Durumu: Medine No : 5587 Üyelik T.:
05 Aralık 2008 Arkadaşları:14 Cinsiyet: Memleket:İstanbul Yaş:35 Mesaj:
2.537 Konular:
2038 Beğenildi:116 Beğendi:0 Takdirleri:270 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Fizilalil Kuran Sebe Suresi Tefsiri Fizilalil Kuran Sebe Suresi Tefsiri 34-Sebe 1- Hamd, göklerdeki ve yeryüzündeki tüm varlıkların sahibi olan Allah'a mahsustur. Ahirette de hamd O'na mahsustur. O her işi yerinde yapar ve her şeyden haberdardır. 2- O yeraltına giren ve oradan çıkan, gökten inen ve oraya yükselen her şeyi bilir. O merhametli ve bağışlayıcıdır. Sure, Allah'a hamd ederek söze giriyor. Bu başlangıç müşriklerin Allah a ortak koştuklarını, O'nun peygamberini yalanladıklarını, ahireti şüphe ile karşıladıklarını ve yeniden dirilmeye ihtimal vermediklerini anlatan bu sure için son derece uygun bir başlangıçtır. Yüce Allan aslında, özü itibarı ile övgüye lâyıktır. Bazı insanlar O'na karşı hamd görevlerini yerine getirmeseler de O'nun övgüye lâyık oluşu gölgelenmez. O kendisini överek tesbih eden şu varlık aleminin tümünün övgüsüne muhatap olduğu gibi birçok canlı varlıkların da övgüsüne muhataptır. İnsanlar bu genel kuralın dışında kalsalar da fark etmez. Yüce Allah'a hamd edildikten sonra O'nun göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların sahibi olduğu gerçeği vurgulanıyor. Hiçbir şey hem O'nun hem de başkasının değildir. Göklerde ve yeryüzünde hiç kimse O'nun ortağı değildir. Göklerde ve yeryüzünde ne varsa hepsi O'nun tekelindedir. İnanç sisteminin birinci temel prensibi budur. Allah'ın birliğini dile getirme ilkesi yani. Her şeyin sahibi yüce Allah'dır ve şu engin evrende O'nun dışında hiç kimse hiçbir şeyin sahibi ve egemeni değildir. "Ahirette de hamd O'na mahsustur." Hem doğal hamd ve hem de kullardan yükselen hamd ahirette de O'na özgüdür. Hatta dünyada O'nu inkâr edenler yada sapık bir yaklaşımla O'na başkalarını ortak koşanlar bile ahirette O'na hamd ederler. Orada gerçek meydana çıkacağı için bütün hamdler ve övgüler, ortaksız olarak sırf O'na yöneltilir. Ayetin son cümlesini okuyoruz: "O her işi yerinde yapar ve her şeyden haberdardır." "Hakim"dir; yani yaptığı her işin kesinlikle bir hikmeti vardır, dünyayı ve ahireti hikmet ilkesine göre yönetir; varlık aleminin tüm gelişmelerini hikmet ilkesi uyarınca tasarlar. Ayrıca O her şeyi her işi eksiksiz, sınırsız, köklü bir bilgi ile bilir ve her tasarısı bu geniş kapsamlı bilgisini yansıtır. Sonra yüce Allah'ın bilgi kitabının bir sayfası önümüze açılır. Bu engin bilginin alam gökler ile yeryüzü kadar geniştir. Okuyoruz: "O yeraltına giren ve oradan çıkan, gökten inen ve oraya yükselen her şeyi bilir." İnsan, birkaç cümle halinde önüne açılan bu sayfanın karşısında dikilince neler görür, neler! Acayip nesnelerin, hareketlerin, hacimlerin, şekillerin, biçimlerin, anlamların ve yapıların yığın yığın görüntüsü ve çağrışımı zihnine üşüşür. Bunları hayale sığdırmak bile mümkün değildir. Eğer bu ayetin işaret etmek istediği olayların ve gelişmelerin sadece bir an içinde olup biten bölümünü araştırmak ve sayıya vurmak üzere bütün insanlar biraraya gelseler ve tüm hayatlarını bu işe adasalar, kesinlikle "o bir an içinde" kaç nesne gökten yere iniyor ve aynı tek anlık süre içinde kaç nesne yerden göğe yükseliyor? Acaba yeraltına nice şeyler giriyor? Bu yerin bağrına nice tohumlar düşüyor, ya da ekiliyor? Bu yerin altında nice kurtlar, nice böcekler, nice sinekler ve nice sürüngenler barınıyor? Bu uçsuz-bucaksız toprağın nice su damlaları, nice gaz molekülleri ve nice radyo-aktif ışınlar sızıyor? Evet, nice nice şeyler geçiyor toprağın altına! Yüce Allah'ın sürekli ve uyuklama nedir bilmez gözetimi altında! Topraktan nice şeyler çıkıyor? Nice bitkiler filizleniyor? Nice kaynaklar fışkırıyor? Nice yanardağlar, volkanlar lâv püskürtüyor? Nice gazlar buharlaşıyor? Nice saklı nesneler ortaya çıkıyor? Nice böcekler gizli yuvalarından yeryüzüne çıkıyor? Görülebilen ve görülemeyen nice nice şeyler. İnsanın bir bölümünü bildiği ve çoğunu bilmediği nice cansız nesneler ve hayvanlar! Acaba gökten nice şeyler yere düşüyor? Nice yağmur damlaları, nice yıldız mermileri, nice yakıcı ışınlar, nice aydınlatıcı ışınlar? Nice "kaza" okları ve nice belirlenmiş "kader"ler? Nice tüm varlıklara yaygın, fakat bazı kulları özellikle kucaklayan "rahmet"ler? Yüce Allah'ın bazı kullarına oluk oluk türleri? Sayısını yüce Allah'dan başka hiç kimsenin bilmediği nice cansız-canlı varlıklar? Peki nice şeylerin göğe yükseldiğini acaba hiç düşündük mü? Nice bitki, hayvan, insan ve insanın tanımadığı başka bir tür canlı soluğu? Yüce Allah'a yöneltilen ve O'ndan başka hiç kimsenin işitmediği nice gizli-açık dualar? Bildiğimiz ve bilmediğimiz nice ölmüş canlıların ruhları? Cebrail'in emri üzerine yücelen nice melekler? Yüce alemine süzülen ve yalnız yüce Allah'ın bildiği nice ruhlar? Sonra denizden nice buhar kabarcıkları havaya karışıyor? Cisimlerden nice gaz zerrecikleri atmosferin enginliğine karışıyor? Yüce Allah'dan başka hiç kimsenin bilmediği nice nice nesneler? Bunların hepsi bir an içinde olup bitiyor. Acaba bir tek anın olaylarını insan bilgisi kavrayabilir mi, uzun ömürler verse bile bu olayları sayıya geçirebilir mi? Oysa yüce Allah'ın sınırsız, akla sığmaz, engel tanımaz bilgisi bütün bu olayları-nerede ve ne zaman olurlarsa olsunlar-kapsamı içine alır. Niyetleri, duyguları, kasılmaları ve atışmaları ile bütün kalpler yüce Allah'ın gözetimi altındadırlar. Buna rağmen O görmezlikten gelir, bağışlar. Çünkü "Merhametli ve affedicidir." Kur'an'ın bunun gibi tek bir ayeti bile bu kitabın insan sözü olmadığını anlatmaya, kanıtlamaya yeter. Çünkü kalbinden geçmez. Yine böylesine evrensel bir düşünce doğal olarak hiçbir insanın aklının ucundan geçmez. Bir tek dokunuşta bu kadar çarpıcı ve yaygın bir etki meydana getirebilmek, ancak tüm evrenin yaratıcısı olan yüce Allah'ın sanatının işidir. Kulların sanatı buna benzeyemez. KIYAMETİ YALANLAYANLAR Yüce Allah bu temel gerçeği bunca çarpıcı, geniş ufuklu ve engin alanlı biçimde açıkladıktan sonra bize kıyamet gününü inkâr eden kâfirlerin olumsuz tutumlarını anlatıyor. Bu adamlar yarın başlarına ne geleceğini bilmeyecek kadar zavallıdırlar. Oysa yüce Allah gaybın bilicisidir. Ne göklerdeki, ne yerdeki hiçbir nesne O'nun bilgisi dışında değildir. Öte yandan kıyamet günü mutlaka gerçekleşmelidir. Çünkü iyilerin ve kötülerin dünyadaki davranışlarının ödülünü ve cezasını alabilmeleri için o günün gerçekleşmesi şarttır. Okuyoruz: 3- Kâfirler "Kıyamet anı hiç gelmeyecek" dediler. Onlara de ki; Hayır, gaybın bilgisi tekelinde olan Rabb'im adına yemin ederim ki, o an mutlaka gelecektïr. Göklerdeki ve yerdeki zerre kadar küçük bir nesne ya da zerrenin daha küçüğü ve daha büyüğü O'nun bilgisi dışında değildir, bunların tümü apaçık bir kitaptadır. 4- Amaç, iman edip iyi ameller işleyenleri ödüllendirmektir. Onları bağışlanma ve onurlu bir rızık beklemektedir. 5- Bizimle başa çıkabileceklerini,sanarak olanca güçleri ile ayetlerimize karşı çıkanlara gelince onları tiksindirici ve acıklı bir azap beklemektedir. Kâfirlerin ahireti inkâr etmeleri, yüce Allah'ın hikmetini ve takdirinin gerekçesini kavrayamamalarından ileri gelir. Çünkü insanı başıboş bırakmak yüce Allah'ın hikmetine uygun değildir. İsteyen iyilik yapsın, isteyen kötülük işlesin, sonra da iyilik yapan iyiliğinin ödülünü almasın ve kötülük işleyen de kötülüğünün cezasını görmesin, böyle bir uygulama yüce Allah'ın amacına ters düşer. Yüce Allah, ödüllerin ve cezaların ya tümünü yada bir bölümünü ahirete sakladığını peygamberlerinin dilinden insanlara bildirmiştir. Yüce Allah'ın evreni niçin yarattığını kavrayabilen herkes ahiretin kaçınılmaz olduğunu, O'nun vaadinin ve verdiği haberin gerçekleşebilmesi için öbür alemin gerekli olduğunu da kavrar. Fakat kâfirler bu ilâhi hikmeti kavrama yeteneğinden yoksun oldukları için "Kıyamet anı hiç gelmeyecek" diyebiliyorlar. Fakat red nitelikli kesin ve vurgulamalı cevaplarını hemen alıyorlar. Okuyoruz: "Hayır, gaybın bilgisi tekelinde olan Rabb'im adına yemin ederim ki, o an mutlaka gelecektir." Gerek yüce Allah'ın ve gerekse O'nun peygamberinin dediği doğrudur. Kâfirler gaybı bilmedikleri halde yüce Allah'ın işine burunlarını sokuyorlar, bilmedikleri bir konuda kesin hüküm veriyorlar. Oysa kıyamet gününün geleceğini kesin bir dille bildiren yüce Allah "gaybın bileni"dir. O halde O'nun sözü, ahirete ilişkin kesin bilgiye dayanan doğru sözdür. Arkasından yüce Allah'ın bilgisi, tıpkı surenin başlangıcında olduğu gibi evrensel boyutlarda gözler önüne serilir. Bu sunuş biçimi bir kere daha kanıtlar ki, bu Kur'an insan sözü, insan eseri değildir. Çünkü böyle bir düşünce tarzı normal olarak insan aklının ucundan bile geçmez. Okuyoruz: "Göklerdeki ve yerdeki zerre kadar küçük bir nesne yada zerrenin daha küçüğü ve daha büyüğü O'nun bilgisi dışında değildir; bunların tümü apaçık bir kitaptadır." Aynı sözü bir kere daha söylüyoruz: Bu ayetin yansıttığı düşünce biçimi insan işi değildir. Bu ifadenin gerek şiir olarak ve gerekse düzyazı olarak şimdiye kadar söylenmiş ve yazılmış olan insan sözleri içinde bir benzeri yoktur. İnsanoğlu bilginin sınırsızlığından, ayrıntılığından ve geniş kapsamlılığından söz ederken kavramlaştırmayı düşünemez. Ayetin o bölümünü tekrar okuyalım: "Göklerdeki ve yerdeki zerre kadar küçük bir nesne ya da zerrenin daha küçüğü ve daha büyüğü O'nun bilgisi dışında değildir." Ayrıntılı ve geniş kapsamlı bilgiyi tanımlamaya çalışan insan sözleri içinde böylesine çarpıcı bir yaklaşım tarzına hiç rastlamış değilim. Gerçek şu ki, her türlü noksanlıktan münezzeh olan yüce Allah, özünü ve bilgisini insan hayalini aşan sıfatlarla nitelemekte, tanımlamaktadır. Bu tanımlama sayesinde insanın düşünce ufku genişleyerek kulluk ettiği Allah'ına yükselmekte, sınırlı düşünce kapasitesinin dar çerçevesi içinde O'nu sıfatları ile tanıma imkânına kavuşmaktadır. Ayetin son cümlesi olan "Bunların tümü apaçık bir kitaptadır." ifadesinin akla en yakın yoruma göre anlamı her şeyi kaydeden, göklerdeki ve yerdeki bir tek zerreyi, zerrenin küçüğünü ve büyüğünü dışarda bırakmayan Allah'ın bilgisinin kastedildiğidir. Bu ayetteki "Zerre kadar küçük bir nesne ya da zerrenin daha küçüğü" ifadesi üzerinde biraz durmak istiyoruz. Zerre, yakın zamana kadar cisimlerin en küçük parçası olarak biliniyordu. Fakat şimdi atomun parçalanmasından sonra zerrenin daha küçük parçalarının olduğu görülmüştür. Bu küçük cisimler atomu oluşturan çekirdek, elektronlar, protonlar ve nötronlar diye anılan parçacıklardır. Bilindiği gibi bu ayetin indiği dönemde bu parçacıklardan hiç kimsenin haberi yoktu. Gerek kendi sıfatlarının ve gerekse yarattığı varlıkların sırları hakkında kullarına dilediğinden, dilediği oranda bilgi veren Allah ne kadar yücedir! Kıyametin geleceği kesin ve kuşkusuzdur. Yüce Allah'ın bilgisi, küçük-büyük hiç bir nesneyi dışarda bırakmayacak derecede geniş kapsamlıdır. Niçin? Okuyalım: "Amaç, iman edip iyi ameller işleyenleri ödüllendirmektir. Onları bağışlanma ve onurlu bir rızık beklemektedir. "Bizimle başa çıkabileceklerini sanarak olanca güçleri ile ayetlerimize karşı çıkanlara gelince onları tiksindirici ve acıklı bir azap beklemektedir." Burada bir hikmet, bir amaç, bir ön-tasarı vardır. Bu noktada yaratma olgusuna ilişkin bir ön-tasarı ile karşı karşıyayız. Amaç hem iman edip iyi amel işleyenlere ve hem de yüce Allah'a kafa tutarcasına O'nun ayetlerine karşı çıkan küstahlara davranışlarının uygun karşılığını vermektir. İman edenlere ve bu imanlarını iyi ameller ile pratiğe yansıtanlara önce "bağışlanma" vardır. Bunların günahları affedilecektir. Ayrıca onlara "onurlu rızık" verilecektir. Bu surede "rızık" terimi sık sık kullanılır. Buna göre ahiret nimetlerinin, ahiret mutluluğunun da bu terimle tanımlanması uygun görülmüştür. Çünkü ahiret mutluluğu her bakımdan, yüce Allah'ın "rızık" türlerinden biridir. Olanca güçlerini ortaya koyarak insanlar ile yüce Allah'ın ayetleri arasına engel koymaya çalışanlara gelince bunlar için tiksindirici, kötü ve acıklı bir azap vardır. Ayetin orijinalinde kullanılan "rıcz" sözcüğü "kötü, iğrenç azap" anlamına gelir. Bu ceza onların insanları kötü yola sürükleme uğruna harcadıkları küstahca ve ısrarlı gayretlerinin karşılığıdır. Görülüyor ki, kâfirler kıyamet gününün gelmeyeceğini kesin bir dille ileri sürüyorlar. Oysa bu konu bilgilerinin sınırı dışında kalan bir gayb konusudur. Buna karşılık gayb aleminin ortaksız "bilen"i olan yüce Allah, o günün mutlaka geleceğini belirtiyor. Bu arada Peygamberimiz de, kıyamet konusunda yüce Allah'ın direktifi çerçevesinde insanlara bilgi veriyor. İşte bu vesile ile belirtiliyor ki, "kendilerine bilgi verilenler" Peygamberimize Allah'dan gelen mesajın insanları üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yoluna ileten bir gerçek olduğunu kavrayabilirler ve bu gerçeğin tanıklığını yaparlar. Okuyoruz: 6- Kendilerine bilgi verilenler Rabb'in tarafından sana indirilen mesajın, insanları üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yoluna iletici bir gerçek olduğunu görürler. Bazı klâsik tefsir bilginlerinin yorumlarına göre ayette geçen "Kendilerine bilgi verilenler" yahudi ve hristiyan din adamlarıdır. Çünkü bunlar kutsal kitaplarından Kur'an'ın gerçek olduğunu, insanları üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yoluna ilettiğini öğrenmişlerdir. Oysa bu ifadenin kapsamı söz konusu yorumun çerçevesine sığmayacak derecede geniştir. Sebebine gelince her yerin ve her dönemin bütün bilginleri hangi kuşaktan, hangi inanç sisteminden olurlarsa olsunlar bu gerçeği görebilirler. Yeter ki, bilgileri sağlam ve tutarlı olsun, sahiden "bilim" adını taşımaya lâyık bir bilgi olsun. Kur'an, bütün kuşaklara açık bir kitaptır. Bu kitap her doğru bilgi sahibine kendini kabul ettirecek gerçeği içerir. Bu kitap tüm evrenin yapısında saklı olan gerçeği açığa vurur. Bu kitap, bu evrenin ve bu evrenin dayanağı olan köklü gerçeğin aslına uygun tercümanı ve özüdür. Devam ediyoruz: "Bu kitap, insanları üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yoluna iletir." Üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yolu, yüce Allah'ın tüm evren için belirlediği ve insanlar için seçtiği yöntemdir. Amaç şu insanların adımları ile içinde yaşadıkları şu evrenin adımları arasında uyum sağlamaktır. Bu yol şu koca evrenin çeşitli kesimlerine egemen olan yasalar sistemidir. Bu kesimlerden biri de insan hayatıdır. Zaten insan hayatı ne özünde ne kaynağında ne düzeninde ne hareket tarzında bu evrenden, bu evrende barınan diğer cansız-canlı varlıklardan ayrı ve kopuk değildir. Bu kitap, insanları üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yoluna iletir. Bunu nasıl gerçekleştirir? Mü'minin kafasında evrenin bütününe, bu bütünü kaynaştıran bağlara, bu bütünün çeşitli kesimleri arasındaki ilişkilere ve bu bütüne egemen olan değerlere, insanın bu varlık bütünü içindeki yerine, fonksiyonuna ilişkin bir kavram oluşturur. İnsanın kendisini de içine alan evren bütününün parçaları arasındaki işbirliğini düşündürür. Bu işbirliği sayesinde yüce Allah'ın yaratıklara ilişkin dilediğinin ve hikmetinin nasıl gerçekleştiğini öğretir. Evrenin tüm kesimlerinin eşgüdüm içinde, uyarlı adımlarla bu evrenin yaratıcısına doğru nasıl yol aldıklarını belletir. Evet, bu kitap insanı üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yoluna iletir. Nasıl mı? Düşünce sistemini düzelterek, onu evrenin insan fıtratına yansıttığı mesajlarla uyumlu hale getirecek esaslar üzerine oturtarak. Öyle olunca bu sistem insan düşüncesini, şu evrenin tabiatını, özelliklerini, kanunlarını, yararlanma yollarını; onunla çatışmasız, çekişmesiz ve engelsiz bir iletişimin nasıl kurulabileceğini kavrama yeteneği kazandırır. Evet, bu kitap insanları üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yoluna iletir. Nasıl mı? Orjinal eğitim sistemi sayesinde bu amacı gerçekleştirir. Çünkü bu eğitim sistemi tek tek fertleri insan toplumu ile uyuşmaya ve iletişim kurmaya hazırlar. Bu eğitim sistemi gerek fert ve gerekse toplum olarak tüm insanlık ailesini, şu evrende yaşayan diğer bütün canlılar ailesi ile uyuşmaya ve iletişim kurmaya hazırlar. Yine bu eğitim sistemi bütün canlı türlerini içinde yaşadıkları şu evrenin bütünü ile uyum ve bağdaşma halinde olmaya hazırlar. Bu eğitim sistemi bütün bu amaçları yalın, zorlamasız ve yumuşak bir yaklaşımla gerçekleştirir. Evet, bu eğitim sistemi, insanları üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yoluna iletir. Nasıl mı? Önerdiği sosyal kurumlar ve yasal düzenlemeler aracılığı ile. Bu sosyal kurumlar ve yasal düzenlemeler insan fıtratı ile; insan hayatının, insan geçiminin temel şartları ile aynı doğrultudadırlar. Bunun yanı sıra diğer canlılara ve tüm cansız varlıklara egemen olan genel kanunlarla da uyum halindedirler. İnsanın sosyal kurumları ve yasal düzenlemeleri, bu genel kanunlardan kopuk ve ayrı değildir. İnsanlık ailesi bu koca evren çerçevesinde yaralan varlık kesimlerinden biridir. Bu kutsal kitap, insanları sözünü ettiğimiz bu yola ileten rehberdir. Bu rehberi, hem insanı ve hem de bu yolu yaratmış olan yüce Allah ortaya koymuştur. O hem bunun ve hem de onun, yani hem insanın ve hem de bu yolun mahiyetini herkesten iyi bilir. Bir yolculuğa çıktığını düşün. Eğer o yolu yapan mühendis tarafından dikilen bir işaretle bir yol gösterici ile karşılaşırsan, kendini talihli bir yolcu sayarsın değil mi? Peki öyle bir yolculuğa çıktığını düşün ki, hem yolun ve hem de yolcunun yapıcısının, yaratıcısının önüne koyduğu bir rehberden, bir yol işaretinden yararlanabiliyorsun. Bundan daha alâ bahtiyarlık olabilir mi? DİRİLİŞİ YALANLAYANLARIN SÖZLERİ Bu uyarıcı ve yönlendirici dokunuşu izleyen ayetlerde müşriklerin "yeniden dirilme" olgusuna ilişkin sözlerine dönülüyor, onların bu olgudan söz edilince nasıl olağanüstü bir dehşete düştükleri, böyle bir gelişmeyi nasıl acayip ve şaşırtıcı gördükleri anlatılıyor. Onlara göre bu olgudan söz eden kimse ya cinlerin çarptığı işitilmedik saçmalıkları kulağına fısıldadıkları bir delidir, ya da uydurma haberler veren, gerçekleşmesi mümkün olmayan hayalleri diline dolayan bir yalancıdır. Okuyalım: 7- Kâfirler biribirlerine dediler ki; "Ölen vücutlarınız didik didik parçalanıp iyice dağıldıktan sonra yeni bir aşamada tekrar dirileceğinizi ileri süren biri var, onu size gösterelim mi?" 8- "Bu adam Allah adına yalan mı uyduruyor, yoksa deli midir?" Hayır aslında ahirete inanmayanlar, koyu bir sapıklığın ve azabın pençesindedirler. İşte müşrikler, yeniden dirilme olayını bu derece garip, tuhaf ve dehşete düşürücü karşılıyorlardı. Bu yüzden başkalarına da bu tuhaflık ve şaşkınlık duygusunu aşılamaya çalışıyorlardı. Bu aşılama çabasını seslendirirken alaycı ve teşhir edici bir dil kullanıyorlardı. Okuyalım: "Ölen vücutlarınız didik didik parçalanıp iyice dağıldıktan sonra yeni bir aşamada tekrar dirileceğinizi ileri süren biri var, onu size gösterelim mi?" Size son derece tuhaf, son derece acayip bir adamı gösterelim mi? Bu adam akla sığmaz, hayale gelmez sözler söylüyor. Öldükten, cesetleriniz çürüdükten, organlarınız param-parça olup dağıldıktan sonra yeniden dirileceğini, tekrar varlık sahnesine döneceğini söyleyecek kadar ileri gidiyor. Şaşmaya şaşkınlıklarını başkalarına aşılamaya, yadırgamaya ve aşağılama amaçlı teşhire devam ederek şöyle diyorlar: "Bu adam Allah adına yalan mı uyduruyor, yoksa bir deli midir?" Onlara göre insanın böyle bir sözü söyleyebilmesi için ya Allah'a iftira atan, O'na söylemediği sözleri mal etmeye kalkışan bir yalancı, ya da cinler tarafından çarpıldığı için saçmalayan, acayip ve garip iddialar ileri süren bir deli olması gerekir. Bütün bu gürültülerin sebebi nedir acaba? Çünkü Peygamberimiz bu adamlara "yeniden diriltileceksiniz" demiştir. Peki tuhaflık bunun neresinde? Onlar ilk kez, hiç yoktan yaratılmamışlar mı? Niye bu şaşırtıcı realiteyi, yani hiç yoktan yaratılmışlarının somutlaştırdığı şaşırtıcı olguyu görmüyorlar; Eğer bu olguyu görseler, onun üzerinde kafa yorsalar yeniden yaratılacakları gerçeği kendilerini zerre kadar şaşırtmazdı. Fakat adamlar sapıtmışlar, bir türlü doğru yolu bulamıyorlar. Bu yüzden bu teşhir amaçlı yaygaralarına bu aptalca şaşkınlıklarına sert ve korkunç bir değerlendirme cümlesi ile karşılık veriliyor. Okuyoruz: "Hayır, aslında ahirete inanmayanlar, koyu bir sapıklığın ve azabın pençesindedirler." Burada kâfirlerin "pençesinde" oldukları belirtilen azap ne anlama gelir? Bu ahiret azabı anlamına gelebilir. Bu azabın gerçekleşeceği kesin olduğu için şimdi içindeymişler gibi tanımlanmıştır. Bunun yanı sıra onlar doğru yola gelme ümidi vermeyen, koyu bir sapıklığın pençesindedirler. Fakat buradaki "azap" başka bir anlama da gelebilir. Çünkü ahirete inanmayanlar sürekli bir sapıklığın pençesinde oldukları gibi sürekli bir bunalım içindedirler. Bu derin anlamlı bir gerçektir. Sebebine gelince kalbinde ahiret inancı taşımaksızın yaşayan kimse bitmez bir psikolojik tedirginlik içinde olur. Dünyada çektiği sıkıntıların telâfi edileceğine, adaletli bir hesaplaşma gerçekleşeceğine ilişkin hiç umudu, hiçbir beklentisi yoktur. Dünyada öyle durumlar, öyle sıkıntılar var ki, insanın kalbinde ahiret beklentisi olmasa bunlara katlanamaz; orada iyilerin ödüllendirileceği ve kötülerin cezalandırılacağı ümidi olmasa insanda kötülüklere karşı sabretme gücü kalmaz. İnsana kötülükler karşısında direnme gücü hazırlayacak bir başka beklenti de yine ahirette ortaya çıkacak olan Allah'ın rızası, hoşnutluğudur. O ahiret ki, orada küçük-büyük hiçbir davranış hiçbir iyilik ya da kötülük göz ardı edilmez. Hesaplaşma konusu olan nesne isterse bir hardal taneciği kadar küçük olsun, ayrıca bu hardal tanesi ister göklerde, ister yerin dibinde ve isterse bir kayanın üzerinde bulunsun, yüce Allah onu buldurup huzuruna getirtir. İşte bu ışık ve serin hava pençesinde yoksun yaşayan insan, hiç kuşkusuz sapıklık içinde yaşadığı gibi sürekli bunalım ve tedirginlik içinde de olur. Daha dünyadayken, henüz ahiret azabı ile karışlaşmadan bu çifte azabın pençesinde kıvranır. Ayrıca ahirete varınca dünyadayken içine düştüğü bu "cezanın" cezası olarak oraya özgü azabını da çekecektir. Ahirete inanmak bir nimet, bir rahmettir. Yüce Allah bu nimeti ve bu rahmeti bunları hakkeden kullarına verir. Bunun için temiz bir kalple Allah'a bağlanmak, gerçeği aramak ve doğru yolu bulma arzusu taşımak gerekir. Bana göre ahirete inanmayanların hem koyu bir sapıklığın ve hem de azabın pençesinde olduklarını belirten bu ayetin anlatmak istediği gerçek budur. UYARICI GÖRKEMLİ BİR SAHNE Bunu izleyen ayette ahirete inanmayanlar sert bir uyarı ile karşılaşırlar. Bu uyarı evrensel bir tabloda somutlaşıyor. Onlara şu anda olan canlı bir olay canlılığında sunuluyor. Böylece eğer yüce Allah dilerse ve kendileri de içinde bulundukları sapıklıkta ısrar ederlerse bu olayla karşılaşacaklarının kesin olduğu mesajı ile yüzyüze getiriyorlar. Bu tablo, ahirete inanmayanların yerin dibine geçirildikleri ve paralanan göğün parça parça başlarına yağdırıldıkları tablodur. 9- Onlar önlerindeki ve arkalarındaki göğü ve yeri görmüyorlar mı? Dilesek onları yerin dibine geçirir ya da göğü parçalayıp başlarına indirirdik. Allah'a bağlı her kulun bundan alacağı ders vardır. Bu sahne çarpıcı bir evrensel sahnedir. Aynı zamanda o inkârcıların gördükleri ve algıladıkları olaylara dayanıyor. Sebebine gelince yerin sarsılarak alt-üst olması doğa olayıdır. Ayrıca kimi hikâyelerin ve söylentilerin de konusu olduğu görülür. Gökten yere parçaların düşmesi de onlara yabancı bir olay değildir. Gök taşları düştüğünde ve şimşek olaylarında bunun benzeri meydana gelmektedir. Yani onlar bu sahnede canlandırılan olayların benzerlerini ya görmüşler ya da işitmişlerdir. Buna göre bu dokunuş, kıyamet gününün geleceğini ihtimal dışı sayan bu koyu gafilleri uyarabilir. Çünkü bu tabloda görüyorlar ki, azap son derece yakınlarındadır. Eğer yüce Allah onları daha kıyamet kapmadan, şu dünyadayken azaba çarptırmak istese şu üzerinde gezindikleri yerden ya da başları üzerindeki gökten kaynaklanacak azaplarla onları cezalandırabilir. Buna göre ne zaman kopacağını yalnız yüce Allah'ın bildiği kıyamet günü onların pek uzağında değildir. Yolunu şaşırmış "fasık"lardan hiç kimse yüce Allah'ın acı süprizlerinden emin olamaz. Gözleri önünde çeşitli gök ve yer olayları meydana geliyor. Bunların yanı sıra bir yer sarsıntısı sırasında her an toprağın alt-üst olması ya da gök parçalarının başlarına yağması muhtemeldir. İşte tevbe edip Allah'a dönen, az önce sözü edilen koyu sapıklığın pençesinde olmayan kalp için bu gerçekten alınacak ders vardır. Okuyoruz: "Allah'a bağlı her kulun bundan alacağı ders vardır." Sure bazı şükür ve şımarıklık örnekleri karşımıza çıkarır. Bunların yanı sıra yüce Allah'ın çeşitli doğal güçleri ve yaratık dilediği kullarının emrine verdiği anlatılır. Bu güçler ve yaratıklar normalde insanın emrine girmez. Ama yüce Allah'ın gücü ve dileği insanların normal alışkanlıkları ile kayıtlı değildir. Bu örnekler anlatılırken bir kısmı şeytanlara ilişkin olan bazı gerçekler meydana çıkar. Bilindiği gibi bazı müşrikler bu şeytanlara tapıyorlar ya da onlardan gayb konuları hakkında bilgi istiyorlardı. Oysa gaybın bilgisi şeytanlara kapalı idi. Bunun yanı sıra şeytanın, insanı kışkırtmasının, yoldan çıkarmasının mahiyetini öğreniyoruz. Aslında şeytanın insan üzerinde hiçbir yaptırım gücü, hiçbir nüfuzu yoktur. İnsan, gönüllü olarak şeytana kendini ayartma imkânı vermektedir. Bunların yanı sıra yüce Allah'ın şu önlemine dikkatlerimiz çekiliyor. Yüce Allah, insanların gizli kalmış davranışlarını ortaya döker, bunları somut olaylar biçiminde meydana çıkarır. Amaç bu davranışların karşılıklarının sahipleri tarafından görülmesidir. Surenin ilk "aşama"sı gibi, bu "aşama"sı da ahiretten söz ederek noktalanıyor. HZ. DAVUT'UN AYRICALIĞI 10- Biz gerçekten Davud'a kendi katımızdan ayrıcalık sunduk. "Ey dağlar, o tesbih ettikçe siz de söylediklerini tekrarlayın. Ey kuşlar sizde" dedik. Ayrıca demiri avucunda yumuşattık. 11- Ona "İnsan vücudunu iyice saracak geniş ruhlar yap ve zırhların parçalarını biribirine ölçülü biçimde tak" dedik. Ey Davudoğulları, iyi ameller işleyiniz. Çünkü ben yaptıklarınızı görüyorum. Hz. Davud, birinci "aşama"nın son ayetinde kullanılan deyimle "Allah'a bağlı" bir kuldu. Bilindiği gibi ilk "aşama"nın son ayeti şu idi. "Allah'a bağlı her kulun bundan alacağı ders vardır." Okuduğumuz ayetlerin ilkinde bu noktaya işaret edildikten sonra Hz. Davud'un hikâyesini anlatıyor. Hikâyeye O'na sunulan ayrıcalığa değinilerek giriliyor, arkasından bu ayrıcalığın ne olduğu açıklanıyor. Okuyoruz: "Ey dağlar, O tesbih ettikçe siz de söylediklerini tekrarlayın." Bu konuya yer veren kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre Hz. Davud'un eşi görülmemiş derecede güzel bir sesi vardı. Bu güzel sesi ile yanık ilâhiler (mezamir) okurdu. Bu ilahilerin bazıları "Kitab-ı Mukkaddes'in "Eski Ant (Tevrat)" bölümünde yer alır. Fakat bu ilâhilerin orijinallerine uygun, yani O'nun söylediği ilâhiler olup olmadıklarını Allah bilir. Sahih bir hadis kaynağından öğrendiğimize göre Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bir gece sahabilerden Ebu Musa el-Eşari'nın Kur'an okuduğunu işitince olduğu yerde durup güzel sesini dinledikten sonra "Ebu Musa'ya, Hz. Davud'un ki, gibi güzel bir ses verilmiştir" dedi. Ayet, bize yüce Allah'ın Hz. Davud'a sunduğu ayrıcalığı şöyle tanımlar: O tesbihleri sırasında Allah'a bağlılığın ve kendinden geçmişliğin o kadar ileri bir derecesine ermişti ki, kendisi ile evren arasındaki bütün perdeler ortadan kalkmış, özü evrenin özü ile bütünleşmiş, tesbih nameleri evrenin tesbihleri ile birleşmiş, bunun sonucu olarak O'nun tesbih cümlelerini dağlar ve kuşlar tekrar eder olmuştu. Çünkü O'nun varlığı ile evrenin varoluşu arasında bir başkalık, bir engel kalmamıştı. Bu böyledir. Tüm varlıklar yüce Allah ile ortak bir ilişki kurdukları zaman canlı türleri arasında, hatta cansız varlıklar ile canlılar arasındaki farklılıklar ortadan kalkar, bütün varlıklar yüce Allah'ın sunduğu dolaysız ve tek özde buluşur. Bu ortak öz, daha önce farklılıkların ve benzemezliklerin perdesi altında saklı idi. Fakat yüce Allah'a yönelen ortak tesbihlerde bu özün, varlık türleri arasında iletişim kurduğu, onları ortak bir melodinin titreşimlerinde buluşturduğu görülür. Bu öylesine yüce bir arınma, saflaşma ve ışığa dönüşme derecesindedir ki, insan bu düzeye ancak yüce Allah'ın özel bağışı sayesinde tırmanabilir. Yüce Allah, bu düzeye yükselttiği kulların maddi varlık perdesini aradan kaldırır, onu ilâhi özüne dönüştürerek tüm evrenle bütünleşmesini sağlar, evrendeki herkesle ve her şey ile dolaysız ve engelsiz bir iletişim kurar. İşte Hz. Davud'un, Rabb'ini öven, ilâhi okuyan yanık sesi etrafa dağılınca dağlar ve kuşlar bu kutsal nameleri tekrarlıyor; evren, özüne sinen ve ortaksız yaratıcıya yöneltilen bu övgülerin muhteşem korosuna katılıyordu. Bu anlar olağanüstü derecede acayip anlardır. İnsan bu coşkudan haberdar olmadıkça, hiç değilse ömrünün tek bir anında bu türden bir deney yaşamadıkça, bu evrensel orkestradan yükselen ortak namenin zevkine varamaz. Ayetin son cümlesini okuyoruz: |