Durumu: Medine No : 5587 Üyelik T.:
05 Aralık 2008 Arkadaşları:14 Cinsiyet: Memleket:İstanbul Yaş:35 Mesaj:
2.537 Konular:
2038 Beğenildi:116 Beğendi:0 Takdirleri:270 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cvp: Fizilalil Kuran Araf Suresi Tefsiri "O ki, sizi tek bir kişiden türetti, o tek kişinin beraberliğinde huzura ereceği eşini de onun kendi özünden yarattı, eşini kucaklayıp sarınca hafif bir yük yüklendi, onu bir süre taşıdı, sonra yükü ağırlaşınca eşler birlikte: `Eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen kesinlikle sana şükredenlerden oluruz, diye Allah'a dua ettiler. Fakat Allah onlara sağlıklı bir çocuk verince, kendilerine Allah tarafından verilen bu çocuk üzerinde Allah'a ortak koştular. Oysa Allah onların koştukları ortaklardan münezzehtir. Hiçbir şey yaratmayan, kendileri birer yaratık olan varlıkları mı Allah'a ortak koşuyorlar? Oysa bu düzmece ortaklar ne onlara yardım edebilirler ne de kendilerine yardım edebilirler..." Aslında burada birbirinin peşisıra gelen kuşakların birbirini izleyen durumları tek bir kişide temsil edilmektedir. Bu tasvirin hem güzelliği yönünden, hem de doğruluğu açısından kendisine has enteresan anlamları vardır...Hem burada önemli olan şu Kur'an'la muhatap bulunan müşriklerin durumlarını somut örneklerle ortaya koymak olduğundan dolayı, ifade biçimi teslim yönteminden doğrudan hitab yöntemine geçiyor. Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- hem onlara hem de ilâhlarına meydan okumasını istiyor: "Eğer onları doğru yola çağırsanız size uymazlar, onları çağırsanız da karşılarında suskun dursanız da sizin için birdir. Allah'ın dışındaki yalvardıklarınız tıpkı sizin gibi birer kul, birer yaratıktırlar. Eğer onlara ilişkin düşünceniz doğru ise, çağırın onları da size karşılık versinler bakalım. Onların yürüyecek ayakları mı var, tutacak elleri mi var, görecek gözleri mi var, yoksa işitecek kulakları mı var? De ki; Allah'a koştuğunuz ortakları çağırınız, sonra hiç göz açtırmaksızın bana karşı tuzak kurunuz. Benim dostum, koruyucum Kitab'ı (Kur'an-ı) indiren Allah'tır. O, iyileri dost edinir, koruması altında tutar. O'nun dışındaki yalvardıklarınız ne size yardım edebilirler ne de kendilerine yardım edebilirler. Eğer onları doğru yola çağırsanız işitmezler, onları sana bakar gibi görürsün, fakat görmezler." Surenin sonunda hitap peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- ve müslüman ümmete yöneltilmektedir. İnsanları islâma çağırırken, kolay, yumuşak bir yol izlemeleri, onların itirazlarına ve kasılmalarına karşı öfkelerine hakim olmaları, sabretmeleri, öfkeyi harekete geçiren ve insanın göğsünü daraltan şeytandan Allah'a sığınmaları gerektiğini hatırlatıyor: "Affı, kolaylaştırmayı prensip edin, iyi olanı emret ve cahillere aldırış etme! Eğer şeytandan gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya uğrayacak olursan, Allah'a sığın. Çünkü O her şeyi işiten ve her şeyi bilendir. Allah'dan korkanlar şeytandan gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya uğradıklarında, Allah'ın uyarılarını hatırlarlar ve hemen gerçeği görürler. Şeytanların kardeşleri, dostları, azgınlıkta şeytanlara yardakçılık ederler, sonra da ellerinden geleni yapmaya devam ederler. Sen onlara bir ayet sunmadığın zaman, kendin bir ayet uydursaydın ya, derler. De ki; Ben ancak Rabbim tarafından bana indirilen vahye uyuyorum. Bu Kur'an'daki ayetler müminler topluluğu için Rabbinizin katından gelen uyarıcı kanıt, doğru yol kılavuzu ve rahmettir." Bu direktif surenin baş tarafında yer alan ayeti bize hatırlatıyor: "Bu Kur'an, kendisi ile insanları uyarasın ve müminlere öğüt veresin diye sana indirilen bir kitaptır. O halde bu görevi yaparken sakın ruhun sıkılmasın." (A'raf, 2) Bu direktif peygamberin omuzuna yüklenen yükün, insanları islâma çağırma yükünün ağırlığını haber veriyor. İnsanların benliklerinde yer alan cahiliye tortularına, sis bulutlarına, kalıntılarına, dönekliklere, arzulara ve ihtiraslara; gaflete, ağırlığa ve kasılmaya karşı direnme... Sabır zarureti... kolaylık, yumuşaklık, zorunluluğu... Ve her şeye rağmen yoluna devam etme zaruretinin getirdiği yükün ağırlığını ifade ediyor! Daha sonra yolun zorluklarına karşı destek sağlayacak azığa ilişkin bir direktif geliyor. Kur'an-a kulak vermeye ve sessizce onu dinlemeye, her zaman ve her yerde Allah'ı anmaya, gafletten sakınmaya, zikir ve ibadette Allah'a yakın meleklerin yolunu izlemeye ilişkin direktif: "Kur'an okunduğu zaman onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz ki, size rahmet edilsin. Rabbinin adını yalvararak, korkarak ve yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam an ve gafillerden olma. Rabbinin yanındakiler, burun kıvırıp O'na kulluk etmekten geri durmazlar, O'nu noksanlıklardan tenzih ederler." İşte bu, yol azığıdır... İbadetin edep kuralı budur. Aynı şekilde hedeflerine ulaşanların, yakınlaştırılmış meleklerin yolu da budur. Şimdilik ana hatlara ilişkin bu kadarcık açıklama yeterlidir. Artık ayetleri detaylı olarak ele almaya geçebiliriz.Okuyacağınız bu bölüm surenin akışı içerisinde geçen Nuh peygamberin, Hud peygamberin, Salih peygamberin, Lût peygamberin, Şuayb peygamberin, (Allah'ın selâmı hepsinin üzerine olsun) ve kavimlerinin kıssalarından sonra kısa bir duraklamadan ibarettir. Burada bir nebze durulmakta, her yerleşim birimindeki -burada yerleşim birimi, büyük şehir veya merkezi kasaba anlamına gelir- Peygamberi yalanlayanlara karşı ilâhi irade ile cereyan eden ve ilâhi takdir ile gerçekleşen Allah'ın yasaları açıklanmaktadır. Aslında bu yasa, Allah'ın yalanlayıcıları kendisiyle cezalandırdığı tek bir yasadır. İşte bu yasa, bir yönden de insanlık tarihini köklü biçimde etkileyen ve ona yön veren bir gerçektir. İşte bu gerçeğe göre yüce Allah, ilâhi mesajı yalanlayanları sıkıntı ve zorluklarla kıskıvrak yakalayıverir. Onların başına musibetler verir ki, kalpleri yumuşasın, incelsin ve Allah'a yönelsinler. Gerçek ilâhlığın ve insanların gerçekten kulluk etmeleri gereken gücün Allah'ın ilâhlığına teslim olmak olduğunu anlasınlar. 94- "Peygamber gönderdiğimiz her ülkenin halkını, ola ki, bize yalvarırlar diye, mutlaka sıkıntılara ve belalara uğrattık. " 95- Sonra kötü günleri iyi günlerle değiştirdik de sayıca çoğaldılar ve: "Atalarımız da hem sıkıntılı hem de sevinçli günler geçirmişlerdi" dediler. Bunun üzerine onları hiç ummadıkları bir sırada ansızın yakalayıverdik. " 96- "Eğer o ülkelerin halkları iman edip kötülüklerden sakınsalardı, göğün ve yerin bereket kapılarını yüzlerine açardık. Fakat yalanladılar, biz de onları işlediklerinin cezasına çarptırdık. " Burada Kur'an-ı Kerim herhangi bir olayı anlatmıyor. Bir yasayı ortaya koyuyor. Herhangi bir toplumun tarihinden sahneler sunmuyor. İlâhi kaderin aşamalarından söz ediyor... Böylece ortaya çıkıyor ki: İşlerin kendisine göre düzenlendiği, olayların kendisine göre meydana geldiği ve bu yeryüzünde "İnsanlık Tarihini" yönlendiren, hareketini etkileyen bir yasa vardır. Peygamberlik misyonu dahi önemine ve yüceliğine rağmen, bu yasanın gerçekleştirilmesini sağlayan vasıtalardan, etkenlerden ancak biridir. Bu yasa önemi açısından peygamberlik misyonundan daha büyük ve daha kapsamlıdır. İşlerin hiçbiri başıboş seyretmiyor. İnsan bugün Allah'ın varlığını kabul etmeyen ateistlerin iddia ettiği gibi, bu yeryüzünde yalnız başına varlığını sürdüremez (kendi başına buyruk olamaz!) Bu evrende meydana gelen her şey, ancak plan ve program çerçevesinde meydana gelmekte, bir hikmete bağlı olarak ortaya çıkmakta ve bir hedefe (bir amaca) doğru yönelmektedir. İşin sonunda özgür iradeye uygun biçimde işleyen geçerli bir yasa vardır. Bu yasayı belirleyen ve değişmez ilkeyi ortaya koyan özgür ilâhi iradedir... Her şey özgür ilâhi iradeye uygun ve Allah'ın yürürlükteki yasasına bağlı olarak meydana gelir. İşte o kasabaların durumları da Kur'an-ı Kerim tarafından ele alındığı gibi, özgür ilâhi iradeye uygun ve Allah'ın yürürlükteki yasalarına bağlı olarak belirlenmiştir. Diğer milletlerin başlarına gelecekler de aynı kanunlara uygun biçimde işleyecektir! İslâm düşüncesinde insanın iradesi ve hareketi, insanlık tarihinin hareketinde ve bu tarihin yorumlanmasında önemli bir etken olarak kabul edilir. Şu kadar var ki, insanın iradesi ve hareketi de ancak Allah'ın özgür iradesi ve etken olan kaderinin çerçevesi içinde meydana gelir ve gerçekleşebilir... Her şeyi kuşatan sadece Allah'tır... Allah'ın özgür iradesi ve etken olan kaderinin çevresini içinde insanın iradesi ve hareketi bütün bir varlık ile temasta bulunur, onların hepsiyle ilişkisi vardır. Bu varlık aleminde hem etki altında kalır hem de etki eder. Bu varlıklar dünyasında insanlık tarihini harekete geçiren ve yönlendiren birçok etkenler ve faktörler vardır. Bu hareketin sahası hem geniş hem de derindir... Bu gerçekliğin yanında "Tarihin İktisadi Yorumu", "Tarihin Biyolojik Yorumu", "Tarihin Coğrafi Yorumu"... gibi çağrışımlar koca bir kıta yanında küçük bir ada niteliğindedir. Bu küçük insanın basit oyuncaklarından biri olmaktan öteye geçemez! "Peygamber gönderdiğimiz her ülke balkını, ola ki, bize yalvarırlar diye, mutlaka sıkıntılara ve helâlara uğrattık..." Yüce Allah, iş olsun diye, kullarının canlarını, bedenlerini, rızıklarını ve mallarını boşu boşuna sıkıntıya sokmaz. Putperest mitolojilerde boş işlerle uğraşan kindar ilâhlar gibi, kendi kinini dindirmek, öfkesini indirmek için onları cezalandırmaz! Allah bu tür işleri yapmaktan tamamen uzak ve münezzehtir. Allah Teala sadece peygamberlerini yalanlayanları sıkıntılarla ve belâlarla cezalandırır. Çünkü zorluklarla deneme ve sınamanın tabiatı; henüz iyi tarafları bulunan, hayır ümidi olan fıtratı uyarmak, birtakım iyilik kalıntılarını içinde taşıyan, fakat aradan geçen uzun zaman nedeniyle üzeri küllenen kalpleri inceltmek, yumuşatın ak, zayıf olan insanları güçlü olan yaratıcısına yöneltmek, içtenlikle O'na yalvarmalarını sağlamak, merhametini ve bağışlamasını dilemelerini temin etmektir. İnsanlar bu niyazları ve yakarışları ile Allah'a taptıklarını ilân etmiş olurlar. Allah'a ibadet ise insanın varlığının amacıdır. Yoksa yüce Allah'ın ne insanların kendisine yalvarmalarına ne de O'na kulluk yaptıklarını ilân etmelerine ihtiyacı vardır! "Ben cinleri ve insanları sırf bana ibadet etsinler diye yarattım. Onların hiçbirisinden bir rızık istemem ve doyurmalarını da arzu etmem. Muhakkak ki, Allah bol bol rızık verendir ve sağlam kuvvet sahibidir." (Zariyat: 56-58) Kutsi bir hadiste belirtildiği gibi, şayet bütün insanlar ve cinler tek bir yürek halinde birleşip Allah'a ibadet etseler Allah'ın mülkünde (hakimiyet ve otoritesinde) hiçbir şeyi arttırmış olmazlar. Yine şayet bütün insanlar ve cinler bir bütün olarak yüce Allah'a karşı gelseler de Allah'ın mülkünden hiçbir şeyi eksiltemezler... Şu kadar var ki, kulların Allah'a yönelmeleri, O'na niyazda bulunmaları, Allah'a kulluk yaptıklarını ilân etmeleri kendileri için, hayatları ve yaşayışları için yararlıdır. İnsanlar ne zaman Allah'ın kulu olduklarını ilân ederlerse, O'nun dışındakilere kulluk yapmaktan kurtulurlar. Surenin baş taraflarında belirtildiği gibi kendilerini saptırmak isteyen şeytana kulluk yapmaktan kurtulurlar. İhtiraslarının ve arzularının baskısından kurtulur özgürlüğe kavuşurlar. Kendileri gibi kullara kulluk yapmaktan kurtulurlar. Bundan böyle şeytanın izlerini sürmekten, onu adım adım takip etmekten haya ederler. Dara düştüklerinde kendisine yöneldikleri ve kendisine niyazda bulundukları Allah'ı herhangi bir hareket veya niyet ile öfkelendirmekten çekinirler. Kendilerini özgür kılacak, arındıracak ve tertemiz hale getirecek, kendilerini heva ve hevese kulluk yapmak, kullara kulluk etmek düzeyinden daha yüksek bir konuma getirecek dosdoğru yola sokarlar. Ondan sapmazlar! İşte bu nedenle ilâhi irade, kendilerine bir peygamber gönderildiği halde onu yalanlayan her ülke ahalisini, canları ve ruhları ile sıkıntılara, bedenleri ve malları ile zorluklara düşürmeye hükmetmiştir. Böyle acılarla onların kalplerini diriltmeyi dilemiştir... Şüphesiz ki, acı en güzel eğiticidir. Bu öyle güzel bir hayır kaynağıdır ki, potansiyel enerji halindeki iyilik kaynaklarının kaynamasına neden olur. Diri olan vicdanlarda duyarlılığı bileyen ve keskinleştiren bir berekettir. Rahmetin gölgelerine yönelik bir berekettir. Bu rahmet ise, üzüntü ve kederle yoğrulmuş güçsüz insanların üzerine darlık ve sıkıntı anlarında rahat ve afiyet dolu, tatlı ve hafif meltemleri estirir.. "Ola ki, yalvarırlar..." "Sonra kötü günleri iyi günlerle değiştirdik." Birden şiddetin yerini rahat, zorluğun yerini kolaylık, kıtlığın yerini nimet, sıkıntının yerini huzur, kısırlığın yerini nesil, kıtlığın yerini bolluk, korkunun yerin güven alıverir. Bir de bakarsınız ki, ortalığı eğlence, rahat, yumuşaklık, nimetler, bolluk ve bereket alıp yürümüştür... Ne var ki, bunların hepsi, aslında birer deneme ve birer imtihandır... Sıkıntılarla denenmeye karşı insanların çoğu dayanır ve sabreder. İnsanların çoğu sıkıntıların zorluklarına katlanırlar. Çünkü sıkıntı direnme güçlerini de harekete geçirir. Eğer sıkıntı ile imtihan edilen kişide hayır varsa, bu imtihan ona Allah'ı hatırlatabilir, O'na yönelmesini, O'nun huzurunda niyazda bulunmasını, O'nun gölgesinde huzura kavuşmasını, O'nun himayesinde bir enginliğe kavuşmasını, O'nun vereceği ferahlığa umut bağlamasını ve vaadini, sözcüğünü bir müjde kabul etmesini sağlayabilir. Bolluk ile denenmeye gelince, bu konuda dayanabilen, sabreden insanlar çok azdır. Bolluk insana her şeyi unutturur. Eğlence insanı aldatır. Servet insanlığı azgınlığa götürür. Allah'ın pek az kulları dışında kimse bolluk ile imtihandan başarı ile çıkamaz. "Sonra kötü günleri iyi günlerle değiştirdik de sayıca çoğaldılar ve: `Atalarımız da hem sıkıntılı hem de sevinçli günler geçirmişlerdi' dediler." Yani onlar çoğalmışlar ve yeryüzüne yayılmışlardı. Kolay bir şekilde geçimlerini temin ediyorlar ve rahat bir hayat yaşıyorlardı. İşledikleri amellerden dolayı, içlerinde hiçbir sıkılma duymuyorlar ve yaptıklarından dolayı hiç kimseden korkmuyorlardı. Ayeti kerimede geçen "Afer" sözcüğü, çokluğa, bolluğa işaret etmesinin yanında, özel psikolojik bir halı de dile getirmektedir. Umursamanın azalması durumunu-küçümseme şımarma halini... Her şeyi basite alma halini... Hem bilinç olarak, hem de yaşam tarzı olarak vurdum duymazlığı esas alma halini ifade etmektedir. Bu durum uzun bir süre rahat, nimet ve bolluk içinde yaşayan bireylerin veya toplumların rahata, nimete ve bolluğa alışan insanların hayatında rahatlıkla gözlenebilmektedir. Bu tür insanlar sanki ruhlarındaki duyarlılığı yitirirler, artık hiçbir şeye aldırmazlar. Hiçbir şeyi gözönünde bulundurmazlar. Rahat içinde harcamada bulunurlar, rahatça eğlenceye ve rahat bir şekilde zevke dalarlar. Aşırı bir düşkünlükle bu hayatlarına sımsıkı tutunurlar. İnsanın tüylerini diken diken yapan, vicdanlarını tir tir titreten büyük günahların hepsini rahatlıkla ve sıkılmadan işlerler! Allah'ın gazabından sakınmazlar, insanların kınamalarından çekinmezler. Her şeyi rahatlıkla, sıkılmadan ve aldırmadan yaparlar. Allah'ın evrendeki yasalarına dikkat etmezler. Yüce Allah'ın imtihanlarını ve sınamalarını düşünmezler! Ve işte bu yüzdendir ki, bütün olayların belli bir sebebe bağlı olmaksızın, belirlenmiş bir amacı bulunmaksızın başıboş olarak meydana geldiklerini zannederler: "Atalarımız da hem sıkıntılı hem de sevinçli günler geçirmişlerdi, dediler... Yani biz sıkıntılı günlerimizi geçirdik. Şimdi artık sevinçli, bolluk günlerimize sıra geldi! İşte görüyorsunuz, ya her şey sonuçsuz bir şekilde geçip gidiyor. Bizim durumumuz da böylece şuursuzca ve başıboş bir biçimde sürüp gidecektir! İşte o zaman... Sürmekte olan gaflet anında, unutkanlık, eğlence ve azgınlığın bir ürünü ve yürürlükteki yasanın gereği olarak akıbetleri geliveriyor: "Bunun üzerine onları hiç ummadıkları bir sırada ansızın yakalayıverdik." Unutmalarının, gurura kapılmalarının, Allah'tan uzaklaşmalarının, şehvetlerinin, ihtiraslarının iplerini serbest bırakmalarının, yaptıklarından hiç sıkılmamalarının Allah korkusunun hiç akıllarına gelmemiş olmasının cezası olarak akıbetleri geliveriyor: İşte bu şekilde Allah'ın yasası, insanlara yönelik iradesine uygun biçimde gerçekleşmeye devam edecek, yine bu şekilde insanın Allah'ın yasası ve iradesi çerçevesinde gerçekleşen iradesi ve eylemiyle insanlık tarihinin yönü ve hareketi belirlenecektir. İşte bu şekilde Kur'an-ı Kerim insanlara yasayı açıklıyor ve onları fitneden sakındırıyor. Sıkıntılar ve bolluklarla denenme ve imtihan edilme fitnesinden... İnsanların aşırı düşkünlük duygularını ve uyanıklığını sağlayan etkenlere dikkat çekiyor. Yönelişlerine ve davranışlarına gerçek anlamda denk bir cezayı içeren değişmez sonuçtan sakınmalarını istiyor. Buna rağmen kim gafletten uyanmaz, kendisini sakındırmaz ve Allah'tan korkmazsa, kendi kendisine zulmetmiş olur. Asla değiştirilmesi mümkün olmayan Allah'ın cezasına kendisini çarptırmış olur. Ve hiç kimseye asla zulmedilmez: "Eğer o ülkelerin halkları iman edip kötülüklerden sakınsalardı, göğün ve yerin bereket kapılarını yüzlerine açardık. Fakat yalanladılar, biz de onları işlediklerinin cezasına çarptırdık." İşte bu, Allah'ın yürürlükteki değişmez yasalarının (sünnetullahın) öbür yüzüdür. Şayet o memleketlerin halkları yalanlama yerine iman etselerdi, şımarma yerine Allah'tan korksalardı, yüce Allah da onlara yerin ve göğün bereket kapılarını açardı... İşte böyle... "Yerin ve göğün bereketlerini" sonsuz ve hesapsız bir şekilde, üstlerinden ve altlarından sunarak, onları bereketlere boğardık. Kur'an-ın ifadesi burada genelliği ve kapsamlılığı açısından engin bir feyzin ışıklarını saçıyor. Öyle ki bu bereketleri insanların alışageldikleri rızıklar ve gıda maddeleri ile sınırlandırmak hiç de mümkün değildir. Bu ayeti kerime ile ondan önceki ayeti kerime, hem akidenin (inanç sisteminin) gerçeklerinden, hem de insan hayatının ve evrenin gerçeklerinden biriyle bizi yüzyüze getiriyor. İnsanlık tarihinde fonksiyoner bir rol oynayan etkenlerden birini gözlerimizin önüne getiriyor. Ne var ki, pozitivist (rasyonel) ekollerin hepsi, bu gerçekten habersiz tam anlamıyla gaflet içinde bulunmakta hatta onu bütünüyle reddetmektedirler! .. Hiç şüphesiz Allah'a iman ve Allah'tan korkma inancı, hayatın realitesinden ve insanlık tarihinin çizgisinden kopuk bir mesele değildir. Allah'a iman ve Allah'tan korkma, Allah'ın vaadine bağlı olarak insanı yerin ve göğün bereket kapılarının kendisine açılması için yeterli bir ehliyete kavuşturur. Ve hiç şüphesiz Allah kadar sözüne bağlı kimse yoktur! Bizler Allah'a iman edenler olarak, Allah'ın verdiği bu sözü inanmış bir gönülle kabul ediyor ve hemen onu tasdik ediyoruz. Bunun nedenini, niçinini sorup araştırmıyoruz. Gerçekleşeceğinden bir an bile tereddüt etmiyoruz. Biz gaybe dayalı olarak (görmediğimiz halde) Allah'a iman ediyoruz. Ve bu imanın gereği olarak O'nun verdiği sözü tasdik ediyoruz, onaylıyoruz... Daha sonra imanımızın da bize emrettiği şekilde, Allah'ın verdiği söze dikkatli bir düşünce ile yöneliyor ve nedenini, niçinini de öğreniyoruz! Allah'a iman, insan fıtratının diri olduğunu, fıtri olan alıcı cihazlarının sağlıklı biçimde çalıştığını, insanın algılama sisteminin doğru çalıştığını gösterir. İnsanın bünyesinin canlı ve diri olduğunu, varlıklar alemindeki gerçeklere karşı geniş bir duyarlılık sahibi olduğunu ortaya koyar. İşte bunların hepsi realiteye dayalı, pratik hayatta insanın kurtuluşunu sağlayan faktörlerdir. Allah'a iman, ileriye doğru fırlatıcı ve itici bir kuvvet kaynağıdır. İnsan bünyesinin bütün yönlerini, enerjilerini biraraya getirir. Ve onların hepsini bir hedefe yöneltir. Allah'ın desteğine dayanması için onları özgür bir konuma getirir. Allah'a iman insanın, ilâhi iradeye uygun olarak yeryüzündeki halifeliği ve uygarlığı gerçekleştirmesi, bozgunculuk ve fitneyi engellemesi, hayat düzeyinin yükselmesi ve ilerlemesi için çalışmasını sağlar. İşte bunların hepsi pratik hayatta insanın kurtuluşunu sağlayan faktörlerdir. Allah'a iman insanları nefse kulluktan, kullara kulluktan kurtarır (özgür kılar). Hiç şüphesiz ki, yalnız Allah'a kulluk yapmakla özgürlüğüne kavuşmuş olan bir insan, yeryüzünde doğru yola iletmede ve sağlıklı bir halifelik görevini yerine getirmede kendi nefislerine kulluk eden ve birbirlerine kölelik yapan bir insandan daha lâyıktır! Allah korkusu ise, bilinçli bir uyanıklık verir. onu hareketin fırtınasında ve hayatın seyri içinde tepkisellikten, hiddetlenmekten, zulmetmekten ve aldatmaktan korur. İnsanın çabasını, enerjisini, sınırlarını aşmayacak, hiddetlenmeyecek, faydalı çalışmanın alanı dışına taşmayacak bir şekilde dikkatli ve sağlıklı olarak yönlendirir. İnsanın hayatında itici güçler ile frenleyici güçler arasında bir denge kurulduğunda, yeryüzünde çalışarak, göğe doğru tırmanarak, beşeri olan nefisten ve azgınlıktan kurtularak, Allah'a boyun eğip ibadet ederek seyrini sürdürdüğünde, hayatın bu gidişatı faydalı ve verimli olacak, Allah'ın rızasını elde edeceği gibi, O'nun desteğini de almaya hak kazanacaktır. İşte bu şartlarda hayatı bolluk ve bereket kuşatacak, iyilik yaygınlaşacak ve kurtuluş onu himayesine alacaktır. Meseleye bu açıdan bakıldığında Allah'ın gizli olan lütfunun yanında, onun gözle görülen bir realite olduğu anlaşılacaktır. Bu, apaçık sebepleri ve illetleri olan bir realitedir. Bunun yanında söz verilen, taahhüt edilen ve gözle görülmeyen Allah'ın takdiri de söz konusudur. Yüce Allah'ın iman edenlere ve takva sahiplerine kesin ve üzerine basa basa sözünü verdiği bereketlerin pekçok çeşitleri vardır. Ayeti kerime bunların detaylarına inmiyor ve onları sınırlandırmıyor. Kur'an-i ifadenin verdiği imaj, bize her taraftan coşup gelen feyizleri, her yerden fışkıran kaynakları hatırlatmaktadır. Burada hiçbir sınırlama, detaya inme ve açıklama yapılmamaktadır. Demek ki, burada sözkonusu edilen bereketler, bereketin bütün şekillerini ve biçimlerini, bütün çeşitlerini ve renklerini kapsamına almaktadır. İnsanların bildikleri ve hayal edebildikleri bereketlerin hepsini kapsadıkları gibi, realite ve hayal dünyalarında görmedikleri, bilmedikleri bereketleri de içermektedirler! Allah'a iman ve Allah korkusunu (Takva), sırf kuru bir ibadet meselesi olarak değerlendirenler, insanların yeryüzündeki realiteleri ile hiçbir ilgili (ilişkili) olmadığını düşünenler, hem imanı tanımıyorlar, hem de hayatı tanımıyorlar! Böyle düşünenlerin yüce Allah'ın tanıklık ettiği bu ayette sözkonusu bağa bakmaları ve bu ilişkiyi görmeleri ne güzel olurdu! Çünkü bir işte Allah'ın şahitlik etmesi gerçekten yeterlidir! İnsanların bildiği sebeplere dikkat çekmekle bu bağı gözler önüne seriyor: "Eğer o ülkelerin halkları iman edip kötülüklerden sakınsalardı, göğün ve yerin hareket kapılarını yüzlerine açardık, fakat yalanladılar, biz de onları işlediklerinin cezasına çarptırdık." Bazı insanlar çevrelerine bakıp kendilerinin müslüman olduklarını söyleyen birtakım milletlerin rızık yönünden sıkıntıda olduklarını, kuraklık ve yoksulluğun yakalarını biraraya getirmediğini görebileceklerdir!.. Bunun yanında iman etmeyen ve Allah'tan korkmayan birtakım milletleri de göreceklerdir ki, bunlara rızık, kuvvet ve etkinlik açısından kapıların ardına kadar açılmıştır. O zaman da "Öyleyse bu değişmez yasa nerede?" diye soracaklardı. Ne var ki, müminlerin sıkıntılı hali ile iman etmeyenlerin rahat hayatı bir yanılgıdır. Durumların dış görüşleri onları aldatmaktadır. Bir kere kendilerinin müslüman olduklarını söyleyenler, ne mümindirler ne de takva sahibidirler! Onlar kulluklarını yalnız Allah'a yöneltmiyorlar. Pratik hayatlarında "Allah'tan başka ilâh yoktur" şehadetini (şahitliğini) gerçekleştirmiyorlar! Onlar kendileri gibi olan birtakım kullara boyunlarını teslim ediyorlar. Bunların kendileri için ilâhlık yapmalarını, ister hukukta (kanun ve yasalarda), isterse değerlerde ve geleneklerde onların kendileri adına yasamada bulunmalarını kabul ediyorlar. Bunlar müminler değillerdir. Çünkü mümin, herhangi bir kulun kendisine ilâhlık taslamasına yol vermez. Allah'ın kullarından birini, yasası ve emirleriyle hayatına hükmedecek bir ilâh konumuna geçirmez. Bugün kendilerinin mümin olduklarını zannedenlerin ataları, gerçek anlamda müslüman oldukları günlerde, bütün dünya kendilerine boyun eğmişti. Yerin ve göğün bereketlerine boğulmuşlardı. Ve işte onlar için Allah'ın verdiği söz gerçekleşmişti. Mümin ve takva sahibi olmadıkları halde kendilerine rızık kapıları açılanlara gelince; onlar için değişmez yasa şudur! "Sonra kötü günleri iyi günlerle değiştirdik de, sayıca çoğaldılar. Ve `Atalarımız da hem sıkıntılı hem de sevinçli günler geçirmişlerdi, dediler." Bu onlar için daha önce sözünü ettiğimiz gibi nimetlerle sınanmaktır. Bu sınav, zorluk ve sıkıntı ile denenmekten daha zordur. İman etmeyenlere imtihan amacıyla verilen bolluk ile müminlere ve takva sahiplerine Allah'ın sözünü verdiği bereketler arasında büyük fark vardır. Bereket, güzel bir şekilde kullanıldığında, iyilik, güven, huzur ve hoşnutlukla beraber bulunduğunda az bir malda da sözkonusu olabilir. Nice zengin ve güçlü milletler vardır ki, huzursuzluk içinde yaşamaktadırlar. Her an güvenleri tehdit altındadır. Bireyler arasındaki dostluk bağları kopmuştur. Bütün insanlar sıkıntı ve bunalım içindedirler. Ve bütün bir milleti büyük bir çözülme beklemektedir. İşte burada kuvvet var, fakat güven yoktur. Mal var, huzur yoktur. Bolluk var yararı yoktur. Parlak bir hayat var, fakat kendisini karanlık bir istikbal beklemektedir. İşte bu, hemen ardından cezanın geleceği bir sınavdır. İman ve Allah korkusu ile elde edilen bereketler ise, eşyanın tümünü, ruhların (nefislerin) tümünü, duyguların tümünü, hayatın bütün güzelliklerini kuşatan bereketlerdir... Bir anda hayatı geliştiren ve yüksek düzeye çıkaran bereketlerdir. Mutsuzluk, alçaklık ve çözülme ile birlikte gelen salt bir bolluk değildir. Kur'an-ı Kerim'in anlatım üslubu önceki milletlerin tarihlerinin tanıklık ettiği yürürlükteki bu yasayı açıkladıktan sonra... İman etmeyen ve Allah'tan korkmayan, içinde bulundukları bolluklara ve nimetlere aldanan ve Allah'ın sınava ilişkin hikmetinden habersiz olan, bu nedenle Allah'ın ayetlerini yalanlayanların insanın tüylerini ürperten ve vicdanını tir tir titreten acı akıbetlerinin ortaya konduğu sırada... Evet işte tam bu sırada şaşkına dönmüş gafillere yönelmektedir. Onlarda bekleme, gözetleme duygularını harekete geçirmektedir. Onlar uykudayken, mal peşinde koşarken veya eğlenceye dalmışken, Allah'ın cezasının kendilerini gecenin ve gündüzün herhangi bir anında birden yakalayıvereceği bilincini yerleştirmeye çalışmaktadır. 97- "Acaba o ülkelerin halkları geceleyin uyurlarken başlarına azabımızın gelmeyeceğinden emin midirler?" 98- "Acaba o ülkelerin halkları, kuşluk vakti eğlenirlerken, azabımızın gelmeyeceğinden emin midirler?" 99- "Onlar Allah'ın tuzağına yakalanmayacaklarından emin midirler? Oysa hüsrana uğrayan toplum dışında hiç kimse kendini Allah'ın tuzağından emin sayamaz. " 100- "Üzerinde yaşadıkları toprakları eski yerlilerinden miras alanlar, istesek kendilerini günahları yüzünden musibetlere çarptırabileceğimizi, kalplerini mühürleyebileceğimizi ve kulaklarının işitemez olabileceğini, bu tarihi sürecin ışığında halâ kavrayamadılar mı?" Yüce Allah'ın sıkıntılarla ve sevinçlerle, zorluklarla ve nimetlerle denemeye, ilişkin yasası (sünnetullah) ortada iken, kendilerinden önce bu ülkeleri onardıkları, imar ettikleri halde, onları yüzüstü bırakan ve kendilerine terkedip giden eski milletlerin, şaşkına dönen yalanlayıcıların acı akıbetleri gözlerinin önünde olduğu halde, yine de kasabaların halkı güven içinde miydi? Onlar gafletlerinin birine daldıkları bir sırada, dalgınlıklarının biri içinde debelendikleri bir sırada, Allah'ın cezasının kendilerini yakalayıp darmadağın hale getirmesinden yok etmesinden emin mi oldular? Uyku halinde insanın iradesi elinden alınır, gücü elinden alınır. Önlem alma imkânına sahip değildir. En küçük bir böcekten bile kendisini koruyamaz. Yüce kudret sahibi olan Allah'ın cezasına karşı kendisini nasıl koruyabilecektir? Çünkü bu, ulu kudretin karşısında değil uyurken, en fazla uyanık, güçlü ve önlemlerini aldığı anlarda bile karşı koyamaz! Yoksa onlar Allah'ın cezasının kuşluk vaktinde oyuna daldıkları sırada kendilerini yakalamasından emin mi oldular? Oyuna dalmak insanın uyanıklığını ve tedbir almasını engeller. Hazırlık yapmasına ve ihtiyatlı bulunmasına fırsat vermez. İnsan oyuna, eğlenceye daldığı sırada bir saldırgan karşısında kendisini koruyamaz. Hal böyleyken, insanın en ciddi ve tedbirli sıralarda, savunma için gerekli bütün önlemlerini aldığı hallerde ile bir varlık gösteremediği Allah'ın saldırısı karşısında durumu ne olacaktır? Allah'ın cezası o kadar şiddetlidir ki, insanların ona karşı ne uyku halinde, ne uyanık haldeyken, ne oyunda, ne hazırlıklı oldukları sıralarda karşı koymaları asla mümkün değildir. Fakat Kur'an-ı Kerim'in anlatım tarzı, insanın vicdanını derinden sarsmak, onun sakınma ve uyanma duygularını harekete geçirmek için onun en zayıf anlarını yakalıyor. Derinden sarsan büyük saldırıyı beklerken onu zaafın, gafletin ve beklenmedik bir zaman diliminin içinde uyarıyor. Bu durumda o ister uyanık olsun, ister gaflet içinde olsun asla kurtulamaz. Hem uyanık olmak, hem de gaflet içinde debelenmek Allah'ın cezası karşısında farketmez. Aynıdır! "Allah'ın cezasından emin mi oldular?" Allah'ın insanlar tarafından bilinmeyen gizli planından emin mi oldular ki Ondan korunsunlar ve sakınsınlar... "Oysa hüsrana uğrayan toplum dışında, hiç kimse kendini Allah'ın tuzağından emin sayamaz." Kendini güven içinde hissetmenin, gafletin ve vurdumduymazlığın ardında hüsrandan başka bir şey yoktur. Bu hüsrana müstehak olanlardan başkası Allah'ın cezasından bu derece güven içinde olamazlar! Yoksa onlar günahları yüzünden yok edilen, gafletlerinin cezasına çarptırılan tarihin derinliklerine gömülmüş önceki toplumlardan bu yeryüzünün hakimiyetini devraldıkları halde Allah'ın cezasından emin mi oldular? Kendilerinden önce gelip geçenlerin acı akıbetleri onlara yol göstermeli ve yollarını aydınlatmalı değil miydi? "Üzerinde yaşadıkları toprakları eski yerlilerinden miras alanlar, istesek kendilerini günahları yüzünden musibetlere çarptırabileceğimizi, kalplerini mühürleyebileceğimizi ve kulaklarının işitemez olabileceğini, bu tarihi sürecin ışığında halâ kavrayamadılar mı?" Allah'ın yasası (sünnetullah) kesinlikle değişmez. Allah'ın iradesi asla duraklamaz. Şu halde Cenab-ı Allah'ın önceki milletleri cezalandırdığı gibi, kendilerini de günahları yüzünden cezalandırmayacağını garanti eden nedir? Kalplerine mühür vurmasına, bundan böyle doğru yolu bulamaz hale gelmelerine, hatta hidayete erdirecek belgelere kulak asmaz bir duruma düşmelerine, neticede hem dünyada, hem de ahirette sapıklıklarının cezasına çarptırılmalarına engel olacak neleri vardır?.. Hiç şüphesiz önceki milletlerin acı akıbetleri, kendilerinin onların yerine geçmeleri ve Allah'ın yürürlükteki değişmez yasaları... Evet bunların hepsi korunmaları ve sakınmaları, yalancı (sahte) güven havasından, şaşkına döndüren vurdumduymazlıktan, uçuruma götüren gafletten kurtulmaları için bir uyarıcı olmalıydı. Kendilerinden önceki milletlerin akıbetlerinden ders almalıydılar. Belki bu şekilde aynı akıbete uğramazlardı! Keşke buna kulak verselerdi! Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de yer alan bu sakındırıcı direktifle, insanların sürekli korku ve endişe içinde yaşamalarını, gecenin veya gündüzün herhangi bir saatinde ölümün ve yok oluşun kendilerini yakalayacağının endişesiyle tir tir titremelerini istememiştir. Bilinmeyen gizemli şeylerden sürekli korku, istikbalden sürekli endişe içinde hareket etme, her an ölüm tehdidi ile yaşama, insanın enerjisini sekteye uğratabilir, gücünü dağıtabilir: Hatta onun çalışma, üretim, hayatı geliştirme ve yeryüzünü imar etme umudunu kırabilir. umutsuzluk içine itebilir... Bu ayetlerle yüce Allah'ın insanlardan istediği tek şey uyanıklık, duyarlılık, Allah korkusu, otokontrol (nefis murakabesi), insanlığın deneyimlerinden ibret almak, insanlık tarihini harekete geçiren dinamikleri görmek, Allah ile sürekli bir bağ içinde olmak, geçimin güzel şartlarında ve hayatın bolluk ve saadetine aldanmamaktır. Yüce Allah, insanlar bütün duyarlılıklarıyla O'na yöneldiklerinde, kulluklarını, ibadetlerini yalnız O'na sunduklarında, onlara hem dünya, hem ahiret güvenini, huzurunu, mutluluğunu ve kurtuluşunu söz veriyor. İnsanlar Allah'tan korktuklarında hayatın tadını kaçıran her kirli şeyden kurtulacaklardır. Yani yüce Allah onları aldatıcı maddi nimetlerin himayesindeki güvene değil, Allah'ın himayesindeki güvene, emniyete çağırıyor. Geçici maddi kuvvetlerine değil, Allah'ın gücüne güvenmeye davet ediyor. Dünya mallarına değil, Allah'ın katındaki nimetlere dayanmaya dikkat çekiyor. Müminlerin önünde Allah'a iman eden, Allah'tan korkan ve O'nun cezasından emin olmayan, O'ndan başkasına dayanmayan bir nesil vardır. Bu neslin sözü edilen sıfatları onların kalplerini imanla onarmış, Allah'ın zikri ile huzura kavuşmuş, şeytana, arzu ve isteklerine karşı güçlü bir konuma gelmiş, Allah'ın gösterdiği yol ile yeryüzünde iyiliği yaygınlaştırmış, insanlardan korkmamış, Allah'ı korkulmaya daha lâyık görmüş olmalarıdır. |