Durumu: Medine No : 5587 Üyelik T.:
05 Aralık 2008 Arkadaşları:14 Cinsiyet: Memleket:İstanbul Yaş:35 Mesaj:
2.537 Konular:
2038 Beğenildi:116 Beğendi:0 Takdirleri:270 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Fizilalil Kuran Hac Suresi Tefsiri-Medineweb Fizilalil Kuran Hac Suresi Tefsiri-Medineweb 22-Hac 1- Ey insanlar Rabb'inizden korkunuz. Çünkü kıyamet anının sarsıntısı müthiş bir olaydır. 2- O sarsıntı ile karşılaştığınız gün bütün çocuk emziren kadınlar memedeki çocuklarını bir yana bırakıverirler, bütün hamile kadınlar çocuklarını düşürürler, insanları sarhoş gibi görürsün, oysa sarhoş değildirler. Ama Allah'ın azabı ağırdır. Oldukça şiddetli, son derece korkunç bir giriş. Dehşetinden, kalplerin tiril tiril titrediği bir sahne... Tüm insanlara yönelik kapsamlı bir çağrı ile başlıyor: "Ey insanlar." Onları Allah'dan korkmaya çağırıyor. "Rabb'inizden korkunuz." Ayrıca onları o zorlu günün dehşetinden sakındırıyor. "Çünkü kıyamet anının sarsıntısı müthiş bir olaydır." Bu şekilde genel bir korkutma ile başlıyor. Ve belirsiz bir ifade kullanılıyor. Bu belirsizlik etrafa dile getirilmesi oldukça güç bir dehşet havası yayıyor. Şöyle deniyor: Bir sarsıntı... Ve bu sarsıntı "büyük bir şeydir." Hiçbir açıklama, hiçbir tanım yapılmıyor... Sonra ayrıntıya geçiliyor. Birdenbire korkutmanın sınırlarını aşıyor. Daha dehşet verici oluyor. Bir de bakıyoruz, yavrusunu bir kenara bırakan tüm emzikli anaları kapsayan bir sahne ile karşı karşıyayız. Bakıyorlar ama bir şey göremiyorlar. Hareket ediyorlar ama bilinçli değil. Bu sahne öte taraftan karşı karşıya kaldığı dehşetin yarattığı korkunun etkisi ile karınlarındakileri düşüren hamile kadınları da kapsıyor. Bir de sarhoş insanlar yeralıyor sahnede. Ama aslında sarhoş değildirler. Boş ve baygın bakışlarından, yürürken sağa sola yalpalayışlarından sarhoş gibi görünüyorlar. Sürekli dalgalanıp duran yoğun bir kalabalığın yer aldığı bir sahnedir bu. Daha okunur okunmaz gözler bu sahneyi görecek gibi oluyor. Bu arada insan düşüncesi de o andan itibaren sahnenin etkisine girmiştir. Ama gözle görülür derecede somutlaşan bu dehşet onu da şaşkına çeviriyor. Artık korku doruklara çıkmış gibidir. Bu eni boyu ölçülemeyen canlı bir dehşettir. Sadece insanların ruhları üzerinde bıraktığı etki ile ölçülebilir. Emzirdikleri yavrularını unutan analar üzerindeki etkisi ile bilinir. Oysa analar, insanın aklını başından alıp götüren dayanılmaz bir dehşetle karşı karşıya kalmadıkları sürece, ağızları memelerinde olan yavrularını unutmazlar. Bu dehşetin boyutları karınlarındakileri düşüren hamile dişiler, sarhoş olmadıkları halde sarhoş gibi görünen insanlar üzerindeki etkisi ile değerlendirilebilir: "Ama Allah'ın azabı ağırdır." Hiç kuşkusuz bu, çok şiddetli etkiye sahip, şu kalpleri tiril tiril titretecek kadar korkunç bir giriştir. Bu dehşet verici korkunun gölgesinde Allah hakkında ileri geri konuşan, tartışmaya giren, içinde Allah korkusunun duygusu uyanmayan birtakım kimselerin olduğu anlatılıyor. 3- Kimi insanlar doğru bir bilgiye dayanmaksızın Allah hakkında tartışırlar ve her şarlatan şeytana uyarlar. 4- Bu şeytana ilişkin kesinleşmiş hükme göre kim onun peşinden giderse kendisini doğru yoldan saptırarak alevli ateşin azabına sürükler. Allah hakkında tartışmaya girmek, ister varlığı, ister birliği, ister gücü, ister bilgisi, ister sıfatlarından birisi hakkında olsun... Evet bütün insanları bekleyen ve Allah korkusundan ve O'nun hoşnutluğundan başka bir yolla kurtuluş imkânı bulunmayan bu korkunun gölgesinde böyle bir tartışmaya girmek... İnsanı tiril tiril titreten, insanın ödünü koparan bu korkunun zararından sakınmayan akıl ve kalp sahibi birinin böyle bir tartışmaya girmesi son derece tuhaf bir tutum olarak beliriyor. Keşke bu tartışma bir bilgiye, kesin bir ilme dayansaydı! Ama ne gezer! Bilgisizce girişilen bir tartışmadır bu. Kanıttan yoksun ileri geri konuşmaktan başka bir şey değildir. Şeytana uymaktan kaynaklanan sapıkça bir tartışmadır. İnsanların bir grubu heva ve hevesi doğrultusunda Allah hakkında tartışmaya girer. "Ve her şarlatan şeytana uyarlar." Haddi aşan, gerçeğe karşı çıkan ve şımarık olanlar şeytanın peşine takılırlar. "Bu şeytana ilişkin kesinleşmiş hükme göre kim onun peşinden giderse kendisini doğru yoldan saptırarak alevli ateşin azabına sürükler." Şeytanın kendi izleyicilerini hidayetten ve doğruluktan saptırması, onları alevli ateşe sürüklemesi, önceden planlanmış bir kaçınılmazlıktır. Ayet onları alaya alarak şeytanın izleyicilerini alevli ateşe sürükleyişini, "kılavuzluk etme' "yol göstericilik yapma" şeklinde ifade ediyor. "Alevli ateşin azabına sürükler." İnsanı yokluğa, sapıklığa ve felâkete sürükleyen şu yol göstericiliğe bakın!.. YARATILIŞ... DİRİLİŞ VE ALLAH GERÇEĞİ Yoksa insanlar ölümden sonra dirilişin gerçekleşmesinden kuşku mu duyuyorlar? Kıyamet sarsıntısının olup olmayacağından şüpheleniyorlar mı? Tekrar hayata dönmekten kuşku duyuyorlarsa, ilk defa hayatın nasıl ortaya çıktığına bakıp düşünsünler. Kendi iç dünyalarına, çevrelerindeki dünyaya baksınlar. O zaman bu işin son derece kolay ve alışılmış olduğunu dile getiren birçok kanıtla karşılaşacaklardır. Ne var ki, iç dünyalarındaki ve çevrelerindeki kanıtları görüp düşünmeden geçip gidenler de kendileridir... 5- Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirileceğinizden kuşkunuz varsa, biliniz ki, gücümüzü kanıtlamak için sizi önce topraktan, sonra spermadan, sonra embriyodan, sonra yapısı belli-belirsiz bir çiğnemlik et parçasından yarattık. Size belirtmek için dilediğimizi belli bir sürenin sonuna kadar rahimlerde tutarız. Sonra da sizleri çocuk olarak meydana çıkarırız. Böylece yetişip ergenlik çağına gelirsiniz. Kiminizin erken yaşta canı alınır ve kiminiz de ömrünün en kötü dönemine kadar yaşatılır ki, bilirken bir şey bilmez olur. Yeryüzünü de kupkuru görürsün. Fakat biz oraya su gönderdiğimizde titreşir, kabarır ve her gözalıcı bitkinin çiftini yetiştirir. Diriliş daha önce varolan bir hayatın tekrar verilmesidir. Şu halde diriliş -insanların ölçülerine göre- hayatı ilk defa gerçekleştirmekten daha kolaydır. Gerçi Allah'ın gücüne göre kolay şey, zor şey olmaz. Çünkü ilk defa yapmak da tekrarlamak gibi, onun iradesinin yönelişinin eseridir. "Onun işi. bir şeyin olmasını istedi mi, ona sadece "ol" demektir, hemen oluverir." (Yasin Suresi, 37) Ne var ki, Kur'an insanları kendi ölçülerine, mantıklarına ve kavrama yeteneklerine göre zorunlu tutuyor ve kalplerini heran karşılaştıkları, yaşadıkları ve görüp bildikleri şeylere yöneltiyor. Basiretli bir gözle, açık bir kalple, kavrayan bir duyarlılıkla bakacak olurlarsa bu da olağanüstü olaylardan biridir. Ama bu olağanüstü olayı gördükleri halde, heran karşılaştıkları halde bilinçli bir şekilde bakmıyorlar, dikkat etmiyorlar. Ya bu insanlar nedirler? Neyin nesidirler? Nereden gelmişlerdir? Nasıl oldular? Hangi evrelerden geçtiler? "Sizi önce topraktan yarattık." İnsan şu dünyanın çocuğudur. Onun toprağından çıkmış, onun toprağından oluşmuş, onun toprağında hayatını sürdürmüştür. İnsanın bedeninde yer alan her elementin aynısı anası sayılan toprakta mevcuttur. Ama yüce Allah'ın insanın içine yerleştirdiği ve ruhundan bir soluk olarak üflediği o latif sır hariç. İnsan bunun sayesinde toprakta yeralan elementlerden farklı bir özellik kazanır. Ama özü, iskeleti ve yiyecekleri ile topraktan bir parçadır. Bütün elementleri bu toprakta somutlaşmıştır. Ama toprak nerede insan nerede? Şu basit ve bilinçsiz atomlar nerede? Aktif ve algılayan, etkileyen ve etkilenen, ayaklarını yere basarken kalbi ile göklere doğru yükselen, düşüncesi ile aralarında toprak da olmak üzere, tüm maddenin ötesinde dolaşan bu mükemmel yaratık nerede? Kuşkusuz bu, derinliği ve boyutları uzun mesafeleri kapsayan olağanüstü bir değişimdir. Aynı zamanda ölüleri diriltmekten aciz olmayan ilahi güce tanıklık etmektedir. Çünkü bu olağanüstü yaratığı topraktan ilk defa vareden O'dur. "Sonra spermadan, sonra embriyodan, sonra yapısı belli-belirsiz bir çiğnemlik et parçasından yarattık. Size belirtmek için dilediğimiz belli bir sürenin sonuna kadar rahimlerde tutarız. Sonra da sizleri çocuk olarak meydana çıkarırız." Basit ve cansız toprak elementleri ile canlı sperma hücrelerinden oluşan meni arasındaki mesafe korkunçtur. Bu dönüşümün evrelerinde büyük bir sır yatmaktadır; hayat sırrı... Milyarlarca senedir süren bu sır hakkında insanlar halâ kayda değer bir şey bilmemektedirler. Milyarlarca senedir heran basit elementlerden canlı hücrelere doğru gerçekleşen bu sayısız dönüşümler hakkında doyurucu bir şey bilmemektedirler. Bütün bu olup bitenleri gözlemlemek ve onaylamaktan başka bir şey gelmiyor ellerinden. İnsan bu konuda oldukça istekli de olsa hayatın yaratılış ve ortaya çıkış sırrını keşfedemez. Her defasında bir imkânsızlıkla karşı karşıya kalır. Bunun yanında bir de insan menisinin pıhtılaşmış kana, pıhtılaşmış kanın bir çiğnem ete, bir çiğnem etin de insana dönüşmesi sırrı var! Nedir meni? Erkeğin suyudur. Bu suyun bir damlasında binlerce sperma var. Bunlar arasında bir tanesi rahimdeki suda bulunan kadın yumurtasını döller. Onunla bütünleşir ve rahmin duvarına yapışıp kalır. Sperma tarafından döllenen bu yumurtada... Her şeye gücü yeten kudretin, onu kendi iradesi ile oraya yerleştiren gücün yardımı ile rahmin duvarına asılı kalan bu küçücük noktada... Evet bu küçücük noktada ilerde oluşacak insanın tüm özellikleri, bedensel özellikleri, uzunluğu, kısalığı, şişmanlığı-zayıflığı, çirkinliği-güzelliği, hastalığı-sağlığı bir bir mevcuttur. Bu noktacıkta insanın sinirsel, akli ve ruhsal özellikleri de yatmaktadır; eğilimleri, ihtirasları, karakterleri yönelişleri, saplantıları-yetenekleri gibi... Kim düşünebilir ya da doğrulayabilir ki, bütün bunlar o rahmin duvarına asılıp kalan küçücük noktada yeralıyor? Bu küçücük ve zayıf noktanın şu mükemmel ve herbiri diğerinden farklı bir varlık olan insan olduğunu kim düşünebilir? Hiçbir zaman yeryüzünde birbirine tıpatıp benzeyen iki insan görülmüş değildir. Sonra pıhtılaşmış kandan, bir çiğnem ete dönüşüm... Bu katılaşmış kan parçasıdır. Ne bir özelliği ne de bir biçimi vardır? Sonra yaratılıyor ve şekil alıyor. Kemiklerden bir iskelete dönüşüyor, bunlara da et giydiriliyor. Ya da eğer insana dönüşmesi takdir edilmemişse rahim tarafından dışarı atılıyor. "Size belirtmek için." Burada, bir çiğnem et ile çocuk arasında bir istasyon var. Ayetin akışı bu ara cümlecik ile bu istasyonda duruyor. "Size belirtmek için." Bir çiğnem etteki işaretleri açıklamak münasebeti ile ilahi gücün kanıtlarını size açıklamak için... Bu da Kur'an-ı Kerim'deki edebi ahenk yöntemine uygun olarak ifade ediliyor. Ayet, ceninin geçirdiği evrelerle birlikte akışını sürdürüyor. "Dilediğimizi belli bir sürenin sonuna kadar rahimlerde tutarız:" Yüce Allah tamamlanmasını dilediklerini, zamanı gelinceye kadar rahimlerde tutar. "Sonra da sizleri çocuk olarak meydana çıkarırız." Şu ilk evre ile son evre arasındaki korkunç mesafeye bakın! Bu mesafe zaman itibariyle alışılageldiği şekliyle dokuz aya denk düşmektedir. Ama meninin özellikleri ile çocuğun özelliklerinin farklılığı bakımından bundan çok daha uzun bir mesafedir. Gözle görülmeyen sperma ile birtakım organlara karakteristik çizgilere ve niteliklere, sıfat ve yeteneklere, eğilim ve ihtiraslara sahip mükemmel bir yaratık olan insan arasındaki mesafe korkunçtur. Bilinçli bir düşünce bu mesafeyi ifade etmeye kalkışamaz. Sadece her şeye gücü yeten ilahi kudretin yaptıkları karşısında defalarca ve ürpererek durur, düşünür. Sonra ayetlerin akışı, bu çocuğun ışığı gördükten sonra geçirdiği evreleri anlatmaya başlıyor. Gözlerden uzak bunca dehşet verici mucizenin gerçekleştiği o gizli dünyadan ayrılıyor. "Böylece yetişip ergenlik çağına gelirsiniz." Bedensel, akli ve ruhsal gelişmenizi tamamlarsınız. Ayrıcalıklar bakımın dan yeni doğmuş bir çocuk ile gelişmesini tamamlamış insan arasında öylesine büyük farklar var ki, bunlar zamanla ifade edilen mesafelerin çok üstündedirler. Ne var ki, harikalar yaratan ilahi gücün eliyle gerçekleşmektedir. Yeni doğan çocuğa gelişmiş bir insanın özellikleri ve yeteneklerini yerleştiren ve zamanı gelince yeteneklerin ortaya çıkmasını sağlayan O'dur. Aynı şekilde rahmin duvarına asılıp kalan o küçücük noktaya bir çocuğun özelliklerini yerleştiren de O'dur. Halbuki bu nokta bayağı bir su'dan başka bir şey değildir. "Kiminizin erken yaşta canı alınır ve kiminiz de ömrünün en kötü dönemine kadar yaşatılır ki; bilirken bir şey bilmez olur." Ölen her canlı, eninde sonunda varacağı akıbete doğru yol alır. Ama ömrün en düşük zamanına kadar yaşayanın durumu ise, her zaman üzerinde düşünmeye açık bir sayfadır. Çünkü böyle birisi, bilgi sahibi, güçlü, bilinçli ve olgun bir duruma ulaştıktan sonra yeniden çocuklaşıyor. Hafızası, bilinci ve bilgisi açısından bir çocuktur artık. Planlama ve değerlendirmesinde bir çocuk gibi davranır. Bir çocuk gibi küçücük bir şeyden dolayı mutlu olur, yine en basit bir şey ağlatır onu. Hafıza bakımından çocuktur, hiçbir şey tutamaz aklında. Unutkandır, hiçbir şey hatırlayamaz. Çocuklar gibi olayları ve deneyimleri ayrı ayrı ele alır, aralarında bir ilgi kuramaz. Duygu ve bilinç olarak bir sonuca ulaşamaz. Çünkü daha sonucu getirmeden başını unutur: "Ki bilirken bir şey bilmez olur." Böylece düşündüğü, yorumlar yaptığı, batıla uyarak Allah ve sıfatları hakkında gereksiz tartışmalara girdiği aklından ve bilincinden bu bilgi çıkar gider. Ayeti kerime, insanda meydana gelen yaratma ve diriltme sahnelerini sunduktan sonra toprakta ve bitkilerde meydana gelen yaratma ve diriltme sahnelerini sunmaya başlıyor. "Yeryüzünü de kupkuru görürsün. Fakat biz oraya su gönderdiğimizde titreşir, kabarır ve her gözalıcı bitkinin çiftini yetiştirir." Sönüp kurumaya yüz tutmak hayatla ölüm arasında bir aşamadır. Sudan önce yerde böyle olur. Çünkü su hayat ve canlılar için vazgeçilmez bir unsurdur. Toprağın üzerine su indiği zaman "harekete geçer ve kabarır." Son derece ilginç bir hareket. Bilimsel çalışmalardan yüzlerce yıl önce Kur'an-ı Kerim bunu ortaya koyuyor. Çünkü kurumuş toprak üzerine su iner inmez sarsılarak harekete geçer. Suyu içer ve kabarır. Gelişerek bitkiler için hayat elverişli hale gelir. "Her gözalıcı bitkinin çiftini yetiştirir." Hayatın gizlendiktén sonra ortaya çıkması, kurumaya yüz tuttuktan sonra canlanması kadar güzel bir şey var mıdır? Kur'an-ı Kerim bütün canlı varlıklar arasındaki yakınlıktan bu şekilde söz eder. Onları, ayetlerin birinde topluca dile getirir. Hiç kuşkusuz bu, canlılar arasındaki bu güçlü yakınlığa dikkat çekmek için başvurulan son derece ilginç bir yöntemdir. Bu aynı zamanda hayat unsurunun birliğini, hayat, toprak, bitkiler, hayvan ve insanlar arasında oraya buraya yönelten iradenin birliğini göstermektedir. 6- Bunlar gösteriyor ki, Allah gerçektir, O ölüleri diriltir, gücü her şeye yeter. 7- Ve kıyamet anı kesinlikle gelecektir, bunda kuşku yoktur, Allah mezarlardaki ölüleri diriltecektir. Bu... Yani insanın topraktan yaratılması, ceninin birtakım oluşu evrelerinden geçmesi, çocuğun hayat evrelerini birer birer aşması, kurumaya yüz tuttuktan sonra topraktan hayatın filizlenmesi... Yüce Allah'ın gerçeğin ta kendisi oluşu ile bağlantılıdır... Şu halde sürekli geçerli olan bir yasadır ve koyduğu yasaları bozmayan, onları değiştirmeyen yaratıcının gerçekliğinden kaynaklanmaktadır. Hayatın bu yönde bir gelişme göstermesi, bu evrelerden geçmesi, hayatı sürükleyen, programını düzenleyen aşamalarını belirleyen iradeyi göstermektedir. Çünkü yüce Allah'ın gerçeğin ta kendisi oluşu ile bu süreklilik, bu kalıcılık ve bu sınırlandırılmaz yöneliş arasında sağlam bir ilişki vardır: "O ölüleri diriltir." Çünkü ölüleri diriltmek, yeniden hayat vermektir. İlk defa hayatı vareden O'dur. İkinci defa vareden de O'dur. "Allah, mezarlardaki ölüleri diriltecektir." Hakettikleri karşılığı alsınlar diye. Yaratılışın hikmeti ve planı bu dirilişi zorunlu kılmaktadır çünkü. Ceninin, sonra çocuğun ışığı görmeden önce geçtiği bütün bu evreler gösteriyor ki, bu evreleri planlayan irade insanı kemal yurdunda kendisi için mümkün olan mükemmellik derecesine yükseltmek istemektedir. Çünkü insan şu dünya hayatında bu mükemmellik noktasına ulaşamıyor. Bir noktaya kadar gelip duruyor, sonra gerilemeye başlıyor: "Ki, bilirken bir şey bilmez olur." Şu halde insanın tam eksiksizlik derecesine ulaşması için ahiret yurdunun olması kaçınılmazdır. İnsanın geçtiği bu evreler iki yönden dirilişe kanıtlık oluşturmaktadır. Birincisi, bu evreler gösteriyor ki, ilk defa yaratan tekrar yaratabilir. İkincisi, bu evreleri planlayan irade insanın mükemmelleşmesini ahiret yurdunda tamamlamaktadır. Böylece yaratma ve yeniden yaratma yasaları, hayat ve diriliş yasaları, hesaplaşma ve yapılanların karşılık görmesine ilişkin yasalar aynı amaç doğrultusunda buluşuyor, hepsi de varlığı hakkında tartışma sözkonusu olmayan, her şeye gücü yeten ve her şeyi planlayan yüce yaratıcının varlığına tanıklık ediyor. BİLGİSİZCE TARTIŞMAK VE KAVURUCU AZAP 8- İnsanlar arasında öylesi var ki, doğru bir bilgiye dayanmaksızın, yol göstereni ve aydınlatıcı bir kitabı olmaksızın Allah hakkında tartışmaya girişir. 9- Bu tartışma sırasında küstahça gerdan kırar. Amaç, başkalarını Allah yolundan saptırmaktır. Böylesini dünyada rezil edeceğimiz gibi kıyamet günü de ona kavurucu azabı tattırırız. 10- O gün ona "Bu ceza, vaktiyle kendi ellerinle işlediğin günahların karşılığıdır; Allah kullarına asla haksızlık etmez" denecektir. Bunca kanıttan sonra Allah hakkında tartışmaya girmek oldukça tuhaf ve yakışıksız bir tutum olarak beliriyor. Peki tartışma bilgisizce başlatılsa ne olur? Hiçbir kanıta dayanmasa, bir bilgiye uymasa, kalbi ve aklı aydınlatan, gerçeği ortaya koyan, insanı tartışma götürmez bilgiye ulaştıran bir kitaptan kaynaklanmasa durum ne olur? Kur'an ifadesi insanların içinde bulunan bu sınıfın bir tablosunu çiziyor. Bu tabloda bir kibirlilik durumu, bir böbürlenme göze çarpıyor. "Küstahça gerdan kırar." Bir tarafına yüklenerek yan durur. Bu adam gerçeğe dayanmadığı için onun yerini kibir ve böbürlenme ile doldurmaya çalışıyor. "Amacı, başkalarını Allah yolundan saptırmaktır." Kendisi yapmakla yetinmez, başkalarını da sapıklığa sürükler. Sapan ve saptıran bu kibirin burnunun sürtmesi, kırılması gerekir. "Böylesini dünyada rezil edeceğiz." Rezil rüsva olmak kibirliliğe karşılıktır. Yüce Allah sapan ve saptıran kibirlilerin, gururlananların -bir süre bekletse de- kibirini kırmadan, onların burunlarını sürtmeden bırakmaz. Kimi zaman daha çok rezil olsunlar, iyice horlansınlar diye biraz süre tanır onlara. Ama ahiret azabı çok şiddetlidir, daha acıdır. "Kıyamet günü de ona kavurucu azabı tattırırız." Bir anda ileriye dönük bu tehdit gözle görülen bir realiteye dönüşüyor. Hem de ayetlerin akışındaki ufacık bir yönelme ile. Anlatım üslubundan doğrudan hitap üslubuna geçmek suretiyle: "Bu ceza, vaktiyle kendi ellerinle işlediğin günahların karşılığıdır; Allah kullarına asla haksızlık etmez." Sanki o anda yakıcı azapla birlikte azarlanıyor, kınanıyor gibi... MENFAATÇI YAKLAŞIMLAR Surenin akışı şimdi de insanlar arasında bir diğer örneği sunuyor. Her ne kadar o günkü davet hareketi bu örnekle karşı karşıya kalmışsa da bu örneğin her kuşakta yeniden yaşandığını görmek mümkündür. Bu tip insanlar inanç sistemini kâr-zarar terazisinde tartarlar. Onlar inancı pazarda alınabilecek bir **** sanırlar: 11- İnsanlar arasında öylesi de var ki, sınırlı ve somut bir amaç uğruna Allah'a kulluk eder. Eğer işleri iyi giderse hoşnut olur. Fakat eğer sınav amaçlı bir sıkıntı ile karşılaşırsa yüzgeri eder, sırt çevirir. Böylesi hem dünyayı hem de ahireti kaybeder ki, işte apaçık hüsran budur. 12- Allah'ı bir yana bırakarak kendisine ne zarar ve ne de fayda dokunduramayan sözde ilahlara yalvarır. İşte koyu sapıklık budur. 13- O, zararı faydasından daha yakında olana yalvarır. Böylesi ne fena bir destekçi ve kötü bir yandaştır. İnanç sistemi mü'minin hayatında değişmez odak noktasıdır. Çevresindeki dünya sarsılır, ama o bu nokta üzerinde değişmeden durur. Olaylar ve etkenler çeker, ama o, sarsılmayan bir kayaya yapışmıştır. Çevresindeki tüm dayanaklar devrilir ama o, devrilmeyen ve yıkılmayan bir temele dayanmıştır. İşte mü'minin hayatında inanç bu kadar önemlidir. Bu yüzden mü'min inanç sistemine yapışmalı, ona dayanmalı, ona güvenmeli, inancında bir sarsıntı geçirmemeli, inanca karşılık bir ödülün beklentisi içinde olmamalıdır. Çünkü inancın kendisi bir ödüldür. İnanç kendisine sığınılan bir korunak, yaslanılan bir dayanaktır. Evet, inanç kalbin ışığa açık olmasının, doğru yolu bulmaya istekli olmasının ödülüdür. Bu yüzden yüce Allah bu kalbi korumak, ona güven vermek için inanç sistemini bahşetmiştir. İnanç bir ödüldür, çevresindeki şaşkınların çaresizliğini, esen rüzgârlara kapılıp gitmelerini, kasırgaların onları savurup atmalarını, bunalımların baskısı altında inlediklerini gördükçe mü'minler bu ödülün değerini kavrarlar. Öte taraftan mü'minlerin inançları sayesinde kalpleri huzura ermiştir. Ayakları güvenle yere basar, vicdanları rahattır. Her zaman Allah'la ilişki içindedirler ve bu ilişkiden mutluluk duyarlar. Ama ayetin değindiği bu gruba mensup insanlar ise, inanç sistemine pazarda alınıp satılan bir **** gözüyle bakarlar: "Eğer işleri iyi giderse hoşnut olur." "Yani ``iman iyidir. Baksana yarar sağlıyor. Sütü arttırıyor, ziraatı geliştiriyor, ticareti kârlı kılıyor, sürümü garantiliyor" der. "Fakat eğer sınav amaçlı bir sıkıntı ile karşılaşırsa yüzgeri eder, sırt çevirir. Böylesi hem dünyayı hem de ahireti kaydeder." Başına gelen musibetten dolayı dünyayı kaybeder, çünkü sabretmez, kararlılık göstermez, bu musibet karşısında Allah'a dönmez. Yüzüstü döndüğü, ahiret inancını yitirdiği, kendisini düze çıkaracak doğru yoldan saptığı için ahireti de kaybeder. Kur'an-ı Kerim'in ifade tarzı, onun Allah'a yönelik ibadetini "bir yol kenarındaymış gibi" şeklinde tasvir etmektedir: Bu ibadet inanca dayanmamakta, bu yüzden o kişi sürekli ve kalıcı olarak ibadet etmemektedir. Kur'an-ı Kerim bu tip insanların ibadetini daha ilk dokunuşta yere yıkılacak gibi dengesiz duran bedensel bir hareket gibi tasvir ediyor. Bunun için bir fitne ile karşı karşıya kalınca hemen yüzüstü yere kapanıyor. Dengesiz durduğu için yere yuvarlanması kolay oluyor. Ticarette kâr-zarar hesabını yapmak doğru ve yararlı bir davranıştır. Ama inanç için böyle bir yaklaşım içinde olmak doğru değildir. Çünkü inanç gerçektir ve sırf bunun için kabul edilir. Aydınlığı ve hidayeti algılamaya müsait bir kalbin olumlu tepkisi sonucu gerçekleşir bu. Zaten böyle bir kalp algıladığı şeye şöyle veya böyle tepki göstermek zorundadır. İnanç sistemi, özünde taşıdığı iç güven, huzur ve hoşnutluk itibariyle kendi karşılığını da beraberinde taşımaktadır. Bu yüzden inanca karşılık dışardan bir başka ödül istenmez. Mü'min, yol göstericiliğine, yakınlığından ve himayesinden duyduğu iç huzura şükretmek amacı ile Rabb'ine ibadet eder. Bunun dışında bir ödül varsa, iman ve ibadetin üzerine yüce Allah'ın kendisine yönelik bir lütfudur. Mü'min ibadet ettiği ilahını denemez. O daha baştan itibaren Rabb'inin takdir ettiği her şeyi kabullenmiştir. Rabbinin kendisini denemeye tabi tuttuğu her şeye teslim olmuştur. Daha baştan itibaren darlığa da bolluğa da uğramayı hoşnutlukla kabul etmiştir. Ama bu, pazarda satıcı ile alıcı arasında gerçekleşen bir alışveriş sözleşmesi değildir. Bu, yaratılmışın yaratıcısına, hakkında karar verme yetkisine sahip, varlığının temel kaynağı Rabb'ine teslim olmasıdır. Fitne anında yüzüstü yere kapanan kişi, kuşkusuz büyük bir kayba uğrar. "İşte apaçık hüsran budur." İç huzurunu, güvenini, kararlılığını, hoşnutluğunu kaybeder. Bunun yanında mal, evlat, sağlık ayrıca yüce Allah'ın kullarını denediği ve hayat için önem taşıyan değerler konusunda da büyük kayba uğrar. Yüce Allah bağlılıklarını, imtihan karşısındaki sabırlarını, uğruna kendilerini adamalarını, kaza ve kederini karşılama biçimlerini denemek için bu konularda kullarını imtihan eder. Musibet anında yüzüstü yere kapanan kişi ayrıca ahireti de kaybeder. Ahiretteki nimetleri, Allah'ın yakınlığını ve hoşnutluğunu kaybeder. Ama ne büyük kayıp! Bir yarın kenarındaymış gibi Allah'a ibadet eden kişi nereye yönelecek? Allah'dan uzaklaşıp nereye meyledecek? "Allah'ı bir yana bırakarak kendisine ne zarar ve ne de fayda dokunduramayan sözde ilahlara yalvarır." İlk cahiliye döneminde olduğu gibi bir heykele, bir puta dua eder, ona yalvarır. Ya da insanların sadece Allah'a yönelmekten, O'nun belirlediği yol ve sisteme uymaktan saptıkları her zaman ve mekanda geçerli olan diğer cahiliye sistemlerinde olduğu gibi bir şahsa ya da yöne veya çıkara ibadet eder. Peki bütün bunlar nedir? Bu, duaların karşılık gördüğü biricik merciden sapmadır: "İşte koyu sapıklık budur." Budur doğru yoldan ve hidayetten uzak olanın en somut ifadesi: "O, zararı faydasından daha yakında olana yalvarır." Bir puta ya da şeytana veya insanoğlundan herhangi bir dayanağa dayanır, ona ibadet eder. Oysa bunların hiçbiri insana zarar veya fayda verme gücüne sahip değildir. Hatta zarara neden oluşturmaları daha yakın bir ihtimaldir. Bu yüzden zararı yararından yakındır. Bu tutumun vicdanda meydana getirdiği zarar; kalbin paramparça olması, çeşitli kuruntuların ve zilletin baskısı altında ezilmesi şeklinde somutlaşır. Ayrıca pratik hayatında da çeşitli zararlara uğrar. Sapıklık ve kaybà uğramanın ardından ahirette göreceği azap da bunu ifade etmesi açısından yeterlidir: "Böylesi ne fena bir destekçidir." İnsana ne zarar ne de yarar dokundurma gücüne sahip olmayan şu zayıf yaratık... "Kötü bir yandaştır." İnsanın zarara uğramasına neden olan... Bu dost ve yoldaşın bir heykel, bir put olması ile birtakım insanların her zaman ve her yerde tanrı ya da yarı tanrı edindikleri bir insan olması farketmez. MÜ'MİNİN MÜKAFATI Yüce Allah mü'minler için dünya hayatının tüm nimetlerinden daha iyi şeyler biriktiriyor. Mü'minler bir musibet veya imtihan esnasında dünya hayatının tüm nimetlerini kaybetseler de bu yüzden zarara uğramazlar: 14- Allah, iman edip iyi ameller işleyenleri altlarından çeşitli ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. Hiç kuşkusuz Allah istediğini yapar. Şu halde bir musibete uğrayan, bir imtihana tabi tutulan kişi sabretmeli, sarsılmamalıdır. Allah'ın rahmetine, yardımına, zararı giderebileceğine, onun yerine bir ödül verebileceğine olan güvenini sürdürmelidir. Ama yüce Allah'ın dünya ve ahiretteki yardımına olan güvenini yitiren; imtihanın en zorlu anında, sıkıntının en dayanılmaz noktasında Allah'ın yardımından ümit kesen biri, artık istediğini yapabilir, dilediği tarafa gidebilir. Fakat bu, içinde bulunduğu sıkıntıyı gidermeyecektir, başındaki musibeti değiştirmeyecektir. 15- Kim dünyada ve ahirette Allah'ın kendisine yardım etmeyeceği vehmine (sanısına) kapılırsa evinin tavanına bağlayacağı bir ipi boğazına geçirdikten sonra onu kessin ve arkasından baksın bakalım, bu girişin umutsuzluktan kaynaklanan öfkesini giderebiliyor mu? Bu, insanın içindeki kini ve bu kinin neden olduğu davranışları sergileyen son derece hareketli bir sahnedir. Allah ile bir bağı bulunmayan insanın, bir zarara uğradığında, iç sıkıntısının doruklara ulaştığı anı somutlaştırmaktadır. Sıkıntı anında Allah'ın yardımından ümidini kesen biri, ışığın geleceği bütün yolları, huzur veren tüm esintileri ve bütün kurtuluş ümitlerini yitirir. Sıkıntının korkunç baskısı altına girer. İçindeki bunalım dayanılmaz hale gelir. Üstelik bunlar musibetin, bunalımın etkisini gittikçe de arttırır. Yüce Allah'ın dünya ve ahirette kendisine yardım etmeyeceğini sanan kimse göğe bir ip uzatsın da bu ipe asılsın ya da boğsun kendini. Sonra ipi kessin de yere düşsün yahut nefesini kessin boğulsun. Sonra da baksın bu planı öfkesini giderecek mi? Ne yazık ki, Allah'ın yardımına ümit bağlanmadığı sürece musibetlere, imtihanlara katlanmak mümkün değildir. Allah'a yönelinmedikçe kurtuluş yolu yoktur. Zararı atlatmak imkânsızdır. Allah'dan yardım istenmedikçe kurtuluş mücadelesi vermek mümkün değildir. Karamsarlıktan kaynaklanan hiçbir hareket verimli olmaz, sıkıntıyı arttırmaktan başka bir işe yaramaz... Zïhninin bu sıkıntıyla daha çok uğraşmasına, Allah'ın yardımı gelmediği için bu sıkıntıyı gidermekten aciz olmasına neden olur. Şu halde sıkıntıya düşenler, Allah'ın ruhundan bir soluk getiren bu esintiyi duymak için bu ışık yolunu sürekli açık bulundurmalıdırlar... |