Medineweb İlmihal Bilgiler ve İbadetler
İbâdet Ne Demektir, Niçin İbâdet Ederiz?
İbâdet, Allah'ın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçmak, Onun rızasına uygun hareket etmek demektir. Niçin ibâdet ettiğimize gelince:
* Herşeyden önce, yaratılış gayemiz olduğu için ibâdet ederiz. Çünkü Allah, biz insanları kendisini tanıyıp îman etmemiz ve ibâdette bulunmamız için yaratmıştır.
Bu husus Kur'ân-ı Kerîm'de şu şekilde beyan edilmiştir:
"Ben insi ve cinni ancak beni (îmanla tanıyıp) ibâdet etsinler diye yarattım." (ez-Zâriyât, 56).
Bir mü'min olarak, âyet-i kerîmenin ifade ettiği yaratılış gâyemize uygun şekilde hareket eder, Yaradanımıza karşı ibâdet ve kulluk vazifemizi yerine getirmeye çalışırız.
* Ayrıca bize pek çok nimetler verdiği için de, o nimetlere bir teşekkür olarak Allah'a ibadette bulunuruz.
Küçük bir hediyesini aldığımız birine, tekrar tekrar teşekkür ederken, sayılamayacak kadar çok nimetlerine, hediye ve ikramlarına mazhar olduğumuz Allah Teâlâ'ya karşı ibâdetle teşekkürde bulunmazsak, ne derece nankörlük etmiş olacağımız açıktır. Böyle bir nankörlüğe düşmemek için, ibâdet vazifemizi noksansız yapmaya gayret gösteririz.
Allah bizi yoktan vâr etmiş, binlerce duygu ve cihazlarla donatmış, o duygu ve cihazlarımızın ihtiyacı olan herşey'i yaratmış, hayatla birlikte insâniyet, îman ve hidâyet nimetlerini de vermiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'ın nimetlerinin sonsuz olduğu ve saymakla bitmiyeceği şu şekilde belirtilmektedir:
"Allah'ın nimet(ler)ini saymaya kalksanız (değil tek tek saymak) topyekün bile sayamazsınız." (en-Nahl, 18).
Bu kadar sonsuz nimetler karşısında bizlere düşen vazife: Nimet sâhibi Cenâb-ı Hakk'ı tanımak ve sevmek, ibâdetle tanıyıp sevdiğimizi göstermek, verdiği nimetlerinden dolayı daima şükür ve minnet duyguları içinde bulunmaktır.
* Yapmış olduğumuz ibâdet ve şükürler, aslında bu dünyada bizlere verilmiş olan nimetlerin tam karşılığı olmaktan çok uzaktır. Halbuki Allah, îman edip ibâdet yaptığımız takdirde, bizler için ayrıca âhirette daha büyük nimetler hazırlamış, Cennette ebedî saâdetler va'detmiştir. Bu durumda Allah'ın âhirette vermeyi va'dettiği bu ni'metler, tamamen onun hususî lütuf ve ihsânı, fazlı ve ikrâmı olmaktadır. Yoksa, bizim yaptığımız ibâdet ve şükürlerin karşılığı, ücreti değildir.
Bu hususu Peygamber Efendimiz şu şekilde ifade buyurmuşlardır:
"Sizden hiçbir kimseyi, kendi ameli (ibâdeti) Cennete girdiremez. Beni de, amelim Cennete koyamaz. Bu, ancak Allah tarafından bir RAHMET ile olacaktır..."
İbâdet Deyince Akla Namaz, Oruç Gibi Emirler Gelmektedir. İbâdet, Sadece Bunlardan mı İbârettir?
Hayır, ibâdet sadece dînin namaz, oruç gibi emirlerinden ibâret değildir. Allah'ın rızasına uygun düşen her şey, her hareket, her söz, her fiil, her düşünce ve niyet ibâdet kabûl edilmektedir. Allah'ın emirlerini tutmak kadar, yasaklarından kaçmak da ibâdettir. Bu bakımdan ibâdeti ikiye ayırmak mümkündür:
1. Amel-i sâlih, 2. Takvâ.
Amel-i sâlih, namaz, oruç, v.s. gibi Allah'ın emirlerini yapmak demektir.
Takvâ ise, içki, kumar, zinâ gibi Allah'ın yasakladığı şeylerden kaçınmak mânasınadır.
İbâdetin Ferd ve Cem'iyete Sağladığı Faydalar Nelerdir?
1. İbâdetin mühim faydalarından biri, îtikadî ve imanî hükümleri kalb ve ruhlarda kökleştirip sâbit hâle getirmesidir.
Bilindiği gibi, bilgi, ancak pratikle, tecrübe ile artar, gelişir, kökleşip meleke hâlini alır. Pratiği ve tatbikatı yapılmayan kuru bir bilginin muhafazası zor olduğu gibi, insana hayatta faydası da az olur. İmanî ve îtikadî bilgi ve hükümler için de, aynı durum söz konusudur. Bu tür bilgi ve hükümlerin insanda kökleşip yerleşmesi, meleke hâline gelmesi, ancak ibâdet sâyesinde mümkün olur. Çünkü "Allah'ın emirlerini yapmak, yasaklarından da kaçmak" demek olan ibâdet, îmanın pratiği ve tatbikatı hükmündedir.
İbâdeti terketmek, îmanın insan davranışları üzerindeki müsbet te'sîrinin zamanla zayıflayıp kaybolmasına sebeb olur. İnsan davranışları üzerinde îmanın te'sîri zayıfladıkça da menfî duygular, kötü huylar, zararlı arzular, onun his âlemini kaplar; çeşitli günah ve kötülükleri işlemeye zorlar. Bu bakımdan, îman ile ibâdetin birbiriyle yakından alâkası vardır. İman bir lâmba ise; ibâdet, rüzgârlar karşısında onu sönmekten kurtarmak ve ışığını daha da fazlalaştırmak için lâmbaya takılan şişe hükmündedir. Peygamber Efendimiz ibâdetin îmanı koruyucu rolüne işâreten, "İman çıplaktır. Elbisesi ise takvâdır" buyurmuştur. Takvâ, bilindiği gibi, Allah'ın nehiylerinden kaçınmak, haram ve günahlardan uzak durmak demektir ki, bunun ibâdet olduğunu yukarda belirtmiştik.
2. İbâdet, ferdî hayatın tanzîminde de büyük rol oynar. Çünkü, ibâdet, fikirleri Cenâb-ı Hakk'a çevirttirir; zihinlerde Allah'ın azamet ve büyüklüğünü yerleştirir. Bu ise, kulun, her yaptığı işte Allah'ın rızasını düşünmesini, İlâhî emirlere ve yasaklara riayet ve itâatini netice verir.
Böylece, kulun şahsî hayatı, dînin gösterdiği istikamet üzere tanzîm edilmiş, maddî ve mânevî bir disiplin altına alınmış olur.
3. İbâdetin ferdleri birbirlerine kaynaştırmada ve cem'iyette huzur ve âhengi sağlamada da büyük rolü vardır. Aynı kıbleye yönelerek ibâdet etmek, Müslümanlar arasında kopmaz bir bağlılık ve bitmez bir alâka te'sîs eder. Bu bağlılık ve alâka da sarsılmaz bir kardeşliği, ciddî bir sevgiyi, samimî bir dostluğu netice verir.
Bu sâyede, cem'iyet hayatı huzur ve rahata kavuşur; maddî ve mânevî terakkiye ulaşır.
4. İbâdetin insanın moral dünyası, ruh âlemi üzerindeki te'sîrine gelince:
İbâdetini yerine getiren bir mü'min, kalben müsterihtir. Ruhen kuvvetlidir. Mânen güçlüdür. Hayatı boyunca, vazifesini yerine getiren bir insan psikolojisi içinde, gönül huzuru ile, mutlu yaşar.
Ruhen daralmaz, bunalmaz, morali bozulmaz. Engeller, zorluklar, imkânsızlıklar karşısında hüzne ve ye'se kapılmaz; metanet ve güvenini kaybetmez. İbâdet yapan kimsenin iç âlemi, düzenli ve kararlıdır. Ruhî fırtınalar, tenakuz ve çatışmalar onda görülmez.
5. İbâdet şahsî kemalât ve olgunluğa da en büyük vesiledir.
Bilindiği gibi insan, cismi itibariyle küçük, zayıf ve âciz bir varlıktır. Buna mukabil o, yüksek bir ruh ve büyük bir istidadın sâhibidir. Meyil ve arzuları sonsuza kadar uzanmış; emellerine, duygu ve hislerine yaratılıştan hiçbir sınır konulmamıştır.
İşte böyle bir fıtratın sahibi olan insanın ruhunu yükseltip genişlendiren ibâdettir.
İstidât ve kâbiliyetlerinin inkişafını sağlayan ibâdettir.
Meyil ve arzularını ulvîleştiren ibâdettir.
Emellerini gerçekleştiren, ümidlerini, filizlendirip yeşerten ibâdettir.
Fikirlerini disiplin altına alarak doğru düşünce ve sıhhatli muhâkemeyi te'min eden ibâdettir.
Duygu ve hislerini had altına alan, ifrat ve taşkınlıklardan kurtaran ibâdettir.
Özetle diyecek olursak, insanı insandan beklenen kemâlâta, ahlâkî ve ruhî olgunluğa ulaştıran ibâdettir...
İbâdetin Allah Katında Makbûl Olması Neye Bağlıdır?
Yapılan ibâdetlerin Allah katında makbûl olmasının tek şartı vardır. O da İhlâs'tır.
İhlâs, yapılan ibâdetin ruhu hükmündedir. İhlâssız yapılan ibâdet, ruhsuz, sadece kuru bir şekilden ibarettir. Allah katında hiç bir değer ve kıymeti yoktur.
İbâdette ihlâs ise, ibâdeti sadece Allah'ın bir emri olduğu ve Rızâ-yı İlâhîyi kazanmağa vesile bulunduğu için yapmaktır. Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri, şu şekilde ifade ederler:
"Ubûdiyet, emr-i İlâhîye ve rızâ-yı İlâhî'ye bakar. Ubûdiyetin dâîsi (yapılma sebebi) Emr-i İlâhî ve neticesi rızâ-yı Hak'tır. Semerâtı ve fevâidi uhreviyedir."
Eğer dünyevî bir menfaat ve fayda ibâdet yapmaya sebeb yapılsa, ihlâs kaçar, o ibâdet de bâtıl olur, yani, Allah katından kabûl görmez.
Peygamper Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde, işlenen amel ve ibâdetlerde ihlâsın yerini şu şekilde belirtmişlerdir:
"Muhakkak Allah Teâlâ amel ve ibâdet olaraktan yalnız zâtı için hâlis olanı, rızâsı istenerek yapılanı kabul buyurur."
İşlediğimiz İbâdetlerin Neticesinde Dünyevî Bâzı Faydalar da Elde Etmemiz İhlâsa Aykırı mıdır?
İşlenen ibâdete esas tutulmamak ve kasden istenilmemek şartiyle, kendiliğinden meydana gelen ve Allah tarafından talep edilmeksizin verilen dünyevî fayda ve menfaatler, ihlâsa aykırı düşmez ve ibâdetin makbûliyetine bir engel teşkil etmez. Hattâ bu gibi faydalar, dinî yaşayışı zayıf olanları şevk ve heyecana getirip onların dinî bağlarını kuvvetlendiriyorsa, bunları nazara vermek, hatırlatmak câiz bile olur.
Ancak yine de ibâdetin mutlaka Allah rızâsı esas alınarak, sırf emredildiği için yapılması şarttır. Dünyevî neticeler, şevk unsuru olmaktan öte, sebeb ve gaye hâline getirilmemelidir.
İbâdette En Yüksek Derece Nedir?
İbâdette en yüksek derece, ihsan derecesidir. İhsan derecesine ulaşan bir kul, ibâdette ihlâsı, tam olarak kazanmış demektir.
Peygember Efendimiz (asm) ihsan derecesini şöyle tarif etmiştir:
"İhsan, Allah'ı görüyormuşçasına Allah'a ibâdet etmendir. Zîra sen O'nu görmüyorsan da O seni görüyor."
Allah'ın her zaman kendisini gördüğünü düşünerek, her an O'nun huzurunda olduğunu hissederek yapılan ibâdete, elbette Allah'ın rızasını kazanmak ve emirlerine itâat etmek düşüncesinden başka hiçbir duygu karışmaz. İnsan böylece ibâdetin ruhu olan ihlâsa en mükemmel şekliyle ulaşır.
İbâdetin Âdâbı Nedir?
İbâdetin en mühim edebleri şunlardır:
1 - İbâdeti sırf Allah için yapmak. Çünkü ibâdetin Allah katında makbûl olması buna bağlıdır.
2 - İbâdeti devamlı yapmak.
Hadîs-i şerîfte:
"İbâdetin Allah'a en makbûl geleni, az bile olsa, devamlı yapılanıdır" buyurulmuştur.
İstikrar ve devam, dinî amellerin ve ibâdetlerin en mühim unsurudur.
Amellelin makbûlü, çok yapılıp fakat kısa zamanda usanılıp terk edileni değil; normal yapılıp ancak ömür boyunca devam ettirilenidir.
3 - İbâdeti zamanında yapmak.
Vakti içinde edâ edilen bir farzla, sonraya bırakılıp kazâ edilen arasında büyük fark vardır. Bu itibarla ibâdet zamanlarını kollamak; namaz, oruç gibi birbirini tâkip eden ibâdetlerin birini bitirince, diğeri için mânen ve maddeten hazırlanmak büyük bir fazîlettir.
- İbâdeti kusursuz yapmaya çalışmak.
İbâdetler Allah'a karşı yapılan bir kulluk vazifesi olduğu için herbirinin edebine, erkânına, farzına, vâcibine ve sünnetine riayet edilerek yapılması, güzelce ve dikkatlice edâ edilmesi gerekir.
İbâdet Kaç Kısma Ayrılır?
Üç kısma ayrılır:
1 - Bedenle yapılan ibâdetler: Namaz, oruç gibi ibâdetlerdir... Dua ve tefekkür de bu kısma girerler.
Âyet-i Kerîmede meâlen, "Duânız olmasa ne ehemmiyetiniz var" buyurulmak suretiyle duânın önemine işâret olunmaktadır. Tefekkür konusunda da hadîs-i şerîfte: "Bir saat (Allah'ın kudret ve azametini) tefekkür, bir sene nâfile ibâdet yapmaktan hayırlıdır" buyurulmuştur.
2 - Malla yapılan ibâdetler: Zekât, fitre ve benzeri ibâdetler.
3 - Hem beden, hem de malla yapılan ibâdetler: Hac gibi.
Cenâb-ı Hakk'ın Ne İhtiyacı Var ki Bizden İbâdet Etmemizi İstiyor, Kur'an'da Pek Çok Yerde Israrla İbâdeti Emrediyor?
Cenâb-ı Hakk'ın hiçbir şey'e ihtiyacı olmadığı gibi, bizim ibâdetimize de ihtiyacı yoktur. İbâdete asıl muhtaç olan biziz. İbâdet bizim mânevî yaralarımıza bir devâdır. Ruhumuzun gıdası, kalbimizdeki hastalıkların ilâcı ve şifasıdır. Bu bakımdan Cenâb-ı Hakk'ın bize ibâdeti emretmesi, yine bizim fayda ve istifademiz içindir.
Bir doktorun hastasına bâzı ilâçları ısrarla tavsiye etmesi, kendinin bir ihtiyacı ve menfaati olduğu için değil, hastanın faydası ve iyileşmesi içindir. Doktora "Ne ihtiyacın var ki bu ilâçta ısrar ediyorsun" demek ne kadar mânasız ise, Cenâb-ı Hakk'ın ibâdet emrine karşı da, "Ne ihtiyacı var ki bize emrediyor" diye düşünmek o kadar mânasız ve mantıksız olur?
Namaz İçin Vaktin Önemi Nedir?
"Namazlar en hayırlı vakitlere konuldu. Onun için, namazların arkasından duâ ediniz."
(Hadîs-i Şerîf )
Farz namazlar, sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı olmak üzere beş vakittir.
Vakit, namazın sıhhatinin en başta gelen şartıdır.
Vakit namazları, vakti girdikten itibaren, vaktin sonuna kadar edâ edilebilir. Namazı vaktinde kılmanın büyük sevab ve mükâfatları vardır.
İbn-i Mes'ud Hazretleri, Resûl-i Ekrem'e (asm) Allah'ı en çok razı eden amelin hangisi olduğunu sormuş, Resûlüllah Efendimiz de: "Vakti içinde kılınan namaz" olduğunu ifâde etmişlerdir.
Vaktinde kılınan namazın da en faziletli ve sevablı olanı, namaz vakti girer girmez kılınan, vaktin evvelinde edâ edilen namazdır. Hadîs-i şerîfte:
"Namaz vakti nerede girerse hemen kıl! Çünkü fazilet, vaktin evvelindedir" buyurulmuştur.
Diğer bir hadîs-i şerîfte ise:
"Namazın ilk vakti, Allah'ın rızası(na); orta vakt(i) Allah'ın rahmeti(ne vesile)dir. Son vakti ise, Allah'ın afvı(na vâbeste)dir" denilmektedir.
Vakti içinde kılınmayan namazlar kazaya kalmış olur, kulun uhdesinden sâkıt olmaz.
Kaza namazları her ne kadar kulu namaz borcundan kurtarır ise de, vaktinde kılınan namazın verdiği feyiz ve kemâli, uhrevî fayda ve menfaati vermez.
Aslında farz namazların ciddî bir mâzeret olmadan vaktinde kılınmayıp sonraya terki, sahibini mes'uliyet altına da sokar. Namazın sonradan kazâ edilmesi her ne kadar namaz borcunu düşürürse de ibâdet vazifesinde ihmalkârlık ve kulluk görevini zamanında yapmamak günahını ortadan kaldırmaz.
2 - Öğle Namazının Vakti:
Öğle namazının vakti, güneşin zeval vaktinden itibaren başlar. Yani yeryüzündeki bir cismin gölgesinin güneşli bir havada doğuya doğru uzamaya başlama ânı, öğlenin başlangıç vaktidir.
Yere dikilen bir sopanın üzerine doğan güneş, sabahleyin batıya doğru bir gölge bırakır. Ve bu gölge vakit ilerledikçe ve güneş yükseldikçe kısalmaya başlar. En sonunda gölgenin kısalması bir süre için durur. Buna istiva vakti denir. Bu esnada güneş, göğün tam ortasında bulunmaktadır. Daha sonra da gölge doğuya doğru uzamaya başlar. Gölgenin doğuya doğru uzamaya başlama ânı, zeval vaktidir. Zeval vakti ile birlikte, öğle vakti de girmiş olur.
İstiva vaktinde iken herşey'in gölgesinin kısalmasının durduğunu, zeval vakti ile de doğuya doğru uzamaya başladığını söyledik. İşte cisimlerin zeval vaktinden önceki bu sabit gölgesine fey'i zeval tabir edilir.
Öğle vaktinin bitiş zamanı hakkında iki rivayet vardır:
İmam-ı A'zam'a göre, öğle vakti, zevalden itibaren herşey'in gölgesi, fey'-i zevale (zevalden önceki sâbit gölge uzunluğuna) ilâveten kendisinin iki misli oluncaya kadar devam eder. Bu vakte asr-ı sânî tâbir edilir.
İmam-ı Muhammed ile İmam-ı Ebû Yûsuf'a ve diğer üç mezheb imamına göre ise, öğlenin vakti; cismin gölgesi fey'-i zeval üzerine kendisinin bir misli ilâve olunca sona erer. Buna da asr-ı avvel denir.
İhtiyat olarak öğle namazları asr-ı sânîye kadar geciktirilmemeli, ikindi namazları da asr-ı sânîden önce kılınmamalıdır.
Cuma namazının vakti, öğlenin vaktidir.
3 - İkindi Namazının Vakti:
İkindinin vakti, yukarıda geçen iki görüşe göre öğle vaktinin çıkmasından itibaren, güneşin batacağı zamana kadardır.
4 - Akşam Namazının Vakti:
Güneşin batışından itibaren ufukta beliren kızıllığın kaybolmasına kadar devam eden vakittir. (Bu, İmameyn'e göredir).
Diğer bir görüşe göre de, güneşin batışından sonra ortaya çıkan kızıllığın gidip, onu tâkiben beliren beyazlığın kaybolması zamanına kadar devam eder. (İmam-ı A'zam'a göre...).
5 - Yatsı Namazının Vakti:
Yatsının vakti, akşam vakti sona erdikten itibaren gerçek fecrin doğuşuna kadar sürer.
6 - Vitir Namazının Vakti:
"Cenâb-ı Hak size bir namaz ziyade etmiştir ki o da vitirdir. Onu yatsı namazından sonra, fecir vaktine kadar kılınız" hadîs-i şerîfine göre, vitir namazının vakti yatsı vaktidir.
Vitir namazı, İmam-ı A'zam'a göre vâcib, İmameyn'e göre ise, yatsının farzına tâbi bir sünnettir.
Her iki görüş de vitr'in yatsıdan sonra kılınmasını zarurî kılar; önce kılınması câiz olmaz.
7 - Terâvih Namazının Vakti:
Yatsı namazını kıldıktan sonra, gerçek fecir doğuncaya kadar devam eder. Vitir namazından önce kılındığı gibi, sonra da kılınabilir. Yatsı namazından önce kılınması ise sahih değildir.
Ramazan gecesi camiye teravih namazı kılınırken yetişen kimse önce yatsının farzını kılıp ondan sonra teravih için imama uymalıdır.
8 - Bayram Namazının Vakti:
Güneşin doğuşundan itibaren 45 - 50 dakika geçtikten sonra, yani kerahet vakti çıktıktan sonra başlar ve güneşin istiva vaktine kadar sürer.
Vaktinde kılınmayan teravih ve bayram namazlarının kazası yoktur.
Namazı Hergün 5 Vakit Kılmaktaki Hikmetler Nelerdir?
İnsan sabahleyin âdeta yeni bir hayat bulmuş, geçimini te'mîn edecek faaliyetlere başlamak için gerekli vücud zindeliğine kavuşmuş haldedir. Bu canlılık ve zindeliği veren ve onu rızkını te'mîn çabalarında muvaffak edecek olan ise, ancak Allah Teâlâ'dır. Binaenaleyh, verdiği sıhhat nimetine şükür ve dünyevî çabalarda yardımını celb için, insan sabah namazını kılmakla mükellef tutulmuştur.
İnsan sabahtan akşama kadar Allah'ın verdiği hayat, sıhhat, akıl nimetlerinden faydalanmaktadır. Bu nimetler sayesinde dünyevî işlerinde başarı ve muvaffakıyet sağlamaktadır. İşte nâil olduğu bu muvaffakıyete şükretmek ve bu faaliyetlerin ruhu gaflet ve kasâvet içinde bırakmasına mâni olmak için de, öğle ve ikindi namazları farz kılınmıştır.
Akşamın yaklaşması ile nihayet bulmaya yüz tutan bir günlük faaliyet ve çabanın, ruhanî bir ibadetle sona erdirilmesi, o gün elde edilen kazanç ve kârlara bir şükran ifadesi olacağından, akşam namazı farz kılınmıştır.
İnsan daha sonra uyku âlemine girecektir. Bir bakıma ölüm nümûnesi olan ve bir bakıma da huzur ve istirahat devresi sayılan bu âleme varmadan önce o günkü hayata kudsî bir ibâdetle son vermek, o âleme ilâhî bir zevk ve ruhanî bir intibahla intikal etmek, Allah'ın af ve mağfiretine ilticada bulunmak, bir hüsn-i hâtime nişânesi olacağından, bunun için de yatsı namazı kılınmaktadır.
Diğer tarafdan: Gerek insanın ve gerek etrafındaki varlıkların hayatında doğma, büyüme, duraklama, ihtiyarlama, sonra da ölüp gitme gibi 5 ayrı safha tecellî etmektedir.
İşte bu safhalara mukabil olmak ve insanın maddî varlığı ile mânevî varlığı ve çalışması arasında güzel bir muvazene kurabilmek için Hâlikımız günde 5 vakit namazı bizlere emretmiştir. Böyle mukaddes, maddî ve içine alan faydaları muhtevî bir ibâdetle mükellef olduğumuzdan O'na ne kadar şükretsek azdır.
Namazın 5 vakte tahsisindeki hikmetler, sadece bu söylediklerimizden ibaret değildir.
Bediüzzaman Hazretlerinin şu izahları da konuya açıklık getirici mahiyettedir:
"Nasıl ki haftalık bir saatin sâniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan milleri, birbirine bakarlar, birbirinin misâlidirler ve birbirinin hükmünü alırlar. Öyle de; Cenâb-ı Hakk'ın bir saat-ı kübrâsı olan şu âlem-i dünyanın sâniyesi hükmünde olan gece ve gündüz deverânı. Ve dakikaları sayan seneler... Ve saatleri sayan tabakat-i ömr-i insan. Ve günleri sayan edvâr-ı ömr-i âlem, birbirine bakarlar, birbirinin misâlidirler. Ve birbirinin hükmündedirler. Ve birbirini hatırlatırlar.
Meselâ:
Fecir zamanı, tulûa kadar, evvel-i bahar zamanına, hem insanın rahm-ı mâdere düştüğü âvânına, hem Semâvat ve Arz'ın 6 gün hilkatinden birinci güne benzer ve hatırlatır. Ve onlardaki şuûnât-ı İlâhiyeyi ihtâr eder..
Kerahet Vakti Nedir?
İçinde namaz kılınması mekruh olan vakitlere fıkıh kitablarında kerâhet vakitleri tabir edilir.
İki türlü kerahet vakti vardır:
1 - Farz olsun, nafile olsun her türlü namazın kılınması mekruh olan vakitler.
2 - Sadece nafile kılmak mekruh olup diğer namazların câiz olduğu vakitler.
Farz - Nafile Bütün Namazların Kılınmasının Mekruh Olduğu Vakitler Hangileridir?
Bu vakitler üçtür:
1 - Güneşin doğuşundan itibaren ışınları gözleri kamaştırır hâle gelinceye kadarki sabah vakti, kerahet zamanıdır. Bu vakit, güneşin doğuşundan sonraki takriben 45-50 dakikalık bir zamandır.
2 - İkinci kerahet vakti, istiva vakti ile zeval vakti arasıdır. Yani güneşin göğün tam ortasına dikilmesi ânından Batı tarafına doğru açılmaya başladığı âna kadar geçen süredir.
3 - İkindiden sonra, güneşin sarararak göz kamaştırmaz duruma geldiği andan başlayıp güneş batıncaya kadar süren vakit de kerahet vaktidir.
Demek oluyor ki ikindi namazını güneş ışınlarının sararmakta olduğu sıralara kadar geciktirmemeli, kerahet vaktine bırakmamalıdır.
* İkindi namazı kerahet vaktine kadar geciktirilmişse, namaz kazaya bırakılmaz, sünneti terkedilerek sadece farzı kılınır. Hattâ güneş batmadan evvel iftitah tekbiri alınarak ikindinin farzına durulsa, namazda iken güneş batsa, bu bile sahih olur. Namaz kazaya kalmış olmaz, vaktinde edâ edilmiş sayılır. Bu ikindi namazına has bir durumdur.
* Bu üç vaktin kerahet vakti olma hikmeti, ateşperestlerin ibâdet zamanı olmasıdır.
* Bu üç vakitte salâvat getirmek, dua ve tesbihte bulunmak, Kur'an okumaktan efdaldir.
Sadece Nâfile Kılınması Mekrûh Olan Vakitler Hangileridir?
Yukarıda saydığımız üç vaktin hâricinde sadece nâfile namazları kılmanın mekruh olduğu dokuz vakit daha vardır:
1 - İmsâkten itibaren sabah namazını kılmadan önce nafile namaz kılmak mekruhtur. Bu arada sadece sabah namazının iki rek'at sünneti kılınır, başka nâfile kılınmaz.
2 - Sabah namazının farzını kıldıktan sonra, güneş doğuncaya kadar olan süre içinde de nafile namaz kılınmaz. Hattâ farz kılındıktan sonra sabahın sünneti bile kılınamaz.
3 - İkindinin farzını kıldıktan sonra,
4 -Akşamın farzından önce,
5 - Cuma ve bayram hutbeleri okunurken
6 - Cuma günü namaz için kamet getirilirken de nâfile kılınmaz.
7 - Bayram namazından önce, ne evde, ne de camide nâfile namaz kılmak mekruhtur.
8 -Bayram namazından sonra mescidde nâfile namaz kılınamaz. Ancak evde kılınabilir.
9 - Farz namazına başlanınca da nâfile kılmak mekruh olur. Ancak cemaati kaçırmak korkusu yoksa, sabahın sünneti kılınabilir.
Müstehab Vakitler
Vakit namazlarını, vaktin evvelinde kılmanın daha faziletli ve sevablı olduğunu, daha önce belirtmiştik.
Bununla beraber, Resûlüllah'ın sünnetinde, bâzı namazların mevsim, iklim, v.s. gibi bâzı değişik durumlar nazara alınarak, vaktin evvelinden geciktirilerek kılınması daha faziletli sayılmıştır.
Vakit namazlarını kılmanın daha faziletli ve sevablı sayıldığı bu gibi zamanlara, fıkıhta Müstehab Vakitler tâbir edilir.
Cemaat olmak gibi, müstehab vakitlerde namaz kılmak da sadece erkeklerin riayet edecekleri bir fazilettir. Kadınlara müstehab olan ise, namazlarını evlerinde, erkekler camide cemaat ile kıldıktan sonra kılmaktır. Yalnız sabah namazını, erkeklerin cemaati bitirmelerini beklemeden erkence kılabilirler.
Şimdi sırasıyla vakit namazlarının müstehab olan vakitlerini görelim:
Sabah Namazının Müstehab Vakti:
Erkekler için sabah namazında ortalığın biraz ağarmasını beklemek müstehabdır. Buna isfar denilir.
Sabah namazını gecikirme süresinde ölçü şudur: Namaz kılarken abdest bozulduğu takdirde yeniden abdest alıp güneş doğmadan rahat bir şekilde namazı kılabilecek kadar vakit olmalıdır. Buna göre, sabah namazı, güneşin doğmasına 15 - 20 dakika kalıncaya kadar kılınmalıdır.
Peygamber Efendimiz, "Sabahı ağartınız. Çünkü bunun sevabı daha büyüktür" buyurarak isfarı teşvik etmiştir.
Vaktin ağarmasını beklemenin, başta cemaatın daha çok gelmesini ve daha çok kimsenin cemaata yetişmesini sağlamak bakımından faydası vardır. Ayrıca birçok sevab ve faziletlere kavuşmak da isfar sayesinde müyesser olur.
Bir hadîs-i şerîf'te, "Sabah namazını kıldıktan sonra, güneş doğuncaya kadar namazgâhın üzerinde bekleyen (tesbih ve zikir ile meşgul olan) kimse, 4 esîri esaretten kurtarmış gibi sevab alır" buyrulmuştur.
Gerek bu gibi faziletli amellere nâil olunması gerekse sabah namazına daha çok cemaatin gelmesinin te'min edilmesi bakımından sabah namazının geciktirilmesinde maslahat vardır.
Sabah namazını isfar etmek, Hanefîde, -seferde, hazarda, yazın ve kışın, tek başına veya cemaatla- her hâl ü kârda müstehabdır.
* Şâfiîler ise, sabah namazının erkenden, henüz ortalık karanlık iken kılınmasının daha faziletli olacağı kanaatindedirler. Namazı ortalık ağarmadan, karanlıkta kılmaya tağlis denir.
Hanefîler tağlisi, sadece Müzdelife'de bulunan hacıların kıldıkları Kurban Bayramının ilk gününün sabah namazında müstehab görürler.
Öğle Namazının Müstehab Vakti:
Yazları öğle namazını sıcak-soğuk her memlekette biraz te'hir edip serin vakte bırakmak müstehabdır. Hadîs'te, "Öğle'yi biraz soğutun. Çünkü öğle sıcağı Cehennem'den bir yalımdır" buyrulmuştur.
Kış, bahar ve güz mevsimlerinde ise, öğleyi vaktin evvelinde kılmak müstehabdır... Zira Peygamber Efendimiz, serin ve soğuk mevsimlerde öğleyi daima erken kılarlardı.
İkindi Namazının Müstehab Vakti:
İkindi namazını, kışın ve yazın güneşin rengi değişmiş olmayacak kadar te'hir etmek müstehabdır... Resûlüllah Efendimiz, güneş ak ve berrak oldukça ikindiyi te'hir ederlerdi.
Akşam Namazının Müstehab Vakti:
Akşam namazını, yaz ve kış her mevsimde acele kılmak müstehabdır.
Hastalık, yolculuk gibi mâzeretlerle veyâ yemeğin hazır olması gibi bir durum sebebiyle azıcık geciktirmeler câizdir. Fakat fazla te'hiri câiz olmaz.
Yatsı Namazının Müstehab Vakti:
Yatsı namazlarını gecenin ilk üçte birine veya yarısına kadar te'hir etmek müstehabdır. Yatsı namazının geç kılınmasına dair pek çok haberler gelmiştir.
Bir hadîs-i şerîf'te, "Ümmetime meşakkat olmasa, yatsıyı gecenin üçte birine veya yarısına te'hir ederdim" buyrulmuştur.
Yatsının en son gece yarısına kadar te'hiri müstehab, daha sonraya bırakılması ise, mekruhtur.
Resûlüllah Efendimiz, yatsıyı te'hir etmeyi severdi. Yatsıyı kılmadan yatıp uyumayı, uyanamayıp namazı kaçırma tehlikesi sebebiyle kerih görürlerdi. Yatsıyı kıldıktan sonra da dünyevî sohbete ve söze rağbet etmezler, "Yatsıdan sonra oturup boş ve faydasız konuşma yoktur" buyururlardı.
Resûlüllah Efendimizin ümmetini yatsı namazını kıldıktan sonra dünyevî boş söz ve lâkırdılardan men'etmesinin hikmeti; mü'minlerin amel defterlerini ibâdetle kapayıp o günü hüsn-i hâtimeye mazhar olarak hayırlı bir şekilde sona erdirmelerini te'min içindir.
Ancak namazdan sonra zikir ve evrad okunur, dinî ve imanî sohbetler yapılırsa, bu tür konuşmalar hadîste men'edilen gece konuşmaları sınıfına girmez. Amel defterinin hayırlı bir amel ile kapanmasına da bir mâni teşkil etmez.
Yatsının geciktirmeli olarak kılınmasının müstehab oluşu, kış geceleri içindir. Çünkü kış geceleri uzundur.
Yazın ise, geceler kısa olduğundan, cemaatin azalmaması için, yatsının ilk vaktinde kılınması müstehabdır.
Vitir namazını gece uyanacağına güvenenler için, uykudan önce kılmayıp gecenin sonlarına doğru te'hir etmek müstehabdır.
Hadîs-i şerîf'te, "Gecenin sonunda kalkabilecek olanlar, vitri kılmayıp te'hir etsinler. Çünkü gece namazında melekler hâzır olurlar. Uyuduktan sonra kalkamayacak olanlar ise, yatsının akabinde hemen kılsınlar" buyurulmuştur.
Gece kalkıp nâfile kılmayı âdet edinenler vitri te'hir etmelidirler. Böylece daha efdaline ulaşırlar..
İki Vakit Namazını Birleştirerek Kılmak
"Namaz mü'minlere vakitli olarak farz kılındı" âyet-i celîlesi gereğince, her namazın vaktinde kılınması farz-ı ayındır. Bu sebeble iki vakit namazını bir vakit içinde kılmak (ki fıkıhta buna Cem'-i Salâteyn denir) Hanefî mezhebine göre câiz olmaz.
Zira, iki vakti bir arada kılmak, ya birini vakti girmeden kılmak (takdim) veya vakti çıktıktan sonra kılmak (te'hir) yoluyla olur. İkisi de sahih değildir. Vakti girmeden namaz kılınmaz. Namazı vaktinden sonraya bırakmak da câiz değildir. Edâ yerine geçmez.
Bu kaidenin yalnızca hacılara has olmak üzere iki istisnası vardır.
Biri, Arafat'da takdim cem'i,
Diğeri, Müzdelife'de te'hir cem'i.
Çünkü Peygamber Efendimiz buralarda namazlarını iki vakti birleştirerek kılmışlardır.
Arefe günü Arafat'da ikindi olmadan öğlenin farzından sonra ikindi namazı kılınır. Büyük bir cemaatla imamın arkasında kılınan bu namaz için, tek ezan ve biri öğle, diğeri ikindi için olmak üzere iki kamet okunur. İki namaz arası böylece ayrılmış olur. Arada nâfile ve sünnet namazları da kılınmaz.
Bu namazı büyük cemaatle, imam arkasında kılmak zarureti İmam-ı A'zam'a göredir.
İmameyn, hacının tek başına da cem' yapabileceği görüşündedir.
Müzdelife'de ise, o günün akşam namazı yatsı namazı ile birlikte yatsı vaktinde, tek ezan ve tek kametle kılınır. Burada her iki namazın vakti de girmiş olduğundan ikinci namaza başlandığını bildirmek için ikinci kamete ihtiyaç görülmemiştir.
İmam-ı Şâfiî'ye göre, yolculukta öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazlarını hem takdim, hem de te'hir suretiyle birlikte kılmak câizdir.
Kutuplarda ve Vakti Olmayan Yerlerde Namaz
Dünyamızın her tarafında gece ve gündüz süresi, 24 saat olarak cereyan etmektedir. Yeryüzünde, gece ve gündüzlerin aylarca, haftalarca sürdüğü kutup mıntıkaları yanısıra, güneşin batıp ardından hemen doğduğu, yani, gecenin hiç bulunmadığı bölgeler de vardır. Buralarda oturanlar her gün 5 vakit namazlarını nasıl kılacaklardır. Oruçlarını nasıl tutacaklardır.
Bu gibi yerlerde namaz kılma mes'elesinde biri fetvâ, diğeri ihtiyat ve takvâ diyebileceğimiz iki görüş vardır.
Birinci görüşe göre: Namazın sıhhati için vakit şarttır. Vakit girmedikçe, namaz mükellefiyeti tahakkuk etmez. Çünkü fıkıh usûlünün umumî kaidesine göre: "Namazın sebebi vaktin girmesidir. Vakit girmeyince, sebeb yoktur. Sebeb olmayınca da müsebbeb (namaz) olmaz."
Bu hükümden dolayı, kutuplarda ve diğer anormal vakitli yerlerde yaşayan kimseler, hangi vakte rastlarlarsa o vakit namazını kılarlar. Tahakkuk etmeyen vakit namazını kılmak zorunda değildirler. Kılmadıkları için hiçbir mes'uliyetleri de yoktur. Bu, tıpkı, ayakları kesik bir kimseden, abdestte ayaklarını yıkama mecburiyetinin ortadan kalkması gibidir. Vakti olmayan namaz da mükelleflerin omuzlarından düşer.
2. Görüş: Kutuplar gibi gece-gündüzlerin anormal uzunlukta olduğu yerlerde, namaz ve oruç gibi ibâdetlerin ifası hususunda, bâzı âlimler, Müslümanları ibâdetlerin feyzinden mahrum etmemek için ihtiyat ve temkin yolunu benimsemişler, takvâ cihetini tercih etmişlerdir.
Buna göre, kutuplar gibi anormal vakitli yerlerde oturan kimseler, namazlarını aynı meridyen üzerinde kendilerine en yakın bulunan normal vakitli yerlerin takvimlerine uymak suretiyle kılarlar. Oruçlarını da aynı şekilde îfa ederler.
Bu şekilde düşünen İslâm âlimleri, "Ancak bir sene kadar uzun sürecek Deccal günlerinde namaz vakitleri takdir edilir..." meâlindeki hadîs-i şerîfin işaretine dayanmaktadırlar. (Bk. Merakı'l-Felâh, s. 53, İst. 1327).
Görüldüğü gibi hadîs-i şerîf'te, 1 gün, bir sene kadar uzadığı takdirde 5 vakit namazın normal 24 saatlık vakit üzerinden takdir yoluyla kılınabileceğine ima edilmektedir. Demek ki kutuplarda vakit yok diye namazı terk yerine, takdir yoluyla, namazları 5 vakit kılmak mümkündür. Ve bu daha ihtiyata uygundur. Böylelikle Müslümanlar ibâdetlerin feyz ve nûrundan nasibsiz kalmamış olurlar.
Kutuplarda takdir yoluyla günde beş vakit namazın kılınabileceğini söyleyenler; güneşin batıp hemen doğması sebebiyle sabah veya yatsı ve vitir namazlarının vaktinin olmadığı yerlerde ise, bu namazların sâkıt olmayacağını kazasının gerektiğini söylerler. Çünkü, her ne kadar namazın sebebi vakitse de, asıl sebeb ve illet, emr-i İlâhîdir. Allah'ın "Namaz kılınız" şeklindeki emir ve hitabıdır.
Bu cihetle her Müslüman günde 5 vakit namazla mükelleftir. Vakti olmayan namazlar ise, kaza edilir.
İmam-ı Şâfiî'nin de ictihadı bu şekildedir.
Oruç ibadetinde de aynı durum vardır. Orucun sebebi olan ay'ı görmek mümkün olduğu halde, imsâk ve iftar vakitleri taayyün etmemektedir. Bu sebeble, oruç ibâdetinin mükelleften sâkıt olacağını söyleyen âlimler olduğu gibi, namazda olduğu şekilde, takdir yoluyla oruçların tutulması gerektiğini söyleyenler de vardır..
Ezan Nedir?
Ezanın lügat mânası, îlân = bildirmek demektir. Dinî mânada ezan, Müslümanlara namaz vakitlerini bildirmek için okunan bâzı mübârek sözlerden ibarettir. Ezan okuyan kimseye müezzin denir.
Ezanın Hükmü Nedir?
Beş vakit farz namazlar için ezan okumak, Kitab (Mâide sûresi, âyet 58; Cum'a sûresi, âyet, 9) ve Sünnet ile sâbittir. Hükmü ise, sünnet-i müekkedenin kifaye kısmındandır. Yani bir mahallede bir kişinin bu vazifeyi yerine getirmesiyle diğerleri üzerinden terk mes'ûliyeti düşer. Fakat ezan okumanın tamamen terkedilmesiyle, umum o mahalle halkı mes'ul olur.
Ezan, aynı zamanda İslâm şeâirlerinin büyüklerinden olduğu için vâcib derecesinde bir sünnettir.
Ezan, Hicretin 1. yılında Medine'de meşrû kılınmıştır.
Ezanın Ehemmiyeti ve Faziletleri:
Ezanla, Müslümanlara namazların kılınacağı vakitler bildirilmekle beraber; namazın kurtuluş ve felâha sebeb olacağı da devamlı hatırlatılmakta, böylece mü'minler namaz kılmaya teşvik edilmektedir. Bunlardan daha da önemlisi, İslâm dîninin tevhid ve nübüvvet gibi en mukaddes esasları, ezan vasıtasıyla bütün cihana ilân edilmiş olmaktadır.
Bu bakımdan ezan okumanın fazileti büyük ve sevabı çoktur.
Bu hususla ilgili bâzı hadîs meâlleri şöyledir:
"Eğer insanlar ezanda ve ilk safta olan fazileti bilmiş olsalardı, muhakkak bunun için aralarında kur'a çekerlerdi."
"Müezzinler kıyâmet günü boy bakımından (sevab ve ecir cihetinden) insanların en uzun olanlarıdır."
"Müezzin sesinin yetiştiği yere kadar ins-cin hiçbir şey yoktur ki o sesi işitip duymuş olsun da, kıyâmet gününde o müezzine hüsn-i şehâdette bulunmasın."
Hz. Ömer (ra) de, "Üzerimde halifelik vazifesi bulunmasaydı, müezzinlik yapardım" diyerek ezan okumanın ne derece büyük bir fazilet olduğunu dile getirmiştir (*). Ezan ve ikamet bu ümmetin hususiyetlerindendir. Gerçi Hz. Âdem'in yeryüzüne indirilmesi esnasında gördüğü vahşet üzerine, onun korkusunu yatıştırmak üzere Hz. Cebrail'in ezan okuduğu rivayet edilmekteyse de, bu, namaz için ezan okunmasının bu ümmete mahsus bir özellik olma keyfiyetini değiştirmez.
Ezanın Sözleri Nasıldır?
Ezanın sözleri ve bu sözlerin kısaca mânaları şöyledir:
اللّهُ اَكْبَرُ اللّهُ اَكْبَرُAllâhu Ekber Allâhu Ekber.اللّهُ اَكْبَرُ اللّهُ اَكْبَرُAllâhu Ekber Allâhu Ekber.اَشْهَدُ اَنْ لا اِلَهَ اِلاَّ اللّهُEşhedü en lâ ilâhe illâllahاَشْهَدُ اَنْ لا اِلَهَ اِلاَّ اللّهُEşhedü en lâ ilâhe illâllahاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدَاً رَسُولُ اللّهEşhedü enne Muhammed er-Resûlüllahاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدَاً رَسُولُ اللّهEşhedü enne Muhammed er-Resûlüllahحَىَّ عَلَى الصَّلاةِHayye ale's-Salâhحَىَّ عَلَى الصَّلاةِHayye ale's-Salâhحَىَّ عَلَى الْفَلاحِHayye ale'l-Felâhحَىَّ عَلَى الْفَلاحِHayye ale'l-Felâhاَللّهُ اَكْبَرُ اللّهُ اَكْبَرُAllâhu Ekber Allâhu Ekberلا اِلَهَ اِلاَّ اللّهُLâ ilâhe illâllah."Allah en büyük ve en yücedir.
Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehâdet ederim.
Muhammed'in (asm) O'nun Resûlü olduğuna da şehâdet ederim.
Haydin namaza!
Haydin kurtuluş ve felâha!
Allâh en büyük ve en yücedir.
Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur."
Öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde ezan bu şekilde okunur. Sadece sabah namazında Hayye ale'l-Felâh dendikten sonra iki kere de: Es-Salâtü hayrün mine'n-nevm: Namaz uykudan hayırlıdır, denilir. Bu ilâveyi Peygamberimiz Hz. Bilâl'e emretmiştir. Uyku dünya rahatını, namaz ukbâ saâdetini te'min ettiğinden ve ukba rahatı, dünya rahatından efdal olduğundan böyle denmiştir. Sabah namazının kazası için okunan ezanda bu ilâvenin söylenmesinde ihtilâf vardır.
Alıntı...