Durumu: Medine No : 5587 Üyelik T.:
05 Aralık 2008 Arkadaşları:14 Cinsiyet: Memleket:İstanbul Yaş:35 Mesaj:
2.537 Konular:
2038 Beğenildi:116 Beğendi:0 Takdirleri:270 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Fizilalil Kuran Enbiya Suresi Tefsiri-Medineweb Fizilalil Kuran Enbiya Suresi Tefsiri-Medineweb 21-Enbiya 1- İnsanların hesap verme günü yaklaştığı halde onlar halâ gaflet içinde gerçeğe yüz çeviriyorlar. 2- Onlar Rabb'lerinden gelen her yeni uyarıyı kesinlikle alaya alarak dinliyorlar. 3- Kalpleri oyundadır. Bu zalimler gizlice şöyle fısıldaştılar; "Şu Muhammed, sadece sizin gibi bir insan değil mi? Gözünüz göre göre büyüye mi kapılacaksınız?" 4- Peygamber dedi ki; "Benim Rabb'im, gökte ve yerde söylenen her sözü bilir. o işiten ve bilendir. 5- O zalimler dediler ki; "Hayır, Muhammed'in söyledikleri birtakım karmaşık, birbirinden kopuk hayallerdir. Hayır, bu sözler O'nun uydurmasıdır. Hayır, O bir şairdir. Öyle değilse bize daha önceki peygamberlerin gösterdiklerine benzer bir mucize göstersin. " 6- Oysa onlardan önceki helâk ettiğimiz kentlerin hiçbiri inanmamıştı. Şimdi onlar mı inanacaklar? 7- Biz senden önce de vahiy ile donattığımız erkekleri peygamber olarak gönderdik. Eğer bu konuda bilginiz yoksa bilenlere sorunuz. 8- Biz onları yemek yemez organizmalar olarak yaratmadık. Onlar ölümsüz de değillerdi. 9- Sonra sözümüzü tutarak onları ve dilediğimiz kimseleri kurtararak ölçülerimizi çiğneyen azgınları yokettik. Gafilleri kuvvetle sarsan bir giriştir bu. Hesaplaşma zamanı yaklaştığı halde gaflet içinde yüzüyor onlar. Ayetler gözlerinin önüne serildiği halde doğru yola sırt çeviriyorlar. Durum oldukça ciddidir. Ama onlar ne durumun ne de tehlikenin farkında değiller. Kur'anın inen her bölümü kendilerine okundukça, eğlenerek alaya alarak karşılıyorlar. Oynayarak şakalaşarak dinliyorlar Kur'anı... "Kalpleri oyundadır." Oysa kalpler düşünme, ölçüp biçme ve etraflıca ele alma işlevini yerine getirirler. Bu, ciddiyetten habersiz, boş ruhların tablosudur. Bunlar en tehlikeli anlarda bile işi eğlenceye verirler Ciddi olunması gereken yerlerde şaka yaparlar. Kutsal yerlerde laubali hareketler yaparlar. Kendilerine gelmiş bulunan uyarıcı kitap "Rabb'lerinden" geldiği halde, şaka ve oyun ile karşılıyorlar. Ne bir vakar ne de bir kutsallık... Ciddiyetten, önem verme duygusundan, kutsallıktan 'yoksun bir ruh, tutarsız, çorak ve dejenere olmuş bir ruhtur. Bir sorumluluk alamaz, bir görevi yerine getiremez, bir yükümlülük üstlenemez. İçindeki hayat basit, önemsiz ve uyuşuk bir hayattır! Kutsal şeyleri alaya alan laubali ruh, hasta bir ruhtur. Laubalilik sorumluluk duygusunun tersidir. Sorumluluk duygusu güçtür, ciddiliktir, bilinçtir. Laubalilik ise, bilincin kaybolmasıdır, bunaklıktır. Kur'an-ı Kerim'in tanıttığı bu kelimeler, bir hayat nizamı, bir hareket metodu, insanlar arası ilişkileri düzenleyen bir kanun olarak Kur'an ayetlerini, oynayarak, eğlenerek karşılıyorlardı. Hesaplaşma gününün yaklaşmasına aldırış etmiyorlardı. Bunlara benzer kimseler her çağda bulunur. Çünkü insan ruhu ciddilik, önemseme ve kutsallık duygularından yoksun oldu mu, Kur'anın çizdiği bu hastalıklı duruma düşer. Hayatı bir eğlenceye, eyleme, boş bir oyalanmaya dönüşür. Ne bir hedefi ne de bir dayanağı olur! Öte taraftan mü'minler, gönülleri dünya ve içindeki zevklerden uzaklaştıran, onlara bu geçici nimetleri unutturan bu sureyi büyük bir ilgiyle karşılıyorlardı. Amidi Amr b. Rabia'yı anlatırken şu rivayete yer verir: Bir gün Bedevilerden biri kendisine konuk olur Amr ona ikramda bulunur. Bir müddet sonra bu adam tekrar gelir, bu sefer bir arazi eline geçmiştir. Şöyle der; `Resulullah'tan -salât ve selâm üzerine olsun- çölde bir vadinin bir bölümünü aldım. Bir parçasını sana vermek istiyorum. Senden sonra da varislerine kalır. "Bunun üzerine Amr: "Senin arazine ihtiyacım yok" dedi. O gün bize dünya zevklerini, nimetlerini unutturan bu sure indi: "İnsanların hesap verme günü yaklaştığı halde onlar balâ gaflet içinde gerçeğe yüz çeviriyorlar." Canlı, algılayabilen ve etkilenen kalplerle, ölü, kilitli ve uyuşuk kalpler arasındaki fark budur. Bu kalpler ölmüşlüğünü eğlenceyle örter, uyuşukluğunu laubalilikle gizler. Uyarıdan etkilenmezler. Çünkü hayat unsurlarından yoksundurlar. "Bu zalimler gizlice şöyle fısıldaştılar." Onlar kendi aralarında gizlice toplanıyor, gizli planlar kuruyorlardı. Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- hakkında "Şu Muhammed, sadece sizin gibi bir insan değil mi? Gözünüz göre göre büyüye mi kapılacaksınız?" diyorlardı. Onlar kalplerinin ölmüşlüğüne, hayat belirtilerinden yoksun oluşlarına rağmen bu Kur'anın etkisi ile sarsılmaktan, titremekten kendilerini alamıyorlardı. Etkisinin ezici gücü karşısında bahanelere sığınıyorlar ve "Muhammed bir insandır, kendiniz gibi bir insana nasıl inanacaksınız? O'nun getirdiği büyüden başka bir şey değildir, göz göre göre nasıl büyüye inanıp bağlanacaksınız?" diyorlardı. Bu noktada Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- kendisi ile onlar arasındaki meselenin çözümünü Rabb'ine bırakıyor. Yüce Allah kendisine onların, gizlice yaptıkları konuşmaları haber vermişti. Onları, Kur'andan ve onun güçlü etkisinden korunmak için düşündükleri hilelerden haberdar etmişti. "Peygamber dedi ki; `Benim Rabb'im gökte ve yerde söylenen her sözü bilir: O işiten ve bilendir." Yeryüzünün herhangi bir köşesinde geçen hiçbir gizli konuşma yoktur ki, Allah ondan haberdar olmasın. O göklerde ve yerde söyleneni bilir... Onların aralarında gizlice tasarladıkları her planı bilir ve peygamberine haber verir. Çünkü O, her şeyi bilir. Bu Kur'anı nasıl tanımlarız, onun etkisinden ne şekilde korunuruz diye uğraşıp duruyorlardı. "Bu bir büyüdür" diyorlardı. "Muhammed'in görüp anlattığı karmaşık rüyalardır" diyorlardı. "Şiirdir" dedikleri de oluyordu. "Bunu kendisi uydurmuş sonra da kalkıp Allah katından vahyedildi iddiasında bulunuyor" diyorlardı. "O zalimler dediler ki; `Hayır, Muhammed'in söyledikleri birtakım karmaşık, birbirinden kopuk hayallerdir. Hayır bu sözler O'nun uydurmasıdır. Hayır, O bir şairdir." Bir tanım üzerinde karara varamıyorlardı, onun hakkında ileri sürdükleri bir görüşü uzun süre benimsemiyorlardı. Çünkü onlar kaypaklık yapıyorlardı. Kur'anın ruhları üzerindeki sarsıcı etkisini çeşitli bahanelerle izah etme çabası içindeydiler, ama beceremiyorlardı. Bu yüzden ikide bir görüş değiştiriyorlardı. Bir iddiadan diğerine, bir bahaneden öbürüne geçiyorlardı. Bir türlü karara varamayan şaşkınlar gibiydiler. İşte bu sıkıntıdan kurtulmak için, Kur'ana inanma karşılığında kendilerinden önceki milletlerinkine benzer bir mucize gösterilmesini istediler: "Öyle değilse bize daha önceki peygamberlerin gösterdiklerine benzer bir mucize göstersin." Daha önce mucizeler gelmişti. Ama kendilerine mucize gösterilenler inanmamışlardı. Bu yüzden, mucizeleri yalanlayanların yok edilmelerine ilişkin değişmez ilahi yasa uyarınca yok edilmişlerdi. "Oysa onlardan önceki helak ettiğimiz kentlerin hiçbiri inanmamıştı." Çünkü somut maddi mucizeye iman etmeyecek kadar inatçılığı ileri götüren birinin ileri sürebilecek bir mazereti kalmamış demektir. Islah olması da beklenemez. Artık yok edilmeyi haketmiştir. Kuşkusuz sık sık mucizeler gönderilmiştir. Mucizeler gönderildikçe yalanlayanlar da olmuş, sonunda yok edilmeyi haketmişlerdir. O halde mucize gösterilecek olsa inanacaklarını söyleyen bu adamlara ne oluyor. Bu yok edilen milletlerden bir farkları mı var? "Şimdi onlar mı inanacaklar?" "Biz senden önce de vahiy ile donattığımız erkekleri peygamber olarak gönderdik. Eğer bu konuda bilginiz yoksa bilenlere sorunuz." "Biz onları yemek yemez organizmalar olarak yaratmadık. Onlar ölümsüz de değillerdi." Allah'ın hikmeti peygamberlerin insan olmalarını, vahyi alıp insanları davet etmelerini gerektirmişti. Bundan önce gönderilen peygamberler birer insandılar, bedenleri, organları vardı. Yüce Allah onlara beşeri organlar verip de onları yemek yemez kimseler kılmamıştı. Yemek yemek bedensel bir ihtiyaçtır. Beden sahibi olmak da beşeri bir zorunluluktur. Onlar birer insan olduklarından dolayı ebedi de değïllerdi. Bu her zaman için geçerli olan ilahi bir yasadır. Eğer bilmiyorlarsa, daha önce gönderilen peygamberleri tanıyan ehl-i kitaba sorsunlar. Peygamberler birer insandı, insanlar gibi yaşayacaklardı. Pratik hayatları, getirdikleri şeriatın doğrulayıcı kanıtı olacaktı. Onların pratik uygulamaları davet ettikleri insanlara örnek olacaktı. Çünkü canlı ve pratikle desteklenen söz daha etkilidir, daha güzel yol göstericilik yapabilir. Çünkü insanlar bu şeyleri, söylediklerinin canlı bir tercümanı olan bir kişinin uygulamalarında somutlaşmış olarak görürler. Eğer peygamberler, birer insan olmayıp da yemek yemez, çarşılarda dolaşmaz, kadınlarla birleşmez, içlerinde beşeri duygular ve tepkiler uyanmayan başka yaratıklar olsalardı. Onlarla insanlar arasında bir bağ olmazdı. İnsanları harekete geçiren etkenlerin farkında olmazlardı. İnsanlar da onları örnek alıp arkalarından gitmezlerdi. Herhangi bir davetçi davet ettiği insanların duygularını anlayamıyorsa, insanlar da onun duygularını anlamıyorlarsa, davetçinin onların hayatları üzerinde hiçbir etkinliği olmayacaktır. Birbirlerini anlayıp olumlu karşılık vermeleri mümkün olmayacaktır. İstedikleri kadar sözlerini dinlesinler, ama bu sözlerin etkisiyle harekete geçmeyeceklerdir. Çünkü davetçi ile aralarında duygu anlayış kopukluğu vardır. Herhangi bir davetçinin hareketleri dediklerini doğrulamıyorsa, söyledikleri kulakların eşiğinde kalacak, kalplere nüfuz edemeyecektir. İstediği kadar parlak sözler söylesin, ifadeleri son derece güzel olsun. İnançla içtenlikle söylenen, pratik uygulama ile desteklenen sıradan bir söz daha verimlidir. Başkalarını harekete geçirebilecek güçtedir. O gün peygamberin melek olmasını önerenler, bugün peygamberin beşeri tepkilerden soyutlanmış olması gerektiğini ileri sürenlere benziyorlar. Ama hepsi de inatçıdırlar, Bu gerçekten habersizdirler. Melekler yaratılışları itibarı ile insanlara özgü bir hayat yaşamazlar. Yaşamaları mümkün de değildir. Bedensel içgüdüleri ve bunların gerektirdiği davranışları anlamaları imkânsızdır. Özel bir organik yapıya sahip insan denen yaratığın duygularını bilmeleri mümkün değildir. Oysa peygamber içgüdülere ve bu duygulara bizzat kendisi sahip olmalıdır. Kendisini izleyen insanlara, yaşanan hayatın prensiplerini kendi hayatı ile belirlemesi için pratik olarak bunları yaşamalıdır. Gözönünde bulundurulması gereken bir diğer nokta da şudur: İnsanlar peygamberin bir melek olduğunu fark ettikleri an, içlerinde hayatın herhangi bir alanında onu izleme duygusu uyanmaz. Çünkü peygamber diğer bir canlı türüne mensuptur. Kendilerinden farklı bir tabiata sahiptir. Günlük hayatlarında onun yöntemini izleme eğilimini göstermezler. Oysa peygamberlerin hayatı diğer insanlar açısından itici bir örnek olmamalıdır. Bunların yanında ileri sürdükleri bu öneriler, yüce Allah'ın peygamberlerini onların arasından seçerek, yücelikler alemi ile ilgi kurmalarını, oradan direktif almalarını sağlayarak insan türüne bahşettiği onurdan habersiz olmaktan kaynaklanmaktadır. Bütün bunlardan dolayı Allah'ın evrensel yasası, peygamberlerin insanlardan seçilmesini öngörmüştür. Onların da diğer insanlar gibi doğup ölmelerini duygu ve tepkilere sahip olmalarını, acı çekmelerini, bazı şeyleri arzulamalarını, yiyip içmelerini, kadınlarla birleşmelerini gerektirmiştir. Peygamberlerin en büyüğünün, en olgununun, içlerinde en kalıcı ve en son mesajı temsil edeninin, insanların yeryüzündeki hayatlarına eksiksiz bir örnek olmasını, insan hayatının gerektirdiği bütün özelliklere, deneyimlere ve davranışlara sahip olmasını gerektirmiştir. Yüce Allah'ın peygamberlerin seçimi konusunda uyguladığı kanun budur. Bunun gibi peygamberlerin ve onların yanında yeralanların kurtulması, ölçüleri çiğnemiş zalim yalanlayanların yok edilmesi de onun belirlediği bir kanundur. "Sonra sözümüzü tutarak onları ve dilediğimiz kimseleri kurtararak ölçülerimizi çiğneyen azgınları yokettik." "Bu da tıpkı peygamberlerin seçilmesine ilişkin yasa gibi Allah'ın yürürlüğe koyduğu bir yasadır. Yüce Allah peygamberleri ve onların yanında yeralan mü'minleri; pratik hayatta doğrulanan gerçek imana sahip olanları kurtaracağına söz vermişti. Nitekim sözünü yerïne getirdi de. Ölçüleri çiğneyenleri, onlarla birlikte Allah'ın koyduğu sınırları aşanları da yoketti. CAHİLİ ARAPLAR İNSANLIĞA NE VEREBİLİRLER? Yüce Allah bu yasayı hatırlatarak peygambere karşı küstahça davranan, onu yalanlayan, ona ve yanında yeralan mü'minlere eziyet eden müşrikleri korkutuyor. Kendilerine yönelik rahmeti gereği, maddi bir mucize göndermediğini, maddi bir mucize gönderse ve onlar da öncekiler gibi yalanlamış olsalardı, onları kökten yok edeceği uyarısında bulunuyor. Onlara kendilerini onurlandıran bir kitap gönderdiğini hatırlatıyor. Çünkü bu kitap ana dilleri ile gönderilmiştir. Kendi hayatlarını düzenlemektedir. Onları yeryüzünde sözü geçen, insanlar katında saygı ile anılan bir millet haline getirmektedir. Bu kitap, kendisini inceleyecek akıllara her zaman açıktır. Ve onları insanlık düzeyinde evrensel barışa doğru yüceltir: 10- Andolsun ki, size namınızı yücelten, öğütler içeren bir kitap indirdik. Buna aklınız ermiyor mu? Kur'an mucizesi bütün kuşaklara hitap eden bir mucizedir. Yalnızca bir kuşağa hitap eden, sonra da işlevi biten ve sadece bu kuşak içinde şahit olanları etkileyen maddi mucizeler gibi değildir. Araplar bu Kur'anın içerdiği mesajı, yeryüzünün doğusuna, batısına taşıdıkları sıralarda, insanlar arasında bir üstünlükleri vardı, her yerde onlardan söz edilirdi. Bu Kur'an inmeden önce insanlar arasında sözü edilen bir millet değildiler. İnsanlara sunabilecekleri, öğretebilecekleri onunla ün salacakları bir üstünlükleri de yoktu. Bu Kur'ana sarıldıkları, onun öngördüğü hayatı yaşadıklar: sürece insanlar hep onlardan söz ettiler, bu Kur'an sayesinde asırlar boyu insanlığa önderlik yaptılar. Bu hitap sayesinde hem kendileri, hem de insanlık mutlu bir hayat yaşadı. Bu kitaptan onun öngördüğü hayattan vazgeçtikleri zaman insanlık da onları terketti. Artık onlardan söz edilmez oldu. İnsanlık kafilesinin peşine takılıp, başkaları tarafından sürüklenen sıradan bir millete döndüler. Oysa daha önce kendileri insanlığı peşlerinde sürüklüyor, güven içinde yaşıyorlardı! Araplar bunun dışında insanlığa sunacakları bir zenginliğe sahip değiller İnsanlığa sunabilecekleri bunun dışında bir ideolojileri de yok. Eğer insanlığa bu kitabı sunacak olurlarsa, insanlar katında saygın bir konuma gelirler, onur sayesinde tanınır, her tarafta kendilerinden söz edilir, onunla yücelirler. Çünkü insanlar onlar katında, bu kitapta yararlanacakları şeyler bulurlar. Ama yalnızca bir Arap ırkı olarak, insanlığın karşısına çıkacak olurlarsa, ne olacak? Nedir değerleri?.. Bu kitap olmadan bu milletin ne gibi bir değeri olabilir ki?.. Çünkü insanlık onları kitapları ile, inanç sistemleri ile, bu kitap ve bu inanç sistemin den kaynaklanan hayat biçimleri ile tanıyor. Onları sırf Arap oldukları için tanımıyor. Arap ırkının insanlık tarihinde bir değeri yok. Çünkü uygarlık birikiminde bir katkıları yoktur, bir anlam ifade etmez Araplar. Bunlar Kur'an-ı Kerim'in, her yeni gelen ayetlerini eğlenerek, yüz çevirerek, gafil davranarak, yalanlayarak karşılayan müşriklere seslenirken işaret ettiği gerçeklerdir. "Andolsun ki, size namınızı yücelten, öğütler içeren bir kitap indirdik. Buna aklınız ermiyor mu?" Yüce Allah'ın onlara bu Kur'anı indirmesi, buna karşın istedikleri türden maddi bir mucize göstermemesi, onlara yönelik rahmetinin belirtisidir. Çünkü yüce Allah, gösterilen mucizeleri yalanlayan, bu yüzden kökleri kurutulan beldeler gibi, her zaman yürürlükte olan yasası uyarınca onları bir musibetle cezalandırmıyor. İşte bu noktada, her tarafı kasıp kavuran felaketin, kökten yok edilmenin canlı bir sahnesi sunuluyor: 11- Halkları zalim olan nice şehri kırıp geçirdik de arkasından başka halklar ortaya çıkardık. 12- Bu zalimler azabımızın gelip çattığını farkettiklerinde derhal şehirlerinden kaçmaya koyuluyorlardı. 13- "Kaçmayınız, sizi baştan çıkaran nimetlere ve evlerinize dönünüz ki, sorguya çekileceksiniz! " 14- "Eyvahlar olsun! Biz gerçekten kendimize zulmetmişiz " dediler. 15- Onlar böyle vahlanıp dururken biz kendilerini biçilmiş ekinler gibi cansız yere sériverdik. Ayette geçen "kasame" kelimesi en sert şekilde kırıp geçme hareketlerini ifade etmektedir. Zalim beldelerin üzerine azabı, onlar hakkında verilen kesin hükmün şiddetini, dayanılmaz felâketin kırıp döken gölgesini yaymaktadır. Toplumlar yerle bir edilmiş darmadağın edilmişler. "Arkasından başka halklar ortaya çıktı." Her tarafı kırıp geçiren felâket vurgulandığı zaman, ifadedeki fiil beldeler adına kullanılmaktadır. Amaç, oralarda yaşayan canlı cansız tüm varlıkları kapsamaktır. Yeniden inşa olayına değinilirken de fiil, toplumlar adına kullanılmaktadır. İnşa eden, beldeleri yeniden onaran toplumlardır çünkü. Bu bir gerçeğin ifadesidir de... Felaket hem yurtları hem de o yurtlarda kalanları kırıp geçirir, yok eder. Ama yeniden inşa etme, yeniden var etme, önce insanlardan başlar, onlar da yurtları yeni baştan onarırlar. Ancak bu gerçeğin bu şekilde sunulması, kırıp geçme ve yerle bir etme operasyonunun dehşetini daha bir arttırmaktadır. İşte tasvir yöntemi uyarınca ifadeden algılanması istenen anlam budur. Arkasından bakıyor ve bu beldelerde yaşayan toplumların hareketlerini ve onları kıskıvrak yakalayan Allah'ın azabını seyrediyoruz. Kendilerini yakacak ateş karşısında kapana kısılmış fareler gibi, bir bu yana bir o yana çırpınıp duruyorlar. "Bu zalimler azabımızın gelip çattığını farkettiklerinde derhal şehirlerinden kaçmaya koyuluyorlardı." Şehirden çıkmak için koşuşup duruyorlar. Bir koşuyorlar, bir geri dönüyorlar. Allah'ın azabının baskınına uğradıklarını anlamışlar çünkü. Sanki koşup durmak onları Allah'ın azabından kurtaracak. Ve sanki onlar çabuk davranırlarsa, ilahi azap onları yakalamayacak gibi. Ama. bu kapana kısılmış fareninki gibi, düşünmeden yapılmış bilinçsiz bi çırpınıştan başka bir şey değil. Tam bu noktada acı bir alayı içeren ifade yer alıyor: "Kaçmayınız, sizi baştan çıkaran nimetlere ve evlerinize dönünüz ki, sorguya çekileceksiniz!" Şehrinizden kaçmayın. Bol nimetler içinde süren hayatınıza, konforlu yaşayışınıza dönün. Dönün, çünkü bütün bu nimetleri nerelerde harcadınız diye sorguya çekileceksiniz. Burada herhangi bir soru sormaya yada cevap vermeye imkân tanınmıyor. Sırf onlarla dalga geçmek, alay etmek amaçlanıyor. Bu noktada uyanıyor ve Allah'ın her tarafı kuşatan azabı karşısında bir yere kaçıp kurtulamayacaklarının, bir sığınak bulamayacaklarının farkına varıyorlar. Kaçmak yarar sağlamayacaktır. Kaçış kurtuluş değildir. Bu yüzden suçlarını itiraf etmeye, yaptıklarından pişman olmaya, Allah'dan bağışlanma dilemeye başlıyorlar: "Eyvahlar olsun! `Biz gerçekten kendimize zulmetmişiz' dediler." Ne var ki, iş işten geçmiştir artık. İstediklerini söyleyebilirler. Onlar her şey bitip nefesleri tükenene kadar dilediklerini söylemek üzere serbesttirler: "Onlar böyle vahlanıp dururken biz kendilerini biçilmiş ekinler gibi cansız yere seriverdik." İnsanın bir ot gibi .biçilmesi, sönüvermesi ne enteresan bir olay. Oysa daha biraz önce hareket ediyordu. İçinde hayat belirtisi vardı. AKİDE CİDDİYETİ GEREKTİRİR Burada surenin akışı, az önce sözü edilen inanç sistemi ile, inanç sistemine göre devreye giren ve yalanlayanların aleyhine işleyen yasalar sistemi ile, bütün evrenin dayanağı olan gerçek ve ciddilik unsurlarını birbirine bağlıyor. Göklerin ve yerin yaratılışının özünde de bu iki unsur yatmaktadır. Eğer müşrikler Kur'anın gelen her yeni ayetini oyun ve eğlence ile karşılıyorlarsa, işin gerçekliğinin ciddiliğinin farkında değillerse, çok yakında gelecek olan hesaplaşma gününden habersizlerse, ayetleri alaya alarak yalanlayan kimseleri bekleyen akıbetin farkında değillerse, bilmeleri gerekir ki, büyük gerçekle, evrenin özünde yer eden ciddilikle sıkı bir bağlantısı bulunan ilahi yasa her zaman yürürlüktedir ve işlevini yerine getirmektedir: 16- Biz göğü, yeri ve ikisi arasındaki varlıkları oyun olsun diye yaratmadık. 17- Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, özümüzden kaynaklanan bir eğlence edinirdik. Yapacak olsak böyle yapardık. 18- Hayır, biz hakkı, gerçeği batılın eğriliğin, başına çarparız da batılın beyni parçalanır ve yok oluverir. Allah'a yakıştırdığınız uygunsuz sıfatlardan ötürü vay gele başınıza! Yüce Allah bu evreni bir hikmete göre yaratmıştır. Oyun olsun, eğlence olsun diye değil... Evreni bir hikmete göre planlamıştır. Boşu boşuna gereksiz yere yaratmamıştır. Yüce Allah, göklerin, yerin ve her ikisi arasında yeralan varlıkların yaratılışının dayanağı kıldığı ciddilik unsurunun gereği olarak göndermiştir peygamberleri, buna göre indirmiştir kitapları, farzları buna göre belirlemiştir. Bu doğrultuda koymuştur yasaları. Bu evrenin özünde, planında, ciddilik vazgeçilmez bir unsurdur. Yüce Allah'ın insanlar için öngördüğü inanç sisteminde, ölümden sonra gerçekleşecek hesaplaşma olayında da vazgeçilmez temel unsur ciddiliktir. Şayet yüce Allah eğlence edinmek isteseydi, özünden kaynaklanan bir eğlence edinirdi. Bu da kendi zatına özgü bir eğlence olurdu ve sonradan yaratılmış, geçici yaratıklarla bir ilgisi bulunmazdı. Bu, sadece tartışma amacı ile söylenmiş bir varsayımdır: "Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, özümüzden kaynaklanan bir eğlence edinirdik. Yapacak olsak böyle yapardık." Dil bilginlerinin söylediği gibi "velev" edatı imkânsızın imkânsızlığını belirtmek için kullanılır. Cevaptaki fiilin meydana gelişinin imkânsızlığını, şarttaki fiilin meydana gelişinin imkânsızlığı ile ifade eder. Yüce Allah bir eğlence edinmek istememiştir, ortada bir eğlence de yoktur. Ne onun katında ne de ondan kaynaklanan herhangi bir şeyde... Böyle bir şeyin olması imkânsızdır, çünkü yüce Allah daha baştan böyle bir şey istememiştir, iradesi de kesinlikle böyle bir eğilim göstermemiştir. Yapacak olsak böyle yapardık." "İn", "Ma" anlamında olumsuzluk edatıdır. Cümlenin bu şekilde kurulması en başta böyle bir eyleme yönelik isteğin gerçekleşmediğini vurgulamak amâcına yöneliktir. Bu, sadece soyut bir gerçeği vurgulamak amacı ile ve tartışma yöntemi ile dile getirilen bir varsayımdır. Buna göre yüce Allah'ın zatı ile ilgili bulunan her şey öncesizdir, sonradan meydana gelmiş değildir. Sonsuzdur, geçici değildir. Şayet yüce Allah eğlence edinmek isteseydi, bu sonradan yaratılmış bir şey olmayacaktı. Gökler, yer ve her ikisinin arasındaki varlıklarla da ilgili olmayacaktı bu eğlencenin. Çünkü bunların hepsi de sonradan yaratılmış varlıklardır. Bu eğlence, onun özünden kaynaklanacaktı. Bu yüzden öncesiz ve sonrasız olacaktı. Dolayısıyla öncesiz ve sonrasız zatı ile ilgili olacaktı. Değişmez yasa, her zaman yürürlükte olan kanun, ortada bir eğlencenin olmamasını, ciddiliğin, gerçeğin olmasını, köklü gerçeğin köksüz batıla üstün gelmesini öngörmüştür. "Hayır, biz hakkı, gerçeği batılın, eğriliğin başına çarparız da batılın beyni parçalanır ve yok oluverir." Ayette géçen "bel" edatı, eğlence konusu ile ilgili açıklamayı kesip yerine herzaman için geçerli olan realiteden söz etmek amacı ile kullanılmıştır. Çünkü yürürlükte olan kanun bu realiteye göre işlemektedir. Evrensel yasa bunu gerektirmiştir. Bu da gerçeğin üstün gelmesi, batılın ise yok olup gitmesidir. İfade, bu kanunu somut, canlı ve hareketli bir tablo şeklinde çizmektedir. Sanki gerçek, kudret elinde bir bombadır. Onu batılın üzerine atıyor, beynini parçalıyor! Böylece batıl, kaybolup gidiyor, toz duman olup yok oluyor. İşte değişmez kanun budur. Evrenin tabiatında gerçek, köklü bir unsurdur. Varlıkların yapısında derin etkinliğe sahiptir. Batıl ise evrenin yaratılışının temelinden uzak bir unsurdur. Geçicidir, aslı yoktur. Bir etkinliğe de sahip değildir. Yüce Allah onu kovacak, hakkı onun üzerine atacak, beynini parçalayacaktır. Allah'ın karşı koyduğu bir şeyin kalıcılığı sözkonusu olamaz. Allah'ın eli tarafından atılan ve parçalanan bir şeyin varlığını sürdürmesi mümkün değildir. İnsanlar zaman zaman hayatın realitesinin, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'ın vurguladığı bu gerçeğin tersine geliştiğini sanabilirler. Bu da batılın üstünlük sağlamış gibi kabardığı, gerçeğin de yenilmiş gibi köşesine çekildiği dönemlerde olur daha çok. Oysa bu durum sadece belli bir süre devam edecektir. Yüce Allah deneme ve sınama amacı ile dilediği kadar bu süreyi uzatır. Bundan sonra hem göklerle yer binasının dayanağı, hem de inanç sistemlerinin, davet hareketlerinin dayanağı olan öncesiz ve sonrasız ilahi yasa fonksiyonunu yerine getirmek üzere devreye girer. Allah'a iman edenler, onun sözünün gerçekliğinden, varlık binası ve düzeni içinde gerçeğin vazgeçilmezliğinden, yüce Allah'ın batılın üzerine atıp onunla batılın beynini parçaladığı gerçeğin zaferinden kuşku duymazlar. Eğer yüce Allah, kimi zaman batılı galip getirmek suretiyle onları sınıyorsa, bunun bir fitne olduğunu bilirler, bunun bir imtihan olduğunu kavrarlar, içlerinde bulunan bir zaaf veya bir eksiklikten dolayı Rabb'lerinin onları eğittiğini farkederler. Rabb'leri onları, hakkın zafer kazandığı bir geleceğe hazırlamaktadır. Onları kaderine perde yapmaktadır. İmtihan dönemini yaşamalarını, bu dönemde eksikliklerini tamamlamalarını, zaaflarını tedavi etmelerini istemektedir. Onlar ne kadar çabuk eksikliklerini giderirlerse, yüce Allah da imtihan dönemini o kadar kısa tutacaktır, onlar aracılığı ile dilediğini gerçekleştirecektir. Akıbete gelince, kesinlikle değişmez: "Hayır, biz hakkı, gerçeği batılın, eğriliğin başına çarparız da batılın beyni parçalanır ve yok oluverir." Allah dilediğini yapar. Kur'an-ı Kerim bu gerçeği, Kur'an ve peygamber hakkında ileri geri konuşan, Kur'anı büyü, şiir ve uydurma olarak nitelendiren müşriklere bu şekilde açıklamaktadır. Oysa bu Kur'an her zaman üstün gelen, batılın beynini parçalayan, onu yok eden hakkın kendisidir. Bu açıklamanın ardından, ileri geri konuşmalarının akıbeti açıklanarak, uyarma amacı ile bir değerlendirme yer alıyor: "Allah'a yakıştırdığınız uygunsuz sıfatlardan ötürü vay gele başınıza!" Ardından, kendi serkeşliklerine, sırt çevirmelerine karşı uysallık ve kulluk örneklerinden biri sunuluyor. Bu, kendilerinden daha çok Allah'a yakın olanların örneğidir. Buna rağmen onlar Allah'a itaat etme tavrını sürdürüyorlar, O'na sürekli kulluk ediyorlar, gevşeklik göstermiyor, ihmalkârlık etmiyorlar. 19- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O'nun katındakiler hiçbir büyüklük kompleksine kapılmaksızın ve hiç bıkmaksızın O'na ibadet ederler. 20- Hiç ara vermeksizin, gece-gündüz O'nu noksanlıklardan tenzih ederler. Göklerde ve yerde olan bütün canlı varlıkları Allah'dan başka kimse bilemez. Sayılarını hesaplayamaz. İnsan aklının, insan tecrübesinin ürünü bilimler sadece insanın varlığını tartışmasız kabul ederler. Mü'minler ise, Kur'anda sözü edildiklerinden dolayı meleklerin ve cinlerin varlığını da kesinlikle kabul ederler. Ama biz melekler ve cinler hakkında yaratıcılarının bildirdiklerinin dışında bir şey bilmiyoruz. Bunların dışında ve dünya gezegeninden başka gezegenlerde akıl sahibi varlıklar olabilirler. Bunlar da yaşadıkları gezegenlere uygun özelliklere ve şekillere sahip olabilirler. Hiç kuşkusuz bunun bilgisi Allah katındadır. Biz, "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur" ayetini okuduğumuz zaman, bildiğimiz canlıları anlıyoruz. Bilmediklerimize ilişkin bilgiyi de gökleri, yeri ve her ikisi arasındaki canlı varlıkları yaratan yüce Allah'a bırakıyoruz. "Onun katındakiler" ifadesi ile öncelikle melekler kastedilmiş olabilir. Ama biz ifadeyi sınırlandırmaya, belli bir canlı türüne özgü kılmaya kalkışmıyoruz. Çünkü ifade geneldir, melekleri olduğu kadar başka varlıkları da içermektedir. İfadeden öyle anlaşılıyor ki, bunlar yüce Allah'a en yakın canlılardır. "Katında" kelimesi, Allah için kullanıldığı zaman yer ifade etmez, bir sıfatın açıklaması da sayılmaz. "O'nun katındakiler hiçbir büyüklük kompleksine kapılmaksızın ve hiç bıkmaksızın O'na ibadet ederler." Şu müşriklerin yaptığı gibi Allah'a kulluk etmekten kaçınmazlar, büyüklük taslamazlar, "bıkmaksızın O'na ibadet ederler", yani ibadette kusur işlemezler. Bütün hayatları ibadetten, gece gündüz bıkmadan, usanmadan, kesintiye uğratmadan Allah'ı eksikliklerden uzak tutmaktan, tesbih etmekten ibarettir. İnsanlar da tıpkı melekler gibi hayatlarını ibadetten ibaret hale getirebilirler. Ara vermeden hep Allah'ı eksikliklerden uzak tutma ile, kulluk ile geçirebilirler hayatlarını. Çünkü kişi Allah'a yöneldiği sürece İslâm, onun her hareketini, her,nefesini ibadet olarak tanımlar. Hayatın güzelliklerinden kişisel olarak yararlanmak dahi olsa. ÖLÜYÜ DİRİLTECEK OLAN KİMDİR? Göklerin, yerin ve her ikisi arasındaki varlıkların sahibi, bir ve ortaksız Allah'a yönelik sürekli ve kesintisiz tesbihlerin etkinliği altında müşriklerin davranışlarını kınayan, düzmece tanrılara ilişkin iddialarını çürüten bir ifade yeralıyor. Surenin akışı, bir ve ortaksız planlayıcıyı gösteren evrenin, görülen düzeninden ve değişmez yasasından, bir de ehli kitabın elinde bulunan ve kuşaktan kuşağa aktarılan geçmiş kitaplardan, yüce Allah'ın birliğinin kanıtlarını bize sunmaktadır. 21- Yoksa müşrikler, ölüleri diriltebilecek yeryüzü kaynaklı ilahlar mı edindiler? 22- Eğer yerde ve gökte Allah'dan başka ilahlar olsaydı yerin ve göğün düzeni altüst olurdu. Arş'ın rabbi olan Allah, o müşriklerin asılsız yakıştırmalarından münezzehtir. 23- O yaptıklarından sorumlu değildir. Oysa onlar davranışlarından sorumludurlar. 24- Yoksa onlar O'nun dışında başka ilahlar mı edindiler? Onlara de ki; "Bu konudaki delilinizi ortaya getiriniz. Bu kitap, gerek benimle birlikteki mü'minlere yönelik direktifleri ve gerekse benden önceki peygamberlere ilişkin bilgileri içeriyor. " Hayır onların çoğunluğu gerçeğin ne olduğunu bilmeksizin ona sırt çevirirler. 25- Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere "Benden başka ilah yoktur, sırf bana kulluk ediniz" diye vahyettik. Düzmece tanrılar edinmelerine ilişkin soru, yaptıkları tutumlarını kınama amacına yöneliktir. Bu düzmece tanrıların da topraktan ölüleri çıkarttıklarını, yani ölüleri kaldırıp can verdiklerini sözkonusu eden ifadede, bu düzmece tanrılara yönelik bir alay yatmaktadır. Çünkü gerçek bir ilahın en başta gelen sıfatı ölüleri topraktan çıkarıp diriltebilmesidir. Onların kulluk ettikleri bu düzmece tanrılar böyle bir şey yapabiliyorlar mı? Hayır. Kesinlikle yapamazlar. Bunlar hayatı yarattıklarını, yeniden hayat verme gücüne sahip olduklarını da iddia edemezler. O halde onlar ilahlığın sıfatlarından en başta gelenini kaybetmişlerdir. Yeryüzünde gözlemlenen realitenin mantığıdır bu. Bir de varlığın realitesinden kaynaklanan evrensel bir kanıt vardır: "Eğer yerde ve gökte Allah'dan başka ilahlar olsaydı yerin ve göğün düzeni altüst olurdu." "Evren, bütün parçalarını birbirine bağlayan, tüm parçalarını bir ölçüye göre düzenleyen, bu parçalar ile düzenli bütünün hareketleri arasında bir ahenk oluşturan tek ve değişmez bir yasalar sistemine dayanmaktadır. Bu tek ve değişmez yasa, tek ve ortaksız bir ilahın biricik iradesinin ürünüdür. Eğer birden çok ilah olsaydı iradeler de birden fazla olacaktı. Bunun sonucu olarak da yasalar sistemi de birden fazla olacaktı. Çünkü irade, irade sahibi zatın belirtisidir. Yasa sistemi de etkin iradenin belirtisidir. Evrenin bütün parçaları arasında bir ahenk oluşturan, sistemini, hedefini ve hareket tarzını yönlendiren birlik unsuru olmasaydı, ahengin ortadan kalkmasından dolayı anarşizm ve bozulmuşluk egemen olacaktı. Bu ahengi en aşırı ateistler bile inkâr edemezler. Çünkü bu somut bir realitedir. Hiç kuşkusuz varlık bütününü yönlendiren tek yasalar sisteminden gelen mesajları algılayabilen bozulmamış bir fıtrat, fıtratın gereği olarak bu yasalar sisteminin birliğine, bu sistemi oluşturan iradenin birliğine ve yapısında bir bozulmuşluk, hareket tarzında bir boşluk bulunmayan düzenli ve uyumlu evrenin planlayıcısının, yaratıcısının birliğine tanıklık edecektir: "Arş'ın Rabb'i olan Allah, o müşriklerin asılsız yakıştırmalarından münezzehtir." Onlar yüce Allah'ı birtakım ortakları olduğunu varsayarak nitelendiriyorlardır. Her şeyden üstün ve her şeye egemen, "Arş'ın Rabbi" olan Allah, onların bu nitelemesinden uzaktır. Arş; mülkün, egemenliğin ve yüceliğin sembolüdür. Yüce Allah onların dediklerinden uzaktır, yücedir. Nizamı ile, boşluk ve bozulmuşluktan uzak oluşu ile, varlık bütünü, onların bu sözlerini yalanlamaktadır. "O yaptıklarından sorumlu değildir. Oysa onlar davranışlarından sorumludurlar." Varlığın bütününe egemen olan bir ilah ne zaman sorguya çekilecektir? Kulları üzerinde ezici bir güce sahipken, başka bir irade tarafından, hattâ kendisinin belirlediği ve varlık düzenine egemen kıldığı yasalar sistemi tarafından sınırlandırılmayan serbest bir iradeye sahipken, kimmiş O'nu sorguya çekecek olan? Sorgulama ve hesaba çekme, belirli sınırlara konulmuş kriterlere dayanır. Sınırları ve kriterleri belirleyen serbest iradedir. Bu yüzden evren için dilediği gibi belirlediği sınırlar ve kriterler tarafından sınırlandırılamaz bu irade. Yaratıklar ise, kendileri için konulmuş olan bu kriterler doğrultusunda tutulup hesaba çekileceklerdir. Kimi insanlar zaman zaman gurura kapılıp inkârcı bir eda ile, hayret ederek birtakım sorular sorarlar... Allah niye böyle yapmış?.. Bunu yaparken hangi hikmeti gözetmiştir? gibi.. Sanki şunu demek istiyorlar. Biz bunda bir hikmet görmüyoruz! Bu tutumları ile onlar yüce ma'bud karşısında takınılması gereken zorunlu edep tavrının sınırlarını aşıyorlar. Bunun gibi insanın kapasitesi belli olan kavrama yeteneğinin sınırlarını da aşıyorlar. İnsanın kavrama yeteneği belli bir alanda sınırlı olduğu için nedenleri, gayeleri ve etkenleri bütünüyle kavrayamaz. Her şeyi bilen, düzenleyen ve her şeye egemen olan kim ise O'dur planlayan, yöneten ve hükmeden. |