtır. İşlerin sonuçları yüce Allah'ın tekelindedir. O bu sonuçları istediği gibi tasarlayıp yürürlüğe koyar. Bunun arkasından insanlara sesleniyor: 5- Ey insanlar, Allah'ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın, sakın şeytan, sizi Allah'ın affına güvendirerek ayartmasın. 6- Şeytan kesinlikle size düşmandır. Onu siz de düşman tutunuz. O taraftarlarını cehennemliklerden olmaya sürükler. Yüce Allah'ın sözü gerçektir. Kesinlikle günü gelecek, bunda şüphe yok. Bir gün kesinlikle gerçekleşecek, boşa çıkması söz konusu değil. O'nun sözü gerçektir ve gerçek kesinlikle ortaya çıkar. O ne kaybolur, ne geçersizliğe uğrar, ne havaya gider, ne hedefinden sapar. Fakat dünya hayatı aldatıcı ve ayartıcıdır: "Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın." Ayrıca şeytanın işi-gücü de sizi kışkırtıp baştan çıkarmaktır. Onun size zarar vermesine fırsat vermeyiniz; "Sakın şeytan sizi Allah'ın affına güvendirerek ayartmasın." Şeytan sizin düşmanınız olduğunu ve bu düşmanlığında ısrarlı olduğunu açıkça ilân etmiştir. O halde; "Onu siz de düşman tutunuz." Ona yanaşmayız, onun telkinlerini iyiliğinize sanmayınız, onun izinden gitmeyiniz. Çünkü aklı başında insan düşmanın peşinden gitmez. O sizi iyiliğe çağırmaz, sizi kurtuluşa erdirmez: "O taraftarlarını cehennemliklerden olmaya sürükler." Hiç bir aklı başında insan, kendisini cehenneme sürüklemek isteyen çağrıya olumlu karşılık verir mi? Bu gerçekçi bir psikolojik dokunuştur. Çünkü insan ezeli düşmanı şeytan ile arasındaki bitimsiz savaşı göz önüne getirince tüm gücü ile ve tüm uyanıklığı ile dikkat kesilir; kendini savunma, özünü koruma içgüdüsü harekete geçer. Tüm dikkati ile şeytanın ayartma ve baştan çıkarma girişimlerine karşı koyar. Şeytanın kalbine girerken kullanabileceği kanalları yoklar. Her türlü iç fısıltıya karşı kulak kesilir. Bütün bunları hemen yüce Allah'ın şeytan tuzaklarını tanımaya ilişkin ölçülerine vurmaya koşar. İçinde beliren dürtüler belki de düşmanının gizli manevralarıdır diye düşünür. Kur'an insanın vicdanında böylesine tedbirli bir savunma bilinci oluşturmayı amaçlar. İnsandan her an şeytanın kışkırtmalarına, şeytanın ayartma girişimlerini savmaya hazır olmasını ister. Herhangi bir dış düşman karşısında, herhangi bir gizli komplo karşısında nasıl uyanık olmak gereğini duyuyorsa şeytanın saptırma girişimleri karşısında da her an eli tetikte olsun ister. Kötülüğe ve kötülüğün ön sebeplerine karşı, şeytanın içine fısıldadığı sürekli iğvalara karşı bu iğvaların dışa yansıyan dâvetiyelerine karşı insanın bilinçli olmasını bekler. Hiçbir an durmayan, dünya durdukça hızından hiçbir şey kaybetmeksizin devam edecek olan bu amansız savaşta gözünü dört açmanın gerekliliğini telkin eder. Bu hazırlıklı olma, uyanıklık ve dikkatli olma telkinin, şeytanın çağrısına uyan kâfirlerin akıbeti ile bu çağrıya karşı koyan mü'minlerin sonuna ilişkin bir açıklama izliyor. Okuyalım: 7- Kâfirler ağır bir azaba çarptırılacaktır. İman edip iyi ameller işleyenler ise bağışlanma ve büyük ödül beklemektedir. Bu açıklamanın arkasından şeytanın ayartmasının niteliği hakkında bilgi veriliyor. Şeytanın davranış tarzı tanıtılıyor. Bu kapı açılınca arkasından bütün kötülükler geliverir. Bu kapının önünde bir sapık yolu açılır. Bu yola girip bir kaç adım atan kimse bir daha geri dönemez. Okuyoruz: 8- Kötü işi allandırılıp pullandırılarak gözüne güzel gösterilen kimse davranışlarını süzgeçten geçiren, gerçekçi biri gibi olur mu? Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Sakın onlar için hayıflanma. Hiç kuşkusuz onların neler yaptıklarını Allah iyi bilir. Evet, şimdi ayetin cümlelerini irdeleyelim: "Kötü işi allandırılıp pullandırılarak gözüne güzel gösterilen kimse." Bu durum, tüm kötülüklerin anahtarıdır. Düşünelim ki, şeytan insanın kötü davranışını süsleyip püsleyerek onu kendisine güzel bir iş gibi gösteriyor. Adam kendini ve yaptığı her işi beğeniyor. Hiçbir işinin arkasından acaba neresinde hata yaptım, neresinde kusur işledim diye bir kuşkuya kapılmıyor. Çünkü hata yapmayacağından emindir, yaptığı her işin doğru olduğuna kesinlikle inanmaktadır. Elinden çıkan her işi övmektedir. Kendinden kaynaklanan her davranışa hayrandır. Yaptığı bir işi gözden geçirmeyi, herhangi bir işin, ileri sürdüğü herhangi bir görüşün başkası tarafından süzgeçten geçirilmesine katlanamaz çünkü yaptıkları vé düşündükleri kendi gözünde güzeldir. Onları renkli gözlüklerin arkasından görmekte, hepsine bayılmaktadır. O halde eleştirilecek yanları eksik bulunacak yerleri yoktur. Bu zihniyet, şeytanın insan başına sardığı bir belâdır. Onun insanın boynuna taktığı bir yulardır. O yularla adamı sapıklığa, mahvolmaya sürükler. Buna karşılık yüce Allah'ın alınlarına "hidayet" ve "hayır" yazdığı kimseler de vardır. Yüce Allah bunların kalplerine duyarlık, çekingenlik, kendini denetleme ve özünü hesaba çekme duygusu aşılar. Bunlar yüce Allah'ın "tuzağından" kalplerinin değişmesi ihtimalinden, hatadan, ayaklarının kaymasından, kusur işlemekten, yetersiz kalmaktan hiçbir zaman emin olmazlar. Davranışlarını sürekli biçimde süzgeçten geçirirler, kendilerini her an hesaba çekerler, her an şaytanın tuzağından çekinirler sürekli Allah'ın yardımını beklerler. İşte bu nokta hidayet ile sapıklık arasındaki, başarı ile mahvolmaya sürüklenmek arasındaki yol ayırımıdır. Bu son derece derin ve duyarlı bir psikolojik gerçektir. Kur'an bu gerçeği, sayılı birkaç sözcükle dile getirir. Tekrarlıyoruz: "Kötü işi allandırılıp pullandırılarak gözünü güzel gösterilen kişi." Böyle bir adam bir sapıtmışlık, mahvolmuşluk, kötülüğe balıklama dalmışlık örneğidir. Bütün bu kötülüklerin anahtarı o allandırıp pullandırma işlemi, o aldanma, kalbi ve gözü kör eden perdedir. Böyle bir insanın hiçbir işi iyi olmaz. Çünkü yaptığı iş kötü olduğu halde iyi iş yaptığına inanır. Hiçbir hatasını düzeltemez. Çünkü hata etmeyeceğinden emindir. Hiçbir bozuk yanını onarmaz. Çünkü bozuk bir yanın olmadığına güvenmektedir. Kötülüğün herhangi bir sınırında duracağını da bekleyemezsiniz. Çünkü attığı her adımın yapıcı ve yerinde olduğunu sanır. Bu zihniyet bir kötülük kapısı, bir belâ penceresi ve frensiz bir sapıtmanın anahtarıdır. Ayetin cümle yapısı aslında soru biçimindedir: "Kötü işi allandırılıp pullandırılarak gözüne güzel gösterilen kişi için ne dersiniz?" Bu soruya cevap da verilmiyor. Amaç her cevaba açık olmasıdır. Bu cümle şu örneklerde görüldüğü gibi çeşitli şekillerde tamamlanabilir: Böyle bir kimsenin islâh olması, tevbe etmesi umulabilir mi? Böyle bir kimse kendini hesaba çeken, yüce Allah'ın denetimini üzerinde hisseden kimse gibi olabilir mi? ßöyle bir kimse, hiç alçak gönüllü ve kötülükten sakınan kimse gibi olabilir mi? Bu soru cümlesi daha başka türlü de tamamlanabilir. Bu üslubun örneklerinde Kur'an'da sık sık rastlanır. Ayetin devamında bu soruya, dolaylı biçimde sözünü ettiğimiz cevaplardan biri verilmektedir. Okuyalım: "Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Sakın onlar için hayıflanma." Sanki yüce Allah şöyle demek istiyor: Allah böyle bir kişinin alnına sapıklığı yazmıştır, o böyle bir damga ile damgalanmayı haketmiştir. Çünkü şeytan ona kötü işlerini güzel göstermiştir; böylece önüne öyle bir kötülük kapısı açmıştır ki, bu kapıdan içeri giren hiçbir sapık bir daha geri çıkamaz. Evet, Allah dilediğini saptırır, dilediğini de hidayete erdirir. Fakat bu durum, sapıklığın ve hidâyetin adamlara yansıyan özelliğine bağlı olarak meydana gelir. Sapıklık karakteri insanın aslında kötü olan davranışını iyi görmesinde kendini gösterir. Hidayet karakteri de kendini denetleme, hesaba çekme, çekinme ve sakınma titizliğinde ortaya çıkar. Bu nokta hidayet ile sapıklık arasındaki yol ayırımı ve ara kesittir. Durum böyle olduğuna göre, ey peygamber; "Sakın onlar için hayıflanma." Bu mesele, yani hidayet ve sapıklık meselesi, insanoğlunun yetki alanına giren işlerden değildir. Bu insan isterse peygamber olsun. Mesele bütünü ile yüce Allah'ın tekelindedir. Kalpler yüce Allah'ın iki parmağı arasındadır. Bakışları ve kalpleri istediği tarafa döndüren O'dur. Yüce Allah bu gerçeği vurgulamakla Peygamberimizi teselli ediyor, yüreğine su serpiyor. Hemşehrilerinin sapıklığı ve bu sapıklığın sonucunda karşılaşacakları acı akıbet karşısında merhamet ve şefkat dolu kalbinin acılarının dinmesini istiyor. "Ama bu adamlar doğru yola gelsinler getirip öğrettiğim gerçeği tanısınlar diye" kendisini harap etmemesini telkin ediyor. Bu normal, insanca bir arzudur. Yüce Allah, kalbinde beliren bu arzu yüzünden onu okşuyor ve kendisine açıklıyor ki, bu iş onun elinde değildir, bütünü ile Allah'ın yetki tekelindedir. Temsil ettiği dâvanın değerini, üstünlüğünü, yararlılığını kavrayan her samimi dâva adamı, insanların çağrısını umursamadıklarını, sözlerine sırt çevirdiklerini, çağrının içerdiği iyiliği ve üstünlüğü fark edemediklerini, tanıttığı gerçekten ve olgunluktan yararlanamadıklarını görünce bu hayıflanma duygusuna kapılabilir. En iyisi dâva adamları, Peygamberimize yüce Allah'ın iltifatını kazandıran bu ince gerçeği bilmeli ve olanca güçleri ile dâvalarını tanıtmaya gayret etmeli, sonra da yüce Allah'ın kurtuluş ve düzelme nasip etmediği kimseler için üzülmemeli, yürekleri yanmamalıdır. Ayetin son cümlesini okuyalım: "Hiç kuşkusuz onların neler yaptıklarını Allah bilir." Yüce Allah insanların neler yapacaklarını ilişkin bilgisine göre hidayet ile sapıklığı aralarında paylaştırır. Yüce Allah bu gerçeği meydana gelmeden önce bildiği gibi gerçekleştikten sonra da bilir ve ezeli bilgisi uyarınca hidayet ile sapıklık şıklarından birini paylarına ayırır. Fakat onları bu ön bilgisine göre değil, ön bilgisi uyarınca gerçekleşecek davranışlarına göre hesaba çeker. Böylece surenin ikinci "kesit"i burada noktalanıyor. Bu kesit ilk kesit ile bütünleşmiş olduğu gibi, bir sonraki kesitle uyum içindedir. |