Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.081 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Taha Suresi Tefsiri 63- Ve dediler ki; "Bu iki adam büyücüdür, sizleri büyüleyerek yurdunu,ulan çıkarmak, sizin örnek dininizi ortadan kaldırmak istiyorlar." 64- "Bütün hilelerinizi biraraya getiriniz, sonra sıra halinde buluşma yerine geliniz. Bugün üstün gelen başarıya ermiştir." Görülüyor ki, Hz. Musâ'nın samimi, doğru ve inanç yüklü kısacık sözleri, eğrilik yanlılarının kampı üzerine bir bomba gibi inerek onların saflarını darmadağın etti. Onların kendilerine ve güçlerine olan güvenlerini sarstı, savundukları inançlardan ve düşüncelerden kuşkulanmaya başladılar. Bu yüzden aralarındaki ayrılar yüreklendirmelére ve karşı tarafa dönük kışkırtmalara gerek duydu. Oysa Hz. Musa ile Hz. Harun sadece iki kişi idiler. Buna karşılık büyücüler kalabalıktı. Üstelik arkalarında Firavun, Firavun'un krallığı, ordusu, zorbalığı ve serveti vardı. Ama Hz. Musa ile Hz. Harun da yalnız değillerdi. Onların beraberlerinde her şeyi işiten ve her şeyi gören Rabbleri vardı. Gerek azgın ve zorba Firavun'un, gerekse sırtlarını bu zorbaya dayamış olan büyücülerin tutumlarını da ancak bu faktörün ışığı altında açıklayabiliriz. İşin en başına dönersek şu soru kafamıza takılır: Hz. Musa ile Hz. Harun kimdirler ki bu iki garip adam kim oluyorlar ki, önce Firavun onlara meydan okuma gereğini duyuyor, sonra onların meydan okumalarını kabul ediyor; arkasından plânlarını ve tuzaklarını kurup karşılaşma alanına geliyor, onca büyücüyü biraraya getiriyor, kalabalıkları karşılaşmayı izlemek üzere meydanda topluyor; üstelik kendisi ve önde gelen yakınları yarışmayı görmek için meydandaki yerlerini alıyorlar. Nasıl oldu da Firavun, Hz. Musâ'nın kendisi ile tartışmasına, ona kafa tutmasına göz yumabildi. Oysa Hz. Musa, onun amansız baskısı altında ezilmiş, köleleştirilmiş bir toplum olan İsrailoğullarından biri değil mi? Burada Hz. Musa ve Harun ile beraber olan ve her şeyi işitip her şeyi gören yüce Allah'ın bu iki garip elçisine sunduğu bir heybetle, bir ürkütücü saygınlıkla karşı karşıyayız. Yine hünerli büyücülerin saflarım parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya getiren o kısa konuşmanın gücünün arkasında da bu heybeti, bu ürkütücü saygınlığı aramak gerekir. Bu parçalanma sarsıntısı üzerine büyücüler aralarında fısıldaşmaya, somut tehlike, çanları çalmaya, birbirlerini kışkırtmaya; birlik, dayanışma ve direnme çağrılan yapmaya mecbur olmuşlardır. Sonra ileriye atıldılar. 65- Büyücüler "Ey Musa, ya sen önce hünerini göster ya da önce biz hünerimizi ortaya koyalım" dediler. Bu teklif, rakibe yöneltilmiş bir meydan savaşı çağrısıdır. Bunun yanısıra iç dayanışma, centilmenlik ve cesaret kaynaklı meydan okuma anlamlarını da taşır. Devam ediyoruz: 66- Musa "Önce siz hünerinizi gösterin" dedi. O sırada adamların yere attıkları ipler ve değnékler büyülerinin etkisi ile Musa'ya yürüyorlarmış gibi göründüler. Hz. Musa rakiplerinin meydan okumalarını kabul etti; ilk hamleyi yapma fırsatını onlara tanıyarak son sözü söyleme hakkını kendine bıraktı. Fakat o ne? Adamlar, görüldüğü kadarı ile müthiş bir büyü gösterisi yaptılar. Kalabalık sürpriz bir sarsıntı ile çalkalandı, bu sarsıntının dalgaları Hz. Musâ ya kadar ulaştı. Okuyalım: 67- Bunun üzerine Musa'nın içine korku düştü. İfade sözkonusu büyü gösterisinin müthişliğini ve çarpıcılığını açığa vuruyor. Öyle ki, her şeyi işiten ve her şeyi gören yüce Rabbi yanıbaşında olduğu halde rakiplerinin büyü gösterisi, Hz. Musa'nın içine korku düşürüyor. Hz. Musâ'nın içine korku düşebilmesi için, kendisine daha güçlü olduğunu bir an için unutturan müthiş bir olay meydana gelmiş olmalıdır. Bunun üzerine yüce Allah'ın kendisine, onun yanında olduğunu ve asıl ezici gücün kendinde olduğunu hatırlatması gerekmiştir. Okuyalım: 68- Allah ona dedi ki; "Korkma, üstün gelecek olan sensin. " 69- "Sağ elindeki değneğini yere atıver de onların gösterdikleri marifetleri yutuversin. Onların hünerleri, bir büyücü hilesinden ibarettir. Büyücü hiçbir yerde başarılı olamaz. " Korkma, üstün olan sensin. Çünkü sen "hak" taraftarısın, onlar ise "batıl"yanlılarıdır. Sen inancına dayanıyorsun, onlar ise sanatlarına güveniyorlar. Sen bağlısı olduğun sistemin doğruluğunu kanıtlamak için meydana atıldın, onların bu yarışmadan bekledikleri ise ücret ve kazançtır. Sen en büyük güç ile ilişki kurmuşsun, onlar ise ne kadar azgınlık ve zorbalık yapsa da günün birinde ölüp gidecek olan bir yaratığa hizmet edïyorlar. Sakın korkma, "sağ elindekini atıver." Hz. Musâ'nın elindekinin önemini büyütmek için "belirtisiz" bir ifade kullanılıyor. "Elindeki, onların gösterdikleri marifetleri yutuversin." Onların gösterisi, usta bir büyücünün ortaya koyduğu bir büyü eylemidir. Oysa büyücü, nereye giderse gitsin, hangi yolu tutturursa tuttursun, başarıya eremez. Çünkü o hayal peşinde koşar ve hayal oyunu oynar. Dayanağı değişmez, kalıcı, gerçek değildir. Onun durumu, gerçeğe dayanan, gücünü doğrudan alan "hak" yanlısı karşısındaki bütün eğrilik (batıl) taraftarları gibidir. Eğrilik taraftarının eğrisi, kimi zaman görkemli, parlak, havalı ve korkunç görülebilir. Bu göz aldanmasına ancak gerçeğin (hakk'ın) hava atmayan, küstahlığa kalkışmayan, gösterişe tenezzül etmeyen müthiş gizli gücünü fark edemeyenler uğrayabilirler. Gerçeğin gücü hava atmaz, ama sonunda eğrinin, batılın beynine balyoz gibi iniverir de bir de bakarsın ki, batılın defteri dürülmüş, gerçek tarafından yutuluvermiş, yokolmuş, gözden kaybolmuştur. Hz. Musa elindeki değneği yere atar atmaz, büyük sürpriz meydana geldi. Ayet,bu sürprizin büyüklüğünü, büyücülerin vicdanlarında meydana getirdiği etkinin sarsıcılığı yolu ile anlatıyor. Bu büyücüler en ateşli bir kazanma hırsı ile bu karşılaşmaya çıkmışlardı. Yarışmaya çıkmaya hazırlandıklarından beri sürekli biçimde birbirlerini yüreklendirmişler, hatta birbirlerini kışkırtmışlardı. Üstelik hepsi de sanatlarının seçkin ustalarıdır. Hatta bu yüzden Hz. Musa'nın gönlüne gizli bir korku salmayı bile başarmışlar, bir peygamber olmasına rağmen yere attıkları değneklerini ve sopalarını sürüngen yılanlarmış gibi görmesini sağlamışlardır. Ayet, büyücülerin vicdanlarında meydana gelen bu sürpriz sarsıntıyı köklü bir duygu değişikliği ve tam bir başkalaşım olarak ifade ediyor. Öyle ki, adamlar bu durumlarını sözlere dökemiyorlar, neye uğradıklarını anlatacak söz bulamıyorlar. 70- Bunu üzerine büyücüler secdeye kapanarak "Biz Musa ile Harun'un Rabbine inandık" dediler. Bu, duyarlı sinirlere rastladığı için bütün vücudu sarsan, elektrik düğmesine bastığı için ışığı yakarak karanlıkları dağıtan bir dokunuştur. Bu, imanın insan kalbine akarak içindeki kâfirliği bir anda müzminliğe dönüştürmesidir. Fakat zorbalar bu ince sırrı nereden anlayacaklar? Onların kalplerin nasıl değiştiklerini kavramaları hiç beklenebilir mi? Onlar çoktan beri azgınlık ve sapıklık bataklığında debelendikleri için; bağlılarının bir tek parmak işareti ile önlerinde eğilmelerine hep alıştıkları için yüce Allah'ın kalplerin değiştiricisi olduğunu; yüce Allah ile bağlantı kuran, Ondan güç alan, O'nun nuru ile aydınlanan kalbin başka hiçbir kimsenin egemenliğini kabul etmeyeceğini çoktan unutmuşlardır. Ayetleri okuyalım: 71- Firavun dedi ki; "Ben size izin vermeden ona inandınız ha! O size büyücülüğü öğreten elebaşınızdır. andolsun ki, sağlı-sollu birer el ve ayağını,u kesecek, arkasından sizi hurma dallarına asacağım, böylece hangimizin azabı daha ağır, daha sürekliymiş, öğreneceksiniz. Evet, zorba Firavun, imana gelen büyücülerine ne diyor? "Ben size izin vermeden ona inandınız ha!" Bu nasipsiz zorba bilmiyor ki, eski büyücüleri, kalplerini ateşi ile tutuşturmuş olan bu imanı, kendileri bile geri püskürtemezler. Çünkü "insan kalbi,rahmeti bol olan yüce Allah'ın iki parmağı arasındadır , onu dilediği tarafa döndürüverir. Ayeti okumaya devam ediyoruz: "O size büyücülüğü öğreten elebaşınızdır." Bu nasipsiz zorbaya göre büyücülerin Hz. Musâ ya teslim olmalarının sebebi budur. Yoksa bu teslim oluşun nedeni, hiç beklemedikleri bir kanaldan sızan iman nurunun kalplerine yürümesi, yada rahmeti bol olan yüce Allah'ın, gözlerini örten sapıklık perdesini kaldırmış olması değildir. Arkasından sert tehditler yağıyor. Zorbaları ayakta tutan tek koz olan işkence ve ceza canavarı kanlı dişlerini göstermekte gecikmiyor. Bütün acımasız diktatörler öyledir. Kalpleri ve ruhları baskı altına almaktan umutlarını kesince hınçlarını bedenlerden, etlerden ve kemiklerden çıkarmaya kalkışırlar, gönüllerine boyun eğdiremedikleri kahramanların vücudlarını işkenceler altında inletirler. Okuyoruz: "Andolsun ki, sağlı-solu birer el ve ayağınızı kesecek, arkasından sizi hurma dallarına asacağım!" Arkasından acımasız kaba gücü ile çalım satıyor, hava atıyor. Ormandaki vahşi hayvanların kullandıkları, gözünü kırpmadan karınları deşen ve kemikleri kıran, kaba gücü ile üstünlük taslıyor. Kanıtlarla kendini savunan insan ile pençeleri ile saldıran hayvanı birbirinden ayırmıyor. Okuyalım: "Böylece hangimizin azabı daha ağır, daha sürekliymiş, öğreneceksiniz." Fakat iş işten geçti artık. İmanın dokunuşu, küçücük atomu görkemli kaynağına ulaştırmayı başarmıştır. Şimdi o kaynak, yani kalp, artık güçlüdür.. Şimdi bütün yeryüzü kaynaklı güçler artık zayıftır. Şimdi yeryüzü tutsaklığı anlamındaki hayat, son derece değersiz ve ucuzdur. Artık bu kalplerin önüne ışıklı, parlak ufuklar açılmıştır. Artık bundan sonra ne yeryüzüne ve orada beslenen kısa ömürlü amaçlara metelik verirler ve ne de yeryüzü tutsaklığı anlamındaki yaşamayı aldatıcı lüksleri umursarlar. Okuyoruz: 72- Büyücüler dediler ki; "Biz seni, bize gelen açık delillere ve yaratıcımıza tercih edemeyiz. Vereceğin hükmü ver. Senin hükmün ancak dünya hayatında geçerli olabilin" 73- "Biz Rabbimize inandık. O'ndan günahlarının affetmesini ve bize zorla yaptırdığın büyücülüğümüzün suçunu bağışlamasını diliyoruz. Allah'ın ödülü, herkesinkinden daha üstün ve daha kalıcıdır." Bu kalpleri iman melteminin rüzgârı okşamış da o yüzden böyle aslan kesilmişlerdir. Oysa aynı kalpler daha birkaç saniye öncesine kadar Firavun'un önün eğiliyorlar, onun yakınlığını kazanmayı paha biçilmez bir ganimet sayıyorlar, bu uğurda birbirleri ile kıyasıya yarışıyorlardı. Fakat birkaç saniye sonra güçlü bir protesto ile karşısına dikilmişler; onun tahtını, debdebesini, lüksünü, şöhretini ve otoritesini hiçe saymışlardır. Okuyoruz: "Büyücüler dediler ki, `Biz seni, bize gelen açık delillere ve yaratıcımıza tercih edemeyiz." Bu yaratıcımız bizim için daha değerli, daha üstün, daha yüce, daha büyük ve daha uludur. Devam edelim: "Hakkımızda vereceğin hükmü ver." Dünyada bizden neyi alabileceksen o senin olsun. Devam ediyoruz: "Senin hükmün ancak dünya hayatında geçerli olabilir." Çünkü senin otoriten bu hayatın alanı ile sınırlıdır. Bu hayatın ötesinde senin otoriten bize geçmez. Oysa dünya hayatı ne kadar kısa ve ne kadar basittir. Senin bize çektirebileceğin işkence, bize verebileceğin ceza yüce Allah ile ilişki kurmuş ve ölümsüz, ebedi hayata ümit bağlamış bir kalbi korkutamayacak kadar basittir. Okuyoruz: "Biz Rabbimize inandık. Ondan günahlarımızı affetmesini ve bize zorla yaptırdığın büyücülüğümüzün suçunu bağışlamasını diliyoruz." O büyücülük suçunu sen bize baskı altında, zorla yaptırıyordun. Biz sana baş kaldıramıyorduk. Şimdi Rabbimize iman ettiğimiz için, O'nun günahlarımızı bağışlayacağını umuyoruz. Çünkü; "Allah'ın ödülü, herkesinkinden daha üstün ve daha kalıcıdır." Yüce Allah'ın bize vereceği pay ve O'na yakın olmak daha hayırlı, karşılık ve ödül olarak daha kalıcıdır. Senin bizi O'nunkinden daha ağır ve daha kalıcı bir ceza ile tehdit etmenin bizim için hiçbir önemi yoktur. Rabblerine iman etmiş olan bu büyücüler, ilham yolu ile uyarılarak bu zorbaya ders vermeye, O'na tepeden bakmaya çağrılıyor. Okuyoruz: 74- Kim Rabbine günahkâr olarak gelirse onun için cehennem vardır. O orada ne ölür ve ne de dirilir. 75- Kim Rabbine, iyi ameller işlemiş bir mü'min olarak gelirse işte onlar için yüksek dereceler vardır. 76- Altlarından çeşitli ırmaklar akan "Adn" cennetleri yani. Onlar orada sürekli kalacaklardır. İşte günahlardan arınmışların ödülü budur. Firavun, mü'min büyücüleri daha ağır ve daha sürekli bir ceza ile tehdit ediyor ya. İşte ona bir tablo: Asıl ağır ve kalıcı azaba çarpılacak olanın günahkâr olarak Rabbinin karşısına gelen kul olduğunu kanıtlayan bir tablodur bu. Okuyoruz: "Kim Rabbine günahkâr olarak gelirse O'nun için cehennem vardır. O orada ne ölür ve ne de dirilir." Ne ölür de kurtulur ve nede canlanır da huzurlu bir hayat yaşar. Onun için tek realite ne ölümle noktalanacak olan ne de "hayat" ile sona erecek olan bitimsiz bir azaptır. Bu acı tablonun karşı yüzünde yüce dereceler ve içlerinde sürekli kalınacak cennetler vardır. Bu cennetlerin köşkleri altından akan nehirler, ortalığa gönül okşayıcı bir serinlik yayarlar. "işte günahlardan arınmışların ödülü budur" kötülüklerden uzak duranları, temiz kalmayı başaranları böylesine mutlu bir son beklemektedir. Görülüyor ki, mü'min kalpler bu acımasız zorbanın tehditleri ile alay ettiler. Mü'mine yaraşır sözü yüzüne karşı dobra dobra haykırdılar. Güven verici imanın aşıladığı üstünlük duygusu ile, yalın imanın önerdiği çekingenlikle ve köklü imanın gürleştirdiği umutla bu küstah zorbaya meydan okudular. Bu tablo, insan kalbinin özgürlüğünü ilân eden bir belgesi olarak insanlık tarihine geçti. İnsan kalbinin yeryüzü tutsaklığını, yer kaynaklı otorite bağımlılığını, ödül tutkusu ile iktidar korkusunu alt edişini insanlığın siciline yüz ağartıcı bir sayfa olarak işledi. İnsan kalbi bu mertçe ve dobra dobra çıkışı, ancak imanın ışığı altında gerçekleştirebilir. Burada sahnenin perdesi iniyor. Az sonra tekrar kalktığında bu hikâyenin başka bir sahnesi ile, yeni bir halkası ile yüzyüze geleceğiz. Bu yeni sahne düşünce ve inanç düzeyinde zafere ulaşan gerçeğin ve imanın, bu üstünlüğünün arkasından, görülen pratik hayatta da zafere ermesinin somut belgesidir. Yukardaki ayetlerde değnek mucizesinin, büyücülük karşısında; büyücülerin kalplerini aydınlatan imanın, göz boyayıcılık karşısında yine bu kalplerdeki imanın çıkar beklentileri, korkutmalar, tehditler ve yıldırmalar karşısında zafere erişinin hikâyesini okumuştuk. Şimdi de bu yeni sahnede hak, batıl karşısında; doğru, eğri karşısında; hidayet, sapıklık karşısında; iman, kaba güç karşısında, bu kez, görünen pratik hayat düzeyinde zafer kazanıyor. Bu ikinci zafer, ilk zaferle bağlantılıdır, onun uzantısıdır. Çünkü pratik hayattaki zafer. ancak insanın iç. dünyasında gerçekleşecek zaferden sonra kazanılabilir. "Hak" yanlıları savundukları gerçeğe vicdanlarında, iç dünyalarında üstünlük kazandırmadıkça onu dış dünyada üstünlük tahtına çıkaramazlar. Gerçeğin ve imanın yalın bir özü, reel bir kimliği vardır. Bu inananların duygularında somutlaşınca yol almaya ve kendini açığa vurmaya başlar, ve insanlar onu gerçek kimliği ile görme imkânına kavuşurlar. Buna karşılık iman, kalpteki somutlaşmamış, bulanık bir sembol ve gerçek (hak) da vicdandan kaynaklanmayan kuru bir slogan olarak kaldıkça, zorbalık ve batıl, bu imanı ve bu hakkı yenilgiye uğratabilirler. Çünkü zorbalığın ve batılın, gerçek maddi güçleri vardır; sözde kalan, içtensiz imanın ve hakkın bunlara verecek, denk karşılığı yoktur. Demek oluyor ki, imanın özü vicdanlarda gerçeklik kazanmalı ve hakkın kimliği kalplerde somutlaşmalıdır. Ancak o zaman iman ile hak, batıla üstünlük sağlayan ve zorbalığa saldırganlık cesareti veren reel maddi güçleri alt edebilirler. İşte Hz. Musâ'nın büyücülük-ve büyücüler karşısında, arkasından büyücülerin Firavun ile onun önde gelen kurmayları karşısında kazandıkları parlak zaferin sırrı bu noktada gizlidir. İşte aşağıda okuyacağımız ayetlerin gözlerimizin önünde canlandıracakları sahne bu gerçeği bir daha kanıtlayacaktır. O sahnede göreceğiz ki, eğer hak yeryüzünde somut bir zafer kazanmışsa bu zafer, hak yanlılarının imanlarının dışa yansıyarak zalimlerin kaba güçlerini dize getirmeleri sayesinde elde edilmiştir. Şimdi ayetleri okuyalım: 77- Musa'ya "Kullarımı geceleyin yola çıkar,denize değneğini vurarak onlar iğin kuru bir yol aç, ne yakalanmaktan kork ve ne de boğulmaktan çekin"diye vahyettik. 78- Firavun, ordusu ile peşlerine düştü, fakat denizin suları onları korkunç bir saldırı ile kuşatıverdi! 79- Firavun, soydaşlarını sapıklığa sürükledi, onları doğru yola iletemedi. Büyücülerin kişiliklerinde somutlaşan imanın, Firavun'un kişiliğinde somutlaşan azgın, kaba güce karşı çıkmasından sonra acaba neler oldu? Ayetler bu soruya cevap vermiyorlar. Büyücüler imanlarına sarılarak zorbanın tehditlerini, yıldırmalarını Rabbine bağlanmış, kararlı bir yüreklilikle karşılaşmışlar; hayat ile, nimetleri ile, insanları ile tüm dünyayı hiçe saymışlardı. Acaba yiğitlikleri ile Firavun'un tepesini attıran bu kahramanlara karşı,o şımarık zorba nasıl bir uygulamaya girişmişti? Ayetler bu konuda bize bilgi vermiyorlar. Bunun yerine karşımıza, hemen sözünü ettiğimiz ikinci sahne çıkıyor. Kalpteki zaferi dış dünyada gerçekleşen pratik zafere bağlayan kesin zafer sahnesi ile yüzyüze geliyoruz. Yüce Allah'ın mü'min kullarına yönelik himayesini, kayırıcılığını somut bir yetkinlikle gözler önüne seren bir sahnenin parlak ışıkları gözlerimizi kamaştırıyor. Bu yüzden bu sahnede Hz. Musâ'nın İsrailoğulları ile birlikte Mısırdan çıkışı ve denizin önüne varınca kafileyi durduruşu olayları üzerinde durulmuyor. Oysa diğer surelerde hikâyenin bu bölümü ayrıntılı biçimde anlatılmıştı. Burada söz kısa kesilerek hemen zafer sahnesi sunuluyor, zaferin öncesindeki gelişmelere değinilmiyor. Çünkü bu ön gelişmeler kalplerde ve vicdanlarda gerçekleşmişti. Bize sadece Hz. Musâ ya gelen bir vahiyden sözediliyor. Bu vahyin içerdiği direktife göre Hz. Musâ ya, yüce Allah'ın mü'min kulları olan İsrailoğullarını geceleyin yola çıkaracak, denizin yanına varınca değneği ile sulara vurarak dalgalar arasında kupkuru bir yol açacak. Bize bu kadarı açıklanıyor. Başka bir ayrıntı verilmiyor, söz kısa kesiliyor. Biz de ayetlerin verdikleri bilgiyi olduğu gibi sunuyoruz. Bunun yanısıra Hz. Musâ ya yüce Allah'ın himayesine güvenmesi gerektiği hatırlatılıyor. Yüce Allah kendilerini kayıracağı için peşlerine düşen Firavun'un ve ordusunun onları yakalayacağından korkmamaları gerektiği gibi önlerine kuru bir yol açmış olan denizin dalgalarından da çekinmemeleri gerekir. Çünkü kendi iradesinin yansıması olan doğal kanunlara göre suyu akıtan yüce "kudret"in eli, istediği zaman o akar suyun dalgalarını yararak aralarından "kupkuru" bir yol geçirmeye muktedirdir. Ayetleri okuyoruz: "Firavun, ordusu ile peşlerine düştü, fakat denizin suları onları korkunç bir saldırı ile kuşatıverdi. Firavun, soydaşlarını sapıklığa sürükledi, onları doğru yola iletemedi." Görüldüğü gibi Firavun'un ve soydaşlarının denizin engin sularına gömülmeleri olay kısa geçiliyor, ayrıntılı biçimde anlatılmıyor. Böylece olayın vicdanlardaki etkisinin geniş çaplı ve korkunç olması isteniyor, olayın geniş çapı ve dehşeti ayrıntılı açıklamalarla sınırlandırılmıyor. Firavun, soydaşlarını nasıl hayatları boyunca sapıklığa sürükledi ise, şimdi de yol tıkanıklığına ve denizin engin derinliklerine sürüklüyor. Bunların her ikiside mahvedici sapıtmalar, yoldan çıkmalardır. |