Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.081 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Yusuf Suresi Tefsiri Sonra şöyle de denebilir: Fakat toplum büyüdükçe insanlar birbirlerini tanımaz olurlar. Bu yüzden yetenek sahipleri kendilerini duyurmak ve tanıtma gereğini duyarlar. Buna dayalı olarak da sorumluluk isterler. Bu söz de çağdaş cahiliye toplumlarının realitesinden kaynaklanan bir kuruntudur. Çünkü müslüman toplumu oluşturan her bölgede insanlar birbirlerini tanırlar, aralarında sıkı bir bağlılık vardır, karşılıklı dayanışma içindedirler. -Nitekim müslüman toplumun eğitimi, organik yapısı, yönetimi ve sorumluluk bilinci bunu gerektirir.- Bu yüzden her bölgenin insanları aralarındaki yetenekli, nitelikli kişileri tanırlar. Bu yetenek ve nitelikleri kuşkusuz imanın terazisinde değerlendirirler, ölçerler. Gerek şura meclisi, gerek yerel yönetim için içlerinde zorlukları sabırla aşabilen, Allah'dan korkan yetenekli kimseleri seçmeleri zor bir iş değildir. Kamu yöneticilerine gelince, onları da "yüksek danışmanlar kurulu (ehl-i hal ve akd) olanların üyelerinin aday göstermesinden sonra halk tarafından seçilen devlet başkanı tayin eder. Hareketin ortaya çıkardığı yetenekli kişiler arasından seçer. Daha önce de söylediğimiz gibi müslüman toplum içinde hareket süreklidir. Cihad kıyamete kadar bakidir. Günümüzde İslâm düzeni ve devlet yapısı üzerinde düşünenler -ya da kitaplar yazanlar- bir çıkmaz içindedirler. Çünkü onlar İslâm düzeninin kurallarım, düzenlenmiş fıkıh hükümlerini boşlukta uygulamaya çalışıyorlar. Bu hüküm ve kuralları şu andaki organik bileşimi ile varlığını sürdüren cahiliye toplumunda uygulamaya kalkışıyorlar. Oysa İslâm düzeninin ve fıkhi hükümlerinin tabiatına göre bugünkü cahiliye toplumu bir boşluk niteliğindedir. Bu toplumda İslâm düzeninin kurulması, İslâm fıkhının hükümlerinin uygulanması imkânsızdır. Çünkü bu toplumun organik yapısı, müslüman toplumun organik yapısı müslüman toplumun organik yapısına tamamen terstir. Çünkü müslüman toplum -daha önce de söylediğimiz gibi- organik yapısını, İslâm düzeninin, pratikte uygulanmasını ve insanların İslâma gelmesini sağlamak için cahiliye ile girişilen cihad hareketinin belirlediği şekliyle kişilerin ve grupların ortaya çıkan yeteneklerine dayandırır. Bu arada cahiliyeden gelen baskılara, onun islâmi harekete karşı başlattığı işkencelere, sıkıntılara ve savaşlara katlanma, sınavları başarıyla geçme, musibetleri en güzel şekilde savma, hareketin başından sonuna kadar her türlü zorluğu göğüsleme, müslüman toplumun organik yapısı içinde yer almak için bir ölçüdür. Ama günümüzün cahiliye toplumu donuklaşmış bir toplumdur. İslâmla, imani değerlerle ilgisi bulunmayan değerlere dayanmaktadır. İşte bu yüzden, İslâm nizamı ve fıkhi kuralları açısından bu toplum, boşluk niteliğindedir. İslâm düzeni ve fıkhi hükümleri bu toplumda yaşayamaz. İslâm düzeni kurallarının, devlet yapısının ve fıkhi hükümlerinin uygulanması için çözüm yollarını araştıran bu yazarları en başta yânılgıya düşüren şey, yüksek danışmanlar kurulu ehl-i hal ve'l akd'ın üyelerinin -ya da şura ehlinin kendilerini aday göstermeden, propaganda yapmadan seçilme yöntemleridir. İnsanların birbirini tanımadığı, yeterlilik, dürüstlük ve güvenirlilik terazisi ile ölçme imkânına sahip bulunmadığı içinde yaşadığımız bu toplumda nasıl olacak bu durum? Yine devlet başkanının seçilme yöntemi de onları şaşırtmaktadır. Devlet başkanını bütün halk mı seçecek, yoksa ehl-i hal ve akd (yüksek danışmanlar kurul) mu aday gösterecek? Devlet başkam, -kendi propagandalarını yapmayacakları ve kendilerini aday göstermeyecekleri için- ehl-i hal velakd, seçeceğine göre, bu adamlar nasıl tekrar dönüp devlet başkanını seçecekler? Bu durum değerlendirme yaparken etkisini göstermeyecek midir? Bunlar dönüp imamı sereceklerine, birini aday göstereceklerine göre, en büyük sorumluluk sahibi devlet başkanı üzerinde etkinlikleri olmayacak mı? Bu durum devlet başkanını kendisine taraf olanları seçmeye, bu seçimi yaparken öncelikle bunu gözönünde bulundurmaya zorlamayacak mı?.. Bu çıkmaz içinde cevabını bulamadıkları daha bir yığın soru... Ben, içine düştükleri bu çıkmazın başlangıç noktasını biliyorum. Bu çıkmazın başlangıç noktası, içinde yaşadığımız cahiliye toplumunu müslüman toplum sanmalarıdır. İslâm düzeninin ve fıkhi kurallarının, bugünkü organik yapısı ile, sahip olduğu ahlâk ve değer yargıları ve bu cahiliye toplumunda uygulanabileceğini sanmalarıdır! İşte içine düştükleri çıkmazın başlangıç noktası burasıdır... Araştırmacı araştırmasına buradan başladı mi, bir boşluğa düşüyor demektir. Gittikçe boşlukta kaybolacaktır. Gitgide bir girdaba yakalanacak, debelenip duracaktır. İçinde yaşadığımız şu cahiliye toplumu müslüman bir toplum değildir. Bu yüzden İslâm düzeni ve bu düzene özgü fıkhi hükümler bu toplumda uygulanamaz. İslâm düzeninin kuralları ve fıkhi hükümleri boşlukta hareket etmedikleri için bu uygulama imkânsızdır. Çünkü bu kurallar ve hükümler tabiatları gereği boşlukta meydana gelmezler. Bunun için boşlukta da işlemezler. Hiç kuşkusuz müslüman toplum, cahiliye toplumunun organik yapısından farklı yepyeni bir organik yapı tarafından oluşturulur. Müslüman bir toplum oluşturmak için cahiliyeye karşı cihad eden kişiler, topluluklar, gruplar tarafından oluşturulur. Bu hareket esnasında kişilerin, toplulukların, grupların değerleri belirlenir, düzeyleri ortaya çıkar. Bu yepyeni bir toplumdur... Yeni doğmuştur... "İnsanın" özgürlüğünü sağlamak için kendi yolunda sürekli hareket eden bir toplum.. Bütün insanların... yeryüzünde... tüm yeryüzünde Allah'dan başkasına kul olmaktan kurtulması için hareket eder... İnsanı kim olursa olsun, tağutlara kul olma zilletinden kurtarmak için mücadele eder... Propaganda, kendi kendini temize çıkarma, görev isteme, devlet başkanı seçimi, şura ehlinin seçimi gibi meseleleri İslâm adına boşlukta... Yani içinde yaşadığımız cahiliye toplumunda... Müslüman toplumun organik yapısından tamamen farklı organik yapısı ile, müslüman toplumun organik yapısı ile, müslüman toplumun sahip olduğu değerlerden, ölçülerden, ahlâk kurallarından, armalardan, düşüncelerden bütünüyle farklı değerleri, ölçüleri, ahlâk kuralları, armaları ve düşünceleri ile cahiliye toplumunda araştırma yapanlar çıkmazda hareket etmektedirler. Faize dayalı banka işlemleri, faize göre belirlenen kuralları ile sigorta şirketleri... Nüfus planlaması ve daha bilmem neler?.. Araştırmacılar bu ve benzeri "problemlerle" uğraşıp durmaktadırlar, bu "problemler"e ilişkin karşılaştıkları fetva istemlerine cevap yetiştirmeye çalışmaktadırlar. Ama ne yazık ki,- hepsi de bir çıkmazda yeralan noktadan işe başlamaktadırlar. İslâm düzeni kurallarının ve fıkhi hükümlerinin, bugünkü organik yapısı ile günümüz cahiliye toplumunda uygulanabileceği noktasından başlıyorlar. Şu halde onlara göre -içinde İslâm hükümlerinin uygulanması ile birlikte- bu cahiliye toplumları müslüman (!) olacaklardır. Üzücü olması bir yana, aynı zamanda komik düşünceler bunlar... Müslüman toplumu meydana getiren İslâm fıkhi değildir. Tersine, müslüman toplum öncelikle cahiliyeye karşı giriştiği harekette, sonra gerçek hayatın ihtiyaçlarına cevap verme amacı ile giriştiği harekette, şeriatın temel kurallarından yola çıkarak İslâm fıkhını oluşturmuştur. Bunun aksi kesinlikle mümkün değildir. İslâm fıkhı boşlukta oluşmaz. Boşlukta yaşayamaz da. Beyinlerde, sayfalâr arasında oluşmaz. Hayatın realitesinde oluşur. Bu, herhangi bir hayat değildir kuşkusuz. Müslüman toplumun yaşadığı hayattır kesinlikle... Bunun için en başta tabii organik yapısı ile müslüman bir toplum meydana gelmelidir. İslâm fıkhının oluştuğu ve uygulandığı ortam burasıdır işte. O zaman işler bütünüyle değişecektir kuşkusuz. Günü gelince bu özel toplum -cahiliye karşısında oluşumunu gerçekleştirdikten, hayat içinde harekete geçtikten sonra- bankalar, sigorta şirketlerine, nüfus planlamasına ihtiyaç duyabilir de duymayabilir de... Çünkü biz daha şimdiden bu toplumun ihtiyacının aslını, boyutunu ve şeklini belirleyemeyiz. Bu yüzden bu ihtiyaçlara göre kurallar da koyamayız. Aynı şekilde bu dinin elimizde bulunan hükümleri cahiliye toplumlarının ihtiyaçlarına uymazlar, onlara cevap verecek nitelikte değildirler. Çünkü bu din daha baştan bu toplumların varlığını meşru saymıyor, onların varlıklarını sürdürmelerinden hoşnut değildir. Bu yüzden cahiliye toplumu oluşundan kaynaklanan ihtiyaçlarını tanımak zorunlu değildir. Bunlara cevap vermek gereğini de duymaz. Bu araştırmacıların gerçek sıkıntıları, bu cahili realiteyi temel kabul etmelerinden ve İslâmın bu temele uyması gerektiğini düşünmelerinden kaynaklanmaktadır. Ama durum bunun tamamen tersidir. Aslolan, Allah'ın dinidir. İnsanlık kendini bu temele uydurmak zorundadır. Cahili pratiğinden vazgeçip bu uygunluk gerçekleşene kadar değişkinliğe uğramalıdır. Ne var ki, bu vazgeçme, bu değişiklik, ancak bir yolla gerçekleşebilir... Yeryüzünde Allah'ın ilahlığını, kullar üzerindeki Rabblığını gerçekleştirmek, hayatlarına tek başına Allah'ın şeriatını egemen kılmak suretiyle insanları tağutlara kul yapmaktan kurtarmak amacıyla cahiliyeye karşı harekete geçmektir bu yol... Bu hareketin baskılarla, işkencelerle, sınamalarla karşı karşıya kalması kaçınılmazdır. Baskılara boyun eğenler, dinden dönenler olacak, Allah'a verdikleri söze bağlı kalıp ecelleri dolana kadar şehitlik derecesine ulaşana kadar direnenler olacak. Sabredenler olacak. Yüce Allah, kendileri ile toplumları arasındaki sorunu lehlerine çözümleyene ve kendilerini yeryüzüne egemen kılana kadar mücadeleyi sürdürenler olacak... İşte ancak o zaman İslâm düzeni kurulabilir. Bu durumda İslâmı gerçekleştirmek için harekete geçenler, islâmi nitelikler kazanmış olurlar. İslâmın kendilerine kazandırdığı değerlerle belirginleşirler. O zaman hayatları bazı şeyler ister. Birtakım ihtiyaçlar ortaya çıkar. Bu ihtiyaçların özellikleri ve karşılama yolları cahiliye toplumlarının isteklerinden, ihtiyaçlarından ve bunları karşılama yollarından farklılık arzeder. Müslüman toplumun pratik hayatının ışığında o gün için hükümler belirlenir. İslâmın canlı ve hareketli fıkhı oluşmuş olur böylece... Boşlukta değil kuşkusuz istekleri, ihtiyaçları ve problemleri bilinen pratik bir ortamda oluşur. Zekâtın toplanıp ihtiyaç sahiplerine dağıtıldığı, her bölgede yaşayan insanların tüm toplumu oluşturan fertlerin arasında karşılıklı sevgi ve dayanışmanın sağlandığı, insanların hayatlarında lüks ve israfa, kibir ve gösterişe yer olmadığı, islâmi bir hayatın gerektirdiği tüm prensiplerin geçerli olduğu müslüman bir toplumda... Evet böyle bir toplumda insanların, bu güvencelerin, bu garantilerin yanında, bu koşullarda, bu değer yargıları ve düşüncelerin geçerli olduğu bir yerde sigorta şirketlerine ihtiyaç duyacaklarını şimdiden kim kanıtlayabilir ki? Diyelim ki o gün bir tür güvenceye ihtiyaç duyulacaksa, onun da cahiliye toplumunda bilinen onun cahili koşullarından, ihtiyaçlarından, değer yargısı ve düşüncelerinden kaynaklanan kurumların olacağını kim, nereden bilecektir? Aynı şekilde sürekli hareket eden, mücahid müslüman toplumun nüfus planlamasına ihtiyaç duyacağını kim, nereden bilebilir?.. Bu durum diğer hususlar için de geçerlidir. Toplum müslüman olduğu zaman organik yapısı, düşüncesi, armaları, değer ve ölçüleri cahiliye toplumlarınkinden tamamen farklı olacağından, doğacak ihtiyaçların mahiyetini, hacmini ve şeklini şimdiden kestirebilme imkânına sahip olmadığımıza göre, önceden düzenlenmiş fıkhi kuralları gaybın kapsamında yeralan ve bizzat müslüman toplumun vàrlığı ile ilgili bulunan ihtiyaçlara uydurmak için bu hükümleri değiştirme, geliştirme ve yeni kalıplara dökme uğruna hastalık derecesine gelmiş tüm girişimler gereksizdirler. Daha önce de söylediğimiz gibi, bu çıkmazın başlangıç noktası; bugünkü toplumların müslüman toplumlar olduklarının ve bu organik yapıya bu düşüncelere, bu armalara, bu değer ve ölçülere sahip oldukları halde, sayfalar arasındaki İslâm fıkhının bu toplumlarda uygulanacağının sanılmasıdır. Problemin aslı, bu cahiliye toplumlarının pratik hayatlarının ve bugünkü organik yapılarının temel kabul edilmesi ve Allah'ın dininin bu temele uydurulmaya çalışılmasında yatmaktadır. Bu toplumların ihtiyaçlarını ve problemlerini karşılamak için İslâmın hükümlerini yeni kalıplara dökme, geliştirme ve değiştirme çabaları oluşturmaktadır sorunun özünü... Oysa bu toplumların ihtiyaçları, karşı karşıya kaldıkları problemler, onların İslâma karşı oluşlarından, yaşayışları itibariyle İslâmın çerçevesinden çıkmış olmalarından kaynaklanmaktadır. Sanırım, İslâmın davetçilerin katında üstün tutulmasının zamanı gelmiştir. Onu cahiliye rejimlerine, cahiliye toplumlarına, cahiliyenin ihtiyaçlarına hizmet eden bir araç konumuna düşürmemelidirler. İnsanlara -özellikle de kendilerinden bu tür konularda fetva isteyenlere- şöyle demelidirler: Önce siz İslâma gelin, daha baştan itibaren İslâmın hükümlerine boyun eğdiğinizi açıkça duyurun. "Diğer bir ifade ile" Önce siz Allah'ın dinine giriniz, sadece O'na kulluk edeceğinizi açıkça duyurunuz. İmanın ve İslâmın geçerli olabilmesi için zorunlu olan tüm anlamları ile "Allah'dan başka ilah olmadığına şahitlik ediniz." Bu da gökte olduğu gibi, yüce Allah'ın yerde de tek ilah olduğuna inanılması tüm insanların hayatlarında -her yönüyle- sadece O'nun Rabblığının, yani hakimiyetinin ve otoritesinin geçerli kılınması, kulların kullara Rabblık yapmasının, kulların kullar üzerinde hakimiyet kurmasının, kulların kullar için kanun koymasının ortadan kaldırılması demektir. İnsanlar -ya da insanların bir bölümü- bu çağrıya olumlu cevap verdiği zaman müslüman toplum varlık sahnesine ilk adımını atmış olur. O zaman toplum, canlı İslâm fıkhının fiilen Allah'ın şeriatına teslim olmuş, toplumun ihtiyaçlarını karşılamak üzere doğup geliştiği pratik ve canlı bir ortam niteliğini kazanır. Bu toplum meydana gelmeden önce fıkıh ve yönetim biçimi ile ilgili hükümler alanında çalışma yapmak, havaya tohum serpmek gibi insanın kendini aldatmasıdır. Tohum havada yeşermediği gibi, İslâm fıkhı da boşlukta gelişmez. Düşünsel planda İslâm fıkhı ile ilgili çalışmalar yapmak kolay bir iştir. Çünkü tehlikesizdir. Ama bu, İslâm için çalışmak değildir. İslâmın hareket metodunda ve tabiatında böyle bir çalışmaya yer yoktur! Rahat ve tehlikesiz bir iş yapmak isteyenlerin edebiyatla, sanatla ya da ticaretle uğraşmaları daha yararlı olacaktır. Ama şu anda, belirttiğimiz tarzda, hem de böyle bir dönemde İslâm için çalışma adı altında fıkıhla uğraşmak -sanrım Allah en iyisini bilir- hem ömrü, hem de sevabı boşu boşuna heder etmektir. Allah'ın dini, sürü gibi güdülmeyi kabul etmez. Kendisinden kaçan, kendisinden kopup ayrılan, Allah'ın şeriatına ve otoritesine boyun eğmediği halde, zaman zaman ortaya çıkan ihtiyaçları ve problemleri için kendisinden fetva isteminde bulunmak suretiyle alay eden cahiliye toplumunun èmrine girecek itaatkâr bir hizmetçi olmayı kabul etmez. Bu dinin fıkhı ve hükümleri boşlukta meydana gelmezler, boşlukta iş görmezler. Daha baştan itibaren Allah'ın otoritesine boyun eğmiş bulunan müslüman toplum bu fıkhı meydana getirmişti. Fıkıh bu toplumu meydana getirmiş değildir. Bunun aksini gösteren bir gelişme kesinlikle yaşanmamıştır. İslâmı oluşumun adımları ve aşamaları her zaman birdir. Cahiliyeden İslâma geçiş, bir gün olsun kolay ve rahat olmamıştır. İslâm toplumu ve İslâm düzeni kurulduğu gün kullanıma hazır olsun diye hiçbir zaman fıkhi hükümlerin boşlukta düzenlenmesi ile işe başlanmamıştır. Hazır hale getirilmiş ve boşlukta oluşturulmuş bu ayrıntılı hükümlerin varlığı kesinlikle cahiliyeden İslâma geçişin başlangıç noktası değildir. Şu cahiliye toplumlarının müslüman toplumlara dönüşmesini engelleyen unsur "hazır" fıkhi hükümlerin bulunmayışı değildir. Cahiliyeden İslâma dönüşümün zorluğu şu anda elde bulunan İslâm fıkhının hükümlerinin gelişmiş toplumların ihtiyaçlarına cevap vermek için yetersiz oluşundan kaynaklanmıyor... Kimilerinin aldanmasına, kimilerinin de aldatılmasına neden olan daha bir sürü lâf... Kesinlikle hayır! Cahiliye toplumlarının İslâm nizamına dönüşmelerini engelleyen hakimiyetin Allah'a ait olmasını istemeyen, dolayısıyla insanlık hayatında Rabblığın, yeryüzünde ilahlığın Allah'a ait olmasını istemeyen, böylece İslâmdan tamamen çıkan zorba tağutların varlığıdır. Dince bilinmesi zorunlu olan hükümler uygulanır bunlara. Ayrıca bu toplumların, İslâma dönüşlerini engelleyen bir diğer unsur da, Allah'ı bir yana bırakıp, bu zorba tağutlara ibadet eden, yani onlara itaat eden, boyun eğen, emirlerine uyan, böylece onları ibadet edilen, itaat edilen, değişik rabbler konumuna getiren kitlelerin varlığıdır. Bu kitleler, tağutlara sundukları bu kullukla tevhidden çıkıp, şirke sapmaktadırlar. Çünkü İslâma göre şirkin en başta gelen anlamlarından birisi budur. Bu iki etken, dolayısıyla cahiliye, yeryüzünde bir düzen olarak varlığını sürdürür. Bu düzen, maddi güç odaklarına dayandığı kadar, düşünce sapıklıklarından oluşan odaklara da dayanır. Şu halde cahiliyeye karşı zorunlu olarak başvurulacak yöntem, fıkhi hükümleri düzenlemek değildir. Cahiliye karşısında gerekli olan yöntem, insanları yeniden İslâma girmeye davet etmektir.' Tüm odak noktaları ile birlikte cahiliyeyi karşısına alan bir hareket başlatmaktır. Sonra cahiliyeye karşı başlatılan İslâma davet hareketleri neyi gerektiriyorsa,o olur. Sonra yüce Allah, kendisine teslim olanlarla, toplumları arasındaki problemi müslümanların lehine çözümler. İşte yalnızca o zaman, bu pratik ve canlı ortamda tabii olarak oluşan fıkhi hükümlere sıra gelir. Yeni doğmuş bu toplumun, sürekli yenilenen pratik hayatının ihtiyaçları karşılanır. O gün ortaya çıkan bu ihtiyaçların boyutlarına ve koşullarına uygun kurallar belirlenir. Ama daha önce de söylediğimiz gibi, bunlar gaybın kapsamında olan meselelerdir. Şimdiden kehanette bulunmak mümkün değildir. Bu dinin tabiatına uygun düşen ciddiyetin gereği olarak bugünden o tür meselelerle uğraşmak yersizdir. Bu, hiçbir zaman kitap ve sünnette yeralan hükümlerin şeri açıdan günümüzde artık geçersiz oldukları anlamına gelmez. Bu sadece bu hükümlerin konulmasını gerektiren toplumun mevcut olmadığı anlamına gelmektedir. Çünkü bu hükümler, ancak o toplumda uygulanabilir. Daha doğrusu, bu hükümler ancak o toplum içinde yaşayabilirler. Bu yüzden fıkhi hükümlerin fiili varlıkları bu toplumun varlığına bağlıdır. Dolayısıyla bunların fiilen varlıklarını sağlamak, cahiliye toplumundan ayrılıp müslüman olan ve İslâm düzenini kurmak için cahiliyeye karşı harekete geçen cahiliyeye, onun ilahlık taslayan tağutlarına, Rabblık noktasında Allah'a ortak koşmayı benimseyerek, bu tağutlara boyun eğen kitlelere, bu dinin ilkeleri doğrultusunda karşı koyan her müslümanın başına gelen problemlerin aynısını yaşayanların boynunun borcudur. Cahiliye varolduğu zaman, karşısına da islâmi hareket dikilmelidir. Bu yüzden islâmi doğuşun bu değişmez yönteminin tabiatını iyice kavramak gerekir. Bu dinin fiili varlığını yeniden gerçekleştirmek için yapılacak gerçek çalışmanın başlangıç noktası burasıdır. Son ikiyüz yıl içerisinde insanların koyduğu kanunların ilahi şeriatın yerini almasından bu yana, Allah'ın dininin fiili varlığı sona ermiştir. Minareler, mescitler, dualar ve sembolik ibadetler yerinde kalıyor, ama yeryüzü İslâmın gerçek varlığından yoksun kalmıştır. Duygusal olarak bu dine sempati ile bakanlar, ona sevgi besleyenler, bu minarelere, mescidlere, dua ve ibadetlere bakıp kendilerinden geçmektedirler. İslâmın iyi durumda olduğu vehmine kapılmaktadırlar. Oysa İslâm varlık sahnesinden tamamen silinmiş gitmiştir. Daha sembolik ibadetler yokken, daha mescidler yokken, müslüman toplum vardı. İnsanlara "Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur, O'na ibadet edin" dendiği gün, müslüman toplum varolmuştu. Onların Allah'a yönelik ibadetleri sembolik davranışlarda henüz somutlaşmamıştı. Çünkü sembolik ibadet daha sonraları farz kılınmıştı. Onların Allah'a yönelik ibadetleri -başlangıç noktası itibariyle ve henüz şeri hükümler inmemişken- sadece Allah'a boyun eğmelerinde somutlaşmıştı. Tek başına Allah'a boyun eğmeye karar veren bu insanlar, yeryüzünde maddi bir egemenlik sağlayınca şeri hükümler inmeye başlamıştı. Hayatlarında birtakım gerçek ihtiyaçlarla karşı karşıya kaldıklarında, kitap ve sünnette hüküm olarak yer alan kuralların yanında fıkhi hükümler çıkarmışlardı. İşte tek yol budur. Bunun dışında herhangi bir yol yoktur. Keşke, dil ile davetin ilk aşamasından itibaren, islâmi hükümlerin açıklanması sırasında kitleleri topyekün İslâma dönüştürmenin daha kolay bir yolu olsaydı! Ne yazık ki, bu, sadece bir "temenni"dir. Çünkü kitleler İslâma davet hareketinin her defasında geçtiği bu uzun ve meşakkatli yolun dışında hiçbir zaman cahiliyeden, tağutların kulluğundan çıkıp İslâma girmezler, sadece Allah'a kulluk etme onuruna erişmezler. Bu hareketi önce bir kişi başlatır. Onu bir öncü grup izler, bu grup birtakım olaylar yaşamak, çeşitli aşamalardan geçmek üzere cahiliyeye karşı harekete geçer. Yüce Allah kendileri ile toplumları arasındaki sorunu hak ilkesine göre çözümleyene ve kendilerini yeryüzüne egemen kılana kadar mücadele devam eder... Sonra... İnsanlar akın, akın Allah'ın dinine girerler. Allah'ın dinine girerler. Allah'ın dini; onun hayat sistemi, şeriatı ve düzenidir. Yüce Allah insanların bu dinden başkasına bağlanmasını istemez. "Kim İslâmdan başka bir din ararsa, O din ondan kabul edilmez ve ahirette hüsran^ uğrayanlardan olur. Umarım bu açıklama Hz. Yusuf'un (a.s) tutumuna ilişkin verilecek gerçek hükmü ortaya koymuştu. Hz. Yusuf (a.s) müslüman bir toplumda yaşamıyordu. Bu yüzden insanlar arasında propaganda yapmamaya ve bu propagandaya dayanarak görev istememeye ilişkin kural onun hakkında uygulanamaz. Ayrıca Hz. Yusuf (a.s) şartların kendisine itaat edilen bir yönetici olma fırsatını doğurduğunu cahiliye rejiminde bir memur olmayacağını görmüştü. Durum da tahmin ettiği gibi çıkmıştı. Kurduğu bu yönetim sayesinde dinine davet etme imkânını bulmuş, yönetimi sırasında dinini Mısır'ın her tarafına yaymıştı. Gerek başvezir ve gerekse kral, tamamen sahneden çekilmişlerdi. YERYÜZÜNDE SAĞLAM BİR YER Bu ara açıklamadan sonra tekrar hikâyenin özüne, bu hikâyeyi anlatan ayetlere dönelim. Ayet, Hz. Yusuf'un teklifinin kral tarafından kabul edildiğini açıkça belirtmiyor. Sanki denmek isteniyor ki, Hz. Yusuf'un itibarı o kadar yüksektir ki, kralın katındaki prestiji o kadar ileri boyuttadır ki, ondan bir şey isteyince reddedilmesi sözkonusu değildir. Yeter ki, istesin. Ne isterse kabul edilir. Hatta bir şey istemek için söyleyeceği söz, alacağı olumlu cevapla özdeştir. İşte bu zengin çağrışımlara imkân doğsun diye kralın cevabından söz edilmiyor, Hz. Yusuf'un istediği mevkiye getirildiğini anlamak, okuyucunun idrakine bırakılıyor. Hz. Yusuf'un suçsuzluğu ortaya çıktı. Bu arada kralın hoşuna gitti, gözüne girdi. Bunun sonucu olarak istediği göreve getirildi. İşte böylece Yusuf'u o "yer"e sağlamca yerleştirdik. Ayaklarının sağlam zemine basmasını sağladık. Ona belirli ve itibarlı bir konum bağışladık. Sözü edilen "yer"den maksat, Mısır da olabilir, bütün "yeryüzü" de olabilir. Çünkü Mısır, o günlerde yeryüzünün en önemli ülkesi idi. Ayetin cümlelerini inceleyelim: "Artık o ülkenin dilediği yerinde oturabilirdi." O, ülkenin dilediği yerinde oturabilir, dilediği yöresinde ev-bark edinebilir, dilediği mevkiini elde edebilirdi. Hz. Yusuf, kuyuya atılmanın, orada yaşadığı korkulu anların, zindana atılmanın ve orada uğradığı özgürlük kısıtlamalarının arkasından bu parlak konuma kavuşuyordu. Devam ediyoruz: "Biz rahmetimizi dilediğimiz kimselere sunarız." Rahmetimizi sunarız da onun zorluklarını kolaylıklara, sıkıntılarını ferahlıklara, korkularını güvene, kısıtlılıklarını özgürlüğe, itibarsızlığını prestije ve yüksek mevkilere dönüştürürüz. Devam edelim: |