Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 13:49   Mesaj No:1

MERVE DEMİR

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:116
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Fizilalil Kuran Araf Suresi Tefsiri-Medineweb

Fizilalil Kuran Araf Suresi Tefsiri-Medineweb

7-Araf


1- Elif, Lâm, Mim, Sad

Surenin ilk ayetini oluşturan bu harf grubunun benzerleri hakkındaki görüşümüzü Bakara ve Ali İmran surelerinin başlangıçlarında açıklamıştık. Bunları açıklarken şu görüşü benimsemiştik: Bu birbirinden kopuk harf grubu ile şuna işaret ediliyor: Şu Kur'an-ı Kerim insanlar tarafından kullanılan türde harflerden oluşuyor. Fakat buna rağmen insanlar bu harfleri kullanarak Kur'an'daki gibi sözler oluşturamıyorlar. Tek başına bu olgu, Kur'an'ın insan eseri olmadığının açık kanıtıdır. Çünkü Kur'an-ı Kerim'i oluşturan harfler ve kelimeler insanların önünde durdukları halde onlardan Kur'an'ın bir benzerini oluşturmayı başaramamışlardır. Demek ki, bu harflerin ve kelimelerin ardında başka bir sır saklıdır.
Biz bu görüşü bu konuda tercih ediyoruz, yoksa "kesinlikle doğrudur" demiyoruz. Çünkü muradının ne olduğunu ancak yüce Allah bilir.
Bu görüşe dayanarak sözdizimi bakımından şöyle bir açıklama yapabiliriz: Bu "Elif, Lâm, Mim, Sad" harf grubu bir sonraki ayetle bir isim cümlesi oluşturur. Cümlenin öznesi (müpteda'sı) "Elif, Lâm, Mim, Sad" harfleri, yüklemi ise "Sana indirilen kitaptır" cümleciğidir. Bu çözümlemeye göre cümlenin anlamı "Bu harfler ile onlardan oluşan cümleler sana indirilen Kitab'dır" şeklinde olur. Bunun yanısıra burada şöyle bir gramer çözümlemesi de yapılabilir: "Elif, Lâm, Mim, Sad" harflerinin fonksiyonu sadece az önce açıkladığımız anlama işaret etmektir. İkinci ayetin başında yer alan "Kitab" kelimesi gizli bir öznenin yüklemidir ve her ikisi "Bu bir kitaptır" ya da "Şu bir kitaptır" şeklinde bir isim cümlesi oluşturur.



UYARI VE HATIRLATMA


2- Bu Kur'an, kendisi ile insanları uyarasın ve müminlere öğüt veresin diye sana indirilen bir kitaptır. O halde bu görevi yaparken sakın ruhun sıkılmasın.

Bu Kur'an, kendisi aracılığı ile uyarı ve hatırlatma görevi yapasın diye sana indirildi. Bu Kur'an, içindeki gerçekleri haykırasın diye, insanları hoşlanmadıkları direktifler ile karşı karşıya getiresin diye; birtakım inanç(ara, ilişki(ere ve geleneklere cephe olasın diye; birtakım sosyal düzenlere, rejimlere ve toplumlara karşı çıkasın diye sana indirildi. Böyle olduğu içindir ki, bu yolun zorlukları çoktur, bu Kur'an aracılığı ile insanları uyarmanın sıkıntıları boldur. Bu surenin tanıtma yazısında belirttiğimiz gibi, bu zorlukları ve bu sıkıntıları ancak bu kitaba sarılarak sözkonusu tutumu benimseyenler, ancak bu kitabın içerdiği gerçekleri haykırmanın getirdiği sıkıntılara göğüs gerenler; ancak bu kitabın ilk taşıyıcısı olan Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- gerek Arap Yarımadası'nda ve gerekse tüm yeryüzünde egemen olan azgın cahiliye zihniyetine karşı çıkarken taşıdığı amaçları paylaşarak bu kitap aracılığı ile insan hayatının alt yapısında köklü, yaygın ve sistematik değişikler yapmayı amaçlayanlar idrak edebilirler.
Bu durum, sadece o günün Arap Yarımadası'nın ve çevresindeki tüm yeryüzünün içinde bulunduğu şartlar için geçerli bir durum değildir. Sebebine gelince islâm bir defalığına meydana gelmiş ve geçmişe karışıp gitmiş bir tarih olayı değildir. İslâm, kıyamete kadar şu insanlıkla sürekli yüzyüze gelme, sürekli onun karşısına dikilme olayıdır. İnsanlık ne zaman doğru yoldan saparak o ilk günkü ortama dönerse, islâm o ilk günkü gibi, onunla yüzyüze gelir, karşısına dikilir.
İnsanlık zaman zaman gerileyerek cahiliye dönemine döner. İşte bedbaht ve onur kırıcı "gericilik" budur. İşte o zaman islâm yeniden ortaya çıkarak insanlığı bu "gericilik"ten kurtarmaya ilişkin görevini bir kere daha yerine getirmeye, insanlığın elinden tutarak onu ilerleme ve uygarlaşması yoluna iletmeye koyulur. İşte o zaman bu islâm çağrısının bayraktarlığını üstlenenler, bu Kitap aracılığı ile insanları uyarmaya girişenler. İslâmın ilk dâvetçisi olan Peygamberimizin insanlığı cahiliye bataklığına doğru gerisin geriye doğru yuvarlanmaktan ve cahiliyenin azgın karanlıklarının kucağına düşmekten tamamen farklı bir doğrultuya yöneltirken çekmiş olduğu zorlukların aynıları ile karşılaşırlar. Bu azgın karanlıklar düşünce karanlıkları, ihtiras karanlıkları, azgınlık ve haysiyetsizlik karanlıkları, şahsi arzulara ve başkalarının ihtiraslarına kul olma, tutsak olma karanlıklarıdır! İnsanlığı cahiliye bataklığından çekip çıkarmak üzere harekete geçenler bu zorluklarla boğuşurken yüce Allah'ın, Peygamberimize yönelik şu direktifinin gönül açıcı hazzını içlerinde duyarlar. Tekrarlıyoruz:
"Bu Kur'an, kendisi aracılığı ile insanları uyarasın ve müminlere öğüt veresin diye sana indirilen bir kitaptır. O halde bu görevi yaparken sakın ruhun sıkılmasın."
Bu direktifin hazzını ruhunda duyacak olan çağrı bayraktarı içinde bulunduğu pratik şartları iyi değerlendirmenin sonucu olarak kimlerin öğüt verilerek müminler olduğunu ve kimlerin uyarıya muhtaç gayri müminler (inanmamışlar) olduklarını iyi ayırdeder. Böylece bu Kur'an, onun için yaşadığı günlerde ayet ayet iniyormuş gibi bir canlılık kazanır, o da içinde yaşadığı toplumsal pratiğe karşı bu Kur'an aracılığı ile büyük cihada girişir.
İnsanlık bugün Peygamberimizin günlerinde yaşanan durumun aynısını yaşıyor; Peygamberimize inen bu Kitab'ın O'nu insanları uyarmakla, onlara öğüt vermekle görevlendirdiği, cahiliye pratiğini kökten değiştirmeyi amaçlarken, önüne çıkan zorluklar karşısında iç sıkıntısına kapılmamaya çağrıldığı şartların tıpkısı hüküm sürüyor.
Zaman döndü-dolaştı ve bu dinin geldiği günkü konuma geldi. İnsanlık gerek temelde gerek ayrıntılarda, gerek özde, gerek görüntülerde, gerek yüzeyde, gerekse derinliklerde tam ve yaygın biçimde cahiliye dönemine geri döndü.
Her şeyden önce inanca ilişkin düşüncelerinde geriye döndü. Babaları mümin olanlar, ataları bu dine samimi biçimde bağlı olanlar bile bu geriye dönüş kervanına katılmaktan kurtulamadılar. Çünkü islâm inancı bu müslüman torunlarının kafalarında ve idraklerinde köklü çarpıklıklara uğradı.
Bu dinin dünyanın çehresini değiştirerek yerine yeni bir dünya kurmak için geldi. Bu yeni dünyada yüce Allah'ın ortaksız otoritesi onaylanarak tüm tağutların, bütün şeytani güçlerin egemenliği reddedilecekti; "kulluk" kavramının eri geniş anlamı ile sırf yüce Allah'a kulluk edilecek, O'nunla birlikte kullardan birine tapılmayacaktı; yüce Allah dilediklerini kula kulluk etme aşağılığından sırf Allah'a kulluk etme düzeyine çıkaracaktı; bu yeni dünyada yüce Allah'dan başkasına kul olma tutsaklığından olduğu gibi şahsi arzu ve ihtiraslarının tutsaklığından da kurtulmuş, özgür, onurlu ve her tür aşağılıktan arınmış yeni "insan" doğacaktı.
Bu din "Eşhedü en lâilâhe illellah (Allah'dan başka ilâh olmadığına şahitlik ederim)" ilkesini yerleştirmeye geldi. Gerek bu surede ve gerekse başka birçok surede vurgulandığı üzere, tarih boyunca gelen bütün peygamberler insanları bu ilkeyi benimsemeye çağırmışlardır. "Allah'dan başka ilâh olmadığına şahitlik etmek" şu demektir. Evrensel düzendeki yüksek egemenlik gibi insan hayatına ilişkin yüce egemenlik de ulu Allah'a özgüdür. Başka bir deyimle yüce Allah ön-tasarımı ve kaderi ile evrene ve kullara, bunun yanısıra sistemi ve şeriatı ile kulların hayatına egemendir. Müslüman bu temel ilkeden hareket ederek evreni yaratmada, tasarlamakta ve yöneltmekte yüce Allah'ın ortağı olduğuna inanmaz; ibadet amaçlı davranışları sadece yüce Allah'a sunar; hukuk sistemini, kanunları, değer yargılarını, kriterleri, inançları ve düşünceleri sadece ilâhi kaynaktan alır; herhangi bir zorbanın bu konuların herhangi birinde yüce Allah'ın egemenlik yetkisine ortak olmaya kalkışmasına göz yummaz.
İşte bu dinin inanç açısından temeli budur. Acaba günümüzde insanlığın bu temel ilke karşısındaki konumu nedir?
Bu bakımdan insanlık türlü türlü gruplara ve akımlara ayrılır ki, bu grupların ve akımların ortak niteliği cahiliye kökenli olmaktır.
Bu gruplardan ve akımlardan biri ateizmdir, yüce Allah'ın varlığını kökten inkâr eder böylelerine "Allah tanımazlar (ateistler)" denir. Bunların durumu herhangi bir açıklamaya ihtiyaç duyulmayacak derecede bellidir.
Bu gruplardan ve akımlardan biri putperestliktir. Bu akım bir ilâhın varlığını kabul eder, fakat çeşitli ilâhları ve putları O'na ortak koşar. Bu akımın bağlılarına Hindistan'da, Afrika kıtasının orta kesiminde ve dünyanın değişik yerlerinde rastlıyoruz.
Bu gruplardan ve akımlardan biri yahudiler ile hristiyanların oluşturduğu "ehl-i kitap" topluluğudur. Bu topluluğun mensupları çok eskiden yüce Allah'a oğul-evlât yakıştırmak sureti ile müşrik olmuşlardı. Ayrıca yüce Allah'ı bir yana bırakarak hahamlarını ve rahiplerini ilâh edindikleri için de müşrik olmuşlardır. Gerçi onlar hiçbir zaman hahamları ve rahipleri adına namaz kılmış, onlar için rukua varmış ve secdeye kapanmış değillerdi, ama onların egemenlik iddialarını kabul etmişler, onları orijinal kanun koyucular olarak tanımışlardı.
Ayrıca bunlar günümüzde yüce Allah'ın egemenliğinin hayat tarzlarındaki köklerini tamamen kazıyarak "kapitalizm", "sosyalizm" gibi adlarla andıkları ideolojileri hayat sistemi olarak benimsiyor ve "demokrasi", "diktatörlük" gibi adlarla andıkları insan ürünü rejimleri yürürlüğe koyuyor, böylece yüce Allah'ın dininden tamamen çıkarak eski Yunanlılar'ın, Romalılar'ın ve benzerlerinin tıpkısı olan bir cahiliye bataklığına saplanıyorlar, onlar gibi kendi kafalarına göre hayat düzenleri ve rejimler uydurma sapıklığına düşmüş oluyorlar.
Bu gruplardan biri de kendilerine "müslüman" sıfatını yakıştıranların oluşturduğu topluluktur. Bu topluluk adım adım ehl-i kitab'ın, yani yahudiler ile hristiyanların izinden giderek yüce Allah'ın dinini bırakıp insanların dinine kayıyor. "Yüce Allah'ın dini" O'nun sistemi, şeriatı, hayat için koyduğu düzeni ve kanunudur. Buna karşılık "kulların dini" de onların sistemi, hukuku, hayat için koydukları düzenleri ve yasalarıdır.
Zaman döndü-dolaştı ve bu dinin insanlığa ilk indiği güne geldi. İnsanlık tümü ile, bütün grupları ve akımları ile cahiliye dönemine geri döndü. Bu grupların ve akımların hiçbiri yüce Allah'ın dinine bağlı değil. Kur'an insanlığa ilk gün yönelttiği çağrıyı yeniden yöneltme görevi ile karşı karşıyadır günümüzde. Onun bugün insanlığa yönelik amacı indiği ilk günkü amacının aynısıdır: Bu kitap insanları öncelikle inanç ve düşünce bakımından, arkasından da düzen ve pratik yaşantı düzeyinde müslüman yapmak istiyor. Bu kitaptaki mesajların bayraktarlığını üstlenenler tıpkı Peygamberimizin karşılaştığı güçlükler ile karşı karşıyadırlar. Peygamberimizin, cahiliye bataklığına batmış kokuşmuş pislik içinde debelenen, sapıklık çölünde yolunu şaşırmış, şeytanın kışkırtmalarına tutsak olmuş o günkü insanlar karşısında katlandığı zorlukların aynısına katlanmak durumundadır. Peygamberimizin o günlerdeki ilk amacı insanların kalplerinde ve kafalarında "Eşhedü en lâ ilâhe illellah (Allah'dan başka ilâh olmadığına tanıklık ederim)" ilkesine dayanan bir inanç ve düşünce geliştirmekti. Bunu izleyen amacı yeryüzünde o güne kadar görülenden farklı bir pratik hayat düzeni oluşturmaktı. Bu düzende sırf Allah'a kul olunacak O'nunla birlikte bir başkasına kul olunmayacaktı. Bundan sonraki amacı insanlığın "yeniden doğuşu'' nu gerçekleştirmekti. Bu yeni aşamada insan gerek kula kul olmanın ve gerekse ihtiraslarına köle olmanın tutsaklığından kurtulacaktı.
İslâm bir defa gerçekleşmiş, arkasından geçmişin karanlığına gömülüp gitmiş bir tarihi olay değildir. O bir zamanlar gerçekleştirdiği fonksiyonu günümüzde yeniden gerçekleştirilmeye çağırıyor. İslâm yeni fonksiyonunu, ilk seferinde karşılaştığı toplumsal şartlàrın, rejimlerin, düzenlerin, düşüncelerin, inançların, değer yargılarının, ölçülerin ve geleneklerin aynilerinden oluşmuş bir ortamda gerçekleştirmek durumundadır.
"Cahiliye" bir pratik gerçektir, bir olgudur. Yoksa kronolojik bir tarih dönemi değildir. Günümüzde cahiliye zihniyeti yeryüzünün her tarafında cirit atıyor; bütün egemen inançlar, doktrinler, düzenler ve rejimler prensip olarak "kulun kula kulluğu" ilkesine dayanıyor. Hepsi yüce Allah'ın kullar üzerindeki mutlak egemenliğini reddediyor. Tümü "insan arzusu"nun şu ya da bu biçimde egemen ilâh olmasını öngörüyor, "yüce Allah'ın şeriatı"nın uygulanan kanun sistemi olmasına hep birlikte karşı çıkıyorlar. Gerçi biçimleri, görüntüleri, sloganları, yaftaları, isimleri, nitelikleri, grupları, akımları ve doktrinleri birbirinden farklı oluyor, ama hepsi de cahiliye zihniyetini karakterize eden, bu zihniyetin özünü belirleyen sözkonusu ortak ilkeyi hareket noktası olarak benimsiyorlar.
Bu ölçünün ışığında açıkça görülüyor ki, günümüzde yeryüzünün her tarafını cahiliye düzeni kaplamıştır, insanlığın hayatına cahiliye düzeni egemendir ve islâm günümüzde "varolmak"tan, mutlak anlamda varolmaktan soyutlanmıştır; buna göre insanları islâma çağırma görevini üstlenenler vaktiyle Peygamberimizin taşıdığı hedeflerin aynilerini taşıyorlar, O'nun karşılaşmış olduğu zorlukların tıpkısı ile karşı karşıyadırlar, bu yüzden onlar bu ayette dile gelen ilâhi direktifle teselli bulmaya çağrılıyorlar. Tekrarlıyoruz:
"Bu Kur'an, kendisi ile insanları uyarasın ve müminlere öğüt veresin diye sana indirilen bir kitaptır. O halde bu görevi yaparken sakın ruhun sıkılmasın."
Bu gerçeği vurgulamak ve belirginleştirmek üzere hakkındaki açıklamamızı biraz daha sürdürmek istiyoruz:
Günümüzün bütün toplumları cahiliye toplumlarıdırlar. Bundan dolayı bu toplumlar "geri kalmış" ya da "gerici" toplumlardır. Çünkü bu toplumlar islâmın ellerinden tutup kendilerini bataklığından çıkarmış olduğu "cahiliye dönemi"ne "geri dönmüşlerdir." İslâm, günümüzde bu toplumları cahiliyeye dönük geri kalmışlıktan ve gericilikten kurtararak ilâhi değer yargıları ve ölçüleri sayesinde onları "ilerleme" ve "uygarlaşma" yoluna iletmeye çağırıyor, böylesine önemli bir görevle karşı karşıyadır.
İnsanlığın beşeri arzuların kulluğundan, kula kulluktan tam anlamı ile kurtulabilmesi için toplumda yüce egemenliğin sırf yüce Allah'ın tekelinde olması, bu egemenliğin ilâhi şeriatın üstünlüğünde somutlaşmış olması gerekir. Yüce Allah'ın ölçüsüne göre "müslüman" ve "uygar" olmanın tek yolu, tek biçimi budur. Çünkü yüce Allah'ın insanlar için istediği uygarlık toplumdaki her ferdin özgür ve onurlu olması temel ilkesine dayanır. Oysa kula kulluk sistemi yürürlükteyken, onurluluğun ve özgürlüğün varolması sözkonusu olamaz; bazıları yüce egemenlik yetkisini kullanan kanun koyucu ilâhlardan ve ezici çoğunluğu bu sahte ilâhların keyfi arzularına boyun eğen "kullar"dan oluşmuş bir toplumun fertleri asla özgür ve onurlu olamazlar. Öte yandan "yasama" işlevi sadece kanuni hükümler koyma işlevi ile sınırlı değildir. Toplumdaki değer yargıları, ölçüler, ahlâk kuralları ve gelenekler de bu işlevin kapsamına girerler. Bunların hepsi fertlerin farkında olarak ya da olmayarak baskılarına boyun eğdikleri birer "kanun koyma", birer "yasama" ürünüdürler. Bu nitelikteki toplum "gerici" ve "geri kalmış" bir toplumdur; ya da islâm terminolojisinde "cahili ve müşrik" bir toplumdur.
Herhangi bir toplumun birleştirici, ortak bağı inanç, düşünce ve hayat sistemi olur da bu değerler herhangi bir ferdin keyfi arzusu, herhangi bir kulun iradesi yerine yüce Allah'dan kaynaklanırsa, böyle bir toplum "uygar" ve "ileri" bir toplum ya da islâmi terimi ile "ilâhi değerlere bağlı bir müslüman" toplum olur. Çünkü bu durumda toplumun birliği en yüce "insani" hasletlerde -manevi ve fikri hasletlerde- somutlaşmış olur. Buna karşılık eğer bir toplumun birleştirici, ortak bağını milliyet, renk, ırk ve yurt birliği gibi değerler oluşturursa o toplum "gerici" ve "geri kalmış" islâm terminolojisinde "cahili ve müşrik" bir toplum olur. Çünkü milliyet, deri rengi, ırk, yurt birliği gibi ortak bağlar "insan"a ait yüce değerler değildirler. İnsan milliyetten, deri renginden, ırkından ve yurdundan soyutlandığı takdirde yine "insan" olarak kalır, fakat manevi değerlerinden ve düşünceden soyutlandığı takdirde "insan" olma niteliğini sürdüremez.
Bunun yanısıra bir de şu var: İnsan, yüce Allah'ın kendisine sunduğu en yüce bağış olan özgür iradesi ile inancını, düşüncesini ve hayat tarzını değiştirebilir; kavrama, anlama, ikna olma ve yönelme yolu ile sapık olan inanç, düşünce ve hayat tarzını bırakarak doğru inanca, düşünceye ve hayat tarzına geçiş yapabilir. Fakat milliyetini, derisinin rengini ve ırkını değiştiremez; falanca milliyeti ve deri rengini taşıyarak doğmayı önceden belirleyemez; falanca ırktan ve şu yurdun yurttaşı olarak doğmayı önceden plânlaması mümkün değildir. Buna göre bireyleri özgür iradeye bağlı değerler etrafında biraraya gelen bir toplum, hiç kuşkusuz fertlerinin iradesi dışında kalan, bireylerinin tercihlerine imkân tanımayan değerler etrafında biraraya gelmiş bir toplumdan daha ileri, daha ideal ve daha sağlam yapılı bir toplumdur.
Eğer bir toplumda insanın "insan" olma yönü en yüce değer olarak ön plâna çıkarsa, insanı insan yapan hasletler itibar ve ilgi odağı olursa o toplum "ileri" ve "uygar" bir toplum, islâmi terimi ile "ilâhi değerlere bağlı" ve "müslüman'' bir toplum olur. Buna karşılık eğer bir toplumda en yüce değer -hangi biçimi ve tanımı ile olursa olsun- "madde" olursa o toplum "gerici", "geri kalmış", islâmi terimi ile "cahili" ve "müşrik" bir toplum olur. Maddenin en yüce değer sayılması ister Marksizm'de olduğu gibi "teorik" anlamda olsun, isterse "maddi üretim"i tapınma derecesinde yücelten, bu uğurda başta ahlâkî değerler olmak üzere bütün insani hasletleri ve değerleri harcamayı hiç çekinmeden göze alan Amerika, Avrupa ve benzeri toplumlarda görüldüğü gibi "maddi üretim tutkusu" anlamında algılansın, farketmez; her iki anlayış da aynı oranda insani değerlere düşman sayılır.
İlâhi değerlere bağlı, müslüman toplum, maddeyi ne "teorik" plânda ve ne de "maddi üretim" düzeyinde küçümsemez. Çünkü teorik plânda içinde yaşadığımız evrenin yapısı "maddeden yararlanma" anlamında da küçümsemez. Çünkü "maddi üretim"i geliştirmek, yeryüzünde yüce Allah'a verilen söze ve O'nun koyduğu şartlara bağlı halifelik görevinin dayanaklarından biridir, maddi üretimin temiz türlerinden yararlanmak helâldir, bu surenin ayetlerini incelerken göreceğimiz gibi, madde uğruna insani hasletleri, insani ilkeleri harcamaya yanaşmaz.
Eğer bir toplumda "insani" değerler ve "insani" ahlâk yüce Allah'ın ölçüsünde olduğu gibi en yüce değerler olarak tutulduğu takdirde böyle bir toplum uygar ve ileri toplum ya da islâm terminolojisinde ilâhi değerlere bağlı, müslüman toplum olur. İnsani değer ile insani ahlâk ne belirsiz ve cıvık ve ne de istikrarlı bir yapısı olmayan değişken değerler değildir. Oysa toplumda kriter anarşisi meydana getirmek isteyenler, başvurulabilecek hiçbir sabit ölçme ve değer koyma kriteri bırakmamayı amaçlayanlar bu değerlerin oynak ve istikrarsız olduklarını ileri sürerler.
Bu değer yargıları ile ahlâk kuralları insanda onu insan yapan hasletleri geliştirirler, bu hasletler sayesinde ise, insan kendine özgü ve hayvanınkinden üstün bir konuma yükselir, onu insan yapan yönü baskınlık kazanır. Bu değer yargıları ve ahlâk kuralları insanda onun hayvanla ortak olduğu yönleri geliştirmiyor. Mesele bu şekilde ortaya konunca kesin ve sabit bir ara-ket, ayırıcı bir sınırlama çizgisi ortaya çıkar. Bu sınır çïzgisi "tekâmül" teorisi taraftarlarının işi sürekli cıvıklaştırma girişimlerine set çeker.
Durum böyle olunca ortada ayrı bir tarım toplumu ahlâkı ayrı bir endüstri toplumu ahlâkı, farklı bir kapitalist ahlâk, farklı bir sosyalist ahlâk olamaz. Toplumun ürünü olan, toplumsal yaşama düzeyinin bağımlı değişkeni olarak ortaya çıkan bir ahlâktan sözedilemez. Saydığımız toplumsal faktörler değer yargılarının ve ahlâk kurallarının üretilmesi ve topluma benimsetilmesi işleminde kesin belirleyici rolü olan bağımsız değişkenler kabul edilemezler. Yalnız uygar bir toplumda müslümanların üzerlerinde uzlaştıkları "insani değerler ve ahlâk kuralları" ile geri kalmış bir toplumda üzerlerinde uzlaşılan -deyim yerinde ise"hayvani değer yargıları ve ahlâk kurallarından, eğer meseleyi islâmi terimler ile ifade edersek "Allah'a bağlı, islâmi değerler ve ahlâk kuralları" ile "cahili ve gerici değerler ve ahlâk kuralları"ndan sözedilebilir.
Hayvani ahlâkın, hayvani değerlerin, hayvani içgüdülerin güdümü altında yaşayan toplumlar sanayide, ekonomide ve bilimde istedikleri kadar ilerlemiş olsunlar, uygar toplumlar olamazlar. Bu kriter, insanın kendisinde meydana gelecek gelişmeyi ölçmede asla yanılgıya düşmez.
Günümüzün cahiliye toplumlarında ahlâk kavramı insanı hayvandan ayıracak bütün değerleri dışarda bırakacak derecededir ve güdüktür. Nitekim bu toplumlarda gayrı meşru cinsel ilişkiler, hatta sapık cinsel ilişkiler ahlâksızlık sayılmıyor. Bu toplumlarda ahlâk kavramı sadece kişiler arası., ekonomik ve siyasî -doğallıkla devlet menfaatinin elverdiği oranda- ilişkileri kapsamına alabiliyor. Bu cahiliye toplumlarının yazarları, gazetecileri, sanatçıları, bütün eğitim ve tanıtma organları genç kızlara, evli kadınlara, delikanlılara, genç erkeklere açıkça "başıboş cinsel ilişkiler ahlâksızlık değildir" diyorlar.
Bu tür toplumlar "insani" bakış açısından ve insani gelişim çizgisinin belirlediği ölçüye göre uygar olmayan toplumlardır. Bu toplumlar aynı zamanda islâm dışıdırlar da. Çünkü islâmlaşma çizgisi, insanın şehevi arzuların tutsaklığından kurtulma çizgisi, insanı insan yapan özellikleri geliştirme çizgisi, bu özellikleri hayvani içgüdülere baskın çıkarma çabasının çizgisidir.
Günümüzün cahiliye toplumlarını tanıtmak için, onların inançtan ahlâkdan ve düşünceden yaşama tarzına kadar her alanda ne denli cahiliye bataklığına gömülmüş oldukları hakkında bundan daha fazlasını söylemek bu tefsir kitabının çerçevesini aşar. Sanıyorum ki, bu kısa değinmeler günümüz cahiliye toplumlarını ana hatları ile gözler önüne sermeye yeterlidir. Bu kısa açıklamamız aynı zamanda islâm çağrısının günümüzdeki amacını, bu çağrının bayraktarlığını üstlenenlerin neler yapmak istediklerini de belirler. Bu amaç insanlığı inanç, ahlâk ve sosyal düzen plânında islâma yeniden girmeye çağırmaktır. Bu Peygamberimizin vaktiyle ortaya koyduğu girişimin aynısıdır. Bulunduğumuz nokta, islâm çağrısının ilk hareket noktasının tıpkısıdır. Şu anda Peygamberimizin, kendisine Kur'an indiği ve yüce Allah'ın şu kitabı ile karşı karşıya geldiği pozisyonun aynısı ile yüzyüzeyiz. Tekrarlayalım:
"Bu Kur'an, kendisi ile insanları uyarasın ve müminlere öğüt veresin diye sana indirilen bir kitaptır. O halde bu görevi yaparken, sakın ruhun sıkılmasın."

ALLAH'IN MESAJINA UYUN

Yüce Allah, bir yandan Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- bu direktifi yöneltirken öte yandan Kur'an'ın ilk muhatabı olan o gününün müslümanlarına ve yanısıra islâmın cahiliye bataklığından çıkarmaya uğraştığı her dönemin kuşaklarına sesleniyor, onlara bu kutsal kitabın içerdiği mesajlara uymalarını emrederek, yüce Allah dışındaki dostlara uymalarını yasaklıyor. Çünkü mesele özünde "bağlılık" ve "uyma" meselesidir. İnsanlar hayatları boyunca kime uyacaklar? Ya yüce Allah'ın emrine uyacaklar ki, bunlar müslümanlardır, ya da yüce Allah'dan başkasının emrine uyacaklar ki, bunlar da müşriklerdir. Bu iki tutum, birbiri ile bağdaşması mümkün olmayan iki karşıt tutumdur.


3- "Rabbiniz tarafından size indirilen mesaja uyunuz, O'nun dışında başka dostlar edinip peşlerinden gitmeyiniz. Ne kadar kıt düşüncelisiniz! "

Bu ayetin içeriği bu dinin temel meselesine parmak basıyor. İnsanlar ya yüce Allah'ın indirdiği mesaja uyacaklar; bu tutum yüce Allah'a teslim olmaktır; O'nun ilâhlığını onaylamaktır; emir verip itaat edilmekte somutlaşan egemenliği O'nun tekeline vermektir; başkasının değil, sırf O'nun emir ve yasağına uymaktır. Ya da insanlar O'nun dışında başka dostlar edinip onlara uyacaklardır ki, bu müşriktir, yüce Allah'ın ortaksız ilâhlığını onaylamamaktır. Başka nasıl olsun ki, egemenlik yüce Allah'ın tekeline verilmemektedir.
Bu iki ayette şöyle bir anlatım özelliği dikkatimizi çekiyor: Peygamberimize hitap ederken Kitab'ın O'nun şahsına indirildiği belirtiliyor; "Bu Kur'an... Sana indirilen bir kitaptır." insanlara seslenirken de Kitab'ın Rabbleri tarafından onlara indirildiği vurgulanıyor; "Rabbiniz tarafından size indirilen mesaja uyunuz." Bu arada Peygamberimize Kitap indirilmesinin gerekçesi bu kitaba inanmak, insanları uyarmak ve müminlere öğüt vermek olarak belirtilirken, müminlere Allah tarafından Kitap indirilişinin gerekçesi inanmaları, uymaları ve başka hiç kimsenin emirlerine uymamaları olarak açıklanıyor. Her iki durumda da kitap indirilişinin Peygamberimize ve insanlara dayandırılmasının amacı özel ilgi gösterme, onurlandırma, teşvik ve coşturmadır. Sebebine gelince kime Rabbi tarafından kitap indirilmiş ise, kim bu iş için seçilmiş ise, kime bu ayrıcalık bağışlanmış ise, o kimse öğüt almalı, şükretmeli, işe kuvvetle sarılmalı, asla bıkkınlık göstermemelidir, ondan böyle davranması beklenir.
İnsanları islâma çağırma girişimi son derece önemlidir. Çünkü cahiliyenin düşüncelerini, değer yargılarını, ahlâkını, geleneklerini, göreneklerini, kurumlarını, rejimlerini, toplumsal yapılarını, ekonomik sistemlerini, yüce Allah ile, evrenle ve insanlarla ilişkilerini köklü, yaygın ve geniş boyutlu biçimde değiştirmek anlamına geliyor.
Girişim bu denli büyük çaplı olduğu için, sonraki ayetlerde sert bir biçimde sarsılıyor, sinirler ağır bir darbe ile uyarılıyor; cahiliye bataklığında pinekleyen, bu zihniyetin düşüncelerinin ve rejimlerinin pisliğine gömülmüş cibilliyetler ürpertiliyor, yerlerinden hoplatılıyor. Bunun için bu uyuşuk vicdanlara vaktiyle peygamberlerini yalanlamış olan eski milletlerin dünyadaki toplu-kırım sahneleri ve bunun yanısıra ahiretteki akıbetleri sunuluyor.



4- Biz nice kentleri yokettik. Azabımız, onları, ya geceleyin ya da öğle uykuları sırasında yakalayıverdi.


5- Azabımıza uğradıkları andaki tek feryadları "Biz gerçekten zalimdik " demekten ibaret oldu.

Eski milletlerin başlarından geçen toplu-kırım olayları en yararlı hatırlatıcı, en etkili uyarıcıdır. Kur'an, bu gerçekleri sık sık gündeme getirir; onları insanların gafil kalblerini uyarıcı darbeler, duygulandırıcı etkenler olarak kullanır.
Sakinlerinin peygamberleri yalanlamaları yüzünden helâke uğrayan kentler, siteler, yerleşim birimleri çoktur. Bu yerleşim birimleri, sakinleri dalgınken, gafilken sürpriz bir afet yolu ile helâke uğramıştır. Olay ya geceleyin ya da gündüz uykusu sırasında meydana gelmiştir. Yani insanların uykuya daldıkları ve kendilerini güvenliğin kucağına bıraktıkları bir zaman kesiti içinde. Okuyoruz.
"Biz nice kentleri yokettik. Azabımız onları ya geceleyin ya da öğle uykuları sırasında yakalayıverdi."
Her iki zaman kesiti de, yani gece uykusu da, öğle sonu uykusu da dalmışlık, kendini koyuvermişlik ve güven saatleridir. Bu zaman kesitlerinde insanları yakalamak korkutma bakımından daha şiddetli, etkileme bakımından daha dehşetli olduğu gibi öğüt almaya, çekinmeye, sakınmaya, dikkatli olmaya daha sevkedici bir nitelik taşır.
Sonra olan nedir? Bu dalgınlıkları içinde yakalananların gösterdikleri tek reaksiyon itiraftır! Hiçbir savunma amaçlı iddia ileri süremiyorlar, sadece kötülüklerini kabul ediyorlar. Okuyoruz:
"Azabımıza uğradıkları andaki tek feryatları `Biz gerçekten zalimdik' demekten ibaret oldu."
İnsan kusurunu itiraf etmemek, kabahatli olduğunu onaylamamak ïçin kendini savunma amacı ile her türlü ïddiayı ileri sürer. Fakat sözünü ettiğimiz sürpriz azaba uğrayanlar öyle zor bir pozisyondadırlar ki, "Biz gerçekten zalimdik" demekten başka hiçbir iddia ileri süremiyorlar. Aman Allah'ım! Ne korkunç, ne ürkütücü, ne dehşetli bir durum ki, o anda yapılabilen tek girişim günahı itiraf etmek, müşriklik suçunu kabul etmek olabiliyor!
Bu felâketzedelerin bu sözleri ile kasdettikleri "zulüm" müşriklik anlamına gelir. Kur'an üslubunda bu ifade biçimine sık sık rastlarız. Gerçekten müşriklik zulüm olduğu gibi, zulüm de müşrikliktir. Kendisini yaratan Rabbine ortak koşan kimseden daha zalimi düşünülebilir mi?
Görüldüğü gibi sahne dünyada sunuluyor. Yüce Allah, peygamberlerini yalanlayanları yakalayarak azabına çarptırmış, onlar da yüce Allah'ın azabını belirmiş gözleri ile görüp dururken, zalim olduklarını itiraf etmişlerdir, gerçek gözlerinin önüne serilmiş, onlar da onu onaylamışlardır. Fakat bu onaylamanın ve itirafın artık hiçbir yararı yoktur; pişmanlık ve tevbe yüce Allah'ın bu azabını başlarından savacak değildir. Çünkü azabın inmesi ile pişmanlık zamanı geçmiş, tevbe yolu kesilmiştir.
Olay bu şekilde bir dünya sahnesinde gözlerinizin önüne serilmişken birdenbire, hiç ara vermeksizin ahiret alanına geçiş yapıyor, dinleyicilerini de durup nefes almaya fırsat bırakmadan beraberinde bu alana geçiriyor. Bu geçişi simgeleyen film şeridinin kareleri bitişiktir, yanyana duruyorlar. Geçiş zaman ve mekân boyutlarını yutarak aşıyor, dünya ahiret ile birleşiyor, dünya azabı ahiret azabı ile bütünleşiyor, pozisyon şu beklenmedik anın titreşimlerinde dokunaklaşıyor.



6- "Kendilerine peygamber gönderilenleri de peygamberleri de sorguya çekeceğiz.


7- Onlara olup bitenleri bilgimize dayanarak kesinlikle bir bir anlatacağız. Zira onlar hiçbir zaman bilgi alanımız dışında kalmamışlardı.


8- O gün tam doğru tartı vardır. Kimlerin tartıları ağır çekerse, onlar kurtuluşa ermişlerdir.


9- Kimlerin tartıları hafif kalırsa, onlar ayetlerimiz karşısında takındıkları zalimce tutumları yüzünden kendilerini mahvetmiş olurlar. "

Böylesine tasvir edici, canlandırıcı ve duyguları kamçılayıcı ifade tarzı Kur'an'ın özelliklerinden biridir. Bu ifade tarzı içinde tüm bir dünya turu bir ana, bir kitap satırına sığdırılır, dünya ve ahiret birbiri ile kaynaşır, başlangıç ve bitiş aynı anda bütünleşiverir.
Dünyada yüce Allah'ın azabına uğrayan bu kimseler orada, yani ahirette hesap vermek üzere sorguya çekildiklerinde, davranışlarına karşılık biçilecek o yüce duruşmada ayağa diktirildiklerinde dünyada ansızın azapla yüzyüze geldikleri sırada yapmış oldukları "Biz gerçekten zalim olduk" itirafı ile yakayı kurtaramazlar. Orada yeni bir sorgulama ile karşı karşıya gelecekler ve o dehşetli günün akla sığmaz kalabalığı önünde teşhir edilecekler, iplikleri pazara çıkarılacaktır. Tekrarlıyoruz:
"Kendilerine peygamber gönderilenleri de peygamberleri de sorguya çekeceğiz.
Onlara olup bitenleri bilgimize dayanarak kesinlikle bir bir anlatacağız. Zira onlar hiçbir zaman bilgi alanımızın dışında kalmamışlardı."
Bu sorgulama son derece titiz ve ayrıntılıdır; kendilerine peygamber gönderilenleri de peygamberleri de kapsamına alır. Bu sorgulamada ele alınan mesele, o müthiş kalabalık önünde inceden inceye anlatılır, bütün gizli-kapaklı tarafları ortaya dökülür. Kendilerine peygamber gönderilenlere sorular sorulur, onlar da bu sorular karşısında itiraflarda bulunurlar; peygamberlerin kendilerine sorular sorulur, onlar da bu sorulara cevap verirler. Sonra her şeyi bilen, her şeyin içyüzünden haberdar olan yüce Allah, sorguya çekilenlere unuttukları noktalar hakkında açıklamalar yapar; bu açıklamaları her şeyi kayda geçirmiş olan bilgisine dayanarak yapar. Zira O her şeyin yanı başında idi, hiçbir şey O'nun bilgi alanı dışında değildi. Bu mesajın etkisi, hatırlatıcılığı ve uyarıcılığı son derece derindir. Devam ediyoruz:
"O gün tam doğru tartı vardır."
O günkü tartıda mızıkçılık yapmak, verilecek hükmü gürültüye getirmek, hükümlerin ve tartıların güvenirliğini giderici tartışmalara girişmek mümkün değildir. Devam ediyoruz:
"Kimlerin tartıları ağır çekerse onlar kurtuluşa ermişlerdir."
Yüce Allah'ın hakka şıkı sıkıya bağlı terazisinde bu kimselerin tartıları ağır çekmiştir. O halde bu mutlu sonucun ödülü kurtuluştur. Bunca uzun yolculuğun sonunda, bu uzun sürecin son aşamasında cehennemden kurtularak cennete girmeyi hakketmekten daha büyük kurtuluş mu olur? Devam ediyoruz:
"Kimlerin tartıları hafif kalırsa, onlar ayetlerimiz karşısında takındıkları zalimce tutumları yüzünden kendilerini mahvetmiş olurlar."
Yüce Allah'ın haksızlık etmesi, yanlış tartması sözkonusu olmayan terazisinde, bu kimselerin tartıları hafif kalmıştır. Bu durum karşısında onlar kendilerini mahvetmişler, öz benliklerini kaybetmişlerdir. Artık ne kazanabilirler ki? Çünkü kişi çalışır, çabalar, kendisi için, öz benliği için bir şeyler biriktirir. Ama kendini mahvedince, bizzat öz benliğini kaybedince artık geriye ne kalır ki?
Ayetteki "Onlar ayetlerimiz karşısında takındıkları zalimce tutumları yüzünden" ifadesi bize açıkça anlatıyor ki, bu kimseler yüce Allah'ın ayetlerini inkâr ettikleri için kendilerini mahvetmişler, öz benliklerini kaybetmişlerdir. Daha önce söylediğimiz gibi Kur'an dilinde "zulüm" terimi müşriklik ya da kâfirlik anlamına gelir. Çünkü "Allah'a ortak koşmak, büyük zulümdür." (Lokman Suresi: 13)
Biz burada islâm düşüncesi tarihi boyunca islâm-dışı bir mantıkla tartışmaya girişenlerin hatasına düşerek "bu tartı nasıl bir tartıdır, bu terazi ne biçim bir terazidir?" tartışmasına girecek değiliz. Çünkü madem ki, yüce "Allah gibi olan bir şey yoktur", madem ki, her anlamda benzersizdir, O'nun eylemlerinin ve tasarruflarının tümü de benzersiz ve eşsiz niteliktedir. Burada bize düşen görev, bu ayetlerin amaçladıkları gerçeği vurgulamaktır. O da şudur: O gün hesaplaşma gerçektir, bu hesaplaşmada hiç kimse zerre kadar haksızlığa uğramaz; hiçbir davranış, hiçbir eylem değerinden düşük bir karşılık görmez, unutulmaz, ihmale uğramaz.

UZUN BİR YOLCULUK

Büyük göç buradan başlıyor... İnsanlığın kıssasına detaylı biçimde başlamadan önce kesin bir gerçek olarak yüce Allah'ın varlıkların bir türü olan insanı yeryüzüne yerleştirmesinden söz edilerek bir giriş yapılıyor.



10- "Size yeryüzünde yurt sağladık, orada size çeşitli geçim kaynakları bağışladık. Ne kadar az şükrediyorsunuz!

İnsanlık türünün tamamını yeryüzüne yerleştiren yeryüzünün yaratıcısı ve insanların yaratıcısı olan yüce Allah'tır. Yeryüzünde insanlığın hayatı için elverişli müsait ve koruyucu şartları, özellikleri hazırlayan, rızıkları ve yaşamları için gereken ortam hazırlayan Allah'tır.
Atmosferi, oluşumu, hacmi, güneş ve aydan uzaklığı, güneş etrafında dönüşü, ekseninin yörüngesine eğriliği, dönüş hızı ve diğer özellikleriyle yeryüzünü insanlık türünün yaşamına elverişli hale getiren, yüce Allah'tır. İnsanın yaradılışı, hayatı bu hayatının gelişmesi ve ilerlemesi için gereken gıda maddeleri, rızıkları, güçleri ve enerjileri bu yeryüzüne yerleştiren de O'dur. İnsanlığı bu yeryüzündeki yaratıkların efendisi kılan da Allah'tır. Yüce Allah insanlara bu evrenin birtakım yasalarını keşfetmeleri ve evreni kendi yararlarına kullanmaları için birtakım özellikler ve yetenekler vermişti. Bu özelliklere ve yeteneklere dayanarak insanlar, bu yeryüzünün yaratıklarına egemen olabilir ve onları kendi hizmetlerine koşturabilirler.
Eğer yüce Allah insanı yeryüzünde bunca imkânlarla yerleştirmemiş olsaydı, bu güçsüz yaratık klasik ve modern cahiliye mensuplarının ifadesiyle "Tabiata egemen olamazdı"! İnsanlık kendi öz gücüyle evrenin korkunç ve ezici güçlerine karşı koymaya asla güç yetiremezdi!
Günümüzün modern cahiliye düşüncelerine (felsefesine) şekil veren, Grek ve Roma düşünceleridir Evreni, insana düşman olarak gösteren bu düşüncedir. Bu düşünce evrenin doğal güçlerini, insanın varlığına ve hareketine karşı güçler olarak kabul eder. insanı yalnız başına çabasıyla bu güçlere karşı koyan bir varlık konusunda değerlendirir. Evrensel bir yasayı keşfetmeyi, tabiat güçlerinden birini hizmetlerine almayı insanlık ile Evren (tabiat) arasındaki savaşta kazanılmış bir zafer olarak kabul eder ve tabiatın mağlûp edilmesi şeklinde değerlendirir:
Bunlar gerçekten bayağı düşüncelerdir. Hatta bunlar alabildiğince çirkin yaklaşımlardır!
Eğer onların zannettikleri gibi, bu evrensel yasalar insana karşı olsaydı, her an pusuda bekleyen, her an ona karşı duran bir düşman olsaydı ve bu yasaların arkasında her şeyi yerli yerince düzenleyen bir irade bulunmamış olsaydı, insanlar daha baştan varolamazlardı! Yoksa insan nasıl varolabilirdi? Arkasında hiçbir irade bulunmayan ve kendisine düşman olan bir evrende insan nasıl varolabilirdi? Var olduğunu kabul etsek de bu insan, bunca düşman şartlara karşı koyan evrensel güçlere rağmen hayatını nasıl sürdürebilirdi? Çünkü onların anlayışlarına göre evren, kendi başına özgür biçimde hareket eder, onun gücünün ötesinde kendisine egemen olan hiçbir güç de yoktur!
Sadece islâm düşüncesi, bu birbirinden kopuk varlıkları, güçleri sistemli biçimde ele alarak hepsini kapsamlı bir ahenk içinde birbirine bağlar... Evreni yaratan Allah'tır. İnsanı yaratan da Allah'tır. Allah'ın iradesi ve hikmeti bu evrenin tabiatının bu insanın varolmasına elverişli olmasını dilemiştir. İnsanın bu evrenin bazı temel yasalarını öğrenmesi ve buradan hareketle onu kendi hizmetinde kullanması için gereken yetenekleri de O'nun bünyesine yerleştiren de yine Allah'ın iradesi ve hikmetidir... Değerlendirmede göz önünde bulundurulan bu uyum ve ahenk, her şeyi en güzel biçimde yaratan ve yarattıklarını birbirlerine düşman, aykırı ve çelişen varlıklar olarak yaratmayan Allah'ın sanatına gerçekten lâyıktır"...
İslâmın bu düşüncesinin ışığı altında "insan" sevecen ve dost bir evrende, her şeyi en güzel biçimde ve mahirane olarak himaye eden bir kuvvetin altında yaşamını sürdürür. Kalbi huzur içinde, vicdanı rahat olarak ve kendinden emin adımlarla ilerler. Yeryüzünde Allah adına halifelik görevini yerine getirirken bu halifelik konusunda kendisine Allah'ın yardım edeceğine güveni tamdır. Evrenle ilişkilerini düzenlerken, onunla alışverişte bulunurken, sevgi ve dostluk ruhuyla meseleye yaklaşır. Varlığın sırlarından herhangi birinin farkına vardıkça, halifelik görevini yerine getirmede kendisine yardımcı olacak, ilerleme, refah ve mal yönünden yeni bir güç ve kuvvet elde etmesine yarayacak yasalardan birini öğrendikçe yüce Allah'a daha fazla şükreder.
İslâm düşüncesi, insanı varlığın sırlarını araştırmadan, yasalarını keşfetmeden çalışmaktan alıkoymaz. Tam tersine ona bu yolda özendirir. Kalbine güven ve huzur doldurur. Çünkü bu anlayışla insan dost olan, sırlarını kendisinden cimriliği nedeniyle saklamayan, desteğini ve yardımını kendisinden esirgemeyen bir evrenle karşı karşıyadır... İnsan, bu anlayışa göre her an kendisini pusuda bekleyen, yönelişlerinin hepsini etkisiz hale getirmeye çalışan, umutlarını ve hülyalarını yok etmeye uğraşan düşman bir evrenle mücadele içinde değildir!
"Existansiyalizmin" (varoluşçuluğun) en büyük çıkmazı bu uğursuz ve çirkin düşüncede yatmaktadır. Evrenin varlığını, hatta insanlığın toplumsal varlığını, yapısı itibariyle, insanın bireysel varlığına aykırı gören, ezici ağırlıklarıyla insanın varlığına gölge düşürdüklerini ileri süren düşüncesinde! .. Bu gerçekten korkunç bir düşüncedir. Sonuç olarak ya insanı toplum dışına, pısırıklığa ve yok oluşa iter! Veya şımarıklığı, isyankârlığı ve bireyselliği doğurur. Her iki halde de insanı bekleyen ancak hastalık haline gelen sarsıntılardır! Psikolojik ve akli bunalımlardır! Çöllerde ürküp kaçmaktır! İsyankârlık çöllerinde, yokluk çöllerinde şaşkın şaşkın dolaşmaktır! Temelde bu iki çöl şaşkınlığı arasında fark yoktur...
Bu Avrupa düşünce ekolleri içinde yalnızca "Existansiyalizm"in (varoluşçuluk) çıkmazı değildir. Bütün akımları ve ekolleriyle Avrupa düşüncesi bu dramın etkisi altındadır ve onun kurbanı olmuştur. Hatta bütün zamanlardaki ve toplumlardaki cahiliye düşüncelerinin en büyük çıkmazı budur. Fakat islâm dini, geniş kapsamlı inanç sistemiyle bu faciayı rahat bir şekilde önlemiştir. İslâmın öngördüğü inanç sistemi insanın zihnine bu evrenin ve bu evrenin ötesindeki egemen gücün fonksiyonu açısından sağlıklı bir düşünce yerleştirmiştir.
Bu anlayışa göre, "insan" bu yeryüzünün oğludur. Bu kâinatın yavrusudur. Yüce Allah O'nu bu yeryüzünden yaratmıştır. Ve onu buraya yerleştirmiştir. Yeryüzünde onun için gıda maddeleri ve geçim vasıtaları hazırlamıştır. Yeryüzünün anahtarlarını kendisinin eline verecek bilginin yollarını kolaylaştırmıştır. Evrenin yasalarını insanın varlığı için elverişli ve uygun kılmıştır. Bilinçli bir şekilde bu yasaları incelediğinde, insana destek olur ve hayatını daha da kolaylaştırırlar.
Ne var ki, insanlar çok az şükrederler. Çünkü onlar cahilliklerin bilinçsizlikleri içinde yüzmektedirler. Hatta bilenler bile Allah'ın kendilerine bağışladığı nimetlerin hakkını ödeyebilecek şekilde bir şükretme imkânına sahip değillerdir. Yüce Allah güçlerinin yettiğini yapmalarıyla yetinmeseydi, güçlerinden daha fazlasını isteseydi, onlar bunca nimetin hakkını nasıl ödeyebileceklerdi? Dolayısıyla hem bilenler, hem de cahiller için Allah'ın şu hükmü uygun düşmekte ve gerçeği ifade etmektedir:
"...Ne kadar az şükrediyorsunuz!"
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi MERVE DEMİR 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN ülke tv Canlı... Videolar/Slaytlar Medine-web 1 2893 23 Ağustos 2013 00:41
İran Emperyalizmi Makale ve Köşe Yazıları Medine-web 6 3638 26 Ocak 2013 22:53
gerekli gereksiz bir şiir.. Makale ve Köşe Yazıları MERVE DEMİR 0 3281 06 Aralık 2012 10:48
olmamış kayınbiradere mektup :) Komik Paylaşımlar Allahın kulu_ 10 7787 03 Kasım 2012 23:19
İslamın kurtuluşu bilinçlenme ile mümkündür Makale ve Köşe Yazıları Esadullah 11 7255 02 Ekim 2012 21:16